Mahirlerin izinde yürüyen devrimci sosyalizmin
bugün ve gelecek ufkundaki duruşunu ve yürüyüşünü
biçimlendiren umut ve devrimci eylemin/savaşın
hareketi olmasıdır.
Evet, alaca karanlık dünyanın kanla, acıyla, umutla
yoğrulan topraklarındayız, Ortadoğu’dayız, Türkiye’deyiz,
Kürdistan’dayız...
Alaca karanlığa şafağın ışığını taşıma iddiasıyla
yürüyoruz, ışığın yolunu arıyoruz, ışığa yol açıyoruz,
umut diyoruz, devrim diyoruz, devrim için stratejik
çizginin kılavuzluğu diyoruz... Bunların yüzyıllık
sınıf savaşları tarihindeki anlamını aradık yazdıklarımızda...
Başlangıç noktamız devrim ve devrimin stratejik
çizgisine ilişkin ana kavramsal çerçeveydi. Bir
adım daha giderek teorik-politik çerçevenin günümüzde
kazandığı anlamı ortaya koymaya ve bu bağlam içinde
günümüzdeki mücadele deneyimlerinin gösterdiklerine,
derslerine baktık. Uzadı, ancak iskelet ve gövde
yerine yerleşti. Ve elbette abartma olmasın, bir
makaleler dizisinin sınırlı ölçekleri içinde oldu
bu yerleşme.
Şimdi, her yanı zulmün, yoksulluğun, parçalanmışlığın
kuraklığıyla çatlamış, insanca yaşama ve özgürlüğe
susamış coğrafyamıza, bugün ve gelecek için özgürlüğün,
adaletin, insanca yaşamın suyunu taşıyacak devrim
ve devrimci eylemin stratejik çizgisini billurlaştırmak
işine girişme zamanı...
BİRLEŞİK BÜTÜNSEL
DEVRİMCİ SAVAŞ
I- Devrim Hedefinin Hayatla
Buluştuğu Yer: Devrimci Pratik ve
Devrimin Stratejik Planı
Hayatı değiştirmeye ilişkin her şey gibi; devrim
süreci de birbirine sımsıkı bağlı olan iki zemin
üzerinden yürür; hedef ve hedefe uygun pratik...
Devrim sürecinin ilk sacayağı neyi yıkacağımızı,
sınıfsız toplumun kuruculuğuna nasıl girişeceğimizi,
yeni uygarlığı kurmak için nereden başlayıp hangi
adımlarla hangi doğrultuda ilerleyeceğimizi somutlayan
stratejik hedeftir. Stratejik hedef belirlenirken
bir yandan sınıfsız sömürüsüz dünya hedefi, diğer
yanda ülkenin nesnel çelişkileri, sınıf ilişkileri
ve bunlardan hareketle, sınıfsız sömürüsüz dünya
hedefine ulaşmak için ilk zirve, ilk bütünlüklü
başlangıç noktası nedir, iktidarı almak için hangi
sınıfları tasfiye edeceğiz ve komünizme yürüyüşümüze
ülke çapında hangi bütünlüklü adımlarla başlayacağız
soruları vardır. Bu sorunun yanıtı bize o tarihsel
dönemde devrim sürecinin stratejik hedefini verir.
Belirli bir tarihsel süreçte ülkedeki temel çelişki
ve bundan kaynaklanan diğer başlıca çelişkilerin
sınıfsız özgür bir dünya perspektifiyle çözüm
platformunu koymak; yani o tarihsel süreçteki
ve verili çelişkiler zeminindeki devrim sürecinin
hedeflerini somutlaştırmak, yıkılanın yerine ilk
adımda neyi koyacağımızı ve bunun komünizm hedefine
doğru nasıl ilerleyeceğini bütünlüklü biçimde
saptamak devrimin stratejik hedefini belirlemek
anlamına gelir. Burjuva demokratik devrim, anti-emperyalist
anti-feodal demokratik devrim, demokratik halk
devrimi, anti-emperyalist anti-oligarşik devrim,
ulusal kurtuluş devrimleri ve sosyalist devrim,
değişik tarihsel süreçlerde farklı koşullar altında
sömürge, yarı ve yeni-sömürge ülkeler ve emperyalist
anayurtlarda devrim sürecinin ilk zirvesini, iktidarın
alınmasından sonra komünizme yürüyüşün ilk başlangıç
noktasını tarif eden kavramlardır. Devrimin stratejik
hedefi en billurlaşmış ifadesini devrimci öncünün
parti/örgüt programında bulur.
Sınıfsız, sömürüsüz bir ülke ve dünya hedefini
koyan devrim süreci, bir hedef olarak konulduğu
andan itibaren esas olarak bir pratik sorunudur.
Devrim hedefinin hayatla buluştuğu yer devrimci
pratiktir. Devrimci pratikle buluştuğu anda gerçek
anlamını kazanır devrim hedefi. Ve bu pratik amaca
uygun olmak zorundadır. Devrimci pratikten söz
ediyorsak eğer, amacı ileriye, yani hayata taşıyacak,
dahası onu hayata egemen kılacak bir pratik olmak
zorundadır. Pratiğin devrimci olması da ancak
böyle mümkün olur. Devrim amacının pratikleşmesi,
pratiğin de bir bütün olarak amaca uygun olması
ve her ikisinin sımsıkı, iç içe gelişmesi; devrim
serüveni tam da budur.
Devrimci pratik, hayata devrimin stratejik hedefi
doğrultusunda bütünlüklü iradi müdahaledir, onun
akışını bütün boyutlarıyla değiştirme iradesi
ve tutumudur. Devrimci pratik, devrimci savaşım/mücadele
yada devrimci eylem dediğimizde, bunun yolları
ve araçları dediğimizde bu bütünlüğü; hayatın
her alanında sisteme dair her ne varsa yıkmak
ve yerine yeni uygarlığı kurmak için yapılanları/yapılacakları,
ortaya konan tüm emeği ve bunların sistematik
bütünlüğünü ifade ediyoruz. O, ne bir protesto
ve öfke pratiğidir, ne yeniyi daha ilk andan itibaren
kurma amacı taşımayan salt bir yıkma hareketidir,
ne de yıkmadan kurmayı hedefleyen bir pratiktir.
Dahası, devrimci pratik rasgele gelişen ya da
ana gelişim yönü/doğrultusu, araç ve yöntemleri
sürecin akışı içinde kendiliğinden ortaya çıkan
genel bir mücadele, pratiğin akışı içinde biçimlenen
bir sistemi yıkma, yeniyi kurma, bunun için çalışma
ve örgütlenme çalışması da değildir.
Devrimci pratik bir yandan devrimin stratejik
hedefine bağlanmış bir yıkma ve kurma mücadelesidir,
bir yandan da bu pratik baştan itibaren amacı
gerçekleştirmeye yetenekli, birbiriyle uyumlu,
sistematik olarak birbirini tamamlayan, bütünlüklü
olarak gelişen bir pratik olmak zorundadır. Devrimci
pratikten söz ediyorsak eğer, “kervan yolda düzülmez”,
pratiğin yolu onun akışı içinde belirlenmez.
Devrimci savaşın sistematik bütünlüğünü kurmak
için her coğrafyada ülke ve dünyadaki bütün temel
nesnel zeminlerin analizine bağlı olarak yıkma
ve kurma hedefini gerçekleştirecek mücadele araçlarının,
biçimlerinin, emekçi sınıfları bu mücadele etrafında
birleştirecek ittifak ilişkilerinin vb… temel
boyutlarını içeren bir çerçevenin ana unsurlarıyla
bütünlük içinde belirlenmesi zorunludur. Bu bütünlüklü
çerçeve tüm devrim süreci boyunca izlenecek pratik
yol haritasını verir bize ve devrimci literatürdeki
adı; devrimin stratejik çizgisidir.
Devrim süreci daha baştan itibaren, bu iki temel
bileşen; yani stratejik hedef ve stratejik mücadele
çizgisinden oluşan stratejik plan üzerinden yürür.
Devrimin öznesi olan devrimci sosyalist parti,
kadrolar, sempatizanlar ve sınıf mücadele içindeki
yönünü daha ilk andan itibaren belli olması gereken
stratejik planla tayin eder ve devrimci pratiğe
de stratejik planın bir parçası olan stratejik
mücadele çizgisinin kılavuzluğunda girişirler.
II- Sömürge ve Yeni-sömürgelerde
Genel ve Tipik Olan Stratejik Çizgi...
Devrimci teori devrimci pratiğin ürünüdür. Devrimci
pratiğin güncel olarak önünü açacak teorik üretimden
söz ediyorsak eğer, devrimci pratiğin tarihsel
birikimleri ile an’daki koşulların analizinin
ve geleceğe dönük öngörülerin bireşimi üzerinden
an’a ve geleceğe dönük olarak devrimci pratiğe
yön verecek teorik analizler, öngörüler geliştirilmesi
zorunludur. Devrimci teorinin anlamı budur. Devrimci
pratiği zaman ve mekan dışı bir olgu olarak ele
alan ve her durumda ve zamanda geçerli mücadele
biçimleri, araçları ve devrimin stratejik çizgisinin
var olduğunu düşünmek tümüyle metafizik, dogmatik
bir düşünme biçimidir. Ne yazık ki, dünya devrimci
hareketinin küçümsenemeyecek bir bölümü bu sığlıkla
yüz yıla yakın bir süredir sakatlanmış durumdadır.
Ekim devrimi örneğinden bakarak genel halk ayaklanmasını
devrimin stratejik çizgisi olarak adeta bir kural
düzeyinde dünya ölçeğinde geçerli kabul eden siyasetlerden,
Çin’deki uzun süreli halk savaşı örneğini tüm
sömürge ve yeni-sömürgeler için istisnasız bir
kural olarak kabul edenlere değin geniş bir yelpaze
söz konusudur. Ve yine ne yazık ki, dünyadaki
devrim pratiklerinin farklı bir yön izlemesi de
bu anlayışlar için herhangi bir anlam taşımaz.
Taşlaşmış teorilerine uygun değilse eğer, farklı
yollardan bir halkın ayağa kalkıp devrimi geliştirmesi,
iktidarı alması onlar için özel bir anlam taşımaz.
Eğer kendilerinin benimsediği yoldan gelişmemişse
mutlaka bir sakatlık vardır.
Devrimci sosyalizm daha 1970 başlarında ortaya
çıktığı ilk andan itibaren bu dogmatik çizgilerle
arasına mesafe koyarak gelişmiştir. O, hayatın
gelişme diyalektiğine bakmış, sonuçlar çıkarmış
ve devrimci teorinin yaşayan, dinamik yanını temsil
etmiştir. Devrimci sosyalizmin bu noktadaki en
temel teorik başarısı ve katkısı emperyalist-kapitalist
sistemin gelişme seyrinin düz bir hat üzerinden
yürümediğini, onun genel bunalımının değişik dönemlerden
geçerek geliştiğini/yeniden biçimlendiğini tespit
etmesi olmuştur. Bu, beraberinde genel bunalımın
her bir döneminde ML’in kendini yeniden ürettiği,
sınıf mücadeleleri pratiğinin kendini yenilediği,
dahası yenilemesi gerektiği kavrayışını da beraberinde
getirmiştir. Emperyalizmin bunalım dönemleri tespiti
ve bu tespitin sağlam temeller üzerine oturtulması,
emperyalizmin tarihsel gelişme seyrinin ve bunun
sınıf mücadeleleriyle bağının, devrimci mücadelenin
biçimlenişi üzerindeki etkilerinin, ML tarih kavrayışıyla
anlaşılmasının en ileri düzeyini oluşturur.
Bu bağlamda, devrimci sosyalizm için zaman ve
mekan dışı bir mücadele ve devrim kavrayışı da
asla olmamıştır. Her ülkede, her koşulda genel
halk ayaklanması ya da Çin veya onun versiyonu
bir uzun süreli halk savaşı geçerlidir türünden
ön kabulleri asla söz konusu değildir. Böyle olsaydı,
zaten bu çalışmaya da gerek olmazdı, dünyaya gözlerimizi
kapatarak Sovyet ya da Çin devriminin pratiğine,
teorik birikimlerine bakarak kolayca yola devam
edebilirdik. Orijinallik adına ille de ayrıksı
şeyler üretme ya da bulma çabası da devrimci sosyalizme
yabancıdır. Ülke ve dünya gerçekliğinin içinde
bulunulan dönemdeki genel manzarası, devrimci
pratiğin güncel ve tarihsel deneyimleri ve bütün
bunların bireşiminden hareketle, dünya ve ülke
ölçeğinde genel ve tipik olanı tespit etmek, yeni
öğelerin yarattığı, yaratacağı mücadele dinamiklerinden
hareketle devrimin stratejik çizgisini biçimlendirmek;
1970’den bu yana izlediğimiz ve bundan sonrada
izleyeceğimiz yol budur ve bu olacaktır. Bu noktada,
sömürge, yarı ve yeni-sömürge ülkelerde devrimci
savaşımları, halk hareketlerini, işgal karşıtı
mücadeleleri, genel ve tipik olan mücadele stratejilerinin
nasıl ortaya çıktığı bağlamında bugüne ışık tutacak
biçimde yeniden ele almak gerekiyor.
a) Devrimin Stratejik Çizgisinde
Genel ve Tipik Olanın Tarihsel
Gelişim Seyri...
İki soruyla başlamak gerekiyor... Tarihsel seyir
içinde baktığımızda, devrimci pratikler, öncü
çıkışlar ve devrimler hangi stratejik çizgiler
üzerinde gelişmiş, belirli bir dönemde tüm ülkeler
için (ya da en azından ezici bir çoğunluğu için)
temel eksen olmuş bir devrimin stratejik çizgisinden
söz edebilir miyiz? Yeni bir tarihsel dönemin
başladığı 1990’lardan itibaren gelişen sınıf mücadeleleri,
devrimci çıkışlardan ve nesnel dinamiklerden hareketle
baktığımızda günümüzde genel ve tipik bir devrimin
stratejik çizgisinden söz edebilir miyiz?
Devrimin stratejik çizgisi bağlamında, emperyalist-kapitalist
dünya egemenliği hiyerarşisi/piramidinde sıralanmış
çeşitli ülke kategorilerinin her biri içinde yer
alan ülkelerdeki devrimci pratiklere baktığımızda,
önemli bir bölümü için genel ve tipik olan bir
stratejik çizginin bulunduğunu görüyoruz. Tarihsel
deneyim benzer toplumsal koşullara ve gelişme
seyrine sahip olan ülkelerde devrimin stratejik
çizgisinin de benzer olduğunu, devrimci çıkışların
ve devrimlerin de benzer yollardan gerçekleştiğini
gösteriyor.
Emperyalist-kapitalist ülkelerde, gerek serbest
rekabetçi dönemde, gerekse emperyalist aşamada,
genel ve tipik olan devrimin stratejik çizgisi
genel halk ayaklanmasıdır. Çeşitli dönemlerde
ayrıksı durumlar (II. Dünya savaşı döneminde İtalya
ve Fransa’da Alman işgaline karşı savaşın eksenine
kır gerillasının oturması gibi...) ortaya çıksa
da, bütün büyük devrimci çıkışlar ve devrimler
esas olarak genel halk ayaklanması stratejisine
uygun gelişmiştir.
Sömürge ve yarı/yeni-sömürge ülkelerde de 20.
yüzyılın başından 1990’a değin gelen mücadele
deneyimi, devrimci çıkışların ve devrimlerin ve
işgal karşıtı hareketlerin esas olarak uzun süreli
halk savaşı stratejisi ekseninde geliştiğini gösteriyor.
Bu ülkelerde de kimi ayrıksı durumlar (1979 İran
devrimi, vb.) dışında genel ve tipik olan devrim
stratejisi çizgisi uzun süreli halk savaşı olmuş,
tüm büyük devrimci girişimler ve devrimler esas
olarak bu yolu izleyerek gelişti.
1990’lardan Günümüze...
1990, emperyalizmin genel bunalımının ve sosyalist
hareketin gelişim seyrinin yeni bir miladıdır.
Bu dönem, Marksist-Leninist hareketin tarihinde
ilk kez bir yenilgiyle, reel sosyalist ülkelerin
çöküşüyle başlamıştır. 150 yıllık sosyalist emeğin
pratik sonuçlarının önemli bir bölümü yok olmuştur.
Dünyadaki güç ilişkileri tümüyle değişmiştir.
Devrimci sosyalist hareketin devrimci çıkışlar
ve devrimler yapma koşulları pek çok açıdan zorlaşmıştır.
Özellikle güncel olarak devrime en yakın olan
ülkeler olan sömürge ve yeni-sömürgelerde devrimin
stratejik çizgisi bağlamında o güne değin varolan
teorik ve pratik birikimleri konusunda kafa karışıklığı
ve belirsizlik artmıştır. Kimi nesnel olgulara
(barışçıl deneyimlerin kazandığı başarılara ve
bunların geleceğine ilişkin yanlış saptamalar,
küçük ülkelerin direnme kapasitesi, şehir mücadelelerin
durumu, emperyalizmin gücü vb.) dayandırılan,
çoğunluğu ise devrimci sosyalizmin zayıflığına
ve bu zayıflıkları aşabileceğine ilişkin bilinç
ve inanç yitiminden beslenen sorun alanları bulunmaktadır.
1990’lara değin devrimin stratejik çizgisinin
sömürge ve yeni-sömürgelerde genel ve tipik biçiminin
ne olduğuna ilişkin açık yanıtlar söz konusu iken,
günümüzde yukarıda bir kısmını ifade ettiğimiz
sorun alanları nedeniyle ciddi kafa karışıklıkları
sol saflarda yaygınlaşmıştır.
Nesnel koşulları değerlendirdiğimizde dünya çapındaki
mevcut güç ilişkileri içinde dünya emperyalist-kapitalist
egemenlik zincirinin kırılacağı zayıf halkaların
sömürge ve yeni-sömürge ülkeler olduğunu tespit
ettik. Bu ülkeler içinde de öncü devrimci çıkışların
nesnel zemininin ise esas olarak kapitalizmin
geniş ölçekli olarak egemen hale geldiği, jeostratejik
bir derinliğe, büyüklüğe sahip, büyük bir nüfusu
olan, bulundukları bölgelerde derin sarsıntılar
yaratabilecek, bölgesel devrimler için kalkış
noktası olabilecek ilişkilere ve jeostratejik
konuma sahip olan ülkeler olduğunu ifade ettik.
Bu noktada şu soruyla devam etmeliyiz; bu ülkelerde
devrimin stratejik çizgisi nedir? Ya da daha doğru
bir ifadeyle bugün genel ve tipik diyebileceğimiz
bir stratejik çizginin varlığından söz edebilir
miyiz?
1990’lardan 2000’lere değin geçen karanlık dönemde
pek çok ülkede devrimci savaşımların ya düşmanın
askeri zoru sonucu, ya da devrimin oluşan yeni
dünya koşullarda yaşama şansı olmadığı vb. fikirlerden
hareketle tasfiyesi söz konusu olurken, bir yandan
da yeni mücadele cephelerinin filizlendiğini gördük.
(Bu çalışmanın daha önceki bölümünde 1990 sonrası
dünya pratiğine genel bir özetlemeyi yaptığımız
için burada sadece mücadelenin stratejik çizgisi
bağlamında kısaca değineceğiz.) Zapatistaların
(EZLN) 1994’de Meksika’da kır gerillası temelindeki
çıkışı, Nepal’de 1997’de NKP-M’nin kır gerillası
temelli çıkışı, Peru’da Tupac Amaru devrimci hareketinin
1996’da Japon elçiliği baskınıyla gerçekleştirdiği
çıkış bunun ilk örneklerini oluşturdu. Tupac Amaru
hareketi bastırılıp, EZLN ortaya çıktığı Chipas
bölgesinin sınırlarını aşamaz ve giderek reform
talepleri eksenine sıkışırken, NKP-M gerilla savaşını
tüm ülkeye yaydı.
2000’lerden itibaren ise hem kitle hareketinde,
hem de devrimci savaşımlarda ciddi bir toparlanma
ve dönemin devrimci savaşımına ilişkin önemli
örnekler boy vermeye başladı. Neo-liberalizm karşıtı
uluslararası hareket dünya ölçeğinde sol kitle
muhalefetinin yeniden toparlanıp, ilerlemeye başladığını
gösterdi. Bunları birkaç grup halinde ele alabiliriz.
2000’li yıllarda çeşitli yeni-sömürge ülkelerde
kent temelli büyük kitle hareketlerinin, ayaklanmaların
ve direnişlerin merkezi rol üstlendiği mücadele
süreçleri yaşandı. Venezuella’da Chavez, Arjantin’de
2000’lerin başındaki kitle hareketi ve kent isyanları,
Ekvador’daki büyük kitle mücadeleleri ve köylü
ayaklanmaları, Bolivya’da maden işçilerinin ve
köylülerin direniş ve ayaklanmalarına önderlik
yapan Morales’in seçim zaferi, Brezilya’da topraksız
köylü hareketi (MST), Güney Kore’de militan işçi
ve öğrenci hareketinin irili ufaklı süreklileşmiş
kitlesel militan hareketi, 2000’lerde bu büyük
kitle hareketlerinin, direniş ve ayaklanmaların
en ileri örneklerini oluşturdular.
2000’lerde kent mücadelesi sadece militan kitle
mücadeleleri ve irili ufaklı ayaklanmalar ve halkçı
hareketlerin seçim başarıları biçiminde gelişmiyor.
Filistin’de, Lübnan ve Irak’ta işgal karşıtı mücadele
kentlerdeki intifadalar ve şehir gerilla eylemlerinin
bileşimine dayanan uzun süreli bir kent savaşı
stratejisi üzerinden gelişiyor. ABD karşıtı bir
hareket görünümü çizen İslamcı El-Kaide, Suudi
Arabistan, Endenozya, vb. gibi ülkelerde esas
olarak uzun süreli şehir gerillacılığına dayanan
bir pratik geliştiriyor. Avrupa’da uzun süreli
şehir gerillacılığı temelinde faaliyet yürüten
ETA ve Korsika’da çeşitli gerilla hareketleri
varlıkların sürdürmeyi başardılar. Dikkat edilirse,
kent gerillacılığı temelinde uzun süreli bir halk
savaşı olarak gelişen mücadelelerin hemen hemen
tümünün tipik özellikleri işgal altında olmaları,
ulusal kurtuluş hedefiyle mücadele etmeleri ve
nüfuslarının ezici bir çoğunluğunun kentlerde
yaşamasıdır.
1990’lardan 2000’lere akan süreçte, kır eksenli
uzun süreli gerilla savaşı stratejisini esas alan
hareketler de ciddi toparlanmalar gösterdiler.
Yukarıda belirttiğimiz gibi EZLN ve Nepal KP-M
bağlamında yeni kır gerilla hareketleri (Nijerya’da
ortaya çıkan ancak nitelikleri konusunda fazlaca
bilgi bulunmayan kır gerilla hareketlerini de
ayrıca saymak gerekiyor) oluşurken, bir yandan
da kökleri on yıllara dayanan Kolombiya’da FARC-EP
ve ELN, Filipinlerde FKP, Hindistan’da HKP-M yeniden
toparlanarak güçlü gerilla hareketlerine dönüştüler.
Afganistan’da Taliban anti-işgal hareketi olarak
kırlarda ciddi bir gelişme sağladı ve bugün kentlerde
de oldukça etkili eylemler yürütebilir hale geldi.
Dahası, Pakistan Talibanı da kurtarılmış ya da
yarı-kurtarılmış bölgeler oluşturacak düzeyde
bir kır gerillası hareketi oluşturmayı başardı.
Kentlerde etkili eylemler yapabilecek konuma geldi.
Yemen’de, Somali’de yine ABD karşıtı İslamcı hareketler
uzun süreli savaş stratejisi temelinde kır gerillacılığını
geliştirip ülkelerinin kırlarında tutundular.
İran’da Beluci ulusunun kurtuluşu için mücadele
iddiasında olan Cundullah hareketi, Hindistan’da
çok sayıda irili ufaklı ulusal hareket uzun süreli
savaş ekseninde kır gerillacılığı temelinde faaliyetler
geliştirdiler ve bulundukları ülkede tutundular.
Yine küçük Asya ülkesi Bhutan’da Maocu parti küçük
ölçekli bir gerilla savaşının startını vermiş
durumda. PKK 2000’lerin ortalarından itibaren
toparlanarak yeniden kır gerillacılığı temelinde
önemli bir gerilla ve kitle hareketi yaratmayı
başardı.
Bütün bu mücadeleler bugün ve gelecek açısından
dünyanın dört bir yanında emperyalist-kapitalist
sistemin 1990 başlarında yarattığı karanlık dönemin
artık sonuna gelindiğini ve büyük bir mücadele
birikiminin yeniden oluştuğunu apaçık gösteriyor.
Öte yandan, bu mücadeleler içinde henüz zafere
ulaşmış bir hareket bulunmuyor. Dönemin sorunlarına
bütünlüklü ve devrimci yenilenmeci yaklaşımlarla
teorik ve pratik yanıtlar oluşturmuş, öncü devrimci
çıkışı ifade eden bir ülke pratiği henüz söz konusu
değil. Bununla bağlantılı olarak, tüm sömürge
ve yeni-sömürgeler açısından örnek oluşturabilecek
bir stratejik çizgiyi güçlü biçimde pratiğinde
ve pratiğinin teorik ifadesinde ortaya koyabilmiş
bir hareket de bulunmuyor.
Günümüzde sömürge ve yeni-sömürgeler arasındaki
farklılıklar 1960-’70’lere nazaran çok daha fazla
büyümüştür. Neredeyse kırın tümüyle tasfiye olduğu,
çarpık yeni-sömürge kapitalizminin toplumun kılcal
damarlarına değin nüfuz ettiği Arjantin, Şili,
Uruguay, Singapur, G. Kore gibi ülkeler bir yandadır.
Ve bu ülkelerde özellikle kentlerde sık sık isyanlar
ve büyük direnişler patlak vermektedir. Hindistan
gibi, Pakistan ve Endonezya gibi ülkeler çarpık
yeni-sömürge kapitalizminin kesin biçimde egemenliği
altında yaşıyorlar. Ancak bu ülkelerde hala küçümsenemeyecek
düzeyde feodal kalıntılar ve ilişkiler söz konusudur.
Nüfusun ağırlık merkezi kırlarda yaşıyor.
Dolayısıyla bugün sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde
bir yandan militan kent mücadelelerine yaslanan
ayaklanmalar, bir yandan kır temelli uzun halk
savaşları, bir yandan da militan kitle mücadeleleriyle
iç içe geçmiş kent temelli uzun süreli halk savaşı
pratiklerini yan yana görebiliyoruz. Sömürge ve
yeni-sömürge ülkelerde gelişen mücadelelerin izledikleri
stratejilerde 1960’ların sonlarında uç veren,
70’lerde belirginleşen bu çatallanma, 1990’lardan
itibaren bütün hatlarıyla somutlaşmıştır.
Toparlayacak olursak, bu tablonun gösterdiği şey
şudur;
Birincisi, militan kitle mücadeleleri ve seçimler
yoluyla hükümet olan hareketler esas olarak devrim
için genel ve tipik olan yolu ifade etmiyorlar.
Bu hareketlerden bazıları (Chavez gibi) süreci
bir devrim süreci olarak tanımlamaya başlamış
olsalar bile esas olarak bir devrim süreci niteliği
kazanmış değillerdir. Sürecin bir devrim sürecine
gerçekten evrilmesi durumunda seçim stratejilerinin
geride kalacağı ve mücadelenin kesin biçimde şiddet
temeline kayacağı açıktır. Bu aşamada devrimci
şiddetin hangi yolu izleyeceği ise belirgin değildir.
İkincisi, Arjantin, G. Kore vb. ülkelerde gelişen
kent temelli militan kitle mücadeleleri ve irili
ufaklı ayaklanmalara dayanan mücadelelerin başat
olduğu ülkeler söz konusudur. Bu ülkelerde nüfusun
neredeyse tümüne yakını (Arjantin nüfusunun yüzde
ellisinin başkent Buenos Aires ve civarında yaşadığı
adeta bir kent devlet durumundadır, Güney Kore’de
ise nüfusun yüzde 85’i kentlerde yaşamaktadır)
kentlerde yaşamakta, ülkedeki tarımda neredeyse
tümüyle büyük kapitalist tarım işletmeleri yoluyla
yapılmaktadır. Dolayısıyla, bu ülkelerde sürecin
tümüyle kent mücadeleleri ekseninde yürümesi doğaldır.
Dahası bu ülkelerde bugün emekçi mücadeleleri
güçlü bir devrimci örgüt/parti üzerinden yürümemektedir.
Ayaklanmalar ve kitle mücadeleleri çoğunlukla
emekçilerin mücadeleleri içinde ortaya çıkan yarı
politik yarı ekonomik nitelikli örgütlenmeler
tarafından örgütlenmektedir. Kırların devrimci
mücadeledeki rolü, kentlerde gerilla mücadelesinin
koşullarının var olup olmadığı vb. konularında,
devrimin stratejisi konusunda bu ülkelerdeki devrimci
hareketlerin yaklaşımı konusunda somut bir bilgi
de söz konusu değildir. Dolayısıyla hem bu ülkelerin
nesnel koşulları hem de bu ülkelerdeki mücadelenin
gelişim seyri, sömürge ve yeni-sömürge ülkeler
açısından genel ve tipik olanı temsil etmekten
uzaktır.
Üçüncüsü, Filistin, Irak, Bask ve Korsika gibi
ülkelerin nüfusunun çoğunluğu kentlerde yaşamaktadır.
Ancak sömürgecilik ve işgal karşıtı mücadeleler
Arjantin ve G. Kore’deki sınıf hareketlerinden
farklı olarak kentlerde militan kitle mücadeleleri
ve şehir gerillacılığı temelinde uzun süreli halk
savaşı olarak gelişiyor. Bu ülkeler hem nüfus
yapıları, hem de coğrafi yapı olarak kır eksenli
bir silahlı savaşım yürütecek nesnel koşullara,
jeostratejik derinliğe (geniş topraklar, savaşan
güçlerin içinde barınabileceği büyük dağlar, ormanlar
vb..) sahip değiller. Bu ülkelerdeki mücadeleler
nüfusunun büyük bir bölümü kentlerde toplaşmış
ve coğrafi olarak kırları gerilla savaşı açısından
günümüzde uygun olmamasına karşın uzun süreli
savaşın kentlerde yürütebileceğini (Arjantin ve
G. Kore’den farklı olarak) gösteren ülkeler. Ama
yine de bu ülkeler sömürge ve yeni-sömürge ülkelerin
büyük çoğunluğu açısından devrimin stratejik çizgisi
bakımından genel ve tipik olan yolu göstermekten
uzaktırlar. İzlenen mücadele stratejisi esas olarak
bu ülkelerin, sömürge ve yeni-sömürge ülkelerin
büyük çoğunluğundan farklı olan özgün nesnel koşullarıyla
doğrudan bağlantılıdır.
Dördüncüsü, yaşadığımız tarihsel dönemde başta
bulundukları bölgeler olmak üzere, dünya ölçeğinde
devrimci mücadelede buz kıran rolü oynayacak öncü
devrimci çıkışı gerçekleştirme dinamiklerine sahip
olanlar dahil olmak üzere, sömürge ve yeni-sömürgelerde
ülkelerin çoğunluğunda halen var olan devrimci
ve sol mücadeleler (Kolombiya, Meksika, Hindistan,
Filipinler, K. Kürdistan), anti-sömürgeci ve anti-işgal
(Afganistan, Pakistan, Endonezya vb..) mücadeleler
ağırlıklı olarak kır temelli uzun süreli savaş
stratejisi ekseninde gelişiyor. Bu mücadeleler
diğer pek çok zaaflarının yanı sıra, izledikleri
mücadele stratejisi bağlamında da sömürge ve yeni-sömürge
dünyasının geri kalanı açısından genel ve tipik
olanı (ne yönü sosyalizme dönük bir devrim, ne
de anti-sömürge, anti-işgal savaşımlar bağlamında)
temsil etmiyorlar. (Bunlar kır temelini korumanın
yanı sıra kentlerde de savaşı var etme ve geliştirme
çabalarının sonuçları durumu değiştirebilir, ancak
henüz bu yönde başarılı bir deneyim söz konusu
değildir.)
Tam da bu noktada, her şeyden önce şunu ifade
etmek gerekiyor; bu mücadelelerin tümü dünya emperyalist-kapitalist
sistemini ciddi biçimde zayıflatıp güçten düşürüyorlar.
Bu bağlamda tümü birden değerli ve önemlidir.
Devrimci ve sol çizgide yürüyen Kolombiya, Hindistan,
Filipinler, Filistin, K. Kürdistan’daki mücadeleler
ise devrim ve devrimci savaş umudunu diri tutan
mücadeleler olarak çok daha özel bir öneme sahiptirler.
(Filistin, Bhutan, Bask gibi küçük ülkelerde yürütülen
mücadelelere ilişkin kısa bir not düşmek gerekiyor.
Bu devrimlerin kaderi önemli ölçüde bölgelerindeki
diğer büyük ülkelerde gelişecek devrimlere sıkı
sıkıya bağlanmıştır. Ancak bu durum onların önemini
azaltmaz. Bu mücadeleler bugün emperyalizmin topyekün
saldırılarıyla karşı karşıya kaldıklarında devrimin
ve mücadelelerin kazanımlarını koruyacak güce
sahip görünmeseler bile dünya devriminin genel
gelişme seyrine yaptıkları katkıyla, emperyalistlerin
hareket yeteneğini zayıflatmalarıyla, bulundukları
bölgede diri devrimci dinamikler olarak yarattıkları
direniş zeminleriyle önemli katkı sunmaktadırlar.)
Bu mücadelelerin hiçbiri, bugün başta bulundukları
bölgeler olmak üzere, dünya ölçeğinde devrimci
mücadelede buz kıran rolü oynayacak öncü devrimci
çıkışı gerçekleştirme dinamiklerine sahip olan
ülkelerdekiler dahil, sömürge ve yeni-sömürge
ülkelerde devrimin stratejik çizgisinin genel
ve tipik örnekleri olarak tanımlanamazlar. Kimi
salt şehir eksenlidir, kimi salt kır eksenlidir
ve dahası bütün mücadele biçimlerini bütünlüklü
bir tarzda uygulama pratiğinden önemli ölçüde
uzaktırlar. Dahası sosyalizm perspektifinden mücadelenin
bütün boyut ve cephelerinden baktığımızda, 1990’larda
başlayan yeni tarihsel dönemin devrimci hareketini
yaratma duruşundan uzaktırlar.
b) Günümüzde Devrimin Stratejik
Çizgisinde Genel ve Tipik Mümkün mü,
Nasıl ve Bundan Ne Anlamalıyız?
Burada hemen şu soru sorulabilir; sömürge ve yeni-sömürge
ülkelerde son 60 yılda yaşanan çarpık kapitalistleşme
sürecinin her ülkedeki farklı hızlarını (bu durum
özellikle 1990 sonrası son yirmi yılda daha belirgin
hale gelmiştir) ve farklı nesnel zeminleri ortaya
çıkarmışken genel ve tipik bir devrimci stratejik
çizgi mümkün müdür?
Hiç kuşkusuz, sömürge ve yeni-sömürgelerin nesnel
zeminlerindeki çatallanma ve bunun mücadele stratejilerine
yansımaları doğaldır. Filistin’deki kent temelli
şehir gerillacılığına dayanan uzun süreli savaşı,
ya da feodal savaş ağalarının egemenliğindeki
Afganistan’da kır temelinde gelişen anti-işgal
hareketi veya nüfuslarının neredeyse tümü kentlerde
yaşayan Arjantin ve G. Kore’deki kent temelli
militan halk hareketlerini ve ayaklanmaları bu
mücadeleleri yürütenlerin öznel niyetleriyle açıklayamayız.
Ancak zaten sömürge ve yeni-sömürgelerde genel
ve tipik olan devrimin stratejik çizgisinden söz
ederken, tüm sömürge ve yeni-sömürgelerde mutlak
biçimde geçerli olan bir stratejik çizgiden söz
etmiyoruz. Aslında hiçbir dönemde genel ve tipik
olandan söz edilirken böyle bir mutlaklıktan söz
edilmemiştir. Hele ki, 1990’lar sonrası yeni tarihsel
dönemde, geçmiş dönemlere nazaran sömürge ve yeni-sömürgeler
arasındaki toplumsal gelişme farklarının çok daha
fazla büyüdüğü düşünüldüğünde böylesi bir mutlaklık
tümüyle saçmalık olur.
Genel ve tipik olandan söz ederken, özellikle
ve öncelikle öncü çıkış dinamiklerine sahip olan
ve toplumsal koşullar itibariyle genel olarak
benzer özellikler taşıyan ülkeleri ve pek çok
açıdan bu ülkelerle benzeşen sömürge ve yeni-sömürgelerin
büyük bir bölümünde ekseni oluşturacak devrimci
stratejik çizgiden söz ediyoruz. Bu bağlamda genel
ve tipik bir devrimin stratejik çizgisinden bugün
de söz edilebilir. Dogmatizme düşüp mutlaklaştırmadan,
devrimci savaşımların genel ve tipik olanın dışında
da farklı yollardan gelişebileceğini kabul ederek,
ayrıca genel ve tipik olan stratejik çizginin
her ülkenin özgünlüğünde farklı biçimler kazanacağını
mutlak olarak hesaba katarak, stratejinin biçimlenişinde
geçmiştekine nazaran daha esnek ve daha geniş
sınırlar çizerek genel ve tipik bir mücadele stratejisi
çizmek mümkün ve gereklidir. Bu, öznel niyetlerle
ilgili bir şey değildir. Bugünün mücadeleleri
zaten bunun için önemli verileri sunmaktadır.
Sömürge ve yeni-sömürgelerdeki mücadelelerin büyük
bir çoğunluğunun en tipik özelliği, ister şehir,
ister kır temelli olsunlar, ya da gelinen noktada
şehir ve kır mücadelelerini birleştirmiş olsunlar
uzun süreli halk savaşları olarak gelişmeleridir.
(Arjantin, G. Kore ve Latin Amerika’da seçimler
yoluyla hükümet olan halkçı hareketler bu noktada
farklı bir yol izliyorlar.) Uzun süreli halk savaşı
stratejisine dayanan gerilla savaşı Filistin’den
Kürdistan’a, Hindistan’dan Filipinler’e, oradan
Kolombiya’ya değin büyük devrimci ve sol savaşımların
ana stratejik çizgisi durumdadır. Daha çok İslamcı
hareketler tarafından geliştirilen anti-işgal
ve anti-Amerikancı mücadeleler de Irak’ta, Filistin’de,
Lübnan’da, Suudi Arabistan’da ve kimi başkaca
ülkelerde şehir eksenli, Pakistan ve Afganistan
ile kimi Afrika ve Asya ülkelerinde kır eksenli
olmalarına karşın yine uzun süreli savaş stratejisini
esas alıyorlar. Bütün bu mücadeleler şehirde ya
da kırda baştan itibaren gerilla savaşı temelinde
gelişiyor. Öte yandan, bu çalışmanın önceki bölümlerinde
biraz daha açarak ifade ettiğimiz gibi, bu mücadeleler
önemli açmazlarla yüz yüzedir. (Kır eksenli mücadeleler
şehirlerin duvarlarına çarpıp durmakta, kentlerde
güçlü bir mücadele geliştirilemediği için nihai
darbeleri vuracak düzeye ulaşamamaktadır. Kent
mücadeleleri güçlü ayaklanmalarla birleşemediğinde
savaşın uzaması genellikle 4-5 yıllık bir zaman
diliminin ardından düşmanın mücadeleyi sınırlandırması
için kent koşullarından yararlanmasını sağlamaktadır
vb...)
Bugün henüz bu mücadelelerin açmazlarını aşacak
ve bu ana çizginin (uzun süreli halk savaşı stratejisinin)
bütün deneyimlerini birleştirip, öncü bir mücadele
hattı yaratacak, sömürge ve yeni-sömürge ülkelerin
büyük bir bölümüne stratejik çizgi bağlamında
ışık tutacak yeni ve daha ileri bir stratejik
çizgi teorik-politik ve pratik düzeyde henüz yaratılamamıştır.
Bu ileri düzey esas olarak öncü devrimci çıkışlar
için zemine sahip olan ülkelerde gelişebilir.
c) Genel ve Tipik Olanın
Yaratılmasında Türkiye Devrimi
Türkiye öncü devrimci çıkış için gerekli nesnel
zeminlere sahip olduğu gibi, devrimin stratejik
çizgisinin yeni ve ileri düzeyini üretmek için
gerekli dinamiklere de sahiptir.
Türkiye şehir ve kır savaşımını birikimlerini
birleştirecek nüfus dağılımına ve coğrafi derinliğe
sahiptir. Türkiye nesnel dinamikleri itibariyle
bir yanıyla Arjantin’dir, Güney Kore’dir, bir
yanıyla Nepal ve Hindistan’dır, Kürdistan’dır,
bir yanıyla da Irak ve Filistin’dir. Nepal’in,
Filipinler’in mücadele deneyimlerinden yararlanabilir
ve uygulayabilir, Filistin ve Irak’ın da, hatta
Arjantin ve G. Kore’nin de mücadele deneyimlerini
alıp uygulayabilir ve sentezleyebilir. Hepsini
kendisinde cisimleştirebilir, bütün sömürge ve
yeni-sömürge ülkelerin mücadeleleri kendisi için
bu sentezde bir şey bulabilir.
1971 Atılımından bu yana Türkiye devrimci ve sol
hareketi mücadele pratiği açısından çok yönlü
önemli birikimler yaratmıştır. Teorik-politik
düzeyde en özgün katkı P-C’den, Mahir Çayan yoldaştan
gelmiştir. P-C uzun süreli halk savaşı stratejisini
sömürge ve yeni-sömürgelerde gelişen çarpık kapitalizmin
yarattığı büyük toplumsal değişimlerle bağlantılı
olarak ele almış ve o dönemde daha ileri bir düzeyden
formüle etmiştir. Kır gerillacılığıyla şehir gerillacılığının
bağını kuran Birleşik Devrimci Savaş kavramıyla,
gerilla savaşının örgütlenmesi ve siyasi gerçekleri
açıklama kampanyasının bağını kuran Politikleşmiş
Askeri Savaş Stratejisi (PASS) açılımıyla çarpık
kapitalizmin hızla geliştiği yeni-sömürgecilik
koşullarında uzun süreli halk savaşı stratejisini
yeni ve daha ileri bir düzeyde formüle etmiştir.
P-C çizgisini esas alan hareketler ve diğer devrimci
güçler şehir ve kır gerillacılığını, militan kitle
mücadelelerini ve büyük şehir direnişlerini/isyanlarını
değişik düzeylerde örgütlemiş, pratikleştirmişlerdir.
Bu bağlamda, Türkiye devrimci ve sol hareketinin
deneyimleri ve onunla adeta iç içe gelişmekte
olan Kürdistan’daki ulusal kurtuluş mücadelesi
yeni tarihsel dönemin öncü çıkışının pratikleşmesini
sağlayacak yeni ve daha ileri bir devrimin stratejik
çizgisi yaratmak için küçümsenemeyecek birikimlere
sahiptir.
Bütün bu özellikleriyle Türkiye’de yaratacağımız
öncü devrimci çıkış sadece ideolojik, politik
sonuçlarıyla değil, devrimin stratejik çizgisi
bağlamında da genel ve tipik olanın yaratılmasında
büyük bir katkı yapacak, öncü bir devrimci çıkış
olacaktır.
III- Devrimimizin Stratejik Çizgisi
A- Temel Kavramsal Çerçeve
Her türlü politik çalışmanın amacı, belirlenen
ideolojik-siyasal hedefleri geniş halk kesimlerinin
benimsemesini sağlamak, bunun için onları harekete
geçirmek ve bu yoldan ortaya konulan ideolojik-siyasal
hedefleri toplumsal yaşama egemen kılmaktır. Devrimci
sosyalizm sömürüsüz özgür bir dünya hedefiyle,
komünist uygarlık hedefiyle yürüyor. Bu hedefe
ulaşmak için devrimi bir zorunluluk olarak görüyor.
Devrimin proletarya öncülüğünde tüm emekçi kesimlerin
katılımıyla bir dizi aşamadan geçerek insanlığı
komünist uygarlığa taşıyacağını öngörüyor.
Devrimci sosyalizm ve partisi bu mücadelenin her
düzeyde ve biçimde (ideolojik, politik, askeri,
kültürel, örgütsel ve kadrosal düzeyde) billurlaşmış
çekirdeğidir, başlangıç noktasıdır, öncüsüdür.
Devrimin ve yeni uygarlığın başlangıç noktası
olarak devrimci sosyalist hareket kendisinde cisimleşmiş
olan değerleri işçi sınıfına taşımak, onu bu mücadelenin
öznesi yapmak ve diğer emekçi kesimleri işçi sınıfının
ve partisinin etrafında birleştirecek bir pratiği
geliştirmek zorundadır. Bu pratik bir yıkma ve
kurma pratiğidir. Sistemin tüm ilişki biçimlerini,
kurumlarını, düşünme ve davranış biçimlerini yıkmak,
yıkılanın yerine yeni uygarlığa ait olanları inşa
etmek; devrimci pratiğin özü budur.
Devrimci sosyalizm kapitalist egemenlik sisteminin
üç ana unsur üzerinden yükseldiğini tespit etmiştir;
ideolojik, politik ve ekonomik alanlar... İdeolojik
alan, sistemin kendisini meşrulaştıran tüm bilinç
biçimlerinin, düşünce, söylem ve değerlerin üretilmesini
ifade eder. Politik alan kapitalist ilişkileri
toplumsal yaşama egemen kılan tüm yönetsel ilişkileri,
devlet dahil olmak üzere tüm kurum ve mekanizmaları
ve kuralları, yasaları, zor ilişkilerini, bunları
doğrudan üretmeye ve meşrulaştırmaya dönük söylemleri
ve etkinlikleri ifade eder. Politik alan kapitalist
sistemin iktidarlaşma alanıdır. Ekonomik alan
kapitalist üretim ve sömürü ilişkilerinin ve çelişkilerinin
kendisini ürettiği alandır. Diğer tüm toplumsal
bilinç ve pratik biçimleri bu üç alanın uzantısı
olarak ele alınmıştır. Bu üç alan aynı zamanda
sisteme karşı devrimci mücadelenin de üzerinde
kurulacağı üç temel alan olarak tespit edilmiştir.
Öte yandan 150 yıllık mücadele tarihi, bu üç ayaklı
kapitalist hegemonya ve mücadele tarifinin yetersiz
olduğunu da gösteriyor. Toplumsal hayatın üretiliş
biçimi ve araçlarını ve bunların bütünlüğünü ifade
eden kültür, ideolojik, politik ve ekonomik ilişkilerin
bireşimi olarak toplumsal ilişkilerin kuruluşunda
diğer üç alan gibi merkezi bir role sahiptir.
Her uygarlık gibi kapitalist uygarlığın ve hegemonyanın
kuruluşunda da merkezi bir role sahiptir, merkezi
bir alandır. Kapitalist sistem varoluşunda ve
varlığını sürdürme sürecinde yaşam ilişkilerini
üretme sürecini özel olarak ele almakta ve bütün
ayrıntılarıyla düzenlemektedir. İnsan yaşamının
bütün noktaları kapitalist egemenliğin etki alanına
dahil edilmektedir. Günümüzde kültür alanı kapitalizmin
kendisini ürettiği, meşruluğunu sağladığı, varlığı
için olmazsa olmaz temel alanlardan biridir. Kültür,
yeni bir insan ilişkileri zemininin, yeni hayat
ilişkilerinin ve araçlarının üretilmesi yoluyla
komünist uygarlığın kuruluşunda da merkezi bir
role sahip olacaktır. Reel sosyalist ülkelerin
çöküşünde bu alanın merkezi rolünün kavranmaması
ve buna bağlı olarak devrimin başat unsurlarından
birinin kültür devrimi olduğunun görülememesi
belirleyici rollerden birini oynamıştır. Dolayısıyla
bugün devrimci sosyalizm kültür alanını ve devrimci
kültür mücadelesini devrimci mücadelenin üzerinde
kurulacağı dördüncü temel alan olarak görmektedir.
Hiç kuşkusuz ki, devrimci mücadelenin merkezinde
politik mücadele alanı vardır. Tüm sömürücü sistemler
gibi, kapitalist sistem de kendini esas olarak
politik iktidar aygıtlarıyla kurar, korur ve toplumsal
ilişkilere nüfuz eder. Kapitalist devletin bütün
bileşenleri, egemen sınıfların çıkarlarını meşrulaştırmak
ve geniş kesimlere benimsetmek için kurulmuş her
türlü politik parti ve kurum, vb. bu noktada başat
rol oynar. Hiç kuşkusuz, kapitalist sistemin egemenliği
salt politik yapılara dayanmaz. Onun nesnel tabanını
oluşturan ekonomik ilişkiler, ideolojik yapının
bütünü ve binlerce yıllık sınıflı toplum birikimleri
içinde oluşmuş ve kapitalizmle yeniden biçimlenmiş
kültürel yapılar da sistemin temel varlık koşulları/zeminleri
olarak belirleyici roller oynarlar. Devrimci çalışma
başta politik alan olmak üzere kapitalizmin bütün
temel varoluş zeminlerinde mücadele cepheleri
kurmak zorundadır. Sistem bütün cephelerde yıkılmalı
ve yeni uygarlığın kuruluşu bütün cephelerde yıkılan
her bir noktada kurulmalıdır. Bu bağlamda devrimci
çalışmanın/pratiğin merkezinde politik mücadele
vardır. Çünkü politika alan ve kurumlaşmalar kapitalist
toplumsal iktidarın merkezi unsurudur. Sistemi
ayakta tutan özne, politik özne olan devlettir.
Devlet ve diğer politik kurumlar kırılıp parçalanmadan
diğer alanlarda alınacak mesafe ancak sistem içi
dönüşümler yaratabilir. Fakat sistemin başta devlet
olmak üzere iktidar gücü salt politik eylem yoluyla
yıkılamaz. İdeolojik, ekonomik ve kültürel alanlarda,
yani sistemin kendisini ürettiği diğer temel alanlarda
da mücadelenin politik mücadeleyle bütünlük içinde
örülmesi gerekir. (Bu bütünlüğün önemi ve nasıl
biçimleneceği gibi noktalara ileride gireceğiz.)
Mücadelenin örülmesi öncelikle bu bilincin proletarya
ve emekçi sınıflara taşınmasını, onlar tarafından
benimsenmesini ve bu bilinç doğrultusunda devrimci
mücadeleye katılmasını gerektirir. Dolayısıyla,
devrimci faaliyetin ilk ve temel sorunu proletarya
ve emekçi sınıfların devrimci çalışmaya kazanılması
ve onun öznesi haline getirilmesi oluşturur. Devrimci
bilincin emekçilere taşınması ve emekçilerin mücadelede
özneleşmesi basitçe bir eğitsel/pedagojik sorun
değildir. Proletarya ve emekçi sınıflar esas olarak
devrimci politik eylem ekseninde bütünlüklü bir
mücadelenin içinde bilinçlenir ve özneleşirler.
Bu noktada, belirli bir tarihsel süreçte ve belirli
toplumsal koşullar altında politik eylem hangi
biçimler altında yürütülmelidir, diğer mücadele
alanlarıyla bütünlüğü nasıl kurulmalıdır, yıkma
ve kurma işlevlerini nasıl oynayabilir, vb. soruları
devreye girer. Bütün bir devrim (iktidarın ele
geçirilmesi) süreci boyunca bu ve benzeri sorulara
verilen ve sürecin bütününü biçimlendiren yanıtlar
devrimin stratejik çizgisini oluşturur. Açarak
ilerleyelim...
Öncü Parti ve İşçi Sınıfı
Kapitalizm, üretim ilişkilerini ve üretici güçleri
sonuna değin geliştirerek tarihte ilk kez sömürüsüz
özgür bir dünya yaratılmasının maddi koşullarını
ve öznesini yaratmış sınıflı toplumdur. Gelişmesinin
son durağı olan emperyalist aşamayla birlikte
artık üretici güçlerin ve tüm insani gelişmenin
önünde engel haline gelmiştir. Onun aşılması ancak
devrimle mümkündür.
İşçi sınıfı üretim süreci ve dolayısıyla bütün
toplumsal ilişkiler içindeki rolü ve konumuyla
kapitalist egemenlik ilişkilerini yıkacak ve yeni
sosyalist uygarlığı kurma mücadelesini sonuna
değin götürecek yegane sınıftır. İşçi sınıfının
bu nesnel konumu onu kendiliğinden devrimci yapmaz.
Devrim ve yeni uygarlık için gerekli olan bilinç
ve pratik duruşla donatmaz. Tam tersine, emperyalist-kapitalist
sistem sahip olduğu muazzam olanaklarla onu her
an sahip olduğu nesnel dinamiklerin tam tersi
yönünde biçimlendirme uğraşı içindedir. Siyasal,
sosyal, kültürel, kısacası tüm insani ilişkilerde
onu çürüten, kendi nesnel duruşuna, varoluşuna
yabancılaştıran mekanizmalar aralıksız büyüyerek
çalışır. Bu yabancılaştırma ve çürütme mekanizmaları
sadece işçi sınıfına değil, tüm insanlığa yönelik
olarak da işler. İşçi sınıfı ve emekçiler bu çürütme
sürecinin en dibinde yer alır. Sefalet ve yoksunluk
ile yabancılaşma ve çürüme sürekli biçimde birbirini
besleyerek emekçileri insani açıdan an be an daha
da dibe çeker. Bu koşullar altında ömür tüketen
işçi ve emekçilerin ezici bir çoğunluğu, daha
doğrusu istisnai öncüler dışında kalanlar, kendilerindeki
devrimci dinamikleri görme, bunu eyleme ve örgütü
dönüştürme, bunun için gerekli olan bilimsel dünya
görüşünü üretme zeminine sahip olamazlar. En fazlasından
işçi olma bilincine, yani egemen sınıflardan farklı
bir sınıf olma bilincine, ekonomik durumlarının
düzeltilmesi için sendikal mücadele yürütme bilincine
ve örgütlülüğüne sahip olabilirler. Bu kölelik
zincirinin kırılması değil, olsa olsa biraz gevşemesi
anlamına gelir.
Marx’ın ifadesiyle, işçi sınıfı ya devrimcidir,
ya da hiçbir şeydir. Kısacası, işçi sınıfını sahip
olduğu nesnel devrimci dinamikler nedeniyle insanlığın
kurtuluşunun öncüsü olduğunu tespit eden devrimci
sosyalizm, onun devrimin öznesi haline gelmediği
sürece hiçbir şey olmadığını, sefalet ve çürüme
batağının en dibinde kölelik zinciriyle bağlı
olduğunu da tespit eder ve her türlü işçi sınıfı
güzellemesinden, kuyrukçuluğundan da uzak durur.
Devrim ve sosyalizm düşüncesi, eylemi ve örgütlülüğü
hemen hemen her zaman (gerek ilk doğuşu gerekse
bütün ülkelerde yaygınlaşması bağlamında) başlangıç
olarak insanlığın o güne değin üretilmiş bilgi
birikimi ile donanmış, işçi sınıfının devrimci
dinamiklerini gören ve komünist teori ve pratiğiyle
aydınlanmış öncü devrimciler ve onların partileri
tarafından geliştirilmiştir. İşçi sınıfının ezici
çoğunluğu içinde bulunduğu koşullardan ötürü bu
birikimi edinme olanağından uzaktır. Başlangıç
kuşaklarını oluşturan öncüler çoğunlukla burjuva
sınıflar içinden çıkıp sınıf intiharı yapmış devrimci
aydınlardan oluşmuştur. Öte yandan, devrimi bu
ilk öncüler kuşağı kendi başına değil, kapitalist
sistemi yıkmak ve sosyalist uygarlığı kurmak için
gerekli olan nesnel dinamiklere sahip olan işçi
sınıfı ve diğer tüm emekçi kitlelerle yapacaktır.
Devrim işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin eseri
olacaktır. İşte devrimci sosyalist aydınlar kuşağının
yarattığı birikim düşünce ve eylem noktasında
öncü örgütlülüğün çekirdeğini yaratma noktasına
geldiği andan itibaren asıl soru; bu birikimin
işçi sınıfı ve emekçilerle nasıl buluşturulacağıdır.
Devrimci mücadele nasıl bir stratejik çizginin
kılavuzluğunda yürümelidir ki, işçi sınıfı ve
emekçiler devrimci savaşımın öznesi haline gelsin,
devrim asıl gücüyle buluşsun? Soru bunun için
“Ne Yapmalı” sorusudur.
“Ne Yapmalı”
Devrimci sosyalist hareketin tarihinde devrimin
stratejik çizgisi, örgütlenme, partinin rolü,
öncülük ve kadro sorununu birbiriyle bağları içinde
en net ve yetkin biçimde ortaya koyan temel öncü
fikirler 20. yüzyılın başında “Ne Yapmalı?” sorusu
ekseninde Lenin tarafından ortaya konuldu.
Lenin, yüz yılı aşkın bir süre önce Rusya’da devrimci
sosyalist mücadelenin inşasına girişirken, “Ne
Yapmalı” sorusu ve bu soruya yanıtlarını içeren
kitapla başladı işe. “Ne Yapmalı” eseri daha çok
devrimci partinin inşasına ve örgütlenme sorununa
ilişkin yanıtlarıyla öne çıkmıştır. Evet, bu noktalarda
bir başyapıttır “Ne Yapmalı”; ancak sadece bu
değil. Lenin, aynı zamanda emperyalist-kapitalist
özelliklerle, yar-feodal ilişkileri iç içe yaşayan,
sömürge ve bağımlı ulusları bağrında taşıyan emperyalist
Rusya’nın devrim yolunun, devrimin stratejik çizgisinin
rotasını da koyar “Ne Yapmalı”da partinin inşası
aynı zamanda devrimin de inşasıdır. Lenin, politik
mücadelenin anlamı, rolü, partinin inşası ve kadro
sorunu bağlamı içinde bir bütün olarak devrimin
yolunu, devrimin stratejik çizgisini de ortaya
koyar.
Rusya emperyalist-kapitalist bir ülkedir. Nispi
istikrar süreçleri esas olarak devrimci hareketin
barışçıl politik ve diğer mücadeleler yoluyla
güç biriktireceği evrim dönemleridir. Evrim dönemleri
mutlak ve kalıcı değildir. Emperyalist-kapitalist
sistemi ve ülkeleri karakterize eden şey krizlerdir
ve kriz dönemleri sistemin kırılma anlarıdır,
devrimci durumun oluştuğu anlardır. Devrimci parti
bu anların oluştuğu koşullara hazır olmak ve bu
anlarda devrimci girişimler yoluyla devletin cihazının
yıkılarak yerine devrimci iktidarın kurulması
işine girişmek zorundadır. Bütün faaliyetlerin
devrimin güncel bir sorun olduğu bilinciyle, devrime
hazır olmak bilinciyle yürütülmelidir. Kriz anlarında
ise genel halk ayaklanması yoluyla iktidara el
konulmalıdır.
Politik iktidarın ele geçirilmesi, işçi sınıfı
ve emekçi halk sınıflarının politik olarak devrimci
düşüncelere kazanılmasını ve devrimci eylemin
öznesi haline getirilmesini gerektirir. Bu nedenle,
devrimci partinin faaliyetlerinin merkezi unsuru
politik mücadeledir. Politik çalışmanın başlıca
unsurları ajitasyon/propaganda çalışmaları, politik
grevler, gösteriler, irili ufaklı ayaklanmalar
ve direnişlerdir. İşçi sınıfı, kendisi için, yeni
sosyalist uygarlığın kuruluşu bilincini esas olarak
politik mücadele içinde kazanır. İşçi sınıfı bütün
toplumsal sınıf ve tabakalara binlerce bağla bağlıdır,
etkiler ve etkilenir. Aynı zamanda işçi sınıfı
salt kendi kurtuluşu için değil, tüm insanlığın
kurtuluşunun mücadelesini yürütür, yürütmek zorundadır.
Tüm ezme-ezilme ilişkilerini ortadan kaldırmayı
hedefler. İşçi sınıfının kurtuluşu tüm sınıf ilişkilerini
ortadan kaldıracak, dolayısıyla kendisini de ortadan
kaldıracak komünist hedeflere bağlanmıştır. Dolayısıyla
devrimci partinin işçi sınıfına ve emekçilere
yönelik politik çalışması nüfusun bütün kesimlerine
dönük bir çalışma olarak biçimlenmek zorundadır.
Nüfusun bütün kesimlerine seslenen devrimci eylem
yerel sorunları işlemekle birlikte, yerelliğe
takılıp kalmamalı, temel politik gündemlerle yerel
olanı birleştirmeli ve tüm ülkeye seslenmeli,
ülke çapında devrimci eylemi örgütlemelidir.
İşçi sınıfı ve emekçi halk kesimleri devrim ve
sosyalizm bilincini kendiliğinden edinemez. Yaşam
koşulları ve egemen sınıfların ve binlerce yıllık
sınıflı toplum kültürü, işçi ve emekçilerin kendiliğinden
insanlığın en ileri bilinç ve birikim düzeyi olan
devrimci sosyalist bilince ulaşmasını olanaksız
kılar. Ancak tüm zamanını işçi sınıfının kurtuluş
davasına adamış, mücadelenin bütün birikimlerini
kendisinde toparlamış ve daha ileri düzeyde üretme
yeteneğine sahip kadrolardan oluşan bir devrimci
partinin önderliğinde işçi sınıfının geniş kesimleri
politik eylem içinde devrimci bilinçle bulaşabilir
ve tarihin öznesi haline gelebilir. Öncü parti
ve öncü kadrolar devrimin olmazsa olmazıdır. Demokratik
merkeziyetçi bir işleyişle, çelikten bir disiplinle
örgütlenen devrimci sosyalist parti/kadrolar ve
onların öncü eylemi en ileri kesimlerinden başlayarak
işçi sınıfı ve emekçi halkı devrimci politik mücadele
içine çeker, bilinçlendirir ve örgütler. Ve tam
da bu noktada, bir eylem kılavuzu, bütün mücadeleleri
kendi ekseninde saflaştıracak bir mücadele biçimi
gereklidir. Lenin, Rusya’da evrim aşamasında hem
partiyi, hem sınıfı örgütleyecek, bilinçlendirecek,
eyleme sevk edecek bu eylem aracının tüm Rusya
çapında yayınlanacak gazete olduğunu tespit etti.
Devrimci durumun oluştuğu kriz anlarında ise sınıfın
daha geniş kesimlerini mücadeleye katar, bu aşamada
devrimci eylemin kılavuz çizgisi, aracı genel
halk ayaklanmasıdır. Bu yoldan kapitalist toplumsal
mekanizma kırılabilir ve sosyalizmin inşasına
girişilebilir.
“Ne Yapmalı” sorusuna verilen yanıtların en kaba
özeti böyle yapılabilir. Ve bu yanıtlar Rusya
özgülünü ilgilendiren boyutları dışında hala devrimci
mücadeleye ışık tutuyor.
Dünyadaki tüm önemli devrimci mücadele deneyimleri
esas olarak “Ne Yapmalı”da ortaya konulan temel
ilkeler üzerinden gelişti. Çin, Vietnam, Küba,
Nikaragua ve diğer tüm sömürge ve yarı/yeni-sömürge
mücadeleleri bu ilkeleri kendi koşullarına uyarlayarak
devrimin stratejik çizgisini, politik eylemi,
parti ve kadro çizgilerini geliştirdiler, “Ne
Yapmalı”da ortaya konulan perspektifi zenginleştirdiler.
Günümüzde de devrimci savaşımın ana hareket noktaları
“Ne Yapmalı” da ortaya konulan ilkesel çerçevedir.
Bu ilkesel çerçeve emperyalizmin genel bunalımının
yeni tarihsel dönemine ve sosyalist kuruluş sürecinin
koşullarına uyarlanarak ve zenginleştirilerek
geliştirilmek ve pratikleştirilmek zorundadır.
B- Devrimci Sosyalizm
ve Devrimin Stratejik Çizgisi...
Devrimci sosyalist hareket partileştiği 1970’de,
daha başlangıç anından itibaren bir devrimci savaş
hareketi olduğu bilinci ve kararlılığıyla ortaya
net bir devrim planı, net bir stratejik mücadele
çizgisi koyarak gelişti. Uzun süreli savaş çizgisini
(Halk Savaşını) temel kılavuz stratejik mücadele
çizgi olarak benimsedi. Uzun süreli savaş çizgisini
şehirde ve kırda birleşik devrimci savaş yaklaşımı
temelinde Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi
(PASS) olarak formüle etti. Ve stratejik bakış
açısına uygun bir pratik geliştirdi. 71’in kısa
pratiği tüm emekçi sınıfları derinden etkileyerek,
kısa sürede geniş emekçi kesimlerin mücadele saflarında
yer almasında belirleyici rol oynadı.
12 Eylül cuntasından bu yana ise Türkiye devrimci
hareketinin, P-C kökenli bileşenleri de dahil
olmak üzere hiç bir bileşeni belirlediği stratejik
çizgiyi hayata geçirebilecek bir mücadele düzeyi
yaratamadı. Bütün önemli girişimler daha savaşa
girişemeden ya da küçük başlangıç adımlarını aşamadan
yenilgiye uğradı. Bunun nedenleri ve sonuçları
ayrıca ve kapsamlı olarak ele alınıp çözümlenmek
zorundadır. Ancak, devrimci savaş için kesin bir
iradeyle yola çıkanların savaşmadan, savaşamadan
yenilmeleri açık ve adeta rutin bir olgu haline
gelmiştir. Bu durum devrimin stratejik çizgisine
ilişkin yapılan başlangıç açılımlarının pratik
içinde sınanmasını ve zenginleştirilmesini engellediği
gibi, 1990 sonrasında gelişen yeni tarihsel dönem
koşullarında stratejik çizginin yeniden daha ileri
bir düzeyde üretilmesinin de önünü tıkamıştır.
Devrimci sosyalizm bütün bu gerçekliğin farkındadır
ve devrimci yenilenme çizgisi temelinde bunu aşma
bilinç ve iradesine kesin biçimde sahiptir. Devrimci
yenilenme bakış açısıyla devrimin stratejik çizgisine
ilişkin temel çerçeveyi yeniden ele almak, temel
kavramlardan izlenecek yola değin bütün noktaları
yeniden netleştirmek ve bunu pratikleştirecek
eylemi, örgütü, mücadele ve yaşam kültürünü, kadroları
yaratmak; devrimci sosyalizm bu bütünlük içinde
iradesini billurlaştırıyor. Savaşamadan yenilme
rutini bu irade ve pratikle aşılacaktır.
I- Mücadelenin Nesnel Zemini:
Günümüz Yeni-Sömürge Türkiye’si
Sömürgecilik ve yeni-sömürgecilik sisteminin çelişkilerinin
en derin ve çatışmalı biçimlerde ortaya çıktığı,
öncü çıkışın ve devrimci savaşın genel ve tipik
biçiminin yaratılacağı ülkelerden biri ve en önde
olanı Türkiye’de devrim kendisini nasıl pratikleştirecektir?
Hangi yoldan, nasıl bir stratejik çizgi temelinde,
hangi mücadele araçlarıyla devrim sürecini pratikleştireceğiz,
devrimin darbelerinin ana doğrultusu yeni-sömürgecilik
sisteminin hangi düğüm noktaları olacak, yıkılanın
yerine neyi koyacağız, sorularının yanıtı için bir
kez daha yeni-sömürgecilik sisteminin coğrafyamızda
yarattığı nesnelliğe bu sorular ekseninde dönüp
bakmak gerekiyor. (1)
Türkiye bir yeni-sömürgedir.
Sömürgecilik ve yeni-sömürgecilik sistemi, üzerine
kurulduğu ülkenin toplumsal dinamiklerinin çarpıtılması,
emperyalist-kapitalist ülkelerin çıkarlarına göre
düzenlenmesi anlamına gelir. Artık-değerin büyük
bir bölümünün emperyalist ülkelere transfer edilmesi,
ağır sömürü koşulları, kültürel ve sosyal formasyonun
doğal seyrinin bozulması-çürütülmesi ve bunun doğal
sonucu olarak ülkenin seyri alçalıp yükselen sürekli
bir kriz durumu içinde yaşaması demektir. Siyasal
sistem bu tablonun sürdürülebilmesi için ağır bir
baskı rejimi olarak biçimlenir.
1945 sonrası başlayan emperyalizmin 3. bunalım döneminin
ürünü olan yeni-sömürgecilik sisteminde emperyalistler
yeni-sömürgelerin (dolayısıyla Türkiye’nin) ekonomik,
sosyal, kültürel, askeri ve politik yapısını işbirlikçileri
eliyle gizli işgal altına almışlardır. Geleneksel
ekonomik, sosyal ve kültürel yapılar yıkılırken,
gelişen kapitalist yapı ülkelerin toplumsal gerçekliğini,
emekçi halkın çıkarlarını sınırlı da olsa dikkate
alan bir tarzda gelişmemiş, tümüyle emperyalizmin
stratejik ve taktik çıkarlarını dikkate alan bir
tarzda gelişmiştir. Bu acılı gelişme seyrine emekçi
halkın rızası ise siyasal, kültürel, sosyal çürümeyle
içiçe geçmiş ağır faşist baskı tedbirleriyle sağlanmıştır.
Çoğunlukla zaten tarihsel olarak baskıcı olan devlet
yapıları yukarıdan aşağıya emperyalist siyasal ve
askeri merkezlere bağlı faşist yapılar olarak yeniden
biçimlendirilmiştir. Bu faşist devlet yapıları,
1930’ların klasik tek partili faşist rejimleri gibi
değil, oligarşilerin değişik kesimlerinin çıkarlarını
dile getiren partilerin oynadığı, asıl gücün ise
emperyalizm, ordu ve tekelci burjuvaziyi temsil
eden partide toplandığı, emekçilerin hak arama mücadelelerine
ve devrimci faaliyetlere karşı baskının, işkencenin,
yasakların, ölümlerin hız kesmediği bir demokrasi
oyunu ile bunun yeterli olmadığı koşullarda askeri
cuntaların işbaşına geçtiği sömürge tipi faşizm
olarak tanımladığımız tarzda düzenlenmiştir.
1990 başında reel sosyalist sistemin çöküşüyle başlayan
emperyalizmin genel bunalımının yeni süreci, 1980
başlarında devreye sokulan emperyalist restorasyon
planın dizginsiz ve tüm dünya ölçeğinde devreye
sokulması anlamını taşımıştır.
Emperyalist restorasyon programının temel bir bileşeni
olan neoliberal politikalar temelinde dünya ekonomisinin
düzenlenmesi tüm dünya işçi sınıfı ve sömürge, yeni-sömürge
halkları açısından önemli sonuçlar yaratmıştır.
Her şeyden önce, işçi sınıfı ve emekçi halkların
iş, ücret, eğitim, sağlık, konut, sosyal güvenlik
ve diğer alanlardaki kazanımları adım adım gasp
edilmektedir. Devletlerin bu alanlardaki yükümlülüklerinin
azaltılması ve ortadan kaldırılması tüm dünya ölçeğinde
yoksulluğun olağanüstü düzeyde artışı anlamına gelmiştir.
Tüm sömürge ve yeni-sömürge işçi sınıfları ve halkları
gibi Türkiye de bu saldırıdan emperyalist-kapitalist
ülkelere nazaran çok daha fazla etkilenmiştir. Yoksullaşmaya
bağlı sorunlar beslenmeden, sağlığa, eğitime, konuta
ve diğer alanlara değin insani yıkım düzeyine ulaşmıştır.
1960’lı yılların hızlı kapitalistleşme sürecinde
başlayan ve 70’li yıllarda kısmen var olan nisbi
refah duygusu neoliberal politikaların devreye sokulmasıyla
birlikte uçup gitmiştir. Geriye kalan kaskatı bir
mutlak yoksulluk artışı olmuştur. Neoliberal ekonomi
politikalarının konumuz bağlamında ikinci önemli
sonucu, tüm uluslar arası kapitalist ekonomide yaşanan
finansallaşmayla birlikte dünya ekonomik sisteminin
çok daha kırılgan hale gelmesidir. Bu en çok da
sömürge ve yeni-sömürge ekonomileri için söz konusu
olmuştur. Türkiye bunun en tipik örneklerinden biridir.
Borçlanan, borçlarını ödemek için sürekli yeniden
borçlanan, borsa, ve diğer finans oyunlarıyla içi
sürekli boşaltılan tüm yeni-sömürge ekonomileri
gibi Türkiye ekonomisi de çok daha sık biçimde tepe
noktasına ulaşarak her şeyi felç eden krizlerle,
toplumsal çöküşlerle yüz yüze gelmeye başlamıştır.
Her kriz, emekçiler için tam anlamıyla yıkım olarak
gelişmiştir.
Emperyalist restorasyon programının bir diğer temel
unsuru toplumsal yaşamın, kültür alanının sistemli,
bütünlüklü politikalar ve programlar temelinde çürütülmesi
olmuştur. Tüm yaşam ilişkilerinin ve değerlerin,
kârın gerçekleştirildiği alanlara dönüştürülmesi
yani metalaştırılması neoliberal ekonomi politikalarının
temel unsuru olmuştur. Bunun insani ilişkilerdeki
karşılığı da insan yaşamındaki her şeyin metalaştırılması,
çıkar ilişkilerine dayanmayan, faydacılığa dayanmayan
her şeyin yok edilmesidir. Tüm etik değerler, dayanışma,
ortak gelecek, ortak insani değerlerle birbirine
bağlanma ve benzeri tüm insani öğeler metalar dünyasında
öğütülmeye başlanmıştır. Neoliberal politikaların
kaçınılmaz sonucu olan ve emperyalist kültür üreticileri
tarafından bilinçlice çeşitli planlar ekseninde
yaygınlaştırılan bu politikaların temel hedefi kendisi
olma bilincini yitirmiş, sıkça tekrarlanan birey
olmanın yanına yaklaşmaktan uzak, bencil, emperyalist
kültür üreticilerinin söylem ve planlarının basit
bir uygulayıcısı haline gelmiş insandır. Ve günümüz
insanı şu ya da bu ölçüde bu politikaların/planların
bir parçası haline getirilmiştir. Bu insan yalnızdır,
ruhu ve bedeni parçalanmıştır, bu insan mutsuzdur.
Tüm sömürge ve yeni-sömürgelerde olduğu gibi Türkiye’de
de bu tablo henüz tümüyle sönümlenmemiş olan feodal
ve yarı-feodal kültürel değerlerin etkisiyle, ekonomik
ve sosyal yoksunluğun etkilerinin devreye girmesiyle
çok daha karmaşık, çok daha çelişkili, çatışmalı
biçimde biçimleniyor. İnsan yaşamının henüz bu denli
metalaşmadığı, nispi refahın ve insani gelişme umudunun
az-çok olduğu 1960-70’lerden farklı olarak günümüz
insanı umutsuz, ufuksuz, hedefsizdir. Yoksullukla,
yoksunlukla örülmüş metalaşmış hayat, emekçi insanı
da kullanılabilir nesneye dönüştürmüştür.
Siyasal alan emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerin
değişik kesimleri arasındaki zaman zaman şiddete
dayanan politikaları ekseninde biçimleniyor. Bu
politikaların ortak yönü her türlü hak arama mücadelesinin,
devrimci politik çıkışın, Kürt ulusunun kurtuluş
mücadelesinin şiddetle bastırılması üzerine kurulmuştur.
Bu noktada, 1960-70’lere nazaran daha incelikli
bir tarz devrededir. Sömürge tipi faşizm artık periyodik
darbe (açık faşizm)-parlamenter rejim (gizli faşizm)
sarmalından çıkarılmıştır. Her iki rejimin özellikleri
birleştirilerek sömürge tipi faşizm yeniden restore
edilmiştir. Açık faşizm uygulamaları, yöntemleri
ve yönetme tarzı devrimci mücadelelere karşı, her
türlü hak arama mücadelelerine karşı sürekli biçimde
devredeyken, geniş kesimler ise parlamento yoluyla
oynanan demokrasi oyununun bir parçası haline getirilmektedir.
Devrimci harekete karşı yürütülen gaddar saldırganlıkla
devletin yenilmezliği imajı güçlendirilirken, geri
kalanlara çizgiyi geçtiğinde neler olacağı gösterilmektedir.
Devrimcileri geniş emekçi kesimlerinden izole ederek,
ötekileştirme, bağlantıyı koparma, marjinalleştirme
ve boğma politikası gündelik olarak uygulanan açık
faşist terör yoluyla devrededir. Geniş emekçi kitlelerin
kendisi için politika yapması olanakları bu yoldan
kapatılırken, kültürel çürümeyle birleşen bir tarzda
“daha az hırsız olana razı olma” olarak tanımlanabilecek
bir apolitikleşme yönelimi egemen kılınmıştır. Ancak
bu tümüyle politika dışılık değildir. Geniş emekçi
kesimler bu atmosfer içinde egemen sınıflar tarafından
yönlendirilen popüler gerici ve faşist söylemlerin
dozunun arttığı dönemlerde, bunların sokaktaki çığırtkanı
ya da yığınsal gücü olarak önemli bir rol de üstlenebilmektedir.
Bu kimi zaman egemen sınıflar arasındaki çatışmalar,
kimi zaman ise devrimci harekete ve Kürt ulusal
hareketine dönük saldırganlık bağlamında olabilmektedir.
Kısacası, yenilmez devlet önünde boyun eğme, topu
birden hırsız olan politikacılardan en az hırsız
olduğu sanılanı seçme, çeşitli gerici, faşist politikaların
arkasında sürüklenme; emekçi sınıfların insanının
politik duruşu aşağı yukarı budur.
Öte yandan, boyun eğme ve çürüme günümüz emekçi
sınıflarının içinde bulunduğu durumu niteleyen asli
durumlar olsa da bu tablo kendi içinde derin çelişkilerle
örülüdür. Metalaştırıcı ilişkilerden, uyuşturucu
kullanımına, emekçilerin gündelik yaşamda birbirlerine
yönelen şiddetine değin tüm çürüme biçimleri, aslında
emekçilerin yaşadığı koşullara duyduğu öfkenin ve
çaresizliğin sisteme yönelemediği koşullarda kendi
içine dönmesinden, kendi insani varoluşunu yok etmesinden
başka bir şey değildir. Emperyalizme karşı, adaletsizliğe
karşı, insanca yaşam koşullarının olmayışına karşı,
cins ayrımına, ulusal ve dinsel ayrımcılığa karşı
cılız ve hemen hemen her seferinde çeşitli biçimlerde
saptırılan (emperyalizme karşı tepkinin Kürt ulusuna
çevrilmesi, sadakacılık, düzene bağlama vb.) protestolar
sistem karşıtı parçalı bir direniş eğiliminin sürekli
olarak var olduğunu açık göstergelerdir. Bunlar
bastırılsa da ve saptırılmış olsa da günlük hayat
içinde yeniden ve yeniden üretilmektedir.
II) Devrimci Kurtuluşun Yolu:
Uzun Süreli Halk Savaşı
Türkiye bütün bu özellikleriyle süreklileşmiş
ve daha sık aralıklarla tepe noktasına ulaşan
bir toplumsal/milli kriz ülkesidir. Talan düzeyinde
sömürü, çürüme ve gerici, faşist şiddet toplumsal
ilişkileri karakterize eden en önemli unsurlardır.
Kapitalist uygarlığın yüzyıllık bunalımının, krizinin
en olgunlaşmış halini yaşayan bir ülke ve toplum...
Bu ülkede devrim ve yeni uygarlık, “uzun süreli
barışçıl devrimci politik faaliyet ve kriz anında
genel halk ayaklanması” denklemi üzerinden gelişemez.
Kapitalist sistemin krizden uzak nispeten istikrarlı
gelişme dönemi ve bu dönemlerde barışçıl devrimci
mücadele temelinde ayaklanmaya hazırlık, kriz
anında ise ayaklanma geliştirilmesi biçimindeki
evrim ve devrim aşamalarının birbirinden ayrıldığı
bir süreç söz konusu değildir. Türkiye zaten süreklileşmiş
bir kriz ülkesidir, bu noktada beklenecek bir
şey yoktur. Ancak milli kriz kimi yönleriyle emperyalist
ülkelerdekinden farklı biçimde ortaya çıkar. (2)
Her şeyden önce, siyasal, ekonomik ve toplumsal
alt-üst oluş her zaman tepe noktasında olmasa
bile süreklidir. Egemen sınıfların ülkeyi emperyalist-kapitalist
ülkelerde olduğu gibi uzun süreli istikrar dönemlerdeki
tarzda yönetme olanağı yoktur. Sürekli çatışmalı
bir halde seyir eden toplumsal çelişkiler şiddetle
baskı altına alınmak zorundadır. Egemen sınıflar
arasındaki çelişkilerin çözümünde şiddet sürekli
biçimde devrededir. Kısacası, emperyalist ülkelerdeki
gibi bir nispi istikrar dönemi ve çelişkilerin
esas olarak barışçıl yollardan çözümü, tolere
edilmesi durumu ya yoktur, ya da çok sınırlı ölçülerde
vardır. Egemenlerin eskisi gibi yönetememesi olgusu
esas olarak emperyalist ülkelerde olduğu gibi
olağan barışçıl yolların etkisiz hale gelmesi
biçiminde değil, yönetmenin sürekli şiddet ve
alt-üst oluşla mümkün olması biçiminde ortaya
çıkar. Yine emperyalist ülkelerde nispi istikrar
dönemlerinde daha az görülen, milli krizin ortaya
çıktığı dönemlerde ise gelişen büyük kitle hareketleri,
emekçilerin değişim isteğinin eylemli olarak ortaya
konulması, yeni-sömürgecilik koşullarındaki milli
krizde fazlaca ya da sürekli biçimde görülmez.
Emekçilere dönük gerici faşist baskılar ve korku
duvarlarının yaratılması, sistemli bir çürütme
politikası sürekliliği bunu önemli ölçüde engeller.
Devrimci hareket sürekli bir şiddetle yüz yüzedir,
sınırlı barışçıl mücadele olanaklarıyla belli
bir yol alınması durumunda derhal faşist şiddet
ve baskı uygulamalarıyla bu sürecin önü kesilir.
Dahası, başta emekçi sınıflar olmak üzere tüm
toplumun gerici-faşist şiddetin korku duvarları
ve çürütme politikalarıyla yaşadığı pasifikasyon
emekçilerin en temel hakları için bir kitle hareketi
geliştirmesine engel olduğu gibi, onları devrimci
hareketten de koparmıştır. Coğrafyamızda ve sömürge,
yeni-sömürge ülkelerin büyük bir bölümünde nispi
toplumsal istikrar ve barışçıl mücadele ile karakterize
olmuş bir süreç yoktur. Emperyalist ülkeler için
tarif edilen anlamda bir evrim süreci yoktur.
Sömürgecilik ve yeni-sömürgeciliğin işleyişi böyle
bir sürece izin vermez. Bu nedenle barışçıl mücadele
biçimlerini esas alarak korku duvarlarının yıkılması,
devrimci harekete yönelik şiddetin püskürtülmesi,
devrimci harekete alan açılması mümkün değildir.
Barışçıl mücadele biçimlerinin ve hareketlerin
bizde ve bizim gibi ülkelerde sistemden kopuşu
ve yeni uygarlığı temsil etmeleri söz konusu olamaz.
Derin çelişki ve çatışmalarla biçimlenen toplumsal
ilişkiler karşısında barışçıl mücadeleyi esas
alan ve ayaklanma anına hazırlanan hareketlerin
işçi sınıfı ve emekçiler için bırakalım kopuşu
temsil etmelerini, etkili muhalif bir devrimci
duruş sergilemeleri bile mümkün değildir. Sömürge
ve yeni-sömürgelerdeki sürekli kriz koşullarında
ortaya çıkan bir devrimci hareketin derhal genel
halk ayaklanmasına girişmesi de mümkün değildir.
Hem kitle hareketlerinin zayıflığı, hem de genel
halk ayaklanması için gerekli örgüt ve eylem zeminleri
yokluğu söz konusudur.
Bu koşullar altında izlenecek yol, emperyalist-kapitalist
ülkeler için yapılan evrim-devrim tariflerini
kalıplaştırarak uygulamaya çalışmak değil, bu
gerçekliğe uygun bir mücadele stratejisini geliştirmektir.
Uzun süreli halk savaşı stratejisi bu gerçeklikten
hareketle sömürge, yarı ve yeni-sömürge ülkelerde
devrimin stratejik çizgisi olarak ortaya çıkmıştır.
Uzun süreli halk savaşı stratejisinin özü, milli
krizin süreklilik taşıdığı ve düşmanın devrimci
faaliyet koşullarını baskı ve şiddet yoluyla önemli
ölçüde daralttığı koşullarda, devrimci partinin
kitleleri kazanmak, onları devrimin öznesi haline
getirmek, büyümek ve devrimi uzun bir süreçte
adım adım inşa etmek için devrimci faaliyetini
baştan itibaren gerilla temelli silahlı mücadele
üzerine kurmasıdır. Devrimci kitlesel bir halk
hareketi gerilla savaşı temelindeki bütünlüklü
mücadele içinde yaratılır. Devrimci parti ve mücadele
devrimci gerilla savaşının büyümesi ve düşmanın
egemenlik alanının adım adım küçültülmesi yoluyla
gelişir. Son yüzyıllık mücadele tarihinde, sömürge,
yarı ve yeni-sömürge ülkelerdeki tüm devrimler
ve büyük devrimci girişimlerin izlediği yol budur.
P-C’miz 1970 başlarında uzun süreli halk savaşı
stratejisini Türkiye özgülünde geliştirirken,
yürütülecek mücadelenin ilk kuşak halk savaşı
deneyimlerinden farklı olacağını da gördü. Mahir
Çayan yoldaşın ilk yazıları ile daha sonrakiler
karşılaştırıldığında bu “özgün yol arayışı” net
olarak görülür. (Daha önceki bölümlerde daha genel
ve geniş ele alındığı için burada kısaca değineceğiz.)
Bu farklılık esas olarak iki noktada toplanıyordu;
birincisi, uzun süreli halk savaşının klasik örneği
olan Çin yarı-feodal, yarı-sömürge bir ülkeydi
ve nüfusun ezici bir çoğunluğu kırlardaydı. Gerici
Çin devletinin kırlardaki merkezi otoritesi ve
ideolojik-siyasal denetimi şehirlere göre oldukça
zayıftı. Devrimci gerilla kırlık bölgelerde düşmanın
politik ve askeri gücünü tasfiye ederek hızla
yoksul köylüleri saflarına çekebiliyor, kurtarılan
alanlarda halk iktidarının nüvelerini oluşturabiliyordu.
Gerillanın faaliyeti daha başlangıçtan itibaren
esas olarak düşman güçlerinin askeri olarak imhası
ve kurtarılmış alanlar yaratma üzerinden gelişti.
Gerilla faaliyetinin politik etkisi feodal ve
yarı-feodal toplumsal ilişkiler ve iletişim olanaklarının
sınırlılığından ötürü esas olarak faaliyetlerin
yürütüldüğü alanlar ve çevresinde vardı. Çin’in
bu koşullarında ÇKP, gerilla savaşını başlattıktan
kısa bir süre sonra faaliyetin yürütüldüğü bölgelerde
geniş kurtarılmış alanlar yarattı, gerilla ordusu
kurabilecek düzeye ulaştı. “Ne Yapmalı” metaforu
üzerinden ele alacak olursak Çin’in Iskra’sı devrimci
gerillanın düşmana yönelik askeri imha faaliyetleri
ve kurtarılmış alanlar yaratmasıydı.
Yeni-sömürgecilik koşullarında ise kapitalizmin
gelişmesine bağlı olarak devlet otoritesi hızla
şehir ve kırların bütün alanlarına yayıldı. Yukarıdan
aşağıya örgütlenen faşizm yoluyla emekçilerin
düzene tepkilerini baskı altına alan, devletin
yenilmezliği efsanesini yayan büyük bir ideolojik,
politik ve psikolojik atmosfer yaratıldı. Yeni-sömürgecilik
koşullarında gerilla savaşı esas olarak etki gücü
ülke çapında olan pratikler yoluyla düşmanın yarattığı
bu yenilmezlik imajını yok etmek, politik gerçekleri
geniş emekçi kesimlere duyurmak, bu yoldan emekçilerle
devrimci parti arasına örülmüş olan duvarları
yıkmak, devrimci seçeneği göstermek işlevlerine
sahip olmalıydı.
İkincisi, Çin nüfusunun ezici çoğunluğu kırlardaydı
ve kırlarda düşman denetimi, şehirlerle kıyaslanamayacak
ölçüde sınırlıydı. Kentler ve işçi sınıfı hem
ülke nüfusunun çok sınırlı bir bölümünü oluşturmaları,
hem de düşman denetiminin derinliği nedeniyle
devrimci savaşta kırlara göre tali bir role sahip
bulunuyorlardı. Yeni-sömürgeler açısından da düşmanın
denetim olanakları kırlarda şehirlere göre oldukça
zayıftır. Ancak çarpık kapitalist yapının gelişmesiyle
birlikte kentlerde de büyük bir işçi sınıfı ve
işsizler/emekçiler ordusu oluşmuş ve nüfusun geniş
kesimlerinin kentlere doğru kaymıştır. Kentlerde
giderek büyüyen büyük işçi kitlelerinin, emekçilerinin
devrimci dinamiklerinin harekete geçirilmesi gerekliliği
açıktır. Kentleri çepeçevre saran büyük işçi ve
yoksul emekçi semtleri, kırlarla kıyaslanamayacak
ölçüde olmasa bile düşman denetiminin nispeten
zayıf olduğu devrimci faaliyetin kökleşeceği alanlar
olarak belirginleşmektedir. Bütün bu faktörlerden
hareketle, P-C uzun süreli halk savaşının salt
bir kır ve köylü savaşı olarak değil, somut gerçekliğe
uygun olarak ağırlığını kırların oluşturduğu şehirlerde
ve kırlarda birleşik olarak gelişecek bir devrimci
savaş olarak gelişmesi gerektiğini saptadı. Bu
anlamda aslında Mahir Çayan yoldaş, daha 1970
başında klasik halk savaşının o ilk kuşak ÇKP
uygulamasından esaslı biçimde kopmuş, bu uygulamayı
şablon olarak kabul eden anlayışlarla arasına
bir sınır çizgisi çekmiş ve bu toprakların kimyasına
uygun yeni bir yol arama kaygısını göstermiştir.
2000’lere geldiğimizde yeni-sömürgecilikle birlikte
gelişen bu yeni öğeler daha da gelişti ve on yılların
mücadele deneyimleri günümüz de devrimin stratejik
çizgisini biçimlendirirken dikkate alınması gereken
yeni öğeler ortaya çıkardı, gösterdi.
a) Siyasete ve Hayatın Bütününe Merkezi
Müdahale: Silahlı Propaganda ve PASS
“Emperyalizmin işgali altında olan ülkelerde emperyalizm
ve oligarşiye karşı mücadele nasıl yürütülecektir?
Oligarşi ile halkın memnuniyetsizliği ve tepkileri
arasında suni denge hangi mücadele biçimi temel
alınarak bozulacaktır? Halkı devrim saflarına çekmek
için hangi mücadele metodunu temel olarak seçeceğiz?
Geniş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının
temel aracı hangi mücadele biçimi olacaktır?
İşte, devrimci çizgi ile oportünist çizgiyi, devrimci
teoriyi, ‘Ortodoks’ ideolojik-politik söz ebeliğinden
ayırt eden temel ölçü buradadır.” (M. Çayan)
Mahir yoldaş, bu sorular temelinde Türkiye’nin “Ne
Yapmalı”sını, başka bir deyişle Türkiye’nin Iskra’sının
ne olacağı sorusunu sormaktadır. Yanıtları da soruları
kadar açıktır;
“Gerilla savaşının devrimci politik amaçlarla, siyasi
gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak
yürütülmesine yani, politik kitle mücadelesi olarak
ele alınmasına politikleşmiş askeri savaş stratejisi
denir.”
“(…) Bilindiği gibi, gerilla savaşı kavramı, kavram
olarak tek başına nitelik belirleyici değildir.
Merkezi otoriteye karşı mahalli mütegallibe de,
düzenli birlikleri yenilmiş bir ordu da düşmanına
karşı gerilla savaşı yürütebilir. Gerilla savaşının
devrimci politik amaçlarla, siyasi gerçekleri açıklama
kampanyasının bir aracı olarak yürütülmesine, yani
politik kitle mücadelesi olarak ele alınmasına Politikleşmiş
Askeri Savaş Stratejisi denir.”
“Silahlı propaganda, belli bir stratejiden hareketle,
emekçi kitlelere elle tutulur, gözle görülür maddi
ve somut eylemlerden hareketle, soyuta gider. Maddi
olaylar etrafında siyasi gerçekleri açıklayarak,
kitleleri bilinçlendirir, onlara politik hedef gösterir.
Silahlı propaganda, halkın düzene karşı olan memnuniyetsizliğini
ajite eder, onları emperyalist beyin yıkamanın giderek
etkisinden kurtarır. Önce kitleleri sarsar, giderek
de bilinçlendirir. Merkezi otoritenin görüldüğü
gibi güçlü olmadığını, onun kuvvetinin her şeyden
önce yaygara, gözdağına ve demagojiye dayandığını
gösterir.
Silahlı propaganda, her şeyden önce, günlük maişet
derdi, vs. içinde kaybolan, emperyalist yayınla
şartlanmış, düzenin şu veya bu “partisine” umudunu
bağlamış kitlelerin dikkatini devrim hareketine
çeker, uyuşturulmuş, pasifize edilmiş kitlelerde
kıpırdanma yaratır.”
“Silahlı propaganda, kır ve şehir gerilla savaşı
ile psikolojik ve yıpratma savaşını içerir.”
“(…) Kitlelerin düzene karşı memnuniyetsizlik ve
kıpırdanmalarının eyleme dönüşmesi için, önce inandırıcı
olmalıyız. Söylediklerimizi bizzat eylemimizle onlara
göstermeliyiz. Devrimciler herşeyden önce bir yandan
kitlelere, hakim sınıfların baskı örgütünün, yüzyıllardır
kafalarında şekillendiği gibi olmadığını, aslında
çürük ve kof olduğunu, onun bütün gücünün yaygara,
gözdağı ve demagojiden ibaret olduğunu askeri eylemleri
ile göstermelidirler. Öte yandan, kitleleri devrimci
propagandaya açık hale getirebilmek ve bu yolla
devrimci bilinci onlara götürüp onları devrim saflarına
çekmek için, askeri eylemlerin üzerine oturmuş propagandayı
işletmelidirler.” (M. Çayan)
Silahlı propaganda devrim iradesini, devrimci siyaseti
ülke gündemine, siyasetine, toplumsal yaşamın merkezine,
en şiddetli biçimler altında, hiç kimsenin görmezden
gelmeyeceği, üstünden atlayamayacağı, onu hesaba
katmadan politika belirleyemeyeceği tarzda gerilla
eylemliyle taşımaktır. Silahlı propaganda pratiği
özel olarak düşmanın belirli bir bölgede düşmanın
askeri olarak imhasını hedeflemez. O, herhangi bir
askeri eylem değildir, siyasi gerçekleri açıklamaya
hizmet edecek tarzda hedefleri, içeriği ve biçimi
belirlenmiş silahlı eylem ve ajitasyon, propagandadır.
Onun asli amacı askeri değildir, düşmanla devrimciler
arasında bir “düello” ya da misillemeler zinciri
değildir; SP politik gerçeklerin açıklanmasına aracılık
yapmanın, kitlelere devrimci irade ve bilinci taşımanın
temel aracıdır. Maddi olaylar temelinde kitlelere
siyasi gerçekleri açıklamayı hedefler. O, “askeri
eylemlerin üzerine oturmuş propaganda”dır. Askeri
eylem, düşmanı, çelişkiyi gösterir, devrimci sosyalist
parti bu eylem üzerinden propagandayı geliştirir
ve siyasi gerçekleri emekçilere taşır. Bu iki bileşen
silahlı propagandanın özüdür.
“PASS’ın temel hareket noktası devrimci bir politik
örgüt/parti önderliğinde geniş bir politik gerçekleri
açıklaması kampanyası temelinde emekçi kitlelere
devrimci siyasi bilincin götürülmesi, onların devrimci
mücadeleye kazanılmasıdır. Bu noktada, kilit kavram
silahlı propagandadır... SP eylemi herhangi bir
askeri eylemden, siyasi bilinç taşıma iradesi ile
ve buna uygun biçimlenişi ile ayrılır. Bu nedenle,
SP eylemi esas olarak ülke ve dünyadaki nesnel çelişkiler
üzerinde yoğunlaşır, bunlara devrimci yoldan müdahaleyle
devrimci iradeyi ve çözümü billurlaştırır, kaçınılamaz,
üstünden atlanamaz bir tarzda gündeme sokar. Egemen
sınıfların üstünü örttüğünü tüm çelişkileri açığa
çıkarır. Egemen sınıfların devlet aygıtını ve tüm
sistemi nesnel çelişkiler üzerinden siyasal, moral
ve askeri olarak darbeleyerek, emekçilerin istemlerini
silahla gündemleştiren, savunan bir gücün olduğunu
gösterir. Silahlı propaganda eleştiri silahı ile
silahların eleştirisini birleştirir. Emekçilere
onların istemlerini devrimci tarzda cisimleştiren,
baskı gücünü kenarından köşesinden değil, tam da
kalbinden vurabilen, hesap sorabilen, etrafında
birlik olunduğunda sistemi yenebilecek bir devrim
gücünün olduğunu gösterir. Düşmanın yenilebileceğini,
düzen değişikliğinin gerekli ve mümkün olduğunu
nesnel çelişkilere yönelen güçlü, hiç kimsenin görmezden
gelemeyeceği askeri eylemler ve bunun üzerine oturan
propaganda ile sistematik tarzda işlemek, öncünün
eyleminin etrafında birleşmek gerektiğini göstermek;
işte SP özü budur. SP, öncünün eylemi-siyasi gerçekleri
emekçilere taşıma-örgütlenme-kitleselleşme-daha
büyük eylem düzeyleri yaratma diyalektiği içinde
gelişir. SP’nin her adımı emekçi kitlelerle buluşma
ve onlarla daha büyük bir devrimci eylem gücüne
kavuşma üzerine kuruludur.”
Silahlı propaganda bu özellikleriyle daha ilk andan
itibaren düzenin sınırlarının ve düzen tarafından
dayatılan “siyaset yapma” alanlarının tümünün birden
reddedildiğini, reddetmek bir yana her yönden paramparça
edildiğini gösterir. Düzenin cepheden karşısında
ve dışında, tüm diğer toplumsal ve siyasal öğelerden
farklı bir devrimci sosyalist seçeneğin/hareketin
apaçık ve kesin bir ifadesi olur. Devrimci pratik
devrimci hareketle emekçiler arasına örülmüş başta
korku duvarı olmak üzere tüm psikolojik, politik
duvarları yıkar, adım adım sistemi hayat içinde
kurumlaştıran, somutlaştıran tüm ilişki ve mekanizmaları
parçalayarak ve devrime ve yeni uygarlığa alan açar.
Bu pratik aynı zamanda devrimci varoluşun, kendini
bir devrimci sosyalist hareket olarak kurmanın ve
korumanın da aracıdır.
Silahlı propaganda faaliyetinin en temel özelliği
sistematik biçimde gelişen siyasi gerçekleri açıklama
kampanyasının temel mücadele biçimi olması ve pratiğin
nüfusun bütün kesimleri tarafından derhal görülür,
anlaşılır ve üstünden atlanamaz bir biçim ve içerikte
gelişmesi gerektiğidir. Silahlı propaganda pratiği
içerik olarak çarpık kapitalist sistemin başlıca
çelişkilerinin somut görünümlerini güncel ve temel
boyutlarıyla işler, tüm sistem cephesi karşısında
işçi sınıfı ve emekçilerin taleplerini öne çıkarır
ve ülke gündemine belirleyici bir öğe olarak taşır.
Yani silahlı propaganda, protestocu, günü kurtarıcı
her türlü yaklaşımın dışındadır; salt güncelliğe
ve mevcut gündem maddelerine kilitlenmeyen, kendi
gündemini (ve bizzat kendi varlığını) öne süren,
kabul ettiren bir mücadele çizgisidir. Silahlı propaganda
emek-sermaye çelişkisinden kaynaklanan başlıca çelişkilerin
genel ve yerel düzeylerdeki boyutlarına müdahale
olarak biçimlenir. Düzen ve devrim güçlerini saflaştırıcı
bir pratiği esas alır.
Proletarya ve emekçilerin bütün hak arama mücadelelerinden,
sorunlarından, ulusal ve cinsel eşitsizliklerden,
ekolojik sorunlardan, emperyalizme bağımlılığın
yarattığın problemlerden, kültürel çürütme politikaları
ve sonuçlarından ve bunların yarattığı öfkeden yola
çıkan, bu öfkeye devrimci sınıf bilinci kazandırmanın
yolunu açacak, talancı, emperyalizmin işbirlikçisi,
doğayı tahrip eden, halkı her türlü yozlaşmayla
zehirleyen tekeller ve işçiler-yoksullar ayrımını
açıkça ortaya koyacak, bu çelişki alanlarının her
bir noktasını darbeleyecek bir eylem tarzı ve bunun
üzerinden yükselen süreklileştirilmiş bir siyasi
gerçekleri açıklama kampanyası silahlı propaganda
faaliyetinin hedeflerine ulaşması için olmazsa olmazdır.
Tekellerin merkezlerini, egemen sınıfların yaşam
alanlarını, sefahat yuvalarını, hortumcuları, baskı
güçlerinin yuvalarını sürekli ve sistematik olarak
darbelemek, halk düşmanlarının devrimci adaletten
kaçamayacaklarını göstermek, emekçilerin yaşamlarına,
konutlarına yönelen her saldırı dalgasına düşmanı
pişman edecek güçte ve çapta karşılıklar vermek,
emperyalistlerin, Siyonistlerin ve bölge gericiliğinin
tüm merkezlerine sürekli biçimde darbeler indirmek,
kültürel çürütme politikalarının sivri ucunu oluşturan
her türlü politika, kurum ve kişiye onları hareket
edemez hale getirecek tarzda karşılık vermek, kadınlar
üzerindeki kudurgan baskılara karşı gereken yanıtları
vermek, ekolojik felaketlerin kaynaklarına ve sorumlularına
karşı onları işlevsiz hale getirecek müdahaleleri
yapmak, Kürt ulusu ve diğer ulus ve ulusal topluluklar
üzerinde estirilen gerici, faşist teröre karşı enternasyonal
dayanışmayı güçlü biçimde ortaya koyan pratikler
geliştirmek, dünyanın her neresinde olursa olsun
devrimci sosyalist, anti-faşist, anti-emperyalist
güçlere ve halklara karşı yapılan saldırıları halkımıza
ve partimize yapılmış saldırılar gibi ele alarak
dayanışma pratikleri örmek... Her bir temel başlık
silahlı propaganda faaliyetleri yoluyla teşhir edilmeli,
devrimci propagandanın önü açılmalıdır.
“Etki gücü ülke ve dünya çapında olan SP eylemleri,
yerel SP eylemleriyle birleştirilerek yaygın bir
savaş hattı yaratılmalıdır. Düşman şok edilmelidir,
dehşete sürüklenmelidir, “tatlı hayat” sona erdirilmelidir,
tüm politik, askeri, ekonomik, vb. dengeleri ve
günlük yaşamları altüst olmalıdır. Hiçbir şeyin
eskisi gibi olmadığı ve olmayacağı, devrimci eylem
ve iradenin gücüyle toplumsal yaşamın tüm hücrelerine
değin nüfuz etmelidir.”
Silahlı propaganda ve PASS budur. Böylesi bir faaliyet
hayatın her alanındaki mevcut saflaşmaları darmadağın
eder, yeniden saflaştırır, devrimin önünü açar.
“Oligarşik sistemi adım adım işlemez hale getirip,
paramparça edecek, tekelci, tefeci asalakları titretecek,
“kimya”larını bozacak, “gırtlaklarının kesildiği”ni
onlara gösterecek, ülkemizi özgürleştirecek, halk
iktidarının ve kesintisiz olarak sosyalizmin yolunu
açacak devrimci eylem çizgisi bu perspektifle geliştirilecektir.
Devrim için mücadele çağrısı ve devrimci adalet
gerçek anlamını böylesi eylemlerde bulabilir. Emekçilerin
tek tek sömürücülere ve sömürü sistemine karşı ilksel
tepkileri, tohum halindeki bilinç öğeleri ancak
böylesi eylem tarzıyla devrimci kanallara akabilir.
Siyasal gerçekleri açıklama kampanyası ancak ve
ancak böylesi bir politik-askeri eylem düzeyiyle
başarıyı yakalayabilir, devrimci gerilla ancak böylesi
bir eylem tarzıyla emekçilerin savaş iradesi ve
gücü haline gelebilir. Onlar ve biz ayrışmasının,
oligarşi/emperyalizm ve halk saflaşmasının önü ancak
böyle, yani oligarşi ile halk arasındaki somut-nesnel
çelişkileri sert darbelerle ve devrimci çözümler
temelinde işleyen bir mücadele hattıyla açılabilir.
Devrimci savaşa ilişkin kaygılar, önyargılar, kararsızlıklar,
yılgınlık ve çaresizlik atmosferi ancak böyle aşılabilir.
Ve bu, suni dengenin kırılması, savaşın kitleselleşmesinin
önünün açılması demektir.”
b) Öncü Gerilla Faaliyeti Olarak Silahlı
Propaganda Kitlesel ve Örgütleyicidir...
Silahlı propaganda bireysel değil, kitlesel mücadeledir.
Bir devrimci faaliyeti bireysel ya da marjinal
yapan asla bu faaliyeti gerçekleştirenlerin sayısı
olamaz. Böyle bir sayısal kriter olmadığı gibi,
sayı üzerinden hareket edilecek olursa, büyük
emekçi kitleleri devrimci saflara katılmadan önce
yapılan her türlü faaliyet, barışçıl ya da silahlı
olsun kitlelerden kopuk, maceracı, bireysel faaliyet
olarak nitelendirilebilir. Dolayısıyla sayısal
unsur hele ki her türlü devrimci faaliyetin başlangıç
aşamasında, yani az sayıdaki öncüyle başlayan
bir faaliyeti kitlelerden kopuk bireysel faaliyet
olup olmadığını değerlendirmede kriter olamaz.
Emekçi kitlelerden kopuk bireysel faaliyet toplumsal
çelişkilere müdahale etmeyen, emekçilerin istemlerine
devrimci içerik kazandırarak güçlü biçimde gündemleştirmeyen,
kitlelerin devrimci düşüncelere en açık kesimlerinden
başlayarak adım adım daha geniş kesimlere yayılan
bir sempati, duygudaşlık yaratmayan, adım adım
bunu güven ve destek ve doğrudan katılıma dönüştürmeyen
faaliyetleri tanımlayabilir. Diğer bir ifadeyle,
emekçi kitlelerin yüreğine, ruhuna, bilincine,
hayatına dokunamayan, onlarda özdeşlik duygusu
yaratmayan, onları gülümsetmeyen, onlarda mücadele
isteği ve sevinci yaratmayan, faaliyeti yürüten
partiye dönük merak ve ilgi yaratmayan, yaklaştırmayan
faaliyet kitlelerden kopuktur.
Silahlı propaganda temelinde başlatılan devrimci
savaşım başlangıçta doğal olarak bir öncü savaşı
olarak gelişir. Bilinçte, hedefte, iradede, kararda,
örgütte netleşmiş ve birleşmiş, yaşamını devrim
temelinde kurmuş profesyonel devrimciler ve onların
örgütünün hayata müdahalesi olarak başlar devrimci
savaş. Öncü(lerin) savaşıdır, fakat içeriği, yönelimi
ve emekçi kitlelerle kurduğu bağ itibariyle kitleseldir.
Silahlı propaganda faaliyetini kitlesel yapan,
başlangıçta büyük gerilla grupları tarafından
yapılması ve kısa sürede büyük işçi ve emekçi
kitlelerinin devrimci savaşın öznesi olabileceği
beklentisi değildir. Silahlı propaganda pratiği
devrimi en geniş emekçi kitlelerle dolaysız olarak
taşır, oligarşi ile halk arasındaki çelişkilerin
en yakıcı noktalarına emekçilerin istemleri doğrultusunda
müdahale eder, bu yönleriyle emekçilerin düşünce
dünyasıyla, istemleriyle, gündelik hayatıyla bütünleşir,
onları sistemi ve kendi hayatlarını sorgulamaya
yönlendirir, en ileri kesimlerden başlayarak emekçilerde
mücadele isteği ve sevinci yaratır. Silahlı propaganda
faaliyeti, öncü gerillayla emekçiler arasında
duygudaşlık yaratır, emekçileri devrimci savaşıma
yakınlaştırır. Emekçi kitlelerin devrimci savaşıma
giderek artan ölçülerde katılımı Mahir yoldaşın
formülasyonuyla, sempati-güven-destek aşamalarından
geçerek gerçekleşir. Devrimci öncü gerilla savaşının
başlangıç aşamalarında geniş kitle katılımı beklentisi
yoktur. Emekçi kitlelerin en ileri kesimlerinde
sempati, geri kalanında ise verilen mesajı ve
sürecin nasıl gelişeceğini görme çabası olacaktır.
Esas olarak var olan toplumsal çelişkilere yönelme,
oligarşiye karşı memnuniyetsizliği ve başkaldırma
duygularını güçlendirme, partiyi güçlendirme ve
sağlamlaştırma hedefleri önde olacaktır.
Tam da bu noktada, bir başka temel unsur devrededir:
İstikrar… İstikrar, silahlı propaganda faaliyetinin
süreklilik kazanması, güven verici hale gelmesidir.
Devrimci silahlı propaganda istikrar kazandıkça,
korku duvarları yıkılmaya başlar, çürümekte olan
toplumsal hayat karşısında yeni hayatın, yeni
uygarlığın seçeneği dimdik ayakta görülür. Halkın
insanca yaşayamamaktan kaynaklanan öfkesi, oligarşinin
faşist terör yoluyla bastırdığı ve emekçilerin
kendilerine çevirdikleri öfke ve şiddet, devrimci
gerillada akacağı kanalı görür ve yavaş yavaş
onun rotasına girer. Silahlı propaganda cılız
protestoların gür sesi olur, kitleleri bu gür
sesin etrafında toplar. Sol ve devrimci hareketlerin
kitle tabanını oluşturan samimi pek çok insanında
açık ya da örtük tarzda böylesi bir devrimci savaşımın
özlemini taşımaktadır. Silahlı propaganda eylemini
esas alan gerilla savaşının istikrarlı biçimde
uygulanması bu kesimlerinde özlemlerine yanıt
olacaktır, giderek artan ölçüde bu kesimleri devrimci
sosyalist harekete çekecektir.
“Devrim için mücadele çağrısı ve devrimci adalet
gerçek anlamını böylesi eylemlerde bulabilir.
Emekçilerin tek tek sömürücüleri ve sömürü sistemine
karşı ilksel tepkileri, tohum halindeki bilinç
öğeleri ancak böylesi eylem tarzıyla devrimci
kanallara akabilir. Siyasal gerçekleri açıklama
kampanyası ancak ve ancak böylesi bir politik-askeri
eylem düzeyiyle başarıyı yakalayabilir, devrimci
gerilla ancak böylesi bir eylem tarzıyla emekçilerin
savaş iradesi ve gücü haline gelebilir. Onlar
ve biz ayrışmasının, oligarşi/emperyalizm ve halk
saflaşmasının önü ancak böyle, yani oligarşi ile
halk arasındaki somut-nesnel çelişkileri sert
darbelerle ve devrimci çözümler temelinde işleyen
bir mücadele hattıyla açılabilir. Devrimci savaşa
ilişkin kaygılar, önyargılar, kararsızlıklar,
yılgınlık ve çaresizlik atmosferi ancak böyle
aşılabilir.”
“Böylesi bir eylem ve örgütlenme çizgisi sömürüye,
yoksulluğa, işsizliğe, yozlaşmaya, emperyalizme
uşaklığa, emperyalist saldırganlığa, genel olarak
sisteme ve devlete karşı büyük bir öfke besleyen,
ancak çıkış yoluyla bulamayan ve geleneksel tercihlerin
etkisiyle gerici ve faşist partilerin etkisi altında
olan geniş emekçi kesimlerin öfkesinin de ifadesi
olacaktır. Emekçileri bölen ve sisteme bağlayan
kanalları kesecektir. Emekçilerin gündemini dolduran;
laik-şeriatçı, Alevi-Sünni ve artık bozulmuş ve
anlamını yitirmiş geleneksel sağ-sol ayrımları
yerini, IMF’ciler, Amerikancılar, emperyalist
yardakçıları ve onların karşısında bağımsız ve
onurlu bir ülke isteyenler; yiyiciler-hortumcular-tekelcilerin
sömürü ve sefahat düzenini savunanlar ve onların
karşısında işçilerin, yoksulların iktidarı ve
insanca yaşamı için mücadele edenler; oligarşinin
uşakları ve onların karşısında halk kurtuluş savaşçısı
devrimciler ayrımına bırakacaktır. Devrimci eylemimizle
bu ayrım noktalarını geliştirdiğimiz ölçüde emekçilerdeki
ve soldaki bugüne değin var olan tüm siyasal,
sosyal, kültürel aidiyet ilişkileri altüst olacak
ve yeniden devrimci temelde biçimlenecektir.”
Bu bağlamda, silahlı propaganda düzenden kesin
ve net bir kopuş ve devrime bağlanmanın motor
gücüdür. Gerilla kökleştiği ölçüde ülkedeki her
bir toplumsal gelişme devrim ile karşı-devrim
arasındaki savaşın etki alanına girer. Herkes
için saflaşma kaçınılmazlaşır. Devrimci gerillanın
ve partisinin yanında saf tutan emekçi için ara
yollar kesin biçimde bitmiş demektir. Kopuş ve
yeninin inşa yoluna girilmiştir.
Bu noktada hemen belirtmek gerekiyor; silahlı
propaganda emekçi kitleleri kendiliğinden örgütleyemez,
ya da siyasal mücadelenin bütün işlevlerini tek
başına yerine getiremez. Örgütlenme doğrudan ilişkileri,
partinin ve partiye ait her türlü örgüt ve çalışma
biçimlerinin emekçilerin hayatının içine girebilmesini
ve hayatın bütün boyutlarına, alanlarına ilişkin
bakış açısını ve siyasal mücadelenin bütün biçimlerini,
ayrıca diğer mücadele alanlarının bütününü kapsayan
bir pratiği gerektirir. Yani, sonuçta kitleler
“silah sesi” ile değil, kitleleri kapsayacak,
değiştirecek ve yönetecek parti örgütleri ile
örgütlenirler. Partinin yeteneği, bunun için hiçbir
sınır tanımaksızın yaratıcılık göstermek, binlerce
yoldan değişik örgütlenme çemberleri yaratmak,
düzene muhalif olan her emekçinin, öğrencinin,
aydının, vb. kendisini en alt düzeyde bile ifade
edebileceği biçimleri bulmak ve kendisini bu çemberlerin
içinden besleyerek geliştirmektir. Silahlı propagandanın
rolü ise bütün bunlar için yolu açmaktır...
c) Silahlı Eylem ve Onun Üzerinden Siyasi
Gerçekleri Açıklamaya Dönük Politik
Faaliyetlerin Bütünlüğü Olarak
Silahlı Propaganda
Silahlı propagandanın devrimci mücadeledeki yukarıda
ortaya koyduğumuz merkezi rolü açıktır. Bu noktada,
silahlı propaganda faaliyetinin biçimlenişi, klasik
gerilla faaliyetinden, herhangi bir askeri eylemden
farklı olan yanları üzerinde durmak, onun niteliğini
biraz daha belirginleştirmek gerekiyor.
Politik mücadele pek çok değişik biçim altında
yürütülür. Klasik tanımıyla askeri etkinlik ya
da savaş da politikanın başka biçimler altında
yürütülmesidir. Politik mücadelenin bir bileşenidir.
Ancak diğer tüm politik mücadele biçimlerinden
ayrılan kendine özgü yapısı nedeniyle, özgül mücadele
alanı olarak daima ayrıca değerlendirilmiştir.
Genel olarak politik mücadelenin olağan, günlük
bir biçimi olarak ele alınmamış, diğer (barışçıl)
politik mücadele biçimlerinin yetersiz kaldığı
son kertede devreye giren, girmesi gereken bir
mücadele biçimi olarak görülmüştür.
Savaş, politik ve toplumsal hedeflere ulaşmada,
karşı tarafın iradesinin ve egemenliğinin kırılmasında
silahlı/askeri yöntemlerin başat unsur olarak
kullanılmasıdır. Savaş ve silahlı mücadele düzenli
ordular savaşı olarak, genel ayaklanma biçiminde
gelişebileceği gibi, gerilla savaşı olarak da
gelişebilir. (3)
Gerilla savaşı, askeri etkinliğin, savaşın özgün
bir bileşenidir. Mahir Çayan yoldaşın da ifade
ettiği gibi;
“Bilindiği gibi, gerilla savaşı kavramı, kavram
olarak tek başına nitelik belirleyici değildir.”
Gerilla savaşını devrimci güçler kullanabileceği
gibi, karşı-devrim güçleri de kullanabilir. Günümüzde
hemen hemen tüm emperyalist ordularda, yeni-sömürge
ordularında “özel kuvvetler”, “özel savaş kuvvetleri”
ve benzeri isimler altında özellikle devrimci
gerilla güçlerine karşı, halk muhalefetine karşı
gerilla taktikleriyle savaşan ve çoğunlukla “kontrgerilla”
(karşı-gerilla) olarak tanımlanan birlikler bulunmaktadır.
Gerilla savaşının devrimci mücadelede başat bir
mücadele olarak kullanımı esas olarak sömürge,
yarı ve yeni-sömürge ülkelerde söz konusudur.
Ancak gerillanın politik mücadelede oynadığı rol,
her tarihsel süreçte ve değişik deneyimlerde farklı
biçimlerde olmuştur.
Çin örneğindeki, ya da onun teorileştirilmesi
olan klasik halk savaşı çizgisini esas alan hareketlerin
yürüttüğü gerilla savaşlarıyla, silahlı propaganda
temelindeki politik askeri mücadele arasında,
eylemlerin politik hedefleri ve yaratmak istedikleri
sonuçlar, buna bağlı olarak somut eylem hedefi
seçimi ve eylemin biçimlenişi, vb. tüm temel noktalarda
esaslı farklılıklar vardır.
Klasik uzun süreli halk savaşının çıkış noktası
olan Çin devriminde gerilla savaşı esas olarak
düşman güçlerin askeri imhası ve düşmanın kırlık
alanlardan sökülüp atılarak devrimci örgütlenme
ve devrimin emekçi köylüler içinde inşasının yolunun
açılması işlevine sahiptir. Politik gerçeklerin
açıklanması bağlamında gerilla eyleminin özgün
bir işlevi yoktur.
Silahlı propaganda eksenli gerilla savaşında ise
eylemin asli amacı düşmanın askeri imhasından
çok daha fazla, eylemin politik gerçekleri açıklama
kampanyasına hizmet etmesidir. Bu özelliğiyle
silahlı propaganda faaliyetinin askeri yönü değil,
politik yönü öndedir.
“Silahlı propaganda, askeri değil politik mücadeledir.”
Bu noktanın somut olarak anlaşılabilmesi için
bir örnekle devam etmek yararlı olacaktır. Çin
devriminde devrimci gerilla faaliyetinin ortaya
çıkışında ve sonrasında gerillanın eylemlerde
ana hedefi daha çok düşman askerinin saf dışı
bırakılması, savaş araçlarının, karargahlarının
imhası, bulunulan alanların düşmanın askeri ve
diğer her tür etkinliğinden temizlenmesidir. Düşmana
en çok zayiat verdirilip, alan düşmandan temizlendikçe
gerilla ve parti birimleri kitlelere siyasi bilinç
taşımaya, örgütlemeye, düşman otoritesinin kırıldığı
alanlarda (kurtarılmış bölgelerde) halk iktidarını
kurmaya girişirler. Herhangi bir gerilla eyleminin
organize edilmesinde baştan itibaren bu noktalar
esas alınmıştır.
Silahlı propaganda temelinde gerilla savaşı yürüten
bir devrimci harekete bağlı gerilla birliği esas
olarak partinin emekçilere ulaştırmak istediği
politik gerçeklerin en etkili biçimde emekçilere
ulaşmasını sağlayacak, devrimci ajitasyon ve propagandanın
üzerine oturacağı, düşmanın yenilmezlik demagojisinin
kof olduğunu gösterecek eylem hedefleri ve biçimleri
üzerinde yoğunlaşır. Devrimci partinin gündeminde
emperyalizme ilişkin siyasi gerçeklerin açıklanması,
devrimci çıkış yolunun gösterilmesi, emperyalizmin
ülkedeki gücünün darbeleneceğini göstermek varsa,
silahlı propaganda eylemi buna yoğunlaşır. Faşist
baskıların, adalet taleplerinin, hak arama mücadelelerinin
ve benzeri tüm politik ve toplumsal sorunların
ve devrimci çözüm yollarının üzerinden atlanamayacak
tarzda devrimci gerilla eylemiyle etkin biçimde
gündemleştirilmesidir silahlı propagandanın konusu
ve hedefi. Eylemlerin somut hedefleri, şiddetin
düzeyi, gerçekleşme biçimi buna göre belirlenir.
Fakat silahlı propaganda eylemi bu hedefleri gündemleştirmek
için yapılan şok edici, tüm dikkatleri devrimci
partiye ve gerillaya çeken askeri eylemden ibaret
değildir.
Silahlı propaganda eylemi, “askeri eylemlerin
üzerine oturmuş propaganda”dır.
Somut bir örnek üzerinden ilerleyecek olursak;
siyasal/toplumsal gündeme ilişkin, o gündemin
merkezindeki düşman kurumlarını, mekanlarını,
araçlarını, temsilcilerini darbeleyen bir devrimci
askeri eylem nüfusun tüm kesimlerinin dikkatini
soruna çeker, emperyalizm ve oligarşinin politikalarını
dilediği gibi uygulayamayacağını, karşısında devrimin
şiddetini ve örgütünü bulacağını gösterir. Devrimci
askeri eylemi onun üzerinden yükselen ve eylemin
hedefini, düşmanın politikalarının, kurumlarının,
temsilcilerinin kirli yüzünü gösteren, soruna
ilişkin devrimin seçeneklerini ortaya koyan ajitasyon,
propaganda ve diğer eylemler izler. Silahlı eylem,
Mahir yoldaşın deyişiyle “maddi olaylar”dır, “elle
tutulur, gözle görülür, maddi somut eylem”dir,
meydan okumadır ve bunun üzerinden yükselen “siyasi
gerçekleri açıklama” çalışmaları, bilinçlendirme
faaliyetleri gelir, yani maddi olan üzerinden
“soyut”lama yapılır. Askeri eylemin öne çıkardığı
sorunu/olguyu devrimci askeri eylemle birlikte
ele alan yazılı, sözlü, görsel ajitasyon, propaganda,
meşru gösteriler, aynı soruna/olguya ilişkin yerel
düzeyde askeri faaliyetler, toplantılar vb’nin
tümü askeri eylemi izleyen ve siyasi gerçekleri
açıklayan, devrim seçeneğini gündemleştiren diğer
faaliyetlerdir. Demek ki, bir silahlı propaganda
eyleminden söz ettiğimizde aslında salt askeri
eylem(ler)den değil, bir dizi eylemin iç içe geçmiş
bütünlüğünden, bir eylemler kombinasyonundan söz
ediyoruz demektir. Bir dizi eylem eylem iç içe
geçerek tek bir eylem haline gelir. Bu yeni eylem
düzeyi, kendini oluşturan eylemlerden ne biri
ne de diğeridir, tümü birdendir, tümünün tek bir
potada erimesi ve yeni bir eylemi oluşturmasıdır.
Kısacası, silahlı propaganda da söz konusu olan
silahlı eylemin/askeri faaliyetin siyasal mücadelenin
diğer biçimleriyle ayrı ayrı kanallarda akması
ve bunların toplam içinde birbirini desteklemesi
ve bütünlemesi değildir. Silahlı eylem ile diğer
siyasi mücadele biçimlerinin tek eylem kombinasyonu
içinde bütünlük oluşturacak tarza yürütülmesidir.
Silahlı propaganda faaliyetinin bu özgün yapısı
devrimci literatüre yeni kavramlar kazandırmıştır.
Yürütülen çalışma ne tek başına askeri eylem,
ne de tek başına diğer politik faaliyetlerden
oluşmadığı, bunları bireşimi olduğu için politik-askeri
faaliyet olarak tanımlanmıştır. Sömürge ve yeni-sömürgelerde
silahlı propaganda temel mücadele biçimi olduğu
için politik mücadele alanı bir bütün olarak politik-askeri
mücadele olarak tanımlanmıştır. Silahlı propaganda
temelli gerilla savaşını esas alan devrimci parti/örgüt
politik-askeri örgüt, kadrolar politik-askeri
kadro, önderlik düzeyi de politik-askeri önderlik
olarak tanımlanmıştır.
Burada son olarak, silahlı propagandanın kavranışına
ilişkin bir yanlışa da değinmek gerekiyor. Kimi
durumlarda, toplumsal gündemin çeşitli sorunlarına
emekçilerin özlemleri, öfkeleri temelinde yönelen
etkili silahlı eylemler, bunlarla birleşen diğer
eylemler olmadan da, yani bu eylemlerin yöneldiği
siyasi gerçekleri açıklayan, eylemlerin yöneldiği
sorunlara ilişkin devrimci seçenekleri ortaya
koyan faaliyetler olmadan da emekçilerde sempati
yaratabilir, ülke ve hatta dünya gündemine girebilir.
Eylemin darbelediği hedef o denli teşhir olmuş,
o denli emekçilerin nefretini kazanmış ya da emekçilerin
çeşitli ihtiyaçlarına güçlü biçimde denk düşmüştür
ki, eylemin gerçekleştirilmiş oluşu bile sempati
dalgası yaratır. (Hatta öyle ki, bazen devrimci
olmayan güçlerin, örneğin gerici/dinci kesimlerin
yaptığı askeri eylemler o kadar teşhir olmuş bir
hedefe yönelebilirler ki, kitlelerde genel bir
ortak duyguya denk düşebilirler.) Bu tür eylemler
bu özellikleriyle silahlı propaganda eylemi düzeyine
yaklaşır gibi görünürler. Ancak böylesi eylemlerin
siyasi gerçekleri açıklama gücü zayıftır, daha
çok, etkili bir protesto olmaktan fazlaca öteye
geçemezler. Bilinçlendirici, örgütleyici olmaktan
önemli ölçüde uzaktırlar. Çünkü her eylem, salt
askeri hedefi ile değil, o hedefi seçen gücün
politik arka planı, niteliği ile de anlam kazanır.
Daha da ötesi, gerçekleştirilen silahlı eylem
ne denli meşru bir zeminde durursa dursun, oligarşinin
muazzam genişlikteki ve etkinlikteki ideolojik
aygıtları, medyası, kurumları vb. yoluyla kara
propagandanın hedefi olur ve etkisi zayıflatılır.
Böylesi bir eylem tarzını pratik çizgi haline
getiren devrimci bir hareketin kitlelere siyasi
gerçekleri açıklaması ve onlarla buluşması mümkün
olamaz. Orta ve uzun vade de bu tür eylemler üzerindeki
düşman karartması artar ve eylemler etkisizleşir.
Bir silahlı faaliyetin silahlı propaganda işlevi
görmesi ancak yukarıda ifade ettiğimiz bütünlüğün
yaratılmasına bağlıdır.
d) Uzun Süreli Savaşın Stratejik
Aşamaları ve Silahlı Propagandanın
Bu Aşamalardaki İşlevi
Hiç bir savaşım düz bir çizgide ve aynı tempoyla,
aynı yoğunluk ve derinlikle yürümez. Hele ki,
küçük bir güç olarak savaşa başlayan ve adım adım
büyümeyi hedefleyen bir gerilla savaşı söz konusuysa
sürecin eylem tarzı, yoğunluk, yaygınlık, güvenlik
ve daha bir çok açıdan birbirinden ayrılan çeşitli
stratejik aşamalardan geçeceği kesindir.
Devrimci gerillanın yaratılması, geliştirilmesi,
yaygınlaştırılması ve son olarak oligarşinin iktidar
aygıtını tümden parçalayacak nihai vuruşların
gerçekleştirilmesi uzun süreli halk savaşının
gelişme seyrinin temel stratejik aşamalarıdır.
Gerilla savaşının askeri literatürü açısından
bakıldığında, bu süreçler stratejik savunma, stratejik
denge ve stratejik saldırı aşamaları kavramlarıyla
tanımlanır. Gerilla savaşında stratejik savunma
aşaması, klasik askeri literatürde olduğu gibi
düşman saldırılarına karşı kendini savunma, daha
edilgen bir konumda savaş sürdürme anlamına gelmez.
Gerilla hücum savaşıdır. Devrimci gerilla savaşında
stratejik savunma, gerillanın henüz küçük bir
savaş gücü doğduğu başlangıç aşamasında oligarşinin
iktidarını tümden parçalayacak güçten yoksun olduğu
için hücum pratiğini kendisini yok oluşa sürükleyecek,
gücünü aşacak eylemlerle değil, bir yandan varoluş
koşullarını koruyacak, bir yandan da devrimin
hedeflerini, politikalarını güçlü biçimde tüm
emekçilere taşıyacak, onlar içinde adım adım büyümesini
sağlayacak bir biçim ve içerikte gerçekleştirmesi,
tüm faaliyetlerine buna göre biçimlendirmesi anlamına
gelir. Güçlü, yaratıcı ve sürekli bir silahlı
propaganda faaliyeti temelinde siyasi gerçekleri
açıklama, küçük gerilla birlikleri biçiminde organize
olma, katı bir gizlilikle korunma, gücünü aşan,
dağıtıcı olan her türlü etkinlikten uzak durma,
vb. gerilla savaşını ve örgütlenmesini belirleyen
başlıca öğelerdir. Devrimci gerillanın yaratılması
ve geliştirilmesi aşamaları esas olarak stratejik
savunma aşamasının mantığına göre biçimlenir,
onun birer parçasıdırlar. Stratejik denge aşaması
gerilla savaşının küçük ölçekli pratiklerden orta
çaplı savaşlara geçtiği, düşman otoritesini ve
etkinliğini ciddi ölçüde zayıflattığı, savaşın
ülke çapında yayıldığı, özgür ve yarı özgür alanların
oluşmaya başladığı, büyük kitle desteği ve katılımının
geliştiği, onlarla, yüzlerle sayılan gerilla güçlerinin
binlerle, giderek on binlerle sayılmaya başladığı,
gerilla ordulaşmasının somutlaştığı, savaşta gerilla
inisiyatifi ve etkinliği ile düşman inisiyatifi
ve etkinliğinin dengelenmeye başladığı aşamadır.
Gerilla artık gerçekleştirdiği büyük ataklarla
düşmanı salt siyasi olarak darbeleyip geriletmez,
onun askeri ve diğer tüm egemenlik aygıtlarını
ve unsurlarını da imha etmeye başlar. Devrimci
gerillanın geliştirilmesi aşamasının olgunlaştığı
süreçten başlayarak, yaygınlaştığı süreç bir bütün
olarak esas olarak stratejik denge aşamasıdır.
Stratejik saldırı ya da taarruz aşaması ise devrimin
büyük kitle güçleriyle buluştuğu, gerillanın oligarşinin
egemenlik aygıtını bir bütün olarak yok edecek
saldırıları gerçekleştirebilecek güce ve yaygınlığa
ulaştığı, gerilla savaşıyla düzenli savaşı ve
büyük ayaklanmaları birleştirebildiği, bütün cephelerden
düşmanın egemenlik aygıtına karşı sürekli ve büyük
çaplı mücadele ve ülkeyi kurtarma aşamasıdır.
Sürekli ve büyük çaplı devrimci taarruzlar bu
aşamanın belirleyici öğeleridir. Gerillanın yaygınlaşma
aşamasının olgunlaştığı süreçten itibaren oligarşinin
egemenlik sisteminin tümüyle parçalandığı, halk
iktidarının kurulduğu an’a değin olan tüm süreç
stratejik saldırı aşamasını oluşturur.
Bu stratejik aşamalara silahlı propaganda faaliyeti
açısından baktığımızda, silahlı propagandanın
her aşamadaki rolü ve işlevinin adım adım farklılaştığını
görürüz. Stratejik savunma ve stratejik denge
aşamalarında silahlı propaganda belirleyici eylem
biçimidir. Bu aşamalarda siyasi gerçekleri açıklamak,
emekçileri bilinçlendirmek, onları devrimci eylemin
öznesi haline getirmek partinin ve gerilla savaşının
temel hedefidir ve bunun temel aracı da silahlı
propagandadır. Stratejik denge aşamasının ileri
dönemleriyle, stratejik saldırı aşamalarına ulaşan
bir parti ve gerilla savaşı ise esas olarak işçi
sınıfı ve emekçi halkın geniş kesimlerini kazanmış
ya da bu doğrultuda esaslı başarılar elde etmiş
demektir. Özellikle stratejik saldırı aşaması
gerillanın büyük bir ordulaşma düzeyine ulaştığı,
artık düşmanın egemenlik aygıtlarının yok edilmesinin
gündeme geldiği aşamadır. Bu noktada gerilla eyleminin
eksenini ajitasyon ve propagandaya temel oluşturacak
askeri eylemler değil, düşman güçlerini ve egemenlik
aygıtlarını askeri olarak imhaya dönük eylemler
oluşturur. Bu aşamada da silahlı propaganda eylemleri
tümüyle devre dışı kalmaz. Ancak daha ikincil
bir rol oynar.
Devrimci gerilla mekansal olarak bulunduğu ortama
ya da kısa konjonktürel süreçlerin fırsat ya da
zorluklarının akıntısına kapılmadan mücadelenin
içinde bulunduğu stratejik aşamanın mantığına
sıkı sıkıya bağlı kalarak hareket etmek zorundadır.
e) Şehirde-Kırda Birleşik Devrimci Savaş...
Silahlı propaganda devrimci gerilla savaşı olarak
gelişecektir. Bunun anlamı yürütülecek faaliyetlerin
esas olarak gerilla savaşının mantığına uygun
olarak gelişmesidir. Gerilla savaşı küçük silahlı
güçlerin büyük düzenli ordu güçlerine karşı, düzensiz,
gizli ve askeri açıdan küçük ataklarıdır. Gerillanın
merkezi büyük düzenli ordu güçlerine ve devlet
denetimine karşı savaşı sürdürebilmesi, politik
ve askeri olarak doğru bir taktik politika izlemesi
kadar, onu kucaklayacak kitle güçleri içinde olmasına
ve mekansal olarak gizlenmesine, barınmasına,
hareket etmesine elverişli, düşman denetiminin
nispeten zayıf olduğu, düşmanın “yumuşak karnı”
olan alanlarda/mekanlarda (askeri literatürde
jeopolitik ve jeostratejik derinliğe sahip olan,
yani üslenen güçlere gizlilik, hareket kabiliyeti,
destek sağlama olanağı veren, düşman açısından
ise onun denetimini ve saldırı olanaklarını zayıflatan
mekanlar) üslenmesine bağlıdır.
Gerilla savaşı açısından bu noktada en elverişli
savaş mekanı, düşmanın yumuşak karnı kırlardır.
Daha doğrusu gerillanın istikrarlı bir direniş
odağı olma halini koruması bakımından kırlar belirli
bir avantaj sağlar. Devrimci gerilla ezilen yoksul
köylülüğün içinde ve savaş mekanı olarak seçtiği
büyük dağlarda, ormanlarda, akarsularda yani gizleyen,
hareket kabiliyeti sağlayan düşmanın kendisini
bulup darbelemesini güçleştiren kırlarda daha
elverişli üslenme ve gelişme zeminleri bulur.
Devrimci gerilla, doğayla bütünleşerek, onu yoldaşı
yaparak düşmanın saldırılarını püskürtebilir,
açık ve özgür bir silahlı devrimci savaş zemini
yaratır, küçük savaş güçlerini bu alanlarda koruyup,
eğitir ve katılımlarla büyütür. Kentlerde onlarca,
yüzlerce gerillanın özgür ve açık faaliyet yürütmesi,
onlarca ve yüzlerce, giderek binlerce gerillanın
eğitimi, açık faaliyeti söz konusu olamazken,
dağların dorukları, ormanın derinlikleri, mağara
kovukları gerillayı kucaklar. Bu nedenledir ki,
uzun süreli halk savaşı stratejisinde kırlar bu
pratiklerin çoğunda temel savaş alanı olarak tanımlanmıştır.
Bugüne değin, sömürge, yarı ve yeni-sömürgelerde
yaşanmış devrimler ve büyük devrimci girişimler,
halen pek çok ülkede sürmekte olan devrimci savaşımlar
bu tespitin doğruluğu yönünde veriler ortaya koymaktadır.
Çarpık kapitalizmin devletin merkezi otoritesini
kırlara doğru yaymasını hem gerekli, hem de mümkün
kılması ve devlet güçlerinin kırlarda da görünür
hale gelmesi, askeri teknolojinin gelişimi, kır
gerillasına karşı özel eğitilmiş güçlerin sayıca
artışı ve benzeri faktörlerden hareketle artık
kır gerillacılığını başarılı biçimde yürütmenin
imkansız ya da imkansıza yakın olduğu düşüncesi
de zaman zaman dile getirilmektedir. Bunun yanı
sıra, TDH’nin kır gerillacılığı noktasındaki başarısız
deneyimleri de bu tür iddiaları desteklemek için
kullanılmaktadır. Aslında bu yaklaşımlar, kimi
zaman iyi niyetli, ancak gerilla savaşının mantığını
zayıf kavramakla ilgiliyken, çoğu kez aslında
kırda olsun, şehirde olsun gerilla savaşını ret
etmek için uydurulan düşüncelerdir. Her şeyden
önce, eğer pratik örneklerden hareket edecek olursak,
bugün sürmekte olan büyük devrimci girişimlerin,
anti-işgal direnişlerin çoğunun esas olarak kır
gerillası temelinde uzun süreli savaş olarak biçimlendiğini
görürüz. Üstelik bunların bir bölümünde gerillaya
karşı savaşan güçler dünyanın bilinen en gelişkin
savaş teknolojilerine, kontrgerilla savaşı konusunda
muazzam bilgi ve deneyime sahip olan başta ABD
emperyalizmi olmak üzere emperyalist devletlerdir.
Kolombiya’dan Nepal’e kadar uzanan büyük yeni-sömürge
coğrafyasında kır gerillacılığı temelinde savaş
güçler mevzilerini koruyor, kimi yerlerde düşmanı
geriletiyorlar. Kaldı ki, düşmanın devrimci güçleri
denetim altına almak ve bastırmak için kullandığı
izleme, dinleme, takip ve saldırı yöntem. teknoloji
ve örgütlenmeleri kentlerde çok daha güçlü biçimde
kurulmuş durumdadır. Neredeyse her sokağı ve mekanı
izleyen kameralar, ihbar ağı, kentlerin daha küçük
coğrafyalara sıkışmış emekçi semtlerini, kırların
geniş coğrafyalarına nazaran daha kolay biçimde
abluka altına alarak kontrolden geçirme vb...
olgular, düşmanın denetim olanaklarının hem kırlarda,
hem de kentlerde senkronize biçimde geliştiğini
gösteriyor. Düşmanın denetim olanaklarının geçmişe
nazaran olağanüstü büyüdüğü gerekçesinden hareket
edersek, ne kırlarda, ne de şehirlerde devrimi
savaşın mümkün olmadığı sonucuna varırız. Fakat
hayır, düşmanın tüm “harika teknolojileri”ne rağmen,
devrimci savaşım, anti-işgal gerilla direnişleri
hem kırlarda, hem de kentlerde ayakta kalıyor
ve gelişiyor. Gerilla için düşmanın kuvvetinin
büyüklüğünden ya da teknolojik üstünlüğünden şikayet
etme diye bir şey yoktur, bu gerilla savaşının
mantığına aykırıdır. Gerilla az güçle büyük kuvvetleri
alt etme sanatıdır. Şikayet değil, düşmanı alt
etmenin yolunu bulmaktır gerillanın işi... Gerilla
bunu kır olsun kent olsun bulunduğu her coğrafyayla
kardeşleşerek, yoldaşlaşarak, doğru politik açılımlar,
eylemler geliştirerek, düşmanın geliştirdiği her
saldırı yöntemini, aracını, teknolojisini alt
edecek yolları arayıp bularak (askerlikte kuraldır
her silahın anti’si vardır) gerçekleştirir.
Sonuçta, kırların kentlerle diyalektik bir bütünlük
içinde temel bir savaş alanı olduğu ve işçi sınıfıyla
birlikte emekçi köylülüğün de devrimin temel güçlerinden
biri olduğu açıktır.
Peki ya kentler ve işçi sınıfı?.. Günümüzün işçi
sınıfı ve kent gerçekliği karşısında, işçi sınıfı
devrimin temel gücü değildir, ya da temel gücüdür
ama ancak savaşın son aşamalarda rolünü oynar
ve şehirlerdeki mücadele ikincil (tali) niteliktedir
diyebilir miyiz? Şüphesiz hayır, PC yaklaşımı
daha 1970’lerde bile “köylü ordularının kentleri
kuşatması ve ancak son aşamada işçi sınıfının
rolünü oynaması” biçimindeki şablonlaştırılmış
klasik halk savaşı (ÇKP’ye özgü) tarzını aşmış
ve kentlerle kırların yeni türden bir ilişki biçimini
aramaya başlamıştır.
Bugün ise yeni-sömürgeci çarpık kapitalizm nüfusu
hızla kentlere yığmaya devam ediyor. Pek çok yeni-sömürgede
kentler artık nüfusun büyük çoğunluğunu (hatta
kimilerinde kır nüfusu artık önemsiz oranlardadır)
barındırıyor. (Örneğin Türkiye için kent nüfusunun
toplam nüfusa oranı artık yüzde yetmişlerdedir
ve bu oran kırk yıl öncesinin neredeyse tam tersidir.)
Kentlere yığılan büyük köylü nüfusun ezici bir
çoğunluğu işçileşerek kentleri çepeçevre kuşatan
büyük emekçi semtlerinde (varoşlarda) toplaşıyor.
İşçileşen köylü nüfus genellikle vasıfsız işçi
olarak iş ve sosyal güvenceden, her türlü kültürel
ve sosyal gelişme olanaklarından, insani barınma
ve sağlık olanaklarından uzak bir yaşama mahkum
ediliyor. Milyonları, on milyonları aşan metropollerin
ezici bir çoğunluğunu varoşlarda yaşayan bu büyük
işçi/işsiz kitlesi oluşturuyor. Neoliberal politikalar
sonucu parçalanan iş sürecine bağlı olarak yaşam
alanları ile işyerlerinin iç içe geçişi en çok
da varoşlarda yaşanıyor. Üreten ancak insanca
yaşayamayan büyük kitle bunu an be an hissediyor.
Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan gençlerin
ezici bir çoğunluğu işçi/işsiz olarak oldukça
sefil koşullarda, her türlü umut kırıntısından
uzak, öfke ile boyun eğmişliğin iç içe geçtiği,
lümpen isyankarlıkla mafyatik çeteleşmenin girdabında
yaşam tüketiyor. Kültürel çürümenin sonuçları
en keskin biçimde varoşların işçi ve işsiz gençlerini
vuruyor.
Yeni-sömürgelerde kapitalizmin gelişmesi ve kentleşme,
emperyalist-kapitalist ülkelerdeki kent gerçeğinden
tümüyle farklıdır. Tek bir kentin içinde aslında
iki ayrı kent söz konusudur. İnsanca yaşamdan
uzak, öfke dolu milyonlarca emekçinin yaşadığı,
düzensiz gelişmiş, denetlenmesi geçmişe nazaran
oldukça zorlaşmış devasa büyüklükteki varoşlar
ve orta ve büyük burjuvazinin yaşadığı, düzenli
ve her türlü olanağa sahip küçük kent adacıkları...
Varoşlar ve kentin burjuva semtleri, iki ayrı
dünya, birbirine düşman iki ayrı varoluş biçimi
yan yana, karşı karşıya yaşıyor. Aslında bir anlamda,
düşmanın yaşam ve iktidar alanları, yani devrimci
hareketin başlıca hedefleri ile bu hedeflere karşı
nefret duyan ve dolayısıyla gerillanın potansiyel
desteği (ve tabii ki kadrosu) olacak olan güçler
aynı kent coğrafyasının değişik alanlarında, uçurumlarla
ayrılmış olarak yan yana durmaktadırlar.
İşçi sınıfı ve kentler, kentlerin emekçi bölgeleri
bütün bu özellikleriyle büyük bir devrimci dinamizmi
bağırlarında taşıyorlar. Varoşlar sınıf ve gündelik
yaşam ilişkilerinden kaynaklanan çelişkilerin
olağanüstü ölçülerdeki sertliği ve hızla patlama
noktasına varışlarıyla, düşmanın denetim olanaklarının
zayıflığıyla, şehirlerin içinde kırların rolünü
oynuyorlar. On milyonlarca işçi ve yoksul emekçinin
yaşam ve üretim alanları olan varoşlar mekansal
açıdan kırlar gibi, sistemin yumuşak karnıdır,
zayıf halkasıdır.
Bu işçi sınıfı ve kent gerçekliği devrimin stratejik
çizgisini kurmakta kent-kır temelli mekansal ayrımı
temel bir sorun olmaktan çıkarmıştır. İşçi sınıfının
devrimin temel gücü olmadığı, ya da devrimin temel
gücü olsa bile bu rolünü iktidarın alınması sürecinin
ilerleyen aşamalarında oynayabileceği ve benzeri
tespitler geçerli değildir. Ülkedeki emekçilerin
en büyük kitlesini oluşturan, nesnel devrimci
dinamikleriyle, kentleri kuşatan büyük yaşam ve
çalışma alanları olan varoşlarda biriken büyük
öfkesiyle işçi sınıfı, emekçi köylülükle devrimci
savaşımın birlikte temel gücüdür. Kentler, devasa
varoş denizleriyle devrimci şehir gerillasının
yürütülmesi, tutunması ve varoşların işçi/işsiz
gençliğinin katılımıyla büyümesi için elverişli
zeminlere sahiptir ve ayrıca varoşlarla kırlar
arasında her zaman canlı bir ilişki bulunduğu
da bilinmektedir. Yani aslında bu anlamda kentlerin
emekçi mahalleleriyle kırlar arasında kendiliğinden
ve doğal bir ilişki söz konusudur.
Devrimci savaş mekansal açıdan kentlerde ve kırlarda
birleşik bir savaş olarak gelişmek zorundadır.
Devrimci savaşın planlanmasında hangi rolleri
kırların, hangi rolleri kentlerin üstleneceği,
savaşın ağırlık merkezinin hangi aşamalarda kırda
ya da kentlerde olacağı esas olarak taktik bir
sorundur.
Biraz daha açacak olursak; kırlardaki üslenme
kentlere oranla çok daha büyük bir özgür hareket
alanı sunar. Gerillanın kırlarda açık varoluşu
ve yarattığı yaşam ve eğitim alanları partinin
kendini yeniden üretmesi, moral ve siyasal açıdan
varlığını her dönem süreklileştirmesini sağlar.
Kentlerde yaşanan sıkışmalarda, düşmanın büyük
saldırılarında devrim hareketine nefes aldırır.
Bu açılardan kırlardaki üslenme ve kökleşme her
dönem açısından son derece önemlidir. Öte yandan,
politik-askeri kampanyaların ve çalışmaların seyri
açısından ağırlık merkezinin kimi zaman şehirlere,
kimi zaman ise kırlara kayabileceği açıktır. Devrimci
gerilla savaşının başlangıç aşamalarında yürütülecek
silahlı propaganda faaliyetleri için kentler kırlara
nazaran çok daha büyük olanaklar ve zenginlik
sunar. Bu zenginlik hedef çeşitliliği, Partinin
amaç ve hedeflerini açıklamada, ajitasyon ve propaganda
çalışmalarının daha yaygın, daha uzun süreli ve
güçlü yürütülmesinde ve benzeri olgularda kendini
apaçık gösterir.
Dahası, kentlerdeki devrimci mücadelenin keskinleşip
yaygınlaştığı dönemlerde ortaya çıkan büyük kitlesel
militan direnişleri, irili ufaklı ayaklanmaları
da kentlerdeki gerilla savaşlarıyla birleştiren
bir tarz yaratmak zorunludur. Türkiye’de geçmişten
bugüne uzun süreli halk savaşını savunan devrimci
kesimlerde “ayaklanma” kavramına dönük adeta alerjik
düzeydeki olumsuz tepki de (on yıllar önce belki,
genel halk ayaklanması söyleminin arkasına saklanıp
pasifizmi, devrimci gerilla savaşına karşı düşmanlığı
yayan kesimlerle ayrım noktasını kalın biçimde
çizmek açısından bu tepkinin belli bir haklılık
payı vardı) anlamsızlaşmıştır. Gerilla savaşı
özellikle kentlerde giderek artan ölçülerde büyük
silahlı/silahsız kitle direnişlerini, ayaklanmalarını
tetikleyecektir, hatta gerillanın bizzat kendisi
bu tür mücadeleleri örgütleyecektir. Konutlarının,
gecekondularının yıkımı için gelen baskı güçlerine
karşı barikatlar kurarak taşla sopayla, molotoflarla
direnen binlerce gecekondulunun, ya da fabrikalarını
işgal eden fabrikadaki malzemeleri savaş aracına
çeviren, bütün bir bölge halkının eylemli desteğini
alan işçilerin güçlü başarılı bir gerilla savaşı
yürüten devrimci partinin önderliğiyle buluşması
durumunda direnişlerin emekçi semtlerine dalga
dalga yayılan bir yerel ayaklanmaya dönüşmeyeceğini
kim söyleyebilir? (Onlarca gecekondu semtindeki
barınma hakkı temelli direnişler, Seydişehir ve
Seka işçilerinin çatışmalı işgal ve direnişleri
bu noktada çok şey anlatıyor.) Devrimci gerilla
savaşı gelişebilecek böylesi ayaklanma ve direnişleri
kentlerdeki bir bileşeni, onun uzantısı, bir parçası
haline getirmek zorundadır. Ve böylesi süreçlerde
savaşın ağırlık merkezini kentlere doğru kaydırmak
mümkün ve gereklidir. Daha somut ve gelişkin süreçler
olarak serhildanlar, Gazi direnişi, Irak ve Filistin’deki
intifadayla, büyük kitle mücadeleleriyle birleşmiş
şehir gerilla deneyimleri bu noktada üzerinde
düşünülmesi gereken oldukça önemli, aydınlatıcı
olgular ve deneyimlerdir. Öte yandan, Latin Amerika’da
(üstelik bir gerilla mücadelesinin de mevcut olmadığı
ülkelerde) bizzat metropollerin içindeki emekçi
mahallelerinde devrimci-demokratik güçlerin nasıl
“güçlü etkinlik alanları” yarattıkları, buralarda
taban örgütlenmeleri ile nasıl birçok soruna müdahale
edebildiklerini ve kitle inisiyatifini hayata
hakim kılabildiklerini görmek gerekiyor. Bunlar
elbette “kurtarılmış bölgeler” değildir; ama “güçlü
etkinlik alanları”dır ve bu tür deneyimler devrimci
sosyalist bir gerilla mücadelesinin de emekçi
mahallelerinde az çok “güvenli” ve az çok “düşmana
kapalı” havzalar yaratabileceğini, kitleler arasında
“meclisler, komiteler” gibi yollarla yeni uygarlığın
nüvelerini kurabileceğini, vb. vb. bize işaret
etmektedir. “Kurtarılmış bölge” ile “etkinlik
alanı” arasındaki fark, düşmanın o bölgeye mekansal
olarak kolayca girip girememesiyle ilgilidir;
“etkinlik alanları” düşmana tümüyle kapalı değildir
ama devrimci örgütlenme ile yaratılan bu doku,
düşmanın devrimci çekirdeklere ulaşmasını güçleştiren,
suskunluk ya da militan direnişlerle onu koruyan
bir yapıdır. Örneğin Nikaragua’daki diktatörlüğün
sonunu hazırlayan ünlü meclis baskını eylemi,
dağlarda değil, tam da başkentin içinde bir emekçi
mahallesindeki evlerde hazırlanmıştır. Yani kentlerde
kalabalık gerilla grupları bir araya gelememekte
ama öte yandan militan kitle hareketi, gerilla,
milisler ve destek ilişkileri gibi bir dizi unsur
kombine olarak hareket ederek tayin edici vuruşlara
imza atabilmektedir. Bütün bunlar, devrimci sosyalist
bir mücadelenin ne kadar çok olasılığa açık olması
gerektiğini gösteren örneklerdir.
Şehir ve kır gerilla mücadelelerinin bu somut
gerçeklerinden ve on yıllar içindeki evriminden
hareketle, devrimin mekansal ağırlık merkezinin/ekseninin
mücadelenin gelişim seyrine göre değişeceğini,
bunun taktik bir sorun haline geldiğini çok net
biçimde yeniden ifade etmek gerekiyor.
Devrimci gerilla savaşının tarzı, sadece şehirlerde
değil, kırda da silahlı propagandayı güçlü biçimde
yapabilen, bildik askeri imha merkezli kır gerillasının
ötesine geçen, ağırlık merkezi her dönem kırlarda
olmayan, şehirlerdeki sınıf mücadelesinin büyüyüp
keskinleştiği süreçlerde ağırlık merkezi şehirlere
de kayan, ülke çapında etkili bir hareketli savaş
ve vuruş tarzıyla hareket eden, mücadeledeki değişkenliğe
kendini hızla adapte eden, bu yoldan giderek büyük
gerilla ordulaşmaları yaratarak büyüyen, bulunduğu
her alanı yeni uygarlığın boy vereceği zemin haline
getiren, bunu yürüttüğü mücadelenin temel bir
bileşeni olarak ele alan bir gerillacılık olacaktır.
Yeni devrimci gerilla savaşı tarzı için ilk elde
söylenebilecekler bunlardır. Ancak bu olgular,
süreç ve dinamikler mücadelenin karmaşık süreçleri
içinde yeniden ve yeniden biçimlenecek, bugünden
kestiremediğimiz pek çok faktörün de süreçlere
dahil olmasıyla yeni tarz daha da zenginleşecek
ve derinleşecektir.
Şehir-kır ilişkisi açısından, yani mekansal açıdan
bakıldığında devrimci savaşın seyri nasıl biçimlenecektir?
Öncelikle belirtmek gerekir ki, mekansal biçimleniş
tümüyle taktik (günlük taktik değil, dönemsel
taktik) bir sorundur. İlkesel ve stratejik bir
öneme sahip değildir. Bu tümüyle söz konusu aşamanın
gündemleşeceği dönemdeki nesnel ve öznel koşullara
bağlıdır. Devrimci sosyalist parti bu noktada
mekansal gelişme seyrine ilişkin rotasını şöyle
belirlemiştir;
“Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi’nin ışığında
devrimci rota şöyle bir çizgi izleyecektir:
1. aşama: Şehir gerillasını yaratma
2. aşama: Şehir gerillasını geliştirme,
Kır gerillasını yaratma ve kuvvet gösterisi.
Bu iki aşamada, savaşın, psikolojik yıpratma yönü
ağır basacaktır.
3. aşama: Şehir gerillasını yaygınlaştırma,
Kır gerillasını geliştirme
4. aşama ise, Kır gerillasını yaygınlaştırma aşamalarıdır.”
“Büyük şehirlerde yürütülen gerilla savaşı;
1- Halk kitlelerine hainlerin yönetiminin ne kadar
kof ve çürük olduğunu gösterecektir.
2- Her an patlamaya hazır bir volkan gibi kıvılcım
bekleyen halk kitlelerine vurduğu yerden ses çıkartabilecek,
zalimleri cezalandıracak, kendi devrimci diktatoryasını
kurabilecek nitelikleri taşıyan bir teşkilatın
varolduğunu gösterecektir.
3- Partimizi, çeşitli tecrübelerden geçirerek
halkın savaşçı örgütü olma yolunda sağlamlaştıracaktır.
Savaş örgütü, savaş meydanlarından çıkar.
Kısacası, içinde bulunduğumuz bu aşama başta işçi
sınıfımız olmak üzere bütün halk kitlelerinde
varolan memnuniyetsizlik ve baş kaldırma duygularını
güçlendirme, onları silahlı mücadeleye ajite etme
ve partimizin teşkilat yapısını sağlamlaştırma
aşamasıdır.
Savaşın ikinci aşaması, gerilla savaşının yurt
çapında yayılması, şehir gerillası yanında kır
gerillasının başlatılması aşamasıdır.
Üçüncü ve dördüncü aşamalar gerilla kuvvetlerinin
düzenli orduya dönüşme aşamalarıdır.
Bu evrelerin süreleri hakkında şimdiden bir şey
söylemek imkansızdır. Bütün bunları şimdiden kestiremeyiz.
Şu andaki görevimiz, bu yolda sistemli ve yılmadan
savaşmaktır.” (M. Çayan)
Gerillanın büyük bir ordulaşmaya dönüşmesine paralel
olarak düzenli ordu savaşıyla gerilla savaşımının
birleşimi, düzenli savaş, büyük şehir ayaklanmaları
vb.’nin iç içe geçtiği, şehirde, kırda bütün cephelerde
topyekün bir taarruzun gerçekleşeceği beşinci
ve nihai aşamaya varılacaktır.
Devrimci savaşın bu mekansal taktik gelişme rotası
esas olarak bugün de yukarıda ortaya koyduğumuz
uzun süreli halk savaşı çizgisi temelinde geçerlidir.
Kentlerin silahlı propaganda faaliyeti için sağladığı
büyük olanaklarla, işçi sınıfı ve emekçi halkın
kentlerin çeperlerinde birikmiş devrimci potansiyelini
birleştirmek; devrimci gerillanın atması gereken
başlangıç adımları bunlardır. Bu yoldan tüm ülkeye,
hatta dünyaya çok güçlü biçimde seslenmek, düşmanın
sinir merkezlerini işlemez hale getirmek, ilk
savaş birikimlerini yaratmak ve buradan ülkenin
bütün kentlerine ve kırlara yayılmak... Devrimci
sosyalist partinin konsantrasyonunu, güç ve olanaklarını
yoğunlaştıracağı pratik çizgi budur.
Not: Yazı dizimiz, esas itibarıyla
bu bölümle sona ermektedir; ancak gelecek sayılarda
strateji sorunuyla doğrudan ilgili bazı konuları
(ikili iktidar, politik-askeri önderlik ve kadro,
vb.) işlemeyi sürdüreceğiz. Ayrıca yazı dizimiz,
bir bütün olarak gözden geçirilerek broşür haline
de dönüştürülecektir.
Dipnotlar
(1) Hiç kuşkusuz, buna tarihsel birikimimizi
tekrarlayarak kolayca uzun süreli halk savaşı,
PASS çizgisinde yürüyerek diyebilir ve bugüne
değin yazılan çizilenleri sıralayabiliriz. Tarihsel
birikimimizin ortaya koyduğu çerçeve konusunda
özel bir kuşku duymuyoruz. Ancak böyle bir yanıtla
yetinmek, on yılların ülke ve enternasyonal pratiği
ve sınamasını göz ardı etmek, nesnel koşullardaki
devinimi, değişimleri hesaba katmamak ve dolayısıyla
kendini zaman ve mekan dışı olarak algılayan dogmatikler
konumuna düşmek anlamına gelir. Daha da ötesi,
böylesi bir tutum, Türkiye devrimci hareketinin
gelişmesinde sadece pratiğiyle değil, yaratıcı,
devrimci yenilenmeci söylemiyle de çığır açıcı
bir rol oynamış olan tarihsel birikimimize de
ihanet demektir. (Tabii, bu tutum aynı zamanda
tüm dünya devrimci birikimini az-çok irdeleyen
bu çalışmayı da kendiliğinden gereksiz konuma
düşürür.)
(2) Sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde milli krizin
biçimlenişini bu çalışmanın bir önceki bölümünde
genel hatlarıyla koyduğumuz için burada sadece
Türkiye özgülünde bunun biçimlenişini genel çizgileriyle
ifade etmekle yetineceğiz.
(3) Ayrıca silahlı mücadeleyi, gerillayı, içinde
bulunulan anda, ya da bir bütün olarak başat mücadele
biçimi olarak görmeyen politik hareketler de tali
bir unsur olarak belli durumlarda silahlı mücadele
yöntemlerine başvurabilirler. Emperyalist-kapitalist
ülkelerdeki devrimci partiler genel halk ayaklanması
gerçekleştirileceği aşamaya değin olan evrim döneminde,
kimi durumlarda tali bir unsur olarak silahlı
eylemlere başvurabilir. Ülkemizde de evrim-devrim
aşamalarını ayrı olduğunu savunan kimi devrimci
hareketler tali bir unsur olarak zaman zaman silahlı
eylemler gerçekleştirebilmektedirler.
|