Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

61-1. Sayı - Kasım 2009

Mahirlerin izinde yürüyen devrimci sosyalizmin bugün ve gelecek ufkundaki duruşunu ve yürüyüşünü biçimlendiren umut ve devrimci eylemin/savaşın hareketi olmasıdır.
Evet, alaca karanlık dünyanın kanla, acıyla, umutla yoğrulan topraklarındayız, Ortadoğu’dayız, Türkiye’deyiz, Kürdistan’dayız...
Alaca karanlığa şafağın ışığını taşıma iddiasıyla yürüyoruz, ışığın yolunu arıyoruz, ışığa yol açıyoruz, umut diyoruz, devrim diyoruz, devrim için stratejik çizginin kılavuzluğu diyoruz... Bunların yüzyıllık sınıf savaşları tarihindeki anlamını aradık yazdıklarımızda...
Başlangıç noktamız devrim ve devrimin stratejik çizgisine ilişkin ana kavramsal çerçeveydi. Bir adım daha giderek teorik-politik çerçevenin günümüzde kazandığı anlamı ortaya koymaya ve bu bağlam içinde günümüzdeki mücadele deneyimlerinin gösterdiklerine, derslerine baktık. Uzadı, ancak iskelet ve gövde yerine yerleşti. Ve elbette abartma olmasın, bir makaleler dizisinin sınırlı ölçekleri içinde oldu bu yerleşme.
Şimdi, her yanı zulmün, yoksulluğun, parçalanmışlığın kuraklığıyla çatlamış, insanca yaşama ve özgürlüğe susamış coğrafyamıza, bugün ve gelecek için özgürlüğün, adaletin, insanca yaşamın suyunu taşıyacak devrim ve devrimci eylemin stratejik çizgisini billurlaştırmak işine girişme zamanı...


BİRLEŞİK BÜTÜNSEL
DEVRİMCİ SAVAŞ

I- Devrim Hedefinin Hayatla
Buluştuğu Yer: Devrimci Pratik ve
Devrimin Stratejik Planı

Hayatı değiştirmeye ilişkin her şey gibi; devrim süreci de birbirine sımsıkı bağlı olan iki zemin üzerinden yürür; hedef ve hedefe uygun pratik...
Devrim sürecinin ilk sacayağı neyi yıkacağımızı, sınıfsız toplumun kuruculuğuna nasıl girişeceğimizi, yeni uygarlığı kurmak için nereden başlayıp hangi adımlarla hangi doğrultuda ilerleyeceğimizi somutlayan stratejik hedeftir. Stratejik hedef belirlenirken bir yandan sınıfsız sömürüsüz dünya hedefi, diğer yanda ülkenin nesnel çelişkileri, sınıf ilişkileri ve bunlardan hareketle, sınıfsız sömürüsüz dünya hedefine ulaşmak için ilk zirve, ilk bütünlüklü başlangıç noktası nedir, iktidarı almak için hangi sınıfları tasfiye edeceğiz ve komünizme yürüyüşümüze ülke çapında hangi bütünlüklü adımlarla başlayacağız soruları vardır. Bu sorunun yanıtı bize o tarihsel dönemde devrim sürecinin stratejik hedefini verir.
Belirli bir tarihsel süreçte ülkedeki temel çelişki ve bundan kaynaklanan diğer başlıca çelişkilerin sınıfsız özgür bir dünya perspektifiyle çözüm platformunu koymak; yani o tarihsel süreçteki ve verili çelişkiler zeminindeki devrim sürecinin hedeflerini somutlaştırmak, yıkılanın yerine ilk adımda neyi koyacağımızı ve bunun komünizm hedefine doğru nasıl ilerleyeceğini bütünlüklü biçimde saptamak devrimin stratejik hedefini belirlemek anlamına gelir. Burjuva demokratik devrim, anti-emperyalist anti-feodal demokratik devrim, demokratik halk devrimi, anti-emperyalist anti-oligarşik devrim, ulusal kurtuluş devrimleri ve sosyalist devrim, değişik tarihsel süreçlerde farklı koşullar altında sömürge, yarı ve yeni-sömürge ülkeler ve emperyalist anayurtlarda devrim sürecinin ilk zirvesini, iktidarın alınmasından sonra komünizme yürüyüşün ilk başlangıç noktasını tarif eden kavramlardır. Devrimin stratejik hedefi en billurlaşmış ifadesini devrimci öncünün parti/örgüt programında bulur.
Sınıfsız, sömürüsüz bir ülke ve dünya hedefini koyan devrim süreci, bir hedef olarak konulduğu andan itibaren esas olarak bir pratik sorunudur. Devrim hedefinin hayatla buluştuğu yer devrimci pratiktir. Devrimci pratikle buluştuğu anda gerçek anlamını kazanır devrim hedefi. Ve bu pratik amaca uygun olmak zorundadır. Devrimci pratikten söz ediyorsak eğer, amacı ileriye, yani hayata taşıyacak, dahası onu hayata egemen kılacak bir pratik olmak zorundadır. Pratiğin devrimci olması da ancak böyle mümkün olur. Devrim amacının pratikleşmesi, pratiğin de bir bütün olarak amaca uygun olması ve her ikisinin sımsıkı, iç içe gelişmesi; devrim serüveni tam da budur.
Devrimci pratik, hayata devrimin stratejik hedefi doğrultusunda bütünlüklü iradi müdahaledir, onun akışını bütün boyutlarıyla değiştirme iradesi ve tutumudur. Devrimci pratik, devrimci savaşım/mücadele yada devrimci eylem dediğimizde, bunun yolları ve araçları dediğimizde bu bütünlüğü; hayatın her alanında sisteme dair her ne varsa yıkmak ve yerine yeni uygarlığı kurmak için yapılanları/yapılacakları, ortaya konan tüm emeği ve bunların sistematik bütünlüğünü ifade ediyoruz. O, ne bir protesto ve öfke pratiğidir, ne yeniyi daha ilk andan itibaren kurma amacı taşımayan salt bir yıkma hareketidir, ne de yıkmadan kurmayı hedefleyen bir pratiktir. Dahası, devrimci pratik rasgele gelişen ya da ana gelişim yönü/doğrultusu, araç ve yöntemleri sürecin akışı içinde kendiliğinden ortaya çıkan genel bir mücadele, pratiğin akışı içinde biçimlenen bir sistemi yıkma, yeniyi kurma, bunun için çalışma ve örgütlenme çalışması da değildir.
Devrimci pratik bir yandan devrimin stratejik hedefine bağlanmış bir yıkma ve kurma mücadelesidir, bir yandan da bu pratik baştan itibaren amacı gerçekleştirmeye yetenekli, birbiriyle uyumlu, sistematik olarak birbirini tamamlayan, bütünlüklü olarak gelişen bir pratik olmak zorundadır. Devrimci pratikten söz ediyorsak eğer, “kervan yolda düzülmez”, pratiğin yolu onun akışı içinde belirlenmez.
Devrimci savaşın sistematik bütünlüğünü kurmak için her coğrafyada ülke ve dünyadaki bütün temel nesnel zeminlerin analizine bağlı olarak yıkma ve kurma hedefini gerçekleştirecek mücadele araçlarının, biçimlerinin, emekçi sınıfları bu mücadele etrafında birleştirecek ittifak ilişkilerinin vb… temel boyutlarını içeren bir çerçevenin ana unsurlarıyla bütünlük içinde belirlenmesi zorunludur. Bu bütünlüklü çerçeve tüm devrim süreci boyunca izlenecek pratik yol haritasını verir bize ve devrimci literatürdeki adı; devrimin stratejik çizgisidir.
Devrim süreci daha baştan itibaren, bu iki temel bileşen; yani stratejik hedef ve stratejik mücadele çizgisinden oluşan stratejik plan üzerinden yürür.
Devrimin öznesi olan devrimci sosyalist parti, kadrolar, sempatizanlar ve sınıf mücadele içindeki yönünü daha ilk andan itibaren belli olması gereken stratejik planla tayin eder ve devrimci pratiğe de stratejik planın bir parçası olan stratejik mücadele çizgisinin kılavuzluğunda girişirler.

II- Sömürge ve Yeni-sömürgelerde
Genel ve Tipik Olan Stratejik Çizgi...

Devrimci teori devrimci pratiğin ürünüdür. Devrimci pratiğin güncel olarak önünü açacak teorik üretimden söz ediyorsak eğer, devrimci pratiğin tarihsel birikimleri ile an’daki koşulların analizinin ve geleceğe dönük öngörülerin bireşimi üzerinden an’a ve geleceğe dönük olarak devrimci pratiğe yön verecek teorik analizler, öngörüler geliştirilmesi zorunludur. Devrimci teorinin anlamı budur. Devrimci pratiği zaman ve mekan dışı bir olgu olarak ele alan ve her durumda ve zamanda geçerli mücadele biçimleri, araçları ve devrimin stratejik çizgisinin var olduğunu düşünmek tümüyle metafizik, dogmatik bir düşünme biçimidir. Ne yazık ki, dünya devrimci hareketinin küçümsenemeyecek bir bölümü bu sığlıkla yüz yıla yakın bir süredir sakatlanmış durumdadır. Ekim devrimi örneğinden bakarak genel halk ayaklanmasını devrimin stratejik çizgisi olarak adeta bir kural düzeyinde dünya ölçeğinde geçerli kabul eden siyasetlerden, Çin’deki uzun süreli halk savaşı örneğini tüm sömürge ve yeni-sömürgeler için istisnasız bir kural olarak kabul edenlere değin geniş bir yelpaze söz konusudur. Ve yine ne yazık ki, dünyadaki devrim pratiklerinin farklı bir yön izlemesi de bu anlayışlar için herhangi bir anlam taşımaz. Taşlaşmış teorilerine uygun değilse eğer, farklı yollardan bir halkın ayağa kalkıp devrimi geliştirmesi, iktidarı alması onlar için özel bir anlam taşımaz. Eğer kendilerinin benimsediği yoldan gelişmemişse mutlaka bir sakatlık vardır.
Devrimci sosyalizm daha 1970 başlarında ortaya çıktığı ilk andan itibaren bu dogmatik çizgilerle arasına mesafe koyarak gelişmiştir. O, hayatın gelişme diyalektiğine bakmış, sonuçlar çıkarmış ve devrimci teorinin yaşayan, dinamik yanını temsil etmiştir. Devrimci sosyalizmin bu noktadaki en temel teorik başarısı ve katkısı emperyalist-kapitalist sistemin gelişme seyrinin düz bir hat üzerinden yürümediğini, onun genel bunalımının değişik dönemlerden geçerek geliştiğini/yeniden biçimlendiğini tespit etmesi olmuştur. Bu, beraberinde genel bunalımın her bir döneminde ML’in kendini yeniden ürettiği, sınıf mücadeleleri pratiğinin kendini yenilediği, dahası yenilemesi gerektiği kavrayışını da beraberinde getirmiştir. Emperyalizmin bunalım dönemleri tespiti ve bu tespitin sağlam temeller üzerine oturtulması, emperyalizmin tarihsel gelişme seyrinin ve bunun sınıf mücadeleleriyle bağının, devrimci mücadelenin biçimlenişi üzerindeki etkilerinin, ML tarih kavrayışıyla anlaşılmasının en ileri düzeyini oluşturur.
Bu bağlamda, devrimci sosyalizm için zaman ve mekan dışı bir mücadele ve devrim kavrayışı da asla olmamıştır. Her ülkede, her koşulda genel halk ayaklanması ya da Çin veya onun versiyonu bir uzun süreli halk savaşı geçerlidir türünden ön kabulleri asla söz konusu değildir. Böyle olsaydı, zaten bu çalışmaya da gerek olmazdı, dünyaya gözlerimizi kapatarak Sovyet ya da Çin devriminin pratiğine, teorik birikimlerine bakarak kolayca yola devam edebilirdik. Orijinallik adına ille de ayrıksı şeyler üretme ya da bulma çabası da devrimci sosyalizme yabancıdır. Ülke ve dünya gerçekliğinin içinde bulunulan dönemdeki genel manzarası, devrimci pratiğin güncel ve tarihsel deneyimleri ve bütün bunların bireşiminden hareketle, dünya ve ülke ölçeğinde genel ve tipik olanı tespit etmek, yeni öğelerin yarattığı, yaratacağı mücadele dinamiklerinden hareketle devrimin stratejik çizgisini biçimlendirmek; 1970’den bu yana izlediğimiz ve bundan sonrada izleyeceğimiz yol budur ve bu olacaktır. Bu noktada, sömürge, yarı ve yeni-sömürge ülkelerde devrimci savaşımları, halk hareketlerini, işgal karşıtı mücadeleleri, genel ve tipik olan mücadele stratejilerinin nasıl ortaya çıktığı bağlamında bugüne ışık tutacak biçimde yeniden ele almak gerekiyor.

a) Devrimin Stratejik Çizgisinde
Genel ve Tipik Olanın Tarihsel
Gelişim Seyri...

İki soruyla başlamak gerekiyor... Tarihsel seyir içinde baktığımızda, devrimci pratikler, öncü çıkışlar ve devrimler hangi stratejik çizgiler üzerinde gelişmiş, belirli bir dönemde tüm ülkeler için (ya da en azından ezici bir çoğunluğu için) temel eksen olmuş bir devrimin stratejik çizgisinden söz edebilir miyiz? Yeni bir tarihsel dönemin başladığı 1990’lardan itibaren gelişen sınıf mücadeleleri, devrimci çıkışlardan ve nesnel dinamiklerden hareketle baktığımızda günümüzde genel ve tipik bir devrimin stratejik çizgisinden söz edebilir miyiz?
Devrimin stratejik çizgisi bağlamında, emperyalist-kapitalist dünya egemenliği hiyerarşisi/piramidinde sıralanmış çeşitli ülke kategorilerinin her biri içinde yer alan ülkelerdeki devrimci pratiklere baktığımızda, önemli bir bölümü için genel ve tipik olan bir stratejik çizginin bulunduğunu görüyoruz. Tarihsel deneyim benzer toplumsal koşullara ve gelişme seyrine sahip olan ülkelerde devrimin stratejik çizgisinin de benzer olduğunu, devrimci çıkışların ve devrimlerin de benzer yollardan gerçekleştiğini gösteriyor.
Emperyalist-kapitalist ülkelerde, gerek serbest rekabetçi dönemde, gerekse emperyalist aşamada, genel ve tipik olan devrimin stratejik çizgisi genel halk ayaklanmasıdır. Çeşitli dönemlerde ayrıksı durumlar (II. Dünya savaşı döneminde İtalya ve Fransa’da Alman işgaline karşı savaşın eksenine kır gerillasının oturması gibi...) ortaya çıksa da, bütün büyük devrimci çıkışlar ve devrimler esas olarak genel halk ayaklanması stratejisine uygun gelişmiştir.
Sömürge ve yarı/yeni-sömürge ülkelerde de 20. yüzyılın başından 1990’a değin gelen mücadele deneyimi, devrimci çıkışların ve devrimlerin ve işgal karşıtı hareketlerin esas olarak uzun süreli halk savaşı stratejisi ekseninde geliştiğini gösteriyor. Bu ülkelerde de kimi ayrıksı durumlar (1979 İran devrimi, vb.) dışında genel ve tipik olan devrim stratejisi çizgisi uzun süreli halk savaşı olmuş, tüm büyük devrimci girişimler ve devrimler esas olarak bu yolu izleyerek gelişti.

1990’lardan Günümüze...
1990, emperyalizmin genel bunalımının ve sosyalist hareketin gelişim seyrinin yeni bir miladıdır. Bu dönem, Marksist-Leninist hareketin tarihinde ilk kez bir yenilgiyle, reel sosyalist ülkelerin çöküşüyle başlamıştır. 150 yıllık sosyalist emeğin pratik sonuçlarının önemli bir bölümü yok olmuştur. Dünyadaki güç ilişkileri tümüyle değişmiştir. Devrimci sosyalist hareketin devrimci çıkışlar ve devrimler yapma koşulları pek çok açıdan zorlaşmıştır. Özellikle güncel olarak devrime en yakın olan ülkeler olan sömürge ve yeni-sömürgelerde devrimin stratejik çizgisi bağlamında o güne değin varolan teorik ve pratik birikimleri konusunda kafa karışıklığı ve belirsizlik artmıştır. Kimi nesnel olgulara (barışçıl deneyimlerin kazandığı başarılara ve bunların geleceğine ilişkin yanlış saptamalar, küçük ülkelerin direnme kapasitesi, şehir mücadelelerin durumu, emperyalizmin gücü vb.) dayandırılan, çoğunluğu ise devrimci sosyalizmin zayıflığına ve bu zayıflıkları aşabileceğine ilişkin bilinç ve inanç yitiminden beslenen sorun alanları bulunmaktadır. 1990’lara değin devrimin stratejik çizgisinin sömürge ve yeni-sömürgelerde genel ve tipik biçiminin ne olduğuna ilişkin açık yanıtlar söz konusu iken, günümüzde yukarıda bir kısmını ifade ettiğimiz sorun alanları nedeniyle ciddi kafa karışıklıkları sol saflarda yaygınlaşmıştır.
Nesnel koşulları değerlendirdiğimizde dünya çapındaki mevcut güç ilişkileri içinde dünya emperyalist-kapitalist egemenlik zincirinin kırılacağı zayıf halkaların sömürge ve yeni-sömürge ülkeler olduğunu tespit ettik. Bu ülkeler içinde de öncü devrimci çıkışların nesnel zemininin ise esas olarak kapitalizmin geniş ölçekli olarak egemen hale geldiği, jeostratejik bir derinliğe, büyüklüğe sahip, büyük bir nüfusu olan, bulundukları bölgelerde derin sarsıntılar yaratabilecek, bölgesel devrimler için kalkış noktası olabilecek ilişkilere ve jeostratejik konuma sahip olan ülkeler olduğunu ifade ettik. Bu noktada şu soruyla devam etmeliyiz; bu ülkelerde devrimin stratejik çizgisi nedir? Ya da daha doğru bir ifadeyle bugün genel ve tipik diyebileceğimiz bir stratejik çizginin varlığından söz edebilir miyiz?
1990’lardan 2000’lere değin geçen karanlık dönemde pek çok ülkede devrimci savaşımların ya düşmanın askeri zoru sonucu, ya da devrimin oluşan yeni dünya koşullarda yaşama şansı olmadığı vb. fikirlerden hareketle tasfiyesi söz konusu olurken, bir yandan da yeni mücadele cephelerinin filizlendiğini gördük. (Bu çalışmanın daha önceki bölümünde 1990 sonrası dünya pratiğine genel bir özetlemeyi yaptığımız için burada sadece mücadelenin stratejik çizgisi bağlamında kısaca değineceğiz.) Zapatistaların (EZLN) 1994’de Meksika’da kır gerillası temelindeki çıkışı, Nepal’de 1997’de NKP-M’nin kır gerillası temelli çıkışı, Peru’da Tupac Amaru devrimci hareketinin 1996’da Japon elçiliği baskınıyla gerçekleştirdiği çıkış bunun ilk örneklerini oluşturdu. Tupac Amaru hareketi bastırılıp, EZLN ortaya çıktığı Chipas bölgesinin sınırlarını aşamaz ve giderek reform talepleri eksenine sıkışırken, NKP-M gerilla savaşını tüm ülkeye yaydı.
2000’lerden itibaren ise hem kitle hareketinde, hem de devrimci savaşımlarda ciddi bir toparlanma ve dönemin devrimci savaşımına ilişkin önemli örnekler boy vermeye başladı. Neo-liberalizm karşıtı uluslararası hareket dünya ölçeğinde sol kitle muhalefetinin yeniden toparlanıp, ilerlemeye başladığını gösterdi. Bunları birkaç grup halinde ele alabiliriz.
2000’li yıllarda çeşitli yeni-sömürge ülkelerde kent temelli büyük kitle hareketlerinin, ayaklanmaların ve direnişlerin merkezi rol üstlendiği mücadele süreçleri yaşandı. Venezuella’da Chavez, Arjantin’de 2000’lerin başındaki kitle hareketi ve kent isyanları, Ekvador’daki büyük kitle mücadeleleri ve köylü ayaklanmaları, Bolivya’da maden işçilerinin ve köylülerin direniş ve ayaklanmalarına önderlik yapan Morales’in seçim zaferi, Brezilya’da topraksız köylü hareketi (MST), Güney Kore’de militan işçi ve öğrenci hareketinin irili ufaklı süreklileşmiş kitlesel militan hareketi, 2000’lerde bu büyük kitle hareketlerinin, direniş ve ayaklanmaların en ileri örneklerini oluşturdular.
2000’lerde kent mücadelesi sadece militan kitle mücadeleleri ve irili ufaklı ayaklanmalar ve halkçı hareketlerin seçim başarıları biçiminde gelişmiyor. Filistin’de, Lübnan ve Irak’ta işgal karşıtı mücadele kentlerdeki intifadalar ve şehir gerilla eylemlerinin bileşimine dayanan uzun süreli bir kent savaşı stratejisi üzerinden gelişiyor. ABD karşıtı bir hareket görünümü çizen İslamcı El-Kaide, Suudi Arabistan, Endenozya, vb. gibi ülkelerde esas olarak uzun süreli şehir gerillacılığına dayanan bir pratik geliştiriyor. Avrupa’da uzun süreli şehir gerillacılığı temelinde faaliyet yürüten ETA ve Korsika’da çeşitli gerilla hareketleri varlıkların sürdürmeyi başardılar. Dikkat edilirse, kent gerillacılığı temelinde uzun süreli bir halk savaşı olarak gelişen mücadelelerin hemen hemen tümünün tipik özellikleri işgal altında olmaları, ulusal kurtuluş hedefiyle mücadele etmeleri ve nüfuslarının ezici bir çoğunluğunun kentlerde yaşamasıdır.
1990’lardan 2000’lere akan süreçte, kır eksenli uzun süreli gerilla savaşı stratejisini esas alan hareketler de ciddi toparlanmalar gösterdiler. Yukarıda belirttiğimiz gibi EZLN ve Nepal KP-M bağlamında yeni kır gerilla hareketleri (Nijerya’da ortaya çıkan ancak nitelikleri konusunda fazlaca bilgi bulunmayan kır gerilla hareketlerini de ayrıca saymak gerekiyor) oluşurken, bir yandan da kökleri on yıllara dayanan Kolombiya’da FARC-EP ve ELN, Filipinlerde FKP, Hindistan’da HKP-M yeniden toparlanarak güçlü gerilla hareketlerine dönüştüler. Afganistan’da Taliban anti-işgal hareketi olarak kırlarda ciddi bir gelişme sağladı ve bugün kentlerde de oldukça etkili eylemler yürütebilir hale geldi. Dahası, Pakistan Talibanı da kurtarılmış ya da yarı-kurtarılmış bölgeler oluşturacak düzeyde bir kır gerillası hareketi oluşturmayı başardı. Kentlerde etkili eylemler yapabilecek konuma geldi. Yemen’de, Somali’de yine ABD karşıtı İslamcı hareketler uzun süreli savaş stratejisi temelinde kır gerillacılığını geliştirip ülkelerinin kırlarında tutundular. İran’da Beluci ulusunun kurtuluşu için mücadele iddiasında olan Cundullah hareketi, Hindistan’da çok sayıda irili ufaklı ulusal hareket uzun süreli savaş ekseninde kır gerillacılığı temelinde faaliyetler geliştirdiler ve bulundukları ülkede tutundular. Yine küçük Asya ülkesi Bhutan’da Maocu parti küçük ölçekli bir gerilla savaşının startını vermiş durumda. PKK 2000’lerin ortalarından itibaren toparlanarak yeniden kır gerillacılığı temelinde önemli bir gerilla ve kitle hareketi yaratmayı başardı.
Bütün bu mücadeleler bugün ve gelecek açısından dünyanın dört bir yanında emperyalist-kapitalist sistemin 1990 başlarında yarattığı karanlık dönemin artık sonuna gelindiğini ve büyük bir mücadele birikiminin yeniden oluştuğunu apaçık gösteriyor. Öte yandan, bu mücadeleler içinde henüz zafere ulaşmış bir hareket bulunmuyor. Dönemin sorunlarına bütünlüklü ve devrimci yenilenmeci yaklaşımlarla teorik ve pratik yanıtlar oluşturmuş, öncü devrimci çıkışı ifade eden bir ülke pratiği henüz söz konusu değil. Bununla bağlantılı olarak, tüm sömürge ve yeni-sömürgeler açısından örnek oluşturabilecek bir stratejik çizgiyi güçlü biçimde pratiğinde ve pratiğinin teorik ifadesinde ortaya koyabilmiş bir hareket de bulunmuyor.
Günümüzde sömürge ve yeni-sömürgeler arasındaki farklılıklar 1960-’70’lere nazaran çok daha fazla büyümüştür. Neredeyse kırın tümüyle tasfiye olduğu, çarpık yeni-sömürge kapitalizminin toplumun kılcal damarlarına değin nüfuz ettiği Arjantin, Şili, Uruguay, Singapur, G. Kore gibi ülkeler bir yandadır. Ve bu ülkelerde özellikle kentlerde sık sık isyanlar ve büyük direnişler patlak vermektedir. Hindistan gibi, Pakistan ve Endonezya gibi ülkeler çarpık yeni-sömürge kapitalizminin kesin biçimde egemenliği altında yaşıyorlar. Ancak bu ülkelerde hala küçümsenemeyecek düzeyde feodal kalıntılar ve ilişkiler söz konusudur. Nüfusun ağırlık merkezi kırlarda yaşıyor.
Dolayısıyla bugün sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde bir yandan militan kent mücadelelerine yaslanan ayaklanmalar, bir yandan kır temelli uzun halk savaşları, bir yandan da militan kitle mücadeleleriyle iç içe geçmiş kent temelli uzun süreli halk savaşı pratiklerini yan yana görebiliyoruz. Sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde gelişen mücadelelerin izledikleri stratejilerde 1960’ların sonlarında uç veren, 70’lerde belirginleşen bu çatallanma, 1990’lardan itibaren bütün hatlarıyla somutlaşmıştır.
Toparlayacak olursak, bu tablonun gösterdiği şey şudur;
Birincisi, militan kitle mücadeleleri ve seçimler yoluyla hükümet olan hareketler esas olarak devrim için genel ve tipik olan yolu ifade etmiyorlar. Bu hareketlerden bazıları (Chavez gibi) süreci bir devrim süreci olarak tanımlamaya başlamış olsalar bile esas olarak bir devrim süreci niteliği kazanmış değillerdir. Sürecin bir devrim sürecine gerçekten evrilmesi durumunda seçim stratejilerinin geride kalacağı ve mücadelenin kesin biçimde şiddet temeline kayacağı açıktır. Bu aşamada devrimci şiddetin hangi yolu izleyeceği ise belirgin değildir.
İkincisi, Arjantin, G. Kore vb. ülkelerde gelişen kent temelli militan kitle mücadeleleri ve irili ufaklı ayaklanmalara dayanan mücadelelerin başat olduğu ülkeler söz konusudur. Bu ülkelerde nüfusun neredeyse tümüne yakını (Arjantin nüfusunun yüzde ellisinin başkent Buenos Aires ve civarında yaşadığı adeta bir kent devlet durumundadır, Güney Kore’de ise nüfusun yüzde 85’i kentlerde yaşamaktadır) kentlerde yaşamakta, ülkedeki tarımda neredeyse tümüyle büyük kapitalist tarım işletmeleri yoluyla yapılmaktadır. Dolayısıyla, bu ülkelerde sürecin tümüyle kent mücadeleleri ekseninde yürümesi doğaldır. Dahası bu ülkelerde bugün emekçi mücadeleleri güçlü bir devrimci örgüt/parti üzerinden yürümemektedir. Ayaklanmalar ve kitle mücadeleleri çoğunlukla emekçilerin mücadeleleri içinde ortaya çıkan yarı politik yarı ekonomik nitelikli örgütlenmeler tarafından örgütlenmektedir. Kırların devrimci mücadeledeki rolü, kentlerde gerilla mücadelesinin koşullarının var olup olmadığı vb. konularında, devrimin stratejisi konusunda bu ülkelerdeki devrimci hareketlerin yaklaşımı konusunda somut bir bilgi de söz konusu değildir. Dolayısıyla hem bu ülkelerin nesnel koşulları hem de bu ülkelerdeki mücadelenin gelişim seyri, sömürge ve yeni-sömürge ülkeler açısından genel ve tipik olanı temsil etmekten uzaktır.
Üçüncüsü, Filistin, Irak, Bask ve Korsika gibi ülkelerin nüfusunun çoğunluğu kentlerde yaşamaktadır. Ancak sömürgecilik ve işgal karşıtı mücadeleler Arjantin ve G. Kore’deki sınıf hareketlerinden farklı olarak kentlerde militan kitle mücadeleleri ve şehir gerillacılığı temelinde uzun süreli halk savaşı olarak gelişiyor. Bu ülkeler hem nüfus yapıları, hem de coğrafi yapı olarak kır eksenli bir silahlı savaşım yürütecek nesnel koşullara, jeostratejik derinliğe (geniş topraklar, savaşan güçlerin içinde barınabileceği büyük dağlar, ormanlar vb..) sahip değiller. Bu ülkelerdeki mücadeleler nüfusunun büyük bir bölümü kentlerde toplaşmış ve coğrafi olarak kırları gerilla savaşı açısından günümüzde uygun olmamasına karşın uzun süreli savaşın kentlerde yürütebileceğini (Arjantin ve G. Kore’den farklı olarak) gösteren ülkeler. Ama yine de bu ülkeler sömürge ve yeni-sömürge ülkelerin büyük çoğunluğu açısından devrimin stratejik çizgisi bakımından genel ve tipik olan yolu göstermekten uzaktırlar. İzlenen mücadele stratejisi esas olarak bu ülkelerin, sömürge ve yeni-sömürge ülkelerin büyük çoğunluğundan farklı olan özgün nesnel koşullarıyla doğrudan bağlantılıdır.
Dördüncüsü, yaşadığımız tarihsel dönemde başta bulundukları bölgeler olmak üzere, dünya ölçeğinde devrimci mücadelede buz kıran rolü oynayacak öncü devrimci çıkışı gerçekleştirme dinamiklerine sahip olanlar dahil olmak üzere, sömürge ve yeni-sömürgelerde ülkelerin çoğunluğunda halen var olan devrimci ve sol mücadeleler (Kolombiya, Meksika, Hindistan, Filipinler, K. Kürdistan), anti-sömürgeci ve anti-işgal (Afganistan, Pakistan, Endonezya vb..) mücadeleler ağırlıklı olarak kır temelli uzun süreli savaş stratejisi ekseninde gelişiyor. Bu mücadeleler diğer pek çok zaaflarının yanı sıra, izledikleri mücadele stratejisi bağlamında da sömürge ve yeni-sömürge dünyasının geri kalanı açısından genel ve tipik olanı (ne yönü sosyalizme dönük bir devrim, ne de anti-sömürge, anti-işgal savaşımlar bağlamında) temsil etmiyorlar. (Bunlar kır temelini korumanın yanı sıra kentlerde de savaşı var etme ve geliştirme çabalarının sonuçları durumu değiştirebilir, ancak henüz bu yönde başarılı bir deneyim söz konusu değildir.)
Tam da bu noktada, her şeyden önce şunu ifade etmek gerekiyor; bu mücadelelerin tümü dünya emperyalist-kapitalist sistemini ciddi biçimde zayıflatıp güçten düşürüyorlar. Bu bağlamda tümü birden değerli ve önemlidir. Devrimci ve sol çizgide yürüyen Kolombiya, Hindistan, Filipinler, Filistin, K. Kürdistan’daki mücadeleler ise devrim ve devrimci savaş umudunu diri tutan mücadeleler olarak çok daha özel bir öneme sahiptirler. (Filistin, Bhutan, Bask gibi küçük ülkelerde yürütülen mücadelelere ilişkin kısa bir not düşmek gerekiyor. Bu devrimlerin kaderi önemli ölçüde bölgelerindeki diğer büyük ülkelerde gelişecek devrimlere sıkı sıkıya bağlanmıştır. Ancak bu durum onların önemini azaltmaz. Bu mücadeleler bugün emperyalizmin topyekün saldırılarıyla karşı karşıya kaldıklarında devrimin ve mücadelelerin kazanımlarını koruyacak güce sahip görünmeseler bile dünya devriminin genel gelişme seyrine yaptıkları katkıyla, emperyalistlerin hareket yeteneğini zayıflatmalarıyla, bulundukları bölgede diri devrimci dinamikler olarak yarattıkları direniş zeminleriyle önemli katkı sunmaktadırlar.)
Bu mücadelelerin hiçbiri, bugün başta bulundukları bölgeler olmak üzere, dünya ölçeğinde devrimci mücadelede buz kıran rolü oynayacak öncü devrimci çıkışı gerçekleştirme dinamiklerine sahip olan ülkelerdekiler dahil, sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde devrimin stratejik çizgisinin genel ve tipik örnekleri olarak tanımlanamazlar. Kimi salt şehir eksenlidir, kimi salt kır eksenlidir ve dahası bütün mücadele biçimlerini bütünlüklü bir tarzda uygulama pratiğinden önemli ölçüde uzaktırlar. Dahası sosyalizm perspektifinden mücadelenin bütün boyut ve cephelerinden baktığımızda, 1990’larda başlayan yeni tarihsel dönemin devrimci hareketini yaratma duruşundan uzaktırlar.

b) Günümüzde Devrimin Stratejik
Çizgisinde Genel ve Tipik Mümkün mü,
Nasıl ve Bundan Ne Anlamalıyız?

Burada hemen şu soru sorulabilir; sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde son 60 yılda yaşanan çarpık kapitalistleşme sürecinin her ülkedeki farklı hızlarını (bu durum özellikle 1990 sonrası son yirmi yılda daha belirgin hale gelmiştir) ve farklı nesnel zeminleri ortaya çıkarmışken genel ve tipik bir devrimci stratejik çizgi mümkün müdür?
Hiç kuşkusuz, sömürge ve yeni-sömürgelerin nesnel zeminlerindeki çatallanma ve bunun mücadele stratejilerine yansımaları doğaldır. Filistin’deki kent temelli şehir gerillacılığına dayanan uzun süreli savaşı, ya da feodal savaş ağalarının egemenliğindeki Afganistan’da kır temelinde gelişen anti-işgal hareketi veya nüfuslarının neredeyse tümü kentlerde yaşayan Arjantin ve G. Kore’deki kent temelli militan halk hareketlerini ve ayaklanmaları bu mücadeleleri yürütenlerin öznel niyetleriyle açıklayamayız. Ancak zaten sömürge ve yeni-sömürgelerde genel ve tipik olan devrimin stratejik çizgisinden söz ederken, tüm sömürge ve yeni-sömürgelerde mutlak biçimde geçerli olan bir stratejik çizgiden söz etmiyoruz. Aslında hiçbir dönemde genel ve tipik olandan söz edilirken böyle bir mutlaklıktan söz edilmemiştir. Hele ki, 1990’lar sonrası yeni tarihsel dönemde, geçmiş dönemlere nazaran sömürge ve yeni-sömürgeler arasındaki toplumsal gelişme farklarının çok daha fazla büyüdüğü düşünüldüğünde böylesi bir mutlaklık tümüyle saçmalık olur.
Genel ve tipik olandan söz ederken, özellikle ve öncelikle öncü çıkış dinamiklerine sahip olan ve toplumsal koşullar itibariyle genel olarak benzer özellikler taşıyan ülkeleri ve pek çok açıdan bu ülkelerle benzeşen sömürge ve yeni-sömürgelerin büyük bir bölümünde ekseni oluşturacak devrimci stratejik çizgiden söz ediyoruz. Bu bağlamda genel ve tipik bir devrimin stratejik çizgisinden bugün de söz edilebilir. Dogmatizme düşüp mutlaklaştırmadan, devrimci savaşımların genel ve tipik olanın dışında da farklı yollardan gelişebileceğini kabul ederek, ayrıca genel ve tipik olan stratejik çizginin her ülkenin özgünlüğünde farklı biçimler kazanacağını mutlak olarak hesaba katarak, stratejinin biçimlenişinde geçmiştekine nazaran daha esnek ve daha geniş sınırlar çizerek genel ve tipik bir mücadele stratejisi çizmek mümkün ve gereklidir. Bu, öznel niyetlerle ilgili bir şey değildir. Bugünün mücadeleleri zaten bunun için önemli verileri sunmaktadır.
Sömürge ve yeni-sömürgelerdeki mücadelelerin büyük bir çoğunluğunun en tipik özelliği, ister şehir, ister kır temelli olsunlar, ya da gelinen noktada şehir ve kır mücadelelerini birleştirmiş olsunlar uzun süreli halk savaşları olarak gelişmeleridir. (Arjantin, G. Kore ve Latin Amerika’da seçimler yoluyla hükümet olan halkçı hareketler bu noktada farklı bir yol izliyorlar.) Uzun süreli halk savaşı stratejisine dayanan gerilla savaşı Filistin’den Kürdistan’a, Hindistan’dan Filipinler’e, oradan Kolombiya’ya değin büyük devrimci ve sol savaşımların ana stratejik çizgisi durumdadır. Daha çok İslamcı hareketler tarafından geliştirilen anti-işgal ve anti-Amerikancı mücadeleler de Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da, Suudi Arabistan’da ve kimi başkaca ülkelerde şehir eksenli, Pakistan ve Afganistan ile kimi Afrika ve Asya ülkelerinde kır eksenli olmalarına karşın yine uzun süreli savaş stratejisini esas alıyorlar. Bütün bu mücadeleler şehirde ya da kırda baştan itibaren gerilla savaşı temelinde gelişiyor. Öte yandan, bu çalışmanın önceki bölümlerinde biraz daha açarak ifade ettiğimiz gibi, bu mücadeleler önemli açmazlarla yüz yüzedir. (Kır eksenli mücadeleler şehirlerin duvarlarına çarpıp durmakta, kentlerde güçlü bir mücadele geliştirilemediği için nihai darbeleri vuracak düzeye ulaşamamaktadır. Kent mücadeleleri güçlü ayaklanmalarla birleşemediğinde savaşın uzaması genellikle 4-5 yıllık bir zaman diliminin ardından düşmanın mücadeleyi sınırlandırması için kent koşullarından yararlanmasını sağlamaktadır vb...)
Bugün henüz bu mücadelelerin açmazlarını aşacak ve bu ana çizginin (uzun süreli halk savaşı stratejisinin) bütün deneyimlerini birleştirip, öncü bir mücadele hattı yaratacak, sömürge ve yeni-sömürge ülkelerin büyük bir bölümüne stratejik çizgi bağlamında ışık tutacak yeni ve daha ileri bir stratejik çizgi teorik-politik ve pratik düzeyde henüz yaratılamamıştır. Bu ileri düzey esas olarak öncü devrimci çıkışlar için zemine sahip olan ülkelerde gelişebilir.

c) Genel ve Tipik Olanın
Yaratılmasında Türkiye Devrimi

Türkiye öncü devrimci çıkış için gerekli nesnel zeminlere sahip olduğu gibi, devrimin stratejik çizgisinin yeni ve ileri düzeyini üretmek için gerekli dinamiklere de sahiptir.
Türkiye şehir ve kır savaşımını birikimlerini birleştirecek nüfus dağılımına ve coğrafi derinliğe sahiptir. Türkiye nesnel dinamikleri itibariyle bir yanıyla Arjantin’dir, Güney Kore’dir, bir yanıyla Nepal ve Hindistan’dır, Kürdistan’dır, bir yanıyla da Irak ve Filistin’dir. Nepal’in, Filipinler’in mücadele deneyimlerinden yararlanabilir ve uygulayabilir, Filistin ve Irak’ın da, hatta Arjantin ve G. Kore’nin de mücadele deneyimlerini alıp uygulayabilir ve sentezleyebilir. Hepsini kendisinde cisimleştirebilir, bütün sömürge ve yeni-sömürge ülkelerin mücadeleleri kendisi için bu sentezde bir şey bulabilir.
1971 Atılımından bu yana Türkiye devrimci ve sol hareketi mücadele pratiği açısından çok yönlü önemli birikimler yaratmıştır. Teorik-politik düzeyde en özgün katkı P-C’den, Mahir Çayan yoldaştan gelmiştir. P-C uzun süreli halk savaşı stratejisini sömürge ve yeni-sömürgelerde gelişen çarpık kapitalizmin yarattığı büyük toplumsal değişimlerle bağlantılı olarak ele almış ve o dönemde daha ileri bir düzeyden formüle etmiştir. Kır gerillacılığıyla şehir gerillacılığının bağını kuran Birleşik Devrimci Savaş kavramıyla, gerilla savaşının örgütlenmesi ve siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bağını kuran Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi (PASS) açılımıyla çarpık kapitalizmin hızla geliştiği yeni-sömürgecilik koşullarında uzun süreli halk savaşı stratejisini yeni ve daha ileri bir düzeyde formüle etmiştir. P-C çizgisini esas alan hareketler ve diğer devrimci güçler şehir ve kır gerillacılığını, militan kitle mücadelelerini ve büyük şehir direnişlerini/isyanlarını değişik düzeylerde örgütlemiş, pratikleştirmişlerdir. Bu bağlamda, Türkiye devrimci ve sol hareketinin deneyimleri ve onunla adeta iç içe gelişmekte olan Kürdistan’daki ulusal kurtuluş mücadelesi yeni tarihsel dönemin öncü çıkışının pratikleşmesini sağlayacak yeni ve daha ileri bir devrimin stratejik çizgisi yaratmak için küçümsenemeyecek birikimlere sahiptir.
Bütün bu özellikleriyle Türkiye’de yaratacağımız öncü devrimci çıkış sadece ideolojik, politik sonuçlarıyla değil, devrimin stratejik çizgisi bağlamında da genel ve tipik olanın yaratılmasında büyük bir katkı yapacak, öncü bir devrimci çıkış olacaktır.

III- Devrimimizin Stratejik Çizgisi

A- Temel Kavramsal Çerçeve

Her türlü politik çalışmanın amacı, belirlenen ideolojik-siyasal hedefleri geniş halk kesimlerinin benimsemesini sağlamak, bunun için onları harekete geçirmek ve bu yoldan ortaya konulan ideolojik-siyasal hedefleri toplumsal yaşama egemen kılmaktır. Devrimci sosyalizm sömürüsüz özgür bir dünya hedefiyle, komünist uygarlık hedefiyle yürüyor. Bu hedefe ulaşmak için devrimi bir zorunluluk olarak görüyor. Devrimin proletarya öncülüğünde tüm emekçi kesimlerin katılımıyla bir dizi aşamadan geçerek insanlığı komünist uygarlığa taşıyacağını öngörüyor.
Devrimci sosyalizm ve partisi bu mücadelenin her düzeyde ve biçimde (ideolojik, politik, askeri, kültürel, örgütsel ve kadrosal düzeyde) billurlaşmış çekirdeğidir, başlangıç noktasıdır, öncüsüdür. Devrimin ve yeni uygarlığın başlangıç noktası olarak devrimci sosyalist hareket kendisinde cisimleşmiş olan değerleri işçi sınıfına taşımak, onu bu mücadelenin öznesi yapmak ve diğer emekçi kesimleri işçi sınıfının ve partisinin etrafında birleştirecek bir pratiği geliştirmek zorundadır. Bu pratik bir yıkma ve kurma pratiğidir. Sistemin tüm ilişki biçimlerini, kurumlarını, düşünme ve davranış biçimlerini yıkmak, yıkılanın yerine yeni uygarlığa ait olanları inşa etmek; devrimci pratiğin özü budur.
Devrimci sosyalizm kapitalist egemenlik sisteminin üç ana unsur üzerinden yükseldiğini tespit etmiştir; ideolojik, politik ve ekonomik alanlar... İdeolojik alan, sistemin kendisini meşrulaştıran tüm bilinç biçimlerinin, düşünce, söylem ve değerlerin üretilmesini ifade eder. Politik alan kapitalist ilişkileri toplumsal yaşama egemen kılan tüm yönetsel ilişkileri, devlet dahil olmak üzere tüm kurum ve mekanizmaları ve kuralları, yasaları, zor ilişkilerini, bunları doğrudan üretmeye ve meşrulaştırmaya dönük söylemleri ve etkinlikleri ifade eder. Politik alan kapitalist sistemin iktidarlaşma alanıdır. Ekonomik alan kapitalist üretim ve sömürü ilişkilerinin ve çelişkilerinin kendisini ürettiği alandır. Diğer tüm toplumsal bilinç ve pratik biçimleri bu üç alanın uzantısı olarak ele alınmıştır. Bu üç alan aynı zamanda sisteme karşı devrimci mücadelenin de üzerinde kurulacağı üç temel alan olarak tespit edilmiştir.
Öte yandan 150 yıllık mücadele tarihi, bu üç ayaklı kapitalist hegemonya ve mücadele tarifinin yetersiz olduğunu da gösteriyor. Toplumsal hayatın üretiliş biçimi ve araçlarını ve bunların bütünlüğünü ifade eden kültür, ideolojik, politik ve ekonomik ilişkilerin bireşimi olarak toplumsal ilişkilerin kuruluşunda diğer üç alan gibi merkezi bir role sahiptir. Her uygarlık gibi kapitalist uygarlığın ve hegemonyanın kuruluşunda da merkezi bir role sahiptir, merkezi bir alandır. Kapitalist sistem varoluşunda ve varlığını sürdürme sürecinde yaşam ilişkilerini üretme sürecini özel olarak ele almakta ve bütün ayrıntılarıyla düzenlemektedir. İnsan yaşamının bütün noktaları kapitalist egemenliğin etki alanına dahil edilmektedir. Günümüzde kültür alanı kapitalizmin kendisini ürettiği, meşruluğunu sağladığı, varlığı için olmazsa olmaz temel alanlardan biridir. Kültür, yeni bir insan ilişkileri zemininin, yeni hayat ilişkilerinin ve araçlarının üretilmesi yoluyla komünist uygarlığın kuruluşunda da merkezi bir role sahip olacaktır. Reel sosyalist ülkelerin çöküşünde bu alanın merkezi rolünün kavranmaması ve buna bağlı olarak devrimin başat unsurlarından birinin kültür devrimi olduğunun görülememesi belirleyici rollerden birini oynamıştır. Dolayısıyla bugün devrimci sosyalizm kültür alanını ve devrimci kültür mücadelesini devrimci mücadelenin üzerinde kurulacağı dördüncü temel alan olarak görmektedir.
Hiç kuşkusuz ki, devrimci mücadelenin merkezinde politik mücadele alanı vardır. Tüm sömürücü sistemler gibi, kapitalist sistem de kendini esas olarak politik iktidar aygıtlarıyla kurar, korur ve toplumsal ilişkilere nüfuz eder. Kapitalist devletin bütün bileşenleri, egemen sınıfların çıkarlarını meşrulaştırmak ve geniş kesimlere benimsetmek için kurulmuş her türlü politik parti ve kurum, vb. bu noktada başat rol oynar. Hiç kuşkusuz, kapitalist sistemin egemenliği salt politik yapılara dayanmaz. Onun nesnel tabanını oluşturan ekonomik ilişkiler, ideolojik yapının bütünü ve binlerce yıllık sınıflı toplum birikimleri içinde oluşmuş ve kapitalizmle yeniden biçimlenmiş kültürel yapılar da sistemin temel varlık koşulları/zeminleri olarak belirleyici roller oynarlar. Devrimci çalışma başta politik alan olmak üzere kapitalizmin bütün temel varoluş zeminlerinde mücadele cepheleri kurmak zorundadır. Sistem bütün cephelerde yıkılmalı ve yeni uygarlığın kuruluşu bütün cephelerde yıkılan her bir noktada kurulmalıdır. Bu bağlamda devrimci çalışmanın/pratiğin merkezinde politik mücadele vardır. Çünkü politika alan ve kurumlaşmalar kapitalist toplumsal iktidarın merkezi unsurudur. Sistemi ayakta tutan özne, politik özne olan devlettir. Devlet ve diğer politik kurumlar kırılıp parçalanmadan diğer alanlarda alınacak mesafe ancak sistem içi dönüşümler yaratabilir. Fakat sistemin başta devlet olmak üzere iktidar gücü salt politik eylem yoluyla yıkılamaz. İdeolojik, ekonomik ve kültürel alanlarda, yani sistemin kendisini ürettiği diğer temel alanlarda da mücadelenin politik mücadeleyle bütünlük içinde örülmesi gerekir. (Bu bütünlüğün önemi ve nasıl biçimleneceği gibi noktalara ileride gireceğiz.)
Mücadelenin örülmesi öncelikle bu bilincin proletarya ve emekçi sınıflara taşınmasını, onlar tarafından benimsenmesini ve bu bilinç doğrultusunda devrimci mücadeleye katılmasını gerektirir. Dolayısıyla, devrimci faaliyetin ilk ve temel sorunu proletarya ve emekçi sınıfların devrimci çalışmaya kazanılması ve onun öznesi haline getirilmesi oluşturur. Devrimci bilincin emekçilere taşınması ve emekçilerin mücadelede özneleşmesi basitçe bir eğitsel/pedagojik sorun değildir. Proletarya ve emekçi sınıflar esas olarak devrimci politik eylem ekseninde bütünlüklü bir mücadelenin içinde bilinçlenir ve özneleşirler.
Bu noktada, belirli bir tarihsel süreçte ve belirli toplumsal koşullar altında politik eylem hangi biçimler altında yürütülmelidir, diğer mücadele alanlarıyla bütünlüğü nasıl kurulmalıdır, yıkma ve kurma işlevlerini nasıl oynayabilir, vb. soruları devreye girer. Bütün bir devrim (iktidarın ele geçirilmesi) süreci boyunca bu ve benzeri sorulara verilen ve sürecin bütününü biçimlendiren yanıtlar devrimin stratejik çizgisini oluşturur. Açarak ilerleyelim...

Öncü Parti ve İşçi Sınıfı
Kapitalizm, üretim ilişkilerini ve üretici güçleri sonuna değin geliştirerek tarihte ilk kez sömürüsüz özgür bir dünya yaratılmasının maddi koşullarını ve öznesini yaratmış sınıflı toplumdur. Gelişmesinin son durağı olan emperyalist aşamayla birlikte artık üretici güçlerin ve tüm insani gelişmenin önünde engel haline gelmiştir. Onun aşılması ancak devrimle mümkündür.
İşçi sınıfı üretim süreci ve dolayısıyla bütün toplumsal ilişkiler içindeki rolü ve konumuyla kapitalist egemenlik ilişkilerini yıkacak ve yeni sosyalist uygarlığı kurma mücadelesini sonuna değin götürecek yegane sınıftır. İşçi sınıfının bu nesnel konumu onu kendiliğinden devrimci yapmaz. Devrim ve yeni uygarlık için gerekli olan bilinç ve pratik duruşla donatmaz. Tam tersine, emperyalist-kapitalist sistem sahip olduğu muazzam olanaklarla onu her an sahip olduğu nesnel dinamiklerin tam tersi yönünde biçimlendirme uğraşı içindedir. Siyasal, sosyal, kültürel, kısacası tüm insani ilişkilerde onu çürüten, kendi nesnel duruşuna, varoluşuna yabancılaştıran mekanizmalar aralıksız büyüyerek çalışır. Bu yabancılaştırma ve çürütme mekanizmaları sadece işçi sınıfına değil, tüm insanlığa yönelik olarak da işler. İşçi sınıfı ve emekçiler bu çürütme sürecinin en dibinde yer alır. Sefalet ve yoksunluk ile yabancılaşma ve çürüme sürekli biçimde birbirini besleyerek emekçileri insani açıdan an be an daha da dibe çeker. Bu koşullar altında ömür tüketen işçi ve emekçilerin ezici bir çoğunluğu, daha doğrusu istisnai öncüler dışında kalanlar, kendilerindeki devrimci dinamikleri görme, bunu eyleme ve örgütü dönüştürme, bunun için gerekli olan bilimsel dünya görüşünü üretme zeminine sahip olamazlar. En fazlasından işçi olma bilincine, yani egemen sınıflardan farklı bir sınıf olma bilincine, ekonomik durumlarının düzeltilmesi için sendikal mücadele yürütme bilincine ve örgütlülüğüne sahip olabilirler. Bu kölelik zincirinin kırılması değil, olsa olsa biraz gevşemesi anlamına gelir.
Marx’ın ifadesiyle, işçi sınıfı ya devrimcidir, ya da hiçbir şeydir. Kısacası, işçi sınıfını sahip olduğu nesnel devrimci dinamikler nedeniyle insanlığın kurtuluşunun öncüsü olduğunu tespit eden devrimci sosyalizm, onun devrimin öznesi haline gelmediği sürece hiçbir şey olmadığını, sefalet ve çürüme batağının en dibinde kölelik zinciriyle bağlı olduğunu da tespit eder ve her türlü işçi sınıfı güzellemesinden, kuyrukçuluğundan da uzak durur.
Devrim ve sosyalizm düşüncesi, eylemi ve örgütlülüğü hemen hemen her zaman (gerek ilk doğuşu gerekse bütün ülkelerde yaygınlaşması bağlamında) başlangıç olarak insanlığın o güne değin üretilmiş bilgi birikimi ile donanmış, işçi sınıfının devrimci dinamiklerini gören ve komünist teori ve pratiğiyle aydınlanmış öncü devrimciler ve onların partileri tarafından geliştirilmiştir. İşçi sınıfının ezici çoğunluğu içinde bulunduğu koşullardan ötürü bu birikimi edinme olanağından uzaktır. Başlangıç kuşaklarını oluşturan öncüler çoğunlukla burjuva sınıflar içinden çıkıp sınıf intiharı yapmış devrimci aydınlardan oluşmuştur. Öte yandan, devrimi bu ilk öncüler kuşağı kendi başına değil, kapitalist sistemi yıkmak ve sosyalist uygarlığı kurmak için gerekli olan nesnel dinamiklere sahip olan işçi sınıfı ve diğer tüm emekçi kitlelerle yapacaktır. Devrim işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin eseri olacaktır. İşte devrimci sosyalist aydınlar kuşağının yarattığı birikim düşünce ve eylem noktasında öncü örgütlülüğün çekirdeğini yaratma noktasına geldiği andan itibaren asıl soru; bu birikimin işçi sınıfı ve emekçilerle nasıl buluşturulacağıdır.
Devrimci mücadele nasıl bir stratejik çizginin kılavuzluğunda yürümelidir ki, işçi sınıfı ve emekçiler devrimci savaşımın öznesi haline gelsin, devrim asıl gücüyle buluşsun? Soru bunun için “Ne Yapmalı” sorusudur.

“Ne Yapmalı”
Devrimci sosyalist hareketin tarihinde devrimin stratejik çizgisi, örgütlenme, partinin rolü, öncülük ve kadro sorununu birbiriyle bağları içinde en net ve yetkin biçimde ortaya koyan temel öncü fikirler 20. yüzyılın başında “Ne Yapmalı?” sorusu ekseninde Lenin tarafından ortaya konuldu.
Lenin, yüz yılı aşkın bir süre önce Rusya’da devrimci sosyalist mücadelenin inşasına girişirken, “Ne Yapmalı” sorusu ve bu soruya yanıtlarını içeren kitapla başladı işe. “Ne Yapmalı” eseri daha çok devrimci partinin inşasına ve örgütlenme sorununa ilişkin yanıtlarıyla öne çıkmıştır. Evet, bu noktalarda bir başyapıttır “Ne Yapmalı”; ancak sadece bu değil. Lenin, aynı zamanda emperyalist-kapitalist özelliklerle, yar-feodal ilişkileri iç içe yaşayan, sömürge ve bağımlı ulusları bağrında taşıyan emperyalist Rusya’nın devrim yolunun, devrimin stratejik çizgisinin rotasını da koyar “Ne Yapmalı”da partinin inşası aynı zamanda devrimin de inşasıdır. Lenin, politik mücadelenin anlamı, rolü, partinin inşası ve kadro sorunu bağlamı içinde bir bütün olarak devrimin yolunu, devrimin stratejik çizgisini de ortaya koyar.
Rusya emperyalist-kapitalist bir ülkedir. Nispi istikrar süreçleri esas olarak devrimci hareketin barışçıl politik ve diğer mücadeleler yoluyla güç biriktireceği evrim dönemleridir. Evrim dönemleri mutlak ve kalıcı değildir. Emperyalist-kapitalist sistemi ve ülkeleri karakterize eden şey krizlerdir ve kriz dönemleri sistemin kırılma anlarıdır, devrimci durumun oluştuğu anlardır. Devrimci parti bu anların oluştuğu koşullara hazır olmak ve bu anlarda devrimci girişimler yoluyla devletin cihazının yıkılarak yerine devrimci iktidarın kurulması işine girişmek zorundadır. Bütün faaliyetlerin devrimin güncel bir sorun olduğu bilinciyle, devrime hazır olmak bilinciyle yürütülmelidir. Kriz anlarında ise genel halk ayaklanması yoluyla iktidara el konulmalıdır.
Politik iktidarın ele geçirilmesi, işçi sınıfı ve emekçi halk sınıflarının politik olarak devrimci düşüncelere kazanılmasını ve devrimci eylemin öznesi haline getirilmesini gerektirir. Bu nedenle, devrimci partinin faaliyetlerinin merkezi unsuru politik mücadeledir. Politik çalışmanın başlıca unsurları ajitasyon/propaganda çalışmaları, politik grevler, gösteriler, irili ufaklı ayaklanmalar ve direnişlerdir. İşçi sınıfı, kendisi için, yeni sosyalist uygarlığın kuruluşu bilincini esas olarak politik mücadele içinde kazanır. İşçi sınıfı bütün toplumsal sınıf ve tabakalara binlerce bağla bağlıdır, etkiler ve etkilenir. Aynı zamanda işçi sınıfı salt kendi kurtuluşu için değil, tüm insanlığın kurtuluşunun mücadelesini yürütür, yürütmek zorundadır. Tüm ezme-ezilme ilişkilerini ortadan kaldırmayı hedefler. İşçi sınıfının kurtuluşu tüm sınıf ilişkilerini ortadan kaldıracak, dolayısıyla kendisini de ortadan kaldıracak komünist hedeflere bağlanmıştır. Dolayısıyla devrimci partinin işçi sınıfına ve emekçilere yönelik politik çalışması nüfusun bütün kesimlerine dönük bir çalışma olarak biçimlenmek zorundadır. Nüfusun bütün kesimlerine seslenen devrimci eylem yerel sorunları işlemekle birlikte, yerelliğe takılıp kalmamalı, temel politik gündemlerle yerel olanı birleştirmeli ve tüm ülkeye seslenmeli, ülke çapında devrimci eylemi örgütlemelidir.
İşçi sınıfı ve emekçi halk kesimleri devrim ve sosyalizm bilincini kendiliğinden edinemez. Yaşam koşulları ve egemen sınıfların ve binlerce yıllık sınıflı toplum kültürü, işçi ve emekçilerin kendiliğinden insanlığın en ileri bilinç ve birikim düzeyi olan devrimci sosyalist bilince ulaşmasını olanaksız kılar. Ancak tüm zamanını işçi sınıfının kurtuluş davasına adamış, mücadelenin bütün birikimlerini kendisinde toparlamış ve daha ileri düzeyde üretme yeteneğine sahip kadrolardan oluşan bir devrimci partinin önderliğinde işçi sınıfının geniş kesimleri politik eylem içinde devrimci bilinçle bulaşabilir ve tarihin öznesi haline gelebilir. Öncü parti ve öncü kadrolar devrimin olmazsa olmazıdır. Demokratik merkeziyetçi bir işleyişle, çelikten bir disiplinle örgütlenen devrimci sosyalist parti/kadrolar ve onların öncü eylemi en ileri kesimlerinden başlayarak işçi sınıfı ve emekçi halkı devrimci politik mücadele içine çeker, bilinçlendirir ve örgütler. Ve tam da bu noktada, bir eylem kılavuzu, bütün mücadeleleri kendi ekseninde saflaştıracak bir mücadele biçimi gereklidir. Lenin, Rusya’da evrim aşamasında hem partiyi, hem sınıfı örgütleyecek, bilinçlendirecek, eyleme sevk edecek bu eylem aracının tüm Rusya çapında yayınlanacak gazete olduğunu tespit etti. Devrimci durumun oluştuğu kriz anlarında ise sınıfın daha geniş kesimlerini mücadeleye katar, bu aşamada devrimci eylemin kılavuz çizgisi, aracı genel halk ayaklanmasıdır. Bu yoldan kapitalist toplumsal mekanizma kırılabilir ve sosyalizmin inşasına girişilebilir.
“Ne Yapmalı” sorusuna verilen yanıtların en kaba özeti böyle yapılabilir. Ve bu yanıtlar Rusya özgülünü ilgilendiren boyutları dışında hala devrimci mücadeleye ışık tutuyor.
Dünyadaki tüm önemli devrimci mücadele deneyimleri esas olarak “Ne Yapmalı”da ortaya konulan temel ilkeler üzerinden gelişti. Çin, Vietnam, Küba, Nikaragua ve diğer tüm sömürge ve yarı/yeni-sömürge mücadeleleri bu ilkeleri kendi koşullarına uyarlayarak devrimin stratejik çizgisini, politik eylemi, parti ve kadro çizgilerini geliştirdiler, “Ne Yapmalı”da ortaya konulan perspektifi zenginleştirdiler.
Günümüzde de devrimci savaşımın ana hareket noktaları “Ne Yapmalı” da ortaya konulan ilkesel çerçevedir. Bu ilkesel çerçeve emperyalizmin genel bunalımının yeni tarihsel dönemine ve sosyalist kuruluş sürecinin koşullarına uyarlanarak ve zenginleştirilerek geliştirilmek ve pratikleştirilmek zorundadır.

B- Devrimci Sosyalizm
ve Devrimin Stratejik Çizgisi...

Devrimci sosyalist hareket partileştiği 1970’de, daha başlangıç anından itibaren bir devrimci savaş hareketi olduğu bilinci ve kararlılığıyla ortaya net bir devrim planı, net bir stratejik mücadele çizgisi koyarak gelişti. Uzun süreli savaş çizgisini (Halk Savaşını) temel kılavuz stratejik mücadele çizgi olarak benimsedi. Uzun süreli savaş çizgisini şehirde ve kırda birleşik devrimci savaş yaklaşımı temelinde Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi (PASS) olarak formüle etti. Ve stratejik bakış açısına uygun bir pratik geliştirdi. 71’in kısa pratiği tüm emekçi sınıfları derinden etkileyerek, kısa sürede geniş emekçi kesimlerin mücadele saflarında yer almasında belirleyici rol oynadı.
12 Eylül cuntasından bu yana ise Türkiye devrimci hareketinin, P-C kökenli bileşenleri de dahil olmak üzere hiç bir bileşeni belirlediği stratejik çizgiyi hayata geçirebilecek bir mücadele düzeyi yaratamadı. Bütün önemli girişimler daha savaşa girişemeden ya da küçük başlangıç adımlarını aşamadan yenilgiye uğradı. Bunun nedenleri ve sonuçları ayrıca ve kapsamlı olarak ele alınıp çözümlenmek zorundadır. Ancak, devrimci savaş için kesin bir iradeyle yola çıkanların savaşmadan, savaşamadan yenilmeleri açık ve adeta rutin bir olgu haline gelmiştir. Bu durum devrimin stratejik çizgisine ilişkin yapılan başlangıç açılımlarının pratik içinde sınanmasını ve zenginleştirilmesini engellediği gibi, 1990 sonrasında gelişen yeni tarihsel dönem koşullarında stratejik çizginin yeniden daha ileri bir düzeyde üretilmesinin de önünü tıkamıştır.
Devrimci sosyalizm bütün bu gerçekliğin farkındadır ve devrimci yenilenme çizgisi temelinde bunu aşma bilinç ve iradesine kesin biçimde sahiptir. Devrimci yenilenme bakış açısıyla devrimin stratejik çizgisine ilişkin temel çerçeveyi yeniden ele almak, temel kavramlardan izlenecek yola değin bütün noktaları yeniden netleştirmek ve bunu pratikleştirecek eylemi, örgütü, mücadele ve yaşam kültürünü, kadroları yaratmak; devrimci sosyalizm bu bütünlük içinde iradesini billurlaştırıyor. Savaşamadan yenilme rutini bu irade ve pratikle aşılacaktır.

I- Mücadelenin Nesnel Zemini:
Günümüz Yeni-Sömürge Türkiye’si

Sömürgecilik ve yeni-sömürgecilik sisteminin çelişkilerinin en derin ve çatışmalı biçimlerde ortaya çıktığı, öncü çıkışın ve devrimci savaşın genel ve tipik biçiminin yaratılacağı ülkelerden biri ve en önde olanı Türkiye’de devrim kendisini nasıl pratikleştirecektir?
Hangi yoldan, nasıl bir stratejik çizgi temelinde, hangi mücadele araçlarıyla devrim sürecini pratikleştireceğiz, devrimin darbelerinin ana doğrultusu yeni-sömürgecilik sisteminin hangi düğüm noktaları olacak, yıkılanın yerine neyi koyacağız, sorularının yanıtı için bir kez daha yeni-sömürgecilik sisteminin coğrafyamızda yarattığı nesnelliğe bu sorular ekseninde dönüp bakmak gerekiyor. (1)
Türkiye bir yeni-sömürgedir.
Sömürgecilik ve yeni-sömürgecilik sistemi, üzerine kurulduğu ülkenin toplumsal dinamiklerinin çarpıtılması, emperyalist-kapitalist ülkelerin çıkarlarına göre düzenlenmesi anlamına gelir. Artık-değerin büyük bir bölümünün emperyalist ülkelere transfer edilmesi, ağır sömürü koşulları, kültürel ve sosyal formasyonun doğal seyrinin bozulması-çürütülmesi ve bunun doğal sonucu olarak ülkenin seyri alçalıp yükselen sürekli bir kriz durumu içinde yaşaması demektir. Siyasal sistem bu tablonun sürdürülebilmesi için ağır bir baskı rejimi olarak biçimlenir.
1945 sonrası başlayan emperyalizmin 3. bunalım döneminin ürünü olan yeni-sömürgecilik sisteminde emperyalistler yeni-sömürgelerin (dolayısıyla Türkiye’nin) ekonomik, sosyal, kültürel, askeri ve politik yapısını işbirlikçileri eliyle gizli işgal altına almışlardır. Geleneksel ekonomik, sosyal ve kültürel yapılar yıkılırken, gelişen kapitalist yapı ülkelerin toplumsal gerçekliğini, emekçi halkın çıkarlarını sınırlı da olsa dikkate alan bir tarzda gelişmemiş, tümüyle emperyalizmin stratejik ve taktik çıkarlarını dikkate alan bir tarzda gelişmiştir. Bu acılı gelişme seyrine emekçi halkın rızası ise siyasal, kültürel, sosyal çürümeyle içiçe geçmiş ağır faşist baskı tedbirleriyle sağlanmıştır. Çoğunlukla zaten tarihsel olarak baskıcı olan devlet yapıları yukarıdan aşağıya emperyalist siyasal ve askeri merkezlere bağlı faşist yapılar olarak yeniden biçimlendirilmiştir. Bu faşist devlet yapıları, 1930’ların klasik tek partili faşist rejimleri gibi değil, oligarşilerin değişik kesimlerinin çıkarlarını dile getiren partilerin oynadığı, asıl gücün ise emperyalizm, ordu ve tekelci burjuvaziyi temsil eden partide toplandığı, emekçilerin hak arama mücadelelerine ve devrimci faaliyetlere karşı baskının, işkencenin, yasakların, ölümlerin hız kesmediği bir demokrasi oyunu ile bunun yeterli olmadığı koşullarda askeri cuntaların işbaşına geçtiği sömürge tipi faşizm olarak tanımladığımız tarzda düzenlenmiştir.
1990 başında reel sosyalist sistemin çöküşüyle başlayan emperyalizmin genel bunalımının yeni süreci, 1980 başlarında devreye sokulan emperyalist restorasyon planın dizginsiz ve tüm dünya ölçeğinde devreye sokulması anlamını taşımıştır.
Emperyalist restorasyon programının temel bir bileşeni olan neoliberal politikalar temelinde dünya ekonomisinin düzenlenmesi tüm dünya işçi sınıfı ve sömürge, yeni-sömürge halkları açısından önemli sonuçlar yaratmıştır. Her şeyden önce, işçi sınıfı ve emekçi halkların iş, ücret, eğitim, sağlık, konut, sosyal güvenlik ve diğer alanlardaki kazanımları adım adım gasp edilmektedir. Devletlerin bu alanlardaki yükümlülüklerinin azaltılması ve ortadan kaldırılması tüm dünya ölçeğinde yoksulluğun olağanüstü düzeyde artışı anlamına gelmiştir. Tüm sömürge ve yeni-sömürge işçi sınıfları ve halkları gibi Türkiye de bu saldırıdan emperyalist-kapitalist ülkelere nazaran çok daha fazla etkilenmiştir. Yoksullaşmaya bağlı sorunlar beslenmeden, sağlığa, eğitime, konuta ve diğer alanlara değin insani yıkım düzeyine ulaşmıştır. 1960’lı yılların hızlı kapitalistleşme sürecinde başlayan ve 70’li yıllarda kısmen var olan nisbi refah duygusu neoliberal politikaların devreye sokulmasıyla birlikte uçup gitmiştir. Geriye kalan kaskatı bir mutlak yoksulluk artışı olmuştur. Neoliberal ekonomi politikalarının konumuz bağlamında ikinci önemli sonucu, tüm uluslar arası kapitalist ekonomide yaşanan finansallaşmayla birlikte dünya ekonomik sisteminin çok daha kırılgan hale gelmesidir. Bu en çok da sömürge ve yeni-sömürge ekonomileri için söz konusu olmuştur. Türkiye bunun en tipik örneklerinden biridir. Borçlanan, borçlarını ödemek için sürekli yeniden borçlanan, borsa, ve diğer finans oyunlarıyla içi sürekli boşaltılan tüm yeni-sömürge ekonomileri gibi Türkiye ekonomisi de çok daha sık biçimde tepe noktasına ulaşarak her şeyi felç eden krizlerle, toplumsal çöküşlerle yüz yüze gelmeye başlamıştır. Her kriz, emekçiler için tam anlamıyla yıkım olarak gelişmiştir.
Emperyalist restorasyon programının bir diğer temel unsuru toplumsal yaşamın, kültür alanının sistemli, bütünlüklü politikalar ve programlar temelinde çürütülmesi olmuştur. Tüm yaşam ilişkilerinin ve değerlerin, kârın gerçekleştirildiği alanlara dönüştürülmesi yani metalaştırılması neoliberal ekonomi politikalarının temel unsuru olmuştur. Bunun insani ilişkilerdeki karşılığı da insan yaşamındaki her şeyin metalaştırılması, çıkar ilişkilerine dayanmayan, faydacılığa dayanmayan her şeyin yok edilmesidir. Tüm etik değerler, dayanışma, ortak gelecek, ortak insani değerlerle birbirine bağlanma ve benzeri tüm insani öğeler metalar dünyasında öğütülmeye başlanmıştır. Neoliberal politikaların kaçınılmaz sonucu olan ve emperyalist kültür üreticileri tarafından bilinçlice çeşitli planlar ekseninde yaygınlaştırılan bu politikaların temel hedefi kendisi olma bilincini yitirmiş, sıkça tekrarlanan birey olmanın yanına yaklaşmaktan uzak, bencil, emperyalist kültür üreticilerinin söylem ve planlarının basit bir uygulayıcısı haline gelmiş insandır. Ve günümüz insanı şu ya da bu ölçüde bu politikaların/planların bir parçası haline getirilmiştir. Bu insan yalnızdır, ruhu ve bedeni parçalanmıştır, bu insan mutsuzdur.
Tüm sömürge ve yeni-sömürgelerde olduğu gibi Türkiye’de de bu tablo henüz tümüyle sönümlenmemiş olan feodal ve yarı-feodal kültürel değerlerin etkisiyle, ekonomik ve sosyal yoksunluğun etkilerinin devreye girmesiyle çok daha karmaşık, çok daha çelişkili, çatışmalı biçimde biçimleniyor. İnsan yaşamının henüz bu denli metalaşmadığı, nispi refahın ve insani gelişme umudunun az-çok olduğu 1960-70’lerden farklı olarak günümüz insanı umutsuz, ufuksuz, hedefsizdir. Yoksullukla, yoksunlukla örülmüş metalaşmış hayat, emekçi insanı da kullanılabilir nesneye dönüştürmüştür.
Siyasal alan emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerin değişik kesimleri arasındaki zaman zaman şiddete dayanan politikaları ekseninde biçimleniyor. Bu politikaların ortak yönü her türlü hak arama mücadelesinin, devrimci politik çıkışın, Kürt ulusunun kurtuluş mücadelesinin şiddetle bastırılması üzerine kurulmuştur. Bu noktada, 1960-70’lere nazaran daha incelikli bir tarz devrededir. Sömürge tipi faşizm artık periyodik darbe (açık faşizm)-parlamenter rejim (gizli faşizm) sarmalından çıkarılmıştır. Her iki rejimin özellikleri birleştirilerek sömürge tipi faşizm yeniden restore edilmiştir. Açık faşizm uygulamaları, yöntemleri ve yönetme tarzı devrimci mücadelelere karşı, her türlü hak arama mücadelelerine karşı sürekli biçimde devredeyken, geniş kesimler ise parlamento yoluyla oynanan demokrasi oyununun bir parçası haline getirilmektedir. Devrimci harekete karşı yürütülen gaddar saldırganlıkla devletin yenilmezliği imajı güçlendirilirken, geri kalanlara çizgiyi geçtiğinde neler olacağı gösterilmektedir. Devrimcileri geniş emekçi kesimlerinden izole ederek, ötekileştirme, bağlantıyı koparma, marjinalleştirme ve boğma politikası gündelik olarak uygulanan açık faşist terör yoluyla devrededir. Geniş emekçi kitlelerin kendisi için politika yapması olanakları bu yoldan kapatılırken, kültürel çürümeyle birleşen bir tarzda “daha az hırsız olana razı olma” olarak tanımlanabilecek bir apolitikleşme yönelimi egemen kılınmıştır. Ancak bu tümüyle politika dışılık değildir. Geniş emekçi kesimler bu atmosfer içinde egemen sınıflar tarafından yönlendirilen popüler gerici ve faşist söylemlerin dozunun arttığı dönemlerde, bunların sokaktaki çığırtkanı ya da yığınsal gücü olarak önemli bir rol de üstlenebilmektedir. Bu kimi zaman egemen sınıflar arasındaki çatışmalar, kimi zaman ise devrimci harekete ve Kürt ulusal hareketine dönük saldırganlık bağlamında olabilmektedir.
Kısacası, yenilmez devlet önünde boyun eğme, topu birden hırsız olan politikacılardan en az hırsız olduğu sanılanı seçme, çeşitli gerici, faşist politikaların arkasında sürüklenme; emekçi sınıfların insanının politik duruşu aşağı yukarı budur.
Öte yandan, boyun eğme ve çürüme günümüz emekçi sınıflarının içinde bulunduğu durumu niteleyen asli durumlar olsa da bu tablo kendi içinde derin çelişkilerle örülüdür. Metalaştırıcı ilişkilerden, uyuşturucu kullanımına, emekçilerin gündelik yaşamda birbirlerine yönelen şiddetine değin tüm çürüme biçimleri, aslında emekçilerin yaşadığı koşullara duyduğu öfkenin ve çaresizliğin sisteme yönelemediği koşullarda kendi içine dönmesinden, kendi insani varoluşunu yok etmesinden başka bir şey değildir. Emperyalizme karşı, adaletsizliğe karşı, insanca yaşam koşullarının olmayışına karşı, cins ayrımına, ulusal ve dinsel ayrımcılığa karşı cılız ve hemen hemen her seferinde çeşitli biçimlerde saptırılan (emperyalizme karşı tepkinin Kürt ulusuna çevrilmesi, sadakacılık, düzene bağlama vb.) protestolar sistem karşıtı parçalı bir direniş eğiliminin sürekli olarak var olduğunu açık göstergelerdir. Bunlar bastırılsa da ve saptırılmış olsa da günlük hayat içinde yeniden ve yeniden üretilmektedir.

II) Devrimci Kurtuluşun Yolu:
Uzun Süreli Halk Savaşı

Türkiye bütün bu özellikleriyle süreklileşmiş ve daha sık aralıklarla tepe noktasına ulaşan bir toplumsal/milli kriz ülkesidir. Talan düzeyinde sömürü, çürüme ve gerici, faşist şiddet toplumsal ilişkileri karakterize eden en önemli unsurlardır. Kapitalist uygarlığın yüzyıllık bunalımının, krizinin en olgunlaşmış halini yaşayan bir ülke ve toplum...
Bu ülkede devrim ve yeni uygarlık, “uzun süreli barışçıl devrimci politik faaliyet ve kriz anında genel halk ayaklanması” denklemi üzerinden gelişemez. Kapitalist sistemin krizden uzak nispeten istikrarlı gelişme dönemi ve bu dönemlerde barışçıl devrimci mücadele temelinde ayaklanmaya hazırlık, kriz anında ise ayaklanma geliştirilmesi biçimindeki evrim ve devrim aşamalarının birbirinden ayrıldığı bir süreç söz konusu değildir. Türkiye zaten süreklileşmiş bir kriz ülkesidir, bu noktada beklenecek bir şey yoktur. Ancak milli kriz kimi yönleriyle emperyalist ülkelerdekinden farklı biçimde ortaya çıkar. (2) Her şeyden önce, siyasal, ekonomik ve toplumsal alt-üst oluş her zaman tepe noktasında olmasa bile süreklidir. Egemen sınıfların ülkeyi emperyalist-kapitalist ülkelerde olduğu gibi uzun süreli istikrar dönemlerdeki tarzda yönetme olanağı yoktur. Sürekli çatışmalı bir halde seyir eden toplumsal çelişkiler şiddetle baskı altına alınmak zorundadır. Egemen sınıflar arasındaki çelişkilerin çözümünde şiddet sürekli biçimde devrededir. Kısacası, emperyalist ülkelerdeki gibi bir nispi istikrar dönemi ve çelişkilerin esas olarak barışçıl yollardan çözümü, tolere edilmesi durumu ya yoktur, ya da çok sınırlı ölçülerde vardır. Egemenlerin eskisi gibi yönetememesi olgusu esas olarak emperyalist ülkelerde olduğu gibi olağan barışçıl yolların etkisiz hale gelmesi biçiminde değil, yönetmenin sürekli şiddet ve alt-üst oluşla mümkün olması biçiminde ortaya çıkar. Yine emperyalist ülkelerde nispi istikrar dönemlerinde daha az görülen, milli krizin ortaya çıktığı dönemlerde ise gelişen büyük kitle hareketleri, emekçilerin değişim isteğinin eylemli olarak ortaya konulması, yeni-sömürgecilik koşullarındaki milli krizde fazlaca ya da sürekli biçimde görülmez. Emekçilere dönük gerici faşist baskılar ve korku duvarlarının yaratılması, sistemli bir çürütme politikası sürekliliği bunu önemli ölçüde engeller. Devrimci hareket sürekli bir şiddetle yüz yüzedir, sınırlı barışçıl mücadele olanaklarıyla belli bir yol alınması durumunda derhal faşist şiddet ve baskı uygulamalarıyla bu sürecin önü kesilir. Dahası, başta emekçi sınıflar olmak üzere tüm toplumun gerici-faşist şiddetin korku duvarları ve çürütme politikalarıyla yaşadığı pasifikasyon emekçilerin en temel hakları için bir kitle hareketi geliştirmesine engel olduğu gibi, onları devrimci hareketten de koparmıştır. Coğrafyamızda ve sömürge, yeni-sömürge ülkelerin büyük bir bölümünde nispi toplumsal istikrar ve barışçıl mücadele ile karakterize olmuş bir süreç yoktur. Emperyalist ülkeler için tarif edilen anlamda bir evrim süreci yoktur. Sömürgecilik ve yeni-sömürgeciliğin işleyişi böyle bir sürece izin vermez. Bu nedenle barışçıl mücadele biçimlerini esas alarak korku duvarlarının yıkılması, devrimci harekete yönelik şiddetin püskürtülmesi, devrimci harekete alan açılması mümkün değildir. Barışçıl mücadele biçimlerinin ve hareketlerin bizde ve bizim gibi ülkelerde sistemden kopuşu ve yeni uygarlığı temsil etmeleri söz konusu olamaz. Derin çelişki ve çatışmalarla biçimlenen toplumsal ilişkiler karşısında barışçıl mücadeleyi esas alan ve ayaklanma anına hazırlanan hareketlerin işçi sınıfı ve emekçiler için bırakalım kopuşu temsil etmelerini, etkili muhalif bir devrimci duruş sergilemeleri bile mümkün değildir. Sömürge ve yeni-sömürgelerdeki sürekli kriz koşullarında ortaya çıkan bir devrimci hareketin derhal genel halk ayaklanmasına girişmesi de mümkün değildir. Hem kitle hareketlerinin zayıflığı, hem de genel halk ayaklanması için gerekli örgüt ve eylem zeminleri yokluğu söz konusudur.
Bu koşullar altında izlenecek yol, emperyalist-kapitalist ülkeler için yapılan evrim-devrim tariflerini kalıplaştırarak uygulamaya çalışmak değil, bu gerçekliğe uygun bir mücadele stratejisini geliştirmektir.
Uzun süreli halk savaşı stratejisi bu gerçeklikten hareketle sömürge, yarı ve yeni-sömürge ülkelerde devrimin stratejik çizgisi olarak ortaya çıkmıştır.
Uzun süreli halk savaşı stratejisinin özü, milli krizin süreklilik taşıdığı ve düşmanın devrimci faaliyet koşullarını baskı ve şiddet yoluyla önemli ölçüde daralttığı koşullarda, devrimci partinin kitleleri kazanmak, onları devrimin öznesi haline getirmek, büyümek ve devrimi uzun bir süreçte adım adım inşa etmek için devrimci faaliyetini baştan itibaren gerilla temelli silahlı mücadele üzerine kurmasıdır. Devrimci kitlesel bir halk hareketi gerilla savaşı temelindeki bütünlüklü mücadele içinde yaratılır. Devrimci parti ve mücadele devrimci gerilla savaşının büyümesi ve düşmanın egemenlik alanının adım adım küçültülmesi yoluyla gelişir. Son yüzyıllık mücadele tarihinde, sömürge, yarı ve yeni-sömürge ülkelerdeki tüm devrimler ve büyük devrimci girişimlerin izlediği yol budur.
P-C’miz 1970 başlarında uzun süreli halk savaşı stratejisini Türkiye özgülünde geliştirirken, yürütülecek mücadelenin ilk kuşak halk savaşı deneyimlerinden farklı olacağını da gördü. Mahir Çayan yoldaşın ilk yazıları ile daha sonrakiler karşılaştırıldığında bu “özgün yol arayışı” net olarak görülür. (Daha önceki bölümlerde daha genel ve geniş ele alındığı için burada kısaca değineceğiz.)
Bu farklılık esas olarak iki noktada toplanıyordu; birincisi, uzun süreli halk savaşının klasik örneği olan Çin yarı-feodal, yarı-sömürge bir ülkeydi ve nüfusun ezici bir çoğunluğu kırlardaydı. Gerici Çin devletinin kırlardaki merkezi otoritesi ve ideolojik-siyasal denetimi şehirlere göre oldukça zayıftı. Devrimci gerilla kırlık bölgelerde düşmanın politik ve askeri gücünü tasfiye ederek hızla yoksul köylüleri saflarına çekebiliyor, kurtarılan alanlarda halk iktidarının nüvelerini oluşturabiliyordu. Gerillanın faaliyeti daha başlangıçtan itibaren esas olarak düşman güçlerinin askeri olarak imhası ve kurtarılmış alanlar yaratma üzerinden gelişti. Gerilla faaliyetinin politik etkisi feodal ve yarı-feodal toplumsal ilişkiler ve iletişim olanaklarının sınırlılığından ötürü esas olarak faaliyetlerin yürütüldüğü alanlar ve çevresinde vardı. Çin’in bu koşullarında ÇKP, gerilla savaşını başlattıktan kısa bir süre sonra faaliyetin yürütüldüğü bölgelerde geniş kurtarılmış alanlar yarattı, gerilla ordusu kurabilecek düzeye ulaştı. “Ne Yapmalı” metaforu üzerinden ele alacak olursak Çin’in Iskra’sı devrimci gerillanın düşmana yönelik askeri imha faaliyetleri ve kurtarılmış alanlar yaratmasıydı.
Yeni-sömürgecilik koşullarında ise kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak devlet otoritesi hızla şehir ve kırların bütün alanlarına yayıldı. Yukarıdan aşağıya örgütlenen faşizm yoluyla emekçilerin düzene tepkilerini baskı altına alan, devletin yenilmezliği efsanesini yayan büyük bir ideolojik, politik ve psikolojik atmosfer yaratıldı. Yeni-sömürgecilik koşullarında gerilla savaşı esas olarak etki gücü ülke çapında olan pratikler yoluyla düşmanın yarattığı bu yenilmezlik imajını yok etmek, politik gerçekleri geniş emekçi kesimlere duyurmak, bu yoldan emekçilerle devrimci parti arasına örülmüş olan duvarları yıkmak, devrimci seçeneği göstermek işlevlerine sahip olmalıydı.
İkincisi, Çin nüfusunun ezici çoğunluğu kırlardaydı ve kırlarda düşman denetimi, şehirlerle kıyaslanamayacak ölçüde sınırlıydı. Kentler ve işçi sınıfı hem ülke nüfusunun çok sınırlı bir bölümünü oluşturmaları, hem de düşman denetiminin derinliği nedeniyle devrimci savaşta kırlara göre tali bir role sahip bulunuyorlardı. Yeni-sömürgeler açısından da düşmanın denetim olanakları kırlarda şehirlere göre oldukça zayıftır. Ancak çarpık kapitalist yapının gelişmesiyle birlikte kentlerde de büyük bir işçi sınıfı ve işsizler/emekçiler ordusu oluşmuş ve nüfusun geniş kesimlerinin kentlere doğru kaymıştır. Kentlerde giderek büyüyen büyük işçi kitlelerinin, emekçilerinin devrimci dinamiklerinin harekete geçirilmesi gerekliliği açıktır. Kentleri çepeçevre saran büyük işçi ve yoksul emekçi semtleri, kırlarla kıyaslanamayacak ölçüde olmasa bile düşman denetiminin nispeten zayıf olduğu devrimci faaliyetin kökleşeceği alanlar olarak belirginleşmektedir. Bütün bu faktörlerden hareketle, P-C uzun süreli halk savaşının salt bir kır ve köylü savaşı olarak değil, somut gerçekliğe uygun olarak ağırlığını kırların oluşturduğu şehirlerde ve kırlarda birleşik olarak gelişecek bir devrimci savaş olarak gelişmesi gerektiğini saptadı. Bu anlamda aslında Mahir Çayan yoldaş, daha 1970 başında klasik halk savaşının o ilk kuşak ÇKP uygulamasından esaslı biçimde kopmuş, bu uygulamayı şablon olarak kabul eden anlayışlarla arasına bir sınır çizgisi çekmiş ve bu toprakların kimyasına uygun yeni bir yol arama kaygısını göstermiştir.
2000’lere geldiğimizde yeni-sömürgecilikle birlikte gelişen bu yeni öğeler daha da gelişti ve on yılların mücadele deneyimleri günümüz de devrimin stratejik çizgisini biçimlendirirken dikkate alınması gereken yeni öğeler ortaya çıkardı, gösterdi.

a) Siyasete ve Hayatın Bütününe Merkezi
Müdahale: Silahlı Propaganda ve PASS

“Emperyalizmin işgali altında olan ülkelerde emperyalizm ve oligarşiye karşı mücadele nasıl yürütülecektir? Oligarşi ile halkın memnuniyetsizliği ve tepkileri arasında suni denge hangi mücadele biçimi temel alınarak bozulacaktır? Halkı devrim saflarına çekmek için hangi mücadele metodunu temel olarak seçeceğiz? Geniş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının temel aracı hangi mücadele biçimi olacaktır?
İşte, devrimci çizgi ile oportünist çizgiyi, devrimci teoriyi, ‘Ortodoks’ ideolojik-politik söz ebeliğinden ayırt eden temel ölçü buradadır.” (M. Çayan)
Mahir yoldaş, bu sorular temelinde Türkiye’nin “Ne Yapmalı”sını, başka bir deyişle Türkiye’nin Iskra’sının ne olacağı sorusunu sormaktadır. Yanıtları da soruları kadar açıktır;
“Gerilla savaşının devrimci politik amaçlarla, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak yürütülmesine yani, politik kitle mücadelesi olarak ele alınmasına politikleşmiş askeri savaş stratejisi denir.”
“(…) Bilindiği gibi, gerilla savaşı kavramı, kavram olarak tek başına nitelik belirleyici değildir.
Merkezi otoriteye karşı mahalli mütegallibe de, düzenli birlikleri yenilmiş bir ordu da düşmanına karşı gerilla savaşı yürütebilir. Gerilla savaşının devrimci politik amaçlarla, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak yürütülmesine, yani politik kitle mücadelesi olarak ele alınmasına Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi denir.”
“Silahlı propaganda, belli bir stratejiden hareketle, emekçi kitlelere elle tutulur, gözle görülür maddi ve somut eylemlerden hareketle, soyuta gider. Maddi olaylar etrafında siyasi gerçekleri açıklayarak, kitleleri bilinçlendirir, onlara politik hedef gösterir. Silahlı propaganda, halkın düzene karşı olan memnuniyetsizliğini ajite eder, onları emperyalist beyin yıkamanın giderek etkisinden kurtarır. Önce kitleleri sarsar, giderek de bilinçlendirir. Merkezi otoritenin görüldüğü gibi güçlü olmadığını, onun kuvvetinin her şeyden önce yaygara, gözdağına ve demagojiye dayandığını gösterir.
Silahlı propaganda, her şeyden önce, günlük maişet derdi, vs. içinde kaybolan, emperyalist yayınla şartlanmış, düzenin şu veya bu “partisine” umudunu bağlamış kitlelerin dikkatini devrim hareketine çeker, uyuşturulmuş, pasifize edilmiş kitlelerde kıpırdanma yaratır.”
“Silahlı propaganda, kır ve şehir gerilla savaşı ile psikolojik ve yıpratma savaşını içerir.”
“(…) Kitlelerin düzene karşı memnuniyetsizlik ve kıpırdanmalarının eyleme dönüşmesi için, önce inandırıcı olmalıyız. Söylediklerimizi bizzat eylemimizle onlara göstermeliyiz. Devrimciler herşeyden önce bir yandan kitlelere, hakim sınıfların baskı örgütünün, yüzyıllardır kafalarında şekillendiği gibi olmadığını, aslında çürük ve kof olduğunu, onun bütün gücünün yaygara, gözdağı ve demagojiden ibaret olduğunu askeri eylemleri ile göstermelidirler. Öte yandan, kitleleri devrimci propagandaya açık hale getirebilmek ve bu yolla devrimci bilinci onlara götürüp onları devrim saflarına çekmek için, askeri eylemlerin üzerine oturmuş propagandayı işletmelidirler.” (M. Çayan)
Silahlı propaganda devrim iradesini, devrimci siyaseti ülke gündemine, siyasetine, toplumsal yaşamın merkezine, en şiddetli biçimler altında, hiç kimsenin görmezden gelmeyeceği, üstünden atlayamayacağı, onu hesaba katmadan politika belirleyemeyeceği tarzda gerilla eylemliyle taşımaktır. Silahlı propaganda pratiği özel olarak düşmanın belirli bir bölgede düşmanın askeri olarak imhasını hedeflemez. O, herhangi bir askeri eylem değildir, siyasi gerçekleri açıklamaya hizmet edecek tarzda hedefleri, içeriği ve biçimi belirlenmiş silahlı eylem ve ajitasyon, propagandadır. Onun asli amacı askeri değildir, düşmanla devrimciler arasında bir “düello” ya da misillemeler zinciri değildir; SP politik gerçeklerin açıklanmasına aracılık yapmanın, kitlelere devrimci irade ve bilinci taşımanın temel aracıdır. Maddi olaylar temelinde kitlelere siyasi gerçekleri açıklamayı hedefler. O, “askeri eylemlerin üzerine oturmuş propaganda”dır. Askeri eylem, düşmanı, çelişkiyi gösterir, devrimci sosyalist parti bu eylem üzerinden propagandayı geliştirir ve siyasi gerçekleri emekçilere taşır. Bu iki bileşen silahlı propagandanın özüdür.
“PASS’ın temel hareket noktası devrimci bir politik örgüt/parti önderliğinde geniş bir politik gerçekleri açıklaması kampanyası temelinde emekçi kitlelere devrimci siyasi bilincin götürülmesi, onların devrimci mücadeleye kazanılmasıdır. Bu noktada, kilit kavram silahlı propagandadır... SP eylemi herhangi bir askeri eylemden, siyasi bilinç taşıma iradesi ile ve buna uygun biçimlenişi ile ayrılır. Bu nedenle, SP eylemi esas olarak ülke ve dünyadaki nesnel çelişkiler üzerinde yoğunlaşır, bunlara devrimci yoldan müdahaleyle devrimci iradeyi ve çözümü billurlaştırır, kaçınılamaz, üstünden atlanamaz bir tarzda gündeme sokar. Egemen sınıfların üstünü örttüğünü tüm çelişkileri açığa çıkarır. Egemen sınıfların devlet aygıtını ve tüm sistemi nesnel çelişkiler üzerinden siyasal, moral ve askeri olarak darbeleyerek, emekçilerin istemlerini silahla gündemleştiren, savunan bir gücün olduğunu gösterir. Silahlı propaganda eleştiri silahı ile silahların eleştirisini birleştirir. Emekçilere onların istemlerini devrimci tarzda cisimleştiren, baskı gücünü kenarından köşesinden değil, tam da kalbinden vurabilen, hesap sorabilen, etrafında birlik olunduğunda sistemi yenebilecek bir devrim gücünün olduğunu gösterir. Düşmanın yenilebileceğini, düzen değişikliğinin gerekli ve mümkün olduğunu nesnel çelişkilere yönelen güçlü, hiç kimsenin görmezden gelemeyeceği askeri eylemler ve bunun üzerine oturan propaganda ile sistematik tarzda işlemek, öncünün eyleminin etrafında birleşmek gerektiğini göstermek; işte SP özü budur. SP, öncünün eylemi-siyasi gerçekleri emekçilere taşıma-örgütlenme-kitleselleşme-daha büyük eylem düzeyleri yaratma diyalektiği içinde gelişir. SP’nin her adımı emekçi kitlelerle buluşma ve onlarla daha büyük bir devrimci eylem gücüne kavuşma üzerine kuruludur.”
Silahlı propaganda bu özellikleriyle daha ilk andan itibaren düzenin sınırlarının ve düzen tarafından dayatılan “siyaset yapma” alanlarının tümünün birden reddedildiğini, reddetmek bir yana her yönden paramparça edildiğini gösterir. Düzenin cepheden karşısında ve dışında, tüm diğer toplumsal ve siyasal öğelerden farklı bir devrimci sosyalist seçeneğin/hareketin apaçık ve kesin bir ifadesi olur. Devrimci pratik devrimci hareketle emekçiler arasına örülmüş başta korku duvarı olmak üzere tüm psikolojik, politik duvarları yıkar, adım adım sistemi hayat içinde kurumlaştıran, somutlaştıran tüm ilişki ve mekanizmaları parçalayarak ve devrime ve yeni uygarlığa alan açar. Bu pratik aynı zamanda devrimci varoluşun, kendini bir devrimci sosyalist hareket olarak kurmanın ve korumanın da aracıdır.
Silahlı propaganda faaliyetinin en temel özelliği sistematik biçimde gelişen siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının temel mücadele biçimi olması ve pratiğin nüfusun bütün kesimleri tarafından derhal görülür, anlaşılır ve üstünden atlanamaz bir biçim ve içerikte gelişmesi gerektiğidir. Silahlı propaganda pratiği içerik olarak çarpık kapitalist sistemin başlıca çelişkilerinin somut görünümlerini güncel ve temel boyutlarıyla işler, tüm sistem cephesi karşısında işçi sınıfı ve emekçilerin taleplerini öne çıkarır ve ülke gündemine belirleyici bir öğe olarak taşır. Yani silahlı propaganda, protestocu, günü kurtarıcı her türlü yaklaşımın dışındadır; salt güncelliğe ve mevcut gündem maddelerine kilitlenmeyen, kendi gündemini (ve bizzat kendi varlığını) öne süren, kabul ettiren bir mücadele çizgisidir. Silahlı propaganda emek-sermaye çelişkisinden kaynaklanan başlıca çelişkilerin genel ve yerel düzeylerdeki boyutlarına müdahale olarak biçimlenir. Düzen ve devrim güçlerini saflaştırıcı bir pratiği esas alır.
Proletarya ve emekçilerin bütün hak arama mücadelelerinden, sorunlarından, ulusal ve cinsel eşitsizliklerden, ekolojik sorunlardan, emperyalizme bağımlılığın yarattığın problemlerden, kültürel çürütme politikaları ve sonuçlarından ve bunların yarattığı öfkeden yola çıkan, bu öfkeye devrimci sınıf bilinci kazandırmanın yolunu açacak, talancı, emperyalizmin işbirlikçisi, doğayı tahrip eden, halkı her türlü yozlaşmayla zehirleyen tekeller ve işçiler-yoksullar ayrımını açıkça ortaya koyacak, bu çelişki alanlarının her bir noktasını darbeleyecek bir eylem tarzı ve bunun üzerinden yükselen süreklileştirilmiş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyası silahlı propaganda faaliyetinin hedeflerine ulaşması için olmazsa olmazdır.
Tekellerin merkezlerini, egemen sınıfların yaşam alanlarını, sefahat yuvalarını, hortumcuları, baskı güçlerinin yuvalarını sürekli ve sistematik olarak darbelemek, halk düşmanlarının devrimci adaletten kaçamayacaklarını göstermek, emekçilerin yaşamlarına, konutlarına yönelen her saldırı dalgasına düşmanı pişman edecek güçte ve çapta karşılıklar vermek, emperyalistlerin, Siyonistlerin ve bölge gericiliğinin tüm merkezlerine sürekli biçimde darbeler indirmek, kültürel çürütme politikalarının sivri ucunu oluşturan her türlü politika, kurum ve kişiye onları hareket edemez hale getirecek tarzda karşılık vermek, kadınlar üzerindeki kudurgan baskılara karşı gereken yanıtları vermek, ekolojik felaketlerin kaynaklarına ve sorumlularına karşı onları işlevsiz hale getirecek müdahaleleri yapmak, Kürt ulusu ve diğer ulus ve ulusal topluluklar üzerinde estirilen gerici, faşist teröre karşı enternasyonal dayanışmayı güçlü biçimde ortaya koyan pratikler geliştirmek, dünyanın her neresinde olursa olsun devrimci sosyalist, anti-faşist, anti-emperyalist güçlere ve halklara karşı yapılan saldırıları halkımıza ve partimize yapılmış saldırılar gibi ele alarak dayanışma pratikleri örmek... Her bir temel başlık silahlı propaganda faaliyetleri yoluyla teşhir edilmeli, devrimci propagandanın önü açılmalıdır.
“Etki gücü ülke ve dünya çapında olan SP eylemleri, yerel SP eylemleriyle birleştirilerek yaygın bir savaş hattı yaratılmalıdır. Düşman şok edilmelidir, dehşete sürüklenmelidir, “tatlı hayat” sona erdirilmelidir, tüm politik, askeri, ekonomik, vb. dengeleri ve günlük yaşamları altüst olmalıdır. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı ve olmayacağı, devrimci eylem ve iradenin gücüyle toplumsal yaşamın tüm hücrelerine değin nüfuz etmelidir.”
Silahlı propaganda ve PASS budur. Böylesi bir faaliyet hayatın her alanındaki mevcut saflaşmaları darmadağın eder, yeniden saflaştırır, devrimin önünü açar.
“Oligarşik sistemi adım adım işlemez hale getirip, paramparça edecek, tekelci, tefeci asalakları titretecek, “kimya”larını bozacak, “gırtlaklarının kesildiği”ni onlara gösterecek, ülkemizi özgürleştirecek, halk iktidarının ve kesintisiz olarak sosyalizmin yolunu açacak devrimci eylem çizgisi bu perspektifle geliştirilecektir. Devrim için mücadele çağrısı ve devrimci adalet gerçek anlamını böylesi eylemlerde bulabilir. Emekçilerin tek tek sömürücülere ve sömürü sistemine karşı ilksel tepkileri, tohum halindeki bilinç öğeleri ancak böylesi eylem tarzıyla devrimci kanallara akabilir. Siyasal gerçekleri açıklama kampanyası ancak ve ancak böylesi bir politik-askeri eylem düzeyiyle başarıyı yakalayabilir, devrimci gerilla ancak böylesi bir eylem tarzıyla emekçilerin savaş iradesi ve gücü haline gelebilir. Onlar ve biz ayrışmasının, oligarşi/emperyalizm ve halk saflaşmasının önü ancak böyle, yani oligarşi ile halk arasındaki somut-nesnel çelişkileri sert darbelerle ve devrimci çözümler temelinde işleyen bir mücadele hattıyla açılabilir. Devrimci savaşa ilişkin kaygılar, önyargılar, kararsızlıklar, yılgınlık ve çaresizlik atmosferi ancak böyle aşılabilir. Ve bu, suni dengenin kırılması, savaşın kitleselleşmesinin önünün açılması demektir.”

b) Öncü Gerilla Faaliyeti Olarak Silahlı
Propaganda Kitlesel ve Örgütleyicidir...

Silahlı propaganda bireysel değil, kitlesel mücadeledir. Bir devrimci faaliyeti bireysel ya da marjinal yapan asla bu faaliyeti gerçekleştirenlerin sayısı olamaz. Böyle bir sayısal kriter olmadığı gibi, sayı üzerinden hareket edilecek olursa, büyük emekçi kitleleri devrimci saflara katılmadan önce yapılan her türlü faaliyet, barışçıl ya da silahlı olsun kitlelerden kopuk, maceracı, bireysel faaliyet olarak nitelendirilebilir. Dolayısıyla sayısal unsur hele ki her türlü devrimci faaliyetin başlangıç aşamasında, yani az sayıdaki öncüyle başlayan bir faaliyeti kitlelerden kopuk bireysel faaliyet olup olmadığını değerlendirmede kriter olamaz. Emekçi kitlelerden kopuk bireysel faaliyet toplumsal çelişkilere müdahale etmeyen, emekçilerin istemlerine devrimci içerik kazandırarak güçlü biçimde gündemleştirmeyen, kitlelerin devrimci düşüncelere en açık kesimlerinden başlayarak adım adım daha geniş kesimlere yayılan bir sempati, duygudaşlık yaratmayan, adım adım bunu güven ve destek ve doğrudan katılıma dönüştürmeyen faaliyetleri tanımlayabilir. Diğer bir ifadeyle, emekçi kitlelerin yüreğine, ruhuna, bilincine, hayatına dokunamayan, onlarda özdeşlik duygusu yaratmayan, onları gülümsetmeyen, onlarda mücadele isteği ve sevinci yaratmayan, faaliyeti yürüten partiye dönük merak ve ilgi yaratmayan, yaklaştırmayan faaliyet kitlelerden kopuktur.
Silahlı propaganda temelinde başlatılan devrimci savaşım başlangıçta doğal olarak bir öncü savaşı olarak gelişir. Bilinçte, hedefte, iradede, kararda, örgütte netleşmiş ve birleşmiş, yaşamını devrim temelinde kurmuş profesyonel devrimciler ve onların örgütünün hayata müdahalesi olarak başlar devrimci savaş. Öncü(lerin) savaşıdır, fakat içeriği, yönelimi ve emekçi kitlelerle kurduğu bağ itibariyle kitleseldir. Silahlı propaganda faaliyetini kitlesel yapan, başlangıçta büyük gerilla grupları tarafından yapılması ve kısa sürede büyük işçi ve emekçi kitlelerinin devrimci savaşın öznesi olabileceği beklentisi değildir. Silahlı propaganda pratiği devrimi en geniş emekçi kitlelerle dolaysız olarak taşır, oligarşi ile halk arasındaki çelişkilerin en yakıcı noktalarına emekçilerin istemleri doğrultusunda müdahale eder, bu yönleriyle emekçilerin düşünce dünyasıyla, istemleriyle, gündelik hayatıyla bütünleşir, onları sistemi ve kendi hayatlarını sorgulamaya yönlendirir, en ileri kesimlerden başlayarak emekçilerde mücadele isteği ve sevinci yaratır. Silahlı propaganda faaliyeti, öncü gerillayla emekçiler arasında duygudaşlık yaratır, emekçileri devrimci savaşıma yakınlaştırır. Emekçi kitlelerin devrimci savaşıma giderek artan ölçülerde katılımı Mahir yoldaşın formülasyonuyla, sempati-güven-destek aşamalarından geçerek gerçekleşir. Devrimci öncü gerilla savaşının başlangıç aşamalarında geniş kitle katılımı beklentisi yoktur. Emekçi kitlelerin en ileri kesimlerinde sempati, geri kalanında ise verilen mesajı ve sürecin nasıl gelişeceğini görme çabası olacaktır. Esas olarak var olan toplumsal çelişkilere yönelme, oligarşiye karşı memnuniyetsizliği ve başkaldırma duygularını güçlendirme, partiyi güçlendirme ve sağlamlaştırma hedefleri önde olacaktır.
Tam da bu noktada, bir başka temel unsur devrededir: İstikrar… İstikrar, silahlı propaganda faaliyetinin süreklilik kazanması, güven verici hale gelmesidir. Devrimci silahlı propaganda istikrar kazandıkça, korku duvarları yıkılmaya başlar, çürümekte olan toplumsal hayat karşısında yeni hayatın, yeni uygarlığın seçeneği dimdik ayakta görülür. Halkın insanca yaşayamamaktan kaynaklanan öfkesi, oligarşinin faşist terör yoluyla bastırdığı ve emekçilerin kendilerine çevirdikleri öfke ve şiddet, devrimci gerillada akacağı kanalı görür ve yavaş yavaş onun rotasına girer. Silahlı propaganda cılız protestoların gür sesi olur, kitleleri bu gür sesin etrafında toplar. Sol ve devrimci hareketlerin kitle tabanını oluşturan samimi pek çok insanında açık ya da örtük tarzda böylesi bir devrimci savaşımın özlemini taşımaktadır. Silahlı propaganda eylemini esas alan gerilla savaşının istikrarlı biçimde uygulanması bu kesimlerinde özlemlerine yanıt olacaktır, giderek artan ölçüde bu kesimleri devrimci sosyalist harekete çekecektir.
“Devrim için mücadele çağrısı ve devrimci adalet gerçek anlamını böylesi eylemlerde bulabilir. Emekçilerin tek tek sömürücüleri ve sömürü sistemine karşı ilksel tepkileri, tohum halindeki bilinç öğeleri ancak böylesi eylem tarzıyla devrimci kanallara akabilir. Siyasal gerçekleri açıklama kampanyası ancak ve ancak böylesi bir politik-askeri eylem düzeyiyle başarıyı yakalayabilir, devrimci gerilla ancak böylesi bir eylem tarzıyla emekçilerin savaş iradesi ve gücü haline gelebilir. Onlar ve biz ayrışmasının, oligarşi/emperyalizm ve halk saflaşmasının önü ancak böyle, yani oligarşi ile halk arasındaki somut-nesnel çelişkileri sert darbelerle ve devrimci çözümler temelinde işleyen bir mücadele hattıyla açılabilir. Devrimci savaşa ilişkin kaygılar, önyargılar, kararsızlıklar, yılgınlık ve çaresizlik atmosferi ancak böyle aşılabilir.”
“Böylesi bir eylem ve örgütlenme çizgisi sömürüye, yoksulluğa, işsizliğe, yozlaşmaya, emperyalizme uşaklığa, emperyalist saldırganlığa, genel olarak sisteme ve devlete karşı büyük bir öfke besleyen, ancak çıkış yoluyla bulamayan ve geleneksel tercihlerin etkisiyle gerici ve faşist partilerin etkisi altında olan geniş emekçi kesimlerin öfkesinin de ifadesi olacaktır. Emekçileri bölen ve sisteme bağlayan kanalları kesecektir. Emekçilerin gündemini dolduran; laik-şeriatçı, Alevi-Sünni ve artık bozulmuş ve anlamını yitirmiş geleneksel sağ-sol ayrımları yerini, IMF’ciler, Amerikancılar, emperyalist yardakçıları ve onların karşısında bağımsız ve onurlu bir ülke isteyenler; yiyiciler-hortumcular-tekelcilerin sömürü ve sefahat düzenini savunanlar ve onların karşısında işçilerin, yoksulların iktidarı ve insanca yaşamı için mücadele edenler; oligarşinin uşakları ve onların karşısında halk kurtuluş savaşçısı devrimciler ayrımına bırakacaktır. Devrimci eylemimizle bu ayrım noktalarını geliştirdiğimiz ölçüde emekçilerdeki ve soldaki bugüne değin var olan tüm siyasal, sosyal, kültürel aidiyet ilişkileri altüst olacak ve yeniden devrimci temelde biçimlenecektir.”
Bu bağlamda, silahlı propaganda düzenden kesin ve net bir kopuş ve devrime bağlanmanın motor gücüdür. Gerilla kökleştiği ölçüde ülkedeki her bir toplumsal gelişme devrim ile karşı-devrim arasındaki savaşın etki alanına girer. Herkes için saflaşma kaçınılmazlaşır. Devrimci gerillanın ve partisinin yanında saf tutan emekçi için ara yollar kesin biçimde bitmiş demektir. Kopuş ve yeninin inşa yoluna girilmiştir.
Bu noktada hemen belirtmek gerekiyor; silahlı propaganda emekçi kitleleri kendiliğinden örgütleyemez, ya da siyasal mücadelenin bütün işlevlerini tek başına yerine getiremez. Örgütlenme doğrudan ilişkileri, partinin ve partiye ait her türlü örgüt ve çalışma biçimlerinin emekçilerin hayatının içine girebilmesini ve hayatın bütün boyutlarına, alanlarına ilişkin bakış açısını ve siyasal mücadelenin bütün biçimlerini, ayrıca diğer mücadele alanlarının bütününü kapsayan bir pratiği gerektirir. Yani, sonuçta kitleler “silah sesi” ile değil, kitleleri kapsayacak, değiştirecek ve yönetecek parti örgütleri ile örgütlenirler. Partinin yeteneği, bunun için hiçbir sınır tanımaksızın yaratıcılık göstermek, binlerce yoldan değişik örgütlenme çemberleri yaratmak, düzene muhalif olan her emekçinin, öğrencinin, aydının, vb. kendisini en alt düzeyde bile ifade edebileceği biçimleri bulmak ve kendisini bu çemberlerin içinden besleyerek geliştirmektir. Silahlı propagandanın rolü ise bütün bunlar için yolu açmaktır...

c) Silahlı Eylem ve Onun Üzerinden Siyasi
Gerçekleri Açıklamaya Dönük Politik
Faaliyetlerin Bütünlüğü Olarak
Silahlı Propaganda

Silahlı propagandanın devrimci mücadeledeki yukarıda ortaya koyduğumuz merkezi rolü açıktır. Bu noktada, silahlı propaganda faaliyetinin biçimlenişi, klasik gerilla faaliyetinden, herhangi bir askeri eylemden farklı olan yanları üzerinde durmak, onun niteliğini biraz daha belirginleştirmek gerekiyor.
Politik mücadele pek çok değişik biçim altında yürütülür. Klasik tanımıyla askeri etkinlik ya da savaş da politikanın başka biçimler altında yürütülmesidir. Politik mücadelenin bir bileşenidir. Ancak diğer tüm politik mücadele biçimlerinden ayrılan kendine özgü yapısı nedeniyle, özgül mücadele alanı olarak daima ayrıca değerlendirilmiştir. Genel olarak politik mücadelenin olağan, günlük bir biçimi olarak ele alınmamış, diğer (barışçıl) politik mücadele biçimlerinin yetersiz kaldığı son kertede devreye giren, girmesi gereken bir mücadele biçimi olarak görülmüştür.
Savaş, politik ve toplumsal hedeflere ulaşmada, karşı tarafın iradesinin ve egemenliğinin kırılmasında silahlı/askeri yöntemlerin başat unsur olarak kullanılmasıdır. Savaş ve silahlı mücadele düzenli ordular savaşı olarak, genel ayaklanma biçiminde gelişebileceği gibi, gerilla savaşı olarak da gelişebilir. (3)
Gerilla savaşı, askeri etkinliğin, savaşın özgün bir bileşenidir. Mahir Çayan yoldaşın da ifade ettiği gibi;
“Bilindiği gibi, gerilla savaşı kavramı, kavram olarak tek başına nitelik belirleyici değildir.”
Gerilla savaşını devrimci güçler kullanabileceği gibi, karşı-devrim güçleri de kullanabilir. Günümüzde hemen hemen tüm emperyalist ordularda, yeni-sömürge ordularında “özel kuvvetler”, “özel savaş kuvvetleri” ve benzeri isimler altında özellikle devrimci gerilla güçlerine karşı, halk muhalefetine karşı gerilla taktikleriyle savaşan ve çoğunlukla “kontrgerilla” (karşı-gerilla) olarak tanımlanan birlikler bulunmaktadır.
Gerilla savaşının devrimci mücadelede başat bir mücadele olarak kullanımı esas olarak sömürge, yarı ve yeni-sömürge ülkelerde söz konusudur. Ancak gerillanın politik mücadelede oynadığı rol, her tarihsel süreçte ve değişik deneyimlerde farklı biçimlerde olmuştur.
Çin örneğindeki, ya da onun teorileştirilmesi olan klasik halk savaşı çizgisini esas alan hareketlerin yürüttüğü gerilla savaşlarıyla, silahlı propaganda temelindeki politik askeri mücadele arasında, eylemlerin politik hedefleri ve yaratmak istedikleri sonuçlar, buna bağlı olarak somut eylem hedefi seçimi ve eylemin biçimlenişi, vb. tüm temel noktalarda esaslı farklılıklar vardır.
Klasik uzun süreli halk savaşının çıkış noktası olan Çin devriminde gerilla savaşı esas olarak düşman güçlerin askeri imhası ve düşmanın kırlık alanlardan sökülüp atılarak devrimci örgütlenme ve devrimin emekçi köylüler içinde inşasının yolunun açılması işlevine sahiptir. Politik gerçeklerin açıklanması bağlamında gerilla eyleminin özgün bir işlevi yoktur.
Silahlı propaganda eksenli gerilla savaşında ise eylemin asli amacı düşmanın askeri imhasından çok daha fazla, eylemin politik gerçekleri açıklama kampanyasına hizmet etmesidir. Bu özelliğiyle silahlı propaganda faaliyetinin askeri yönü değil, politik yönü öndedir.
“Silahlı propaganda, askeri değil politik mücadeledir.”
Bu noktanın somut olarak anlaşılabilmesi için bir örnekle devam etmek yararlı olacaktır. Çin devriminde devrimci gerilla faaliyetinin ortaya çıkışında ve sonrasında gerillanın eylemlerde ana hedefi daha çok düşman askerinin saf dışı bırakılması, savaş araçlarının, karargahlarının imhası, bulunulan alanların düşmanın askeri ve diğer her tür etkinliğinden temizlenmesidir. Düşmana en çok zayiat verdirilip, alan düşmandan temizlendikçe gerilla ve parti birimleri kitlelere siyasi bilinç taşımaya, örgütlemeye, düşman otoritesinin kırıldığı alanlarda (kurtarılmış bölgelerde) halk iktidarını kurmaya girişirler. Herhangi bir gerilla eyleminin organize edilmesinde baştan itibaren bu noktalar esas alınmıştır.
Silahlı propaganda temelinde gerilla savaşı yürüten bir devrimci harekete bağlı gerilla birliği esas olarak partinin emekçilere ulaştırmak istediği politik gerçeklerin en etkili biçimde emekçilere ulaşmasını sağlayacak, devrimci ajitasyon ve propagandanın üzerine oturacağı, düşmanın yenilmezlik demagojisinin kof olduğunu gösterecek eylem hedefleri ve biçimleri üzerinde yoğunlaşır. Devrimci partinin gündeminde emperyalizme ilişkin siyasi gerçeklerin açıklanması, devrimci çıkış yolunun gösterilmesi, emperyalizmin ülkedeki gücünün darbeleneceğini göstermek varsa, silahlı propaganda eylemi buna yoğunlaşır. Faşist baskıların, adalet taleplerinin, hak arama mücadelelerinin ve benzeri tüm politik ve toplumsal sorunların ve devrimci çözüm yollarının üzerinden atlanamayacak tarzda devrimci gerilla eylemiyle etkin biçimde gündemleştirilmesidir silahlı propagandanın konusu ve hedefi. Eylemlerin somut hedefleri, şiddetin düzeyi, gerçekleşme biçimi buna göre belirlenir. Fakat silahlı propaganda eylemi bu hedefleri gündemleştirmek için yapılan şok edici, tüm dikkatleri devrimci partiye ve gerillaya çeken askeri eylemden ibaret değildir.
Silahlı propaganda eylemi, “askeri eylemlerin üzerine oturmuş propaganda”dır.
Somut bir örnek üzerinden ilerleyecek olursak; siyasal/toplumsal gündeme ilişkin, o gündemin merkezindeki düşman kurumlarını, mekanlarını, araçlarını, temsilcilerini darbeleyen bir devrimci askeri eylem nüfusun tüm kesimlerinin dikkatini soruna çeker, emperyalizm ve oligarşinin politikalarını dilediği gibi uygulayamayacağını, karşısında devrimin şiddetini ve örgütünü bulacağını gösterir. Devrimci askeri eylemi onun üzerinden yükselen ve eylemin hedefini, düşmanın politikalarının, kurumlarının, temsilcilerinin kirli yüzünü gösteren, soruna ilişkin devrimin seçeneklerini ortaya koyan ajitasyon, propaganda ve diğer eylemler izler. Silahlı eylem, Mahir yoldaşın deyişiyle “maddi olaylar”dır, “elle tutulur, gözle görülür, maddi somut eylem”dir, meydan okumadır ve bunun üzerinden yükselen “siyasi gerçekleri açıklama” çalışmaları, bilinçlendirme faaliyetleri gelir, yani maddi olan üzerinden “soyut”lama yapılır. Askeri eylemin öne çıkardığı sorunu/olguyu devrimci askeri eylemle birlikte ele alan yazılı, sözlü, görsel ajitasyon, propaganda, meşru gösteriler, aynı soruna/olguya ilişkin yerel düzeyde askeri faaliyetler, toplantılar vb’nin tümü askeri eylemi izleyen ve siyasi gerçekleri açıklayan, devrim seçeneğini gündemleştiren diğer faaliyetlerdir. Demek ki, bir silahlı propaganda eyleminden söz ettiğimizde aslında salt askeri eylem(ler)den değil, bir dizi eylemin iç içe geçmiş bütünlüğünden, bir eylemler kombinasyonundan söz ediyoruz demektir. Bir dizi eylem eylem iç içe geçerek tek bir eylem haline gelir. Bu yeni eylem düzeyi, kendini oluşturan eylemlerden ne biri ne de diğeridir, tümü birdendir, tümünün tek bir potada erimesi ve yeni bir eylemi oluşturmasıdır. Kısacası, silahlı propaganda da söz konusu olan silahlı eylemin/askeri faaliyetin siyasal mücadelenin diğer biçimleriyle ayrı ayrı kanallarda akması ve bunların toplam içinde birbirini desteklemesi ve bütünlemesi değildir. Silahlı eylem ile diğer siyasi mücadele biçimlerinin tek eylem kombinasyonu içinde bütünlük oluşturacak tarza yürütülmesidir.
Silahlı propaganda faaliyetinin bu özgün yapısı devrimci literatüre yeni kavramlar kazandırmıştır. Yürütülen çalışma ne tek başına askeri eylem, ne de tek başına diğer politik faaliyetlerden oluşmadığı, bunları bireşimi olduğu için politik-askeri faaliyet olarak tanımlanmıştır. Sömürge ve yeni-sömürgelerde silahlı propaganda temel mücadele biçimi olduğu için politik mücadele alanı bir bütün olarak politik-askeri mücadele olarak tanımlanmıştır. Silahlı propaganda temelli gerilla savaşını esas alan devrimci parti/örgüt politik-askeri örgüt, kadrolar politik-askeri kadro, önderlik düzeyi de politik-askeri önderlik olarak tanımlanmıştır.
Burada son olarak, silahlı propagandanın kavranışına ilişkin bir yanlışa da değinmek gerekiyor. Kimi durumlarda, toplumsal gündemin çeşitli sorunlarına emekçilerin özlemleri, öfkeleri temelinde yönelen etkili silahlı eylemler, bunlarla birleşen diğer eylemler olmadan da, yani bu eylemlerin yöneldiği siyasi gerçekleri açıklayan, eylemlerin yöneldiği sorunlara ilişkin devrimci seçenekleri ortaya koyan faaliyetler olmadan da emekçilerde sempati yaratabilir, ülke ve hatta dünya gündemine girebilir. Eylemin darbelediği hedef o denli teşhir olmuş, o denli emekçilerin nefretini kazanmış ya da emekçilerin çeşitli ihtiyaçlarına güçlü biçimde denk düşmüştür ki, eylemin gerçekleştirilmiş oluşu bile sempati dalgası yaratır. (Hatta öyle ki, bazen devrimci olmayan güçlerin, örneğin gerici/dinci kesimlerin yaptığı askeri eylemler o kadar teşhir olmuş bir hedefe yönelebilirler ki, kitlelerde genel bir ortak duyguya denk düşebilirler.) Bu tür eylemler bu özellikleriyle silahlı propaganda eylemi düzeyine yaklaşır gibi görünürler. Ancak böylesi eylemlerin siyasi gerçekleri açıklama gücü zayıftır, daha çok, etkili bir protesto olmaktan fazlaca öteye geçemezler. Bilinçlendirici, örgütleyici olmaktan önemli ölçüde uzaktırlar. Çünkü her eylem, salt askeri hedefi ile değil, o hedefi seçen gücün politik arka planı, niteliği ile de anlam kazanır. Daha da ötesi, gerçekleştirilen silahlı eylem ne denli meşru bir zeminde durursa dursun, oligarşinin muazzam genişlikteki ve etkinlikteki ideolojik aygıtları, medyası, kurumları vb. yoluyla kara propagandanın hedefi olur ve etkisi zayıflatılır. Böylesi bir eylem tarzını pratik çizgi haline getiren devrimci bir hareketin kitlelere siyasi gerçekleri açıklaması ve onlarla buluşması mümkün olamaz. Orta ve uzun vade de bu tür eylemler üzerindeki düşman karartması artar ve eylemler etkisizleşir.
Bir silahlı faaliyetin silahlı propaganda işlevi görmesi ancak yukarıda ifade ettiğimiz bütünlüğün yaratılmasına bağlıdır.


d) Uzun Süreli Savaşın Stratejik
Aşamaları ve Silahlı Propagandanın
Bu Aşamalardaki İşlevi

Hiç bir savaşım düz bir çizgide ve aynı tempoyla, aynı yoğunluk ve derinlikle yürümez. Hele ki, küçük bir güç olarak savaşa başlayan ve adım adım büyümeyi hedefleyen bir gerilla savaşı söz konusuysa sürecin eylem tarzı, yoğunluk, yaygınlık, güvenlik ve daha bir çok açıdan birbirinden ayrılan çeşitli stratejik aşamalardan geçeceği kesindir.
Devrimci gerillanın yaratılması, geliştirilmesi, yaygınlaştırılması ve son olarak oligarşinin iktidar aygıtını tümden parçalayacak nihai vuruşların gerçekleştirilmesi uzun süreli halk savaşının gelişme seyrinin temel stratejik aşamalarıdır. Gerilla savaşının askeri literatürü açısından bakıldığında, bu süreçler stratejik savunma, stratejik denge ve stratejik saldırı aşamaları kavramlarıyla tanımlanır. Gerilla savaşında stratejik savunma aşaması, klasik askeri literatürde olduğu gibi düşman saldırılarına karşı kendini savunma, daha edilgen bir konumda savaş sürdürme anlamına gelmez. Gerilla hücum savaşıdır. Devrimci gerilla savaşında stratejik savunma, gerillanın henüz küçük bir savaş gücü doğduğu başlangıç aşamasında oligarşinin iktidarını tümden parçalayacak güçten yoksun olduğu için hücum pratiğini kendisini yok oluşa sürükleyecek, gücünü aşacak eylemlerle değil, bir yandan varoluş koşullarını koruyacak, bir yandan da devrimin hedeflerini, politikalarını güçlü biçimde tüm emekçilere taşıyacak, onlar içinde adım adım büyümesini sağlayacak bir biçim ve içerikte gerçekleştirmesi, tüm faaliyetlerine buna göre biçimlendirmesi anlamına gelir. Güçlü, yaratıcı ve sürekli bir silahlı propaganda faaliyeti temelinde siyasi gerçekleri açıklama, küçük gerilla birlikleri biçiminde organize olma, katı bir gizlilikle korunma, gücünü aşan, dağıtıcı olan her türlü etkinlikten uzak durma, vb. gerilla savaşını ve örgütlenmesini belirleyen başlıca öğelerdir. Devrimci gerillanın yaratılması ve geliştirilmesi aşamaları esas olarak stratejik savunma aşamasının mantığına göre biçimlenir, onun birer parçasıdırlar. Stratejik denge aşaması gerilla savaşının küçük ölçekli pratiklerden orta çaplı savaşlara geçtiği, düşman otoritesini ve etkinliğini ciddi ölçüde zayıflattığı, savaşın ülke çapında yayıldığı, özgür ve yarı özgür alanların oluşmaya başladığı, büyük kitle desteği ve katılımının geliştiği, onlarla, yüzlerle sayılan gerilla güçlerinin binlerle, giderek on binlerle sayılmaya başladığı, gerilla ordulaşmasının somutlaştığı, savaşta gerilla inisiyatifi ve etkinliği ile düşman inisiyatifi ve etkinliğinin dengelenmeye başladığı aşamadır. Gerilla artık gerçekleştirdiği büyük ataklarla düşmanı salt siyasi olarak darbeleyip geriletmez, onun askeri ve diğer tüm egemenlik aygıtlarını ve unsurlarını da imha etmeye başlar. Devrimci gerillanın geliştirilmesi aşamasının olgunlaştığı süreçten başlayarak, yaygınlaştığı süreç bir bütün olarak esas olarak stratejik denge aşamasıdır. Stratejik saldırı ya da taarruz aşaması ise devrimin büyük kitle güçleriyle buluştuğu, gerillanın oligarşinin egemenlik aygıtını bir bütün olarak yok edecek saldırıları gerçekleştirebilecek güce ve yaygınlığa ulaştığı, gerilla savaşıyla düzenli savaşı ve büyük ayaklanmaları birleştirebildiği, bütün cephelerden düşmanın egemenlik aygıtına karşı sürekli ve büyük çaplı mücadele ve ülkeyi kurtarma aşamasıdır. Sürekli ve büyük çaplı devrimci taarruzlar bu aşamanın belirleyici öğeleridir. Gerillanın yaygınlaşma aşamasının olgunlaştığı süreçten itibaren oligarşinin egemenlik sisteminin tümüyle parçalandığı, halk iktidarının kurulduğu an’a değin olan tüm süreç stratejik saldırı aşamasını oluşturur.
Bu stratejik aşamalara silahlı propaganda faaliyeti açısından baktığımızda, silahlı propagandanın her aşamadaki rolü ve işlevinin adım adım farklılaştığını görürüz. Stratejik savunma ve stratejik denge aşamalarında silahlı propaganda belirleyici eylem biçimidir. Bu aşamalarda siyasi gerçekleri açıklamak, emekçileri bilinçlendirmek, onları devrimci eylemin öznesi haline getirmek partinin ve gerilla savaşının temel hedefidir ve bunun temel aracı da silahlı propagandadır. Stratejik denge aşamasının ileri dönemleriyle, stratejik saldırı aşamalarına ulaşan bir parti ve gerilla savaşı ise esas olarak işçi sınıfı ve emekçi halkın geniş kesimlerini kazanmış ya da bu doğrultuda esaslı başarılar elde etmiş demektir. Özellikle stratejik saldırı aşaması gerillanın büyük bir ordulaşma düzeyine ulaştığı, artık düşmanın egemenlik aygıtlarının yok edilmesinin gündeme geldiği aşamadır. Bu noktada gerilla eyleminin eksenini ajitasyon ve propagandaya temel oluşturacak askeri eylemler değil, düşman güçlerini ve egemenlik aygıtlarını askeri olarak imhaya dönük eylemler oluşturur. Bu aşamada da silahlı propaganda eylemleri tümüyle devre dışı kalmaz. Ancak daha ikincil bir rol oynar.
Devrimci gerilla mekansal olarak bulunduğu ortama ya da kısa konjonktürel süreçlerin fırsat ya da zorluklarının akıntısına kapılmadan mücadelenin içinde bulunduğu stratejik aşamanın mantığına sıkı sıkıya bağlı kalarak hareket etmek zorundadır.

e) Şehirde-Kırda Birleşik Devrimci Savaş...
Silahlı propaganda devrimci gerilla savaşı olarak gelişecektir. Bunun anlamı yürütülecek faaliyetlerin esas olarak gerilla savaşının mantığına uygun olarak gelişmesidir. Gerilla savaşı küçük silahlı güçlerin büyük düzenli ordu güçlerine karşı, düzensiz, gizli ve askeri açıdan küçük ataklarıdır. Gerillanın merkezi büyük düzenli ordu güçlerine ve devlet denetimine karşı savaşı sürdürebilmesi, politik ve askeri olarak doğru bir taktik politika izlemesi kadar, onu kucaklayacak kitle güçleri içinde olmasına ve mekansal olarak gizlenmesine, barınmasına, hareket etmesine elverişli, düşman denetiminin nispeten zayıf olduğu, düşmanın “yumuşak karnı” olan alanlarda/mekanlarda (askeri literatürde jeopolitik ve jeostratejik derinliğe sahip olan, yani üslenen güçlere gizlilik, hareket kabiliyeti, destek sağlama olanağı veren, düşman açısından ise onun denetimini ve saldırı olanaklarını zayıflatan mekanlar) üslenmesine bağlıdır.
Gerilla savaşı açısından bu noktada en elverişli savaş mekanı, düşmanın yumuşak karnı kırlardır. Daha doğrusu gerillanın istikrarlı bir direniş odağı olma halini koruması bakımından kırlar belirli bir avantaj sağlar. Devrimci gerilla ezilen yoksul köylülüğün içinde ve savaş mekanı olarak seçtiği büyük dağlarda, ormanlarda, akarsularda yani gizleyen, hareket kabiliyeti sağlayan düşmanın kendisini bulup darbelemesini güçleştiren kırlarda daha elverişli üslenme ve gelişme zeminleri bulur. Devrimci gerilla, doğayla bütünleşerek, onu yoldaşı yaparak düşmanın saldırılarını püskürtebilir, açık ve özgür bir silahlı devrimci savaş zemini yaratır, küçük savaş güçlerini bu alanlarda koruyup, eğitir ve katılımlarla büyütür. Kentlerde onlarca, yüzlerce gerillanın özgür ve açık faaliyet yürütmesi, onlarca ve yüzlerce, giderek binlerce gerillanın eğitimi, açık faaliyeti söz konusu olamazken, dağların dorukları, ormanın derinlikleri, mağara kovukları gerillayı kucaklar. Bu nedenledir ki, uzun süreli halk savaşı stratejisinde kırlar bu pratiklerin çoğunda temel savaş alanı olarak tanımlanmıştır. Bugüne değin, sömürge, yarı ve yeni-sömürgelerde yaşanmış devrimler ve büyük devrimci girişimler, halen pek çok ülkede sürmekte olan devrimci savaşımlar bu tespitin doğruluğu yönünde veriler ortaya koymaktadır.
Çarpık kapitalizmin devletin merkezi otoritesini kırlara doğru yaymasını hem gerekli, hem de mümkün kılması ve devlet güçlerinin kırlarda da görünür hale gelmesi, askeri teknolojinin gelişimi, kır gerillasına karşı özel eğitilmiş güçlerin sayıca artışı ve benzeri faktörlerden hareketle artık kır gerillacılığını başarılı biçimde yürütmenin imkansız ya da imkansıza yakın olduğu düşüncesi de zaman zaman dile getirilmektedir. Bunun yanı sıra, TDH’nin kır gerillacılığı noktasındaki başarısız deneyimleri de bu tür iddiaları desteklemek için kullanılmaktadır. Aslında bu yaklaşımlar, kimi zaman iyi niyetli, ancak gerilla savaşının mantığını zayıf kavramakla ilgiliyken, çoğu kez aslında kırda olsun, şehirde olsun gerilla savaşını ret etmek için uydurulan düşüncelerdir. Her şeyden önce, eğer pratik örneklerden hareket edecek olursak, bugün sürmekte olan büyük devrimci girişimlerin, anti-işgal direnişlerin çoğunun esas olarak kır gerillası temelinde uzun süreli savaş olarak biçimlendiğini görürüz. Üstelik bunların bir bölümünde gerillaya karşı savaşan güçler dünyanın bilinen en gelişkin savaş teknolojilerine, kontrgerilla savaşı konusunda muazzam bilgi ve deneyime sahip olan başta ABD emperyalizmi olmak üzere emperyalist devletlerdir. Kolombiya’dan Nepal’e kadar uzanan büyük yeni-sömürge coğrafyasında kır gerillacılığı temelinde savaş güçler mevzilerini koruyor, kimi yerlerde düşmanı geriletiyorlar. Kaldı ki, düşmanın devrimci güçleri denetim altına almak ve bastırmak için kullandığı izleme, dinleme, takip ve saldırı yöntem. teknoloji ve örgütlenmeleri kentlerde çok daha güçlü biçimde kurulmuş durumdadır. Neredeyse her sokağı ve mekanı izleyen kameralar, ihbar ağı, kentlerin daha küçük coğrafyalara sıkışmış emekçi semtlerini, kırların geniş coğrafyalarına nazaran daha kolay biçimde abluka altına alarak kontrolden geçirme vb... olgular, düşmanın denetim olanaklarının hem kırlarda, hem de kentlerde senkronize biçimde geliştiğini gösteriyor. Düşmanın denetim olanaklarının geçmişe nazaran olağanüstü büyüdüğü gerekçesinden hareket edersek, ne kırlarda, ne de şehirlerde devrimi savaşın mümkün olmadığı sonucuna varırız. Fakat hayır, düşmanın tüm “harika teknolojileri”ne rağmen, devrimci savaşım, anti-işgal gerilla direnişleri hem kırlarda, hem de kentlerde ayakta kalıyor ve gelişiyor. Gerilla için düşmanın kuvvetinin büyüklüğünden ya da teknolojik üstünlüğünden şikayet etme diye bir şey yoktur, bu gerilla savaşının mantığına aykırıdır. Gerilla az güçle büyük kuvvetleri alt etme sanatıdır. Şikayet değil, düşmanı alt etmenin yolunu bulmaktır gerillanın işi... Gerilla bunu kır olsun kent olsun bulunduğu her coğrafyayla kardeşleşerek, yoldaşlaşarak, doğru politik açılımlar, eylemler geliştirerek, düşmanın geliştirdiği her saldırı yöntemini, aracını, teknolojisini alt edecek yolları arayıp bularak (askerlikte kuraldır her silahın anti’si vardır) gerçekleştirir.
Sonuçta, kırların kentlerle diyalektik bir bütünlük içinde temel bir savaş alanı olduğu ve işçi sınıfıyla birlikte emekçi köylülüğün de devrimin temel güçlerinden biri olduğu açıktır.
Peki ya kentler ve işçi sınıfı?.. Günümüzün işçi sınıfı ve kent gerçekliği karşısında, işçi sınıfı devrimin temel gücü değildir, ya da temel gücüdür ama ancak savaşın son aşamalarda rolünü oynar ve şehirlerdeki mücadele ikincil (tali) niteliktedir diyebilir miyiz? Şüphesiz hayır, PC yaklaşımı daha 1970’lerde bile “köylü ordularının kentleri kuşatması ve ancak son aşamada işçi sınıfının rolünü oynaması” biçimindeki şablonlaştırılmış klasik halk savaşı (ÇKP’ye özgü) tarzını aşmış ve kentlerle kırların yeni türden bir ilişki biçimini aramaya başlamıştır.
Bugün ise yeni-sömürgeci çarpık kapitalizm nüfusu hızla kentlere yığmaya devam ediyor. Pek çok yeni-sömürgede kentler artık nüfusun büyük çoğunluğunu (hatta kimilerinde kır nüfusu artık önemsiz oranlardadır) barındırıyor. (Örneğin Türkiye için kent nüfusunun toplam nüfusa oranı artık yüzde yetmişlerdedir ve bu oran kırk yıl öncesinin neredeyse tam tersidir.) Kentlere yığılan büyük köylü nüfusun ezici bir çoğunluğu işçileşerek kentleri çepeçevre kuşatan büyük emekçi semtlerinde (varoşlarda) toplaşıyor. İşçileşen köylü nüfus genellikle vasıfsız işçi olarak iş ve sosyal güvenceden, her türlü kültürel ve sosyal gelişme olanaklarından, insani barınma ve sağlık olanaklarından uzak bir yaşama mahkum ediliyor. Milyonları, on milyonları aşan metropollerin ezici bir çoğunluğunu varoşlarda yaşayan bu büyük işçi/işsiz kitlesi oluşturuyor. Neoliberal politikalar sonucu parçalanan iş sürecine bağlı olarak yaşam alanları ile işyerlerinin iç içe geçişi en çok da varoşlarda yaşanıyor. Üreten ancak insanca yaşayamayan büyük kitle bunu an be an hissediyor. Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan gençlerin ezici bir çoğunluğu işçi/işsiz olarak oldukça sefil koşullarda, her türlü umut kırıntısından uzak, öfke ile boyun eğmişliğin iç içe geçtiği, lümpen isyankarlıkla mafyatik çeteleşmenin girdabında yaşam tüketiyor. Kültürel çürümenin sonuçları en keskin biçimde varoşların işçi ve işsiz gençlerini vuruyor.
Yeni-sömürgelerde kapitalizmin gelişmesi ve kentleşme, emperyalist-kapitalist ülkelerdeki kent gerçeğinden tümüyle farklıdır. Tek bir kentin içinde aslında iki ayrı kent söz konusudur. İnsanca yaşamdan uzak, öfke dolu milyonlarca emekçinin yaşadığı, düzensiz gelişmiş, denetlenmesi geçmişe nazaran oldukça zorlaşmış devasa büyüklükteki varoşlar ve orta ve büyük burjuvazinin yaşadığı, düzenli ve her türlü olanağa sahip küçük kent adacıkları... Varoşlar ve kentin burjuva semtleri, iki ayrı dünya, birbirine düşman iki ayrı varoluş biçimi yan yana, karşı karşıya yaşıyor. Aslında bir anlamda, düşmanın yaşam ve iktidar alanları, yani devrimci hareketin başlıca hedefleri ile bu hedeflere karşı nefret duyan ve dolayısıyla gerillanın potansiyel desteği (ve tabii ki kadrosu) olacak olan güçler aynı kent coğrafyasının değişik alanlarında, uçurumlarla ayrılmış olarak yan yana durmaktadırlar.
İşçi sınıfı ve kentler, kentlerin emekçi bölgeleri bütün bu özellikleriyle büyük bir devrimci dinamizmi bağırlarında taşıyorlar. Varoşlar sınıf ve gündelik yaşam ilişkilerinden kaynaklanan çelişkilerin olağanüstü ölçülerdeki sertliği ve hızla patlama noktasına varışlarıyla, düşmanın denetim olanaklarının zayıflığıyla, şehirlerin içinde kırların rolünü oynuyorlar. On milyonlarca işçi ve yoksul emekçinin yaşam ve üretim alanları olan varoşlar mekansal açıdan kırlar gibi, sistemin yumuşak karnıdır, zayıf halkasıdır.
Bu işçi sınıfı ve kent gerçekliği devrimin stratejik çizgisini kurmakta kent-kır temelli mekansal ayrımı temel bir sorun olmaktan çıkarmıştır. İşçi sınıfının devrimin temel gücü olmadığı, ya da devrimin temel gücü olsa bile bu rolünü iktidarın alınması sürecinin ilerleyen aşamalarında oynayabileceği ve benzeri tespitler geçerli değildir. Ülkedeki emekçilerin en büyük kitlesini oluşturan, nesnel devrimci dinamikleriyle, kentleri kuşatan büyük yaşam ve çalışma alanları olan varoşlarda biriken büyük öfkesiyle işçi sınıfı, emekçi köylülükle devrimci savaşımın birlikte temel gücüdür. Kentler, devasa varoş denizleriyle devrimci şehir gerillasının yürütülmesi, tutunması ve varoşların işçi/işsiz gençliğinin katılımıyla büyümesi için elverişli zeminlere sahiptir ve ayrıca varoşlarla kırlar arasında her zaman canlı bir ilişki bulunduğu da bilinmektedir. Yani aslında bu anlamda kentlerin emekçi mahalleleriyle kırlar arasında kendiliğinden ve doğal bir ilişki söz konusudur.
Devrimci savaş mekansal açıdan kentlerde ve kırlarda birleşik bir savaş olarak gelişmek zorundadır. Devrimci savaşın planlanmasında hangi rolleri kırların, hangi rolleri kentlerin üstleneceği, savaşın ağırlık merkezinin hangi aşamalarda kırda ya da kentlerde olacağı esas olarak taktik bir sorundur.
Biraz daha açacak olursak; kırlardaki üslenme kentlere oranla çok daha büyük bir özgür hareket alanı sunar. Gerillanın kırlarda açık varoluşu ve yarattığı yaşam ve eğitim alanları partinin kendini yeniden üretmesi, moral ve siyasal açıdan varlığını her dönem süreklileştirmesini sağlar. Kentlerde yaşanan sıkışmalarda, düşmanın büyük saldırılarında devrim hareketine nefes aldırır. Bu açılardan kırlardaki üslenme ve kökleşme her dönem açısından son derece önemlidir. Öte yandan, politik-askeri kampanyaların ve çalışmaların seyri açısından ağırlık merkezinin kimi zaman şehirlere, kimi zaman ise kırlara kayabileceği açıktır. Devrimci gerilla savaşının başlangıç aşamalarında yürütülecek silahlı propaganda faaliyetleri için kentler kırlara nazaran çok daha büyük olanaklar ve zenginlik sunar. Bu zenginlik hedef çeşitliliği, Partinin amaç ve hedeflerini açıklamada, ajitasyon ve propaganda çalışmalarının daha yaygın, daha uzun süreli ve güçlü yürütülmesinde ve benzeri olgularda kendini apaçık gösterir.
Dahası, kentlerdeki devrimci mücadelenin keskinleşip yaygınlaştığı dönemlerde ortaya çıkan büyük kitlesel militan direnişleri, irili ufaklı ayaklanmaları da kentlerdeki gerilla savaşlarıyla birleştiren bir tarz yaratmak zorunludur. Türkiye’de geçmişten bugüne uzun süreli halk savaşını savunan devrimci kesimlerde “ayaklanma” kavramına dönük adeta alerjik düzeydeki olumsuz tepki de (on yıllar önce belki, genel halk ayaklanması söyleminin arkasına saklanıp pasifizmi, devrimci gerilla savaşına karşı düşmanlığı yayan kesimlerle ayrım noktasını kalın biçimde çizmek açısından bu tepkinin belli bir haklılık payı vardı) anlamsızlaşmıştır. Gerilla savaşı özellikle kentlerde giderek artan ölçülerde büyük silahlı/silahsız kitle direnişlerini, ayaklanmalarını tetikleyecektir, hatta gerillanın bizzat kendisi bu tür mücadeleleri örgütleyecektir. Konutlarının, gecekondularının yıkımı için gelen baskı güçlerine karşı barikatlar kurarak taşla sopayla, molotoflarla direnen binlerce gecekondulunun, ya da fabrikalarını işgal eden fabrikadaki malzemeleri savaş aracına çeviren, bütün bir bölge halkının eylemli desteğini alan işçilerin güçlü başarılı bir gerilla savaşı yürüten devrimci partinin önderliğiyle buluşması durumunda direnişlerin emekçi semtlerine dalga dalga yayılan bir yerel ayaklanmaya dönüşmeyeceğini kim söyleyebilir? (Onlarca gecekondu semtindeki barınma hakkı temelli direnişler, Seydişehir ve Seka işçilerinin çatışmalı işgal ve direnişleri bu noktada çok şey anlatıyor.) Devrimci gerilla savaşı gelişebilecek böylesi ayaklanma ve direnişleri kentlerdeki bir bileşeni, onun uzantısı, bir parçası haline getirmek zorundadır. Ve böylesi süreçlerde savaşın ağırlık merkezini kentlere doğru kaydırmak mümkün ve gereklidir. Daha somut ve gelişkin süreçler olarak serhildanlar, Gazi direnişi, Irak ve Filistin’deki intifadayla, büyük kitle mücadeleleriyle birleşmiş şehir gerilla deneyimleri bu noktada üzerinde düşünülmesi gereken oldukça önemli, aydınlatıcı olgular ve deneyimlerdir. Öte yandan, Latin Amerika’da (üstelik bir gerilla mücadelesinin de mevcut olmadığı ülkelerde) bizzat metropollerin içindeki emekçi mahallelerinde devrimci-demokratik güçlerin nasıl “güçlü etkinlik alanları” yarattıkları, buralarda taban örgütlenmeleri ile nasıl birçok soruna müdahale edebildiklerini ve kitle inisiyatifini hayata hakim kılabildiklerini görmek gerekiyor. Bunlar elbette “kurtarılmış bölgeler” değildir; ama “güçlü etkinlik alanları”dır ve bu tür deneyimler devrimci sosyalist bir gerilla mücadelesinin de emekçi mahallelerinde az çok “güvenli” ve az çok “düşmana kapalı” havzalar yaratabileceğini, kitleler arasında “meclisler, komiteler” gibi yollarla yeni uygarlığın nüvelerini kurabileceğini, vb. vb. bize işaret etmektedir. “Kurtarılmış bölge” ile “etkinlik alanı” arasındaki fark, düşmanın o bölgeye mekansal olarak kolayca girip girememesiyle ilgilidir; “etkinlik alanları” düşmana tümüyle kapalı değildir ama devrimci örgütlenme ile yaratılan bu doku, düşmanın devrimci çekirdeklere ulaşmasını güçleştiren, suskunluk ya da militan direnişlerle onu koruyan bir yapıdır. Örneğin Nikaragua’daki diktatörlüğün sonunu hazırlayan ünlü meclis baskını eylemi, dağlarda değil, tam da başkentin içinde bir emekçi mahallesindeki evlerde hazırlanmıştır. Yani kentlerde kalabalık gerilla grupları bir araya gelememekte ama öte yandan militan kitle hareketi, gerilla, milisler ve destek ilişkileri gibi bir dizi unsur kombine olarak hareket ederek tayin edici vuruşlara imza atabilmektedir. Bütün bunlar, devrimci sosyalist bir mücadelenin ne kadar çok olasılığa açık olması gerektiğini gösteren örneklerdir.
Şehir ve kır gerilla mücadelelerinin bu somut gerçeklerinden ve on yıllar içindeki evriminden hareketle, devrimin mekansal ağırlık merkezinin/ekseninin mücadelenin gelişim seyrine göre değişeceğini, bunun taktik bir sorun haline geldiğini çok net biçimde yeniden ifade etmek gerekiyor.
Devrimci gerilla savaşının tarzı, sadece şehirlerde değil, kırda da silahlı propagandayı güçlü biçimde yapabilen, bildik askeri imha merkezli kır gerillasının ötesine geçen, ağırlık merkezi her dönem kırlarda olmayan, şehirlerdeki sınıf mücadelesinin büyüyüp keskinleştiği süreçlerde ağırlık merkezi şehirlere de kayan, ülke çapında etkili bir hareketli savaş ve vuruş tarzıyla hareket eden, mücadeledeki değişkenliğe kendini hızla adapte eden, bu yoldan giderek büyük gerilla ordulaşmaları yaratarak büyüyen, bulunduğu her alanı yeni uygarlığın boy vereceği zemin haline getiren, bunu yürüttüğü mücadelenin temel bir bileşeni olarak ele alan bir gerillacılık olacaktır. Yeni devrimci gerilla savaşı tarzı için ilk elde söylenebilecekler bunlardır. Ancak bu olgular, süreç ve dinamikler mücadelenin karmaşık süreçleri içinde yeniden ve yeniden biçimlenecek, bugünden kestiremediğimiz pek çok faktörün de süreçlere dahil olmasıyla yeni tarz daha da zenginleşecek ve derinleşecektir.
Şehir-kır ilişkisi açısından, yani mekansal açıdan bakıldığında devrimci savaşın seyri nasıl biçimlenecektir? Öncelikle belirtmek gerekir ki, mekansal biçimleniş tümüyle taktik (günlük taktik değil, dönemsel taktik) bir sorundur. İlkesel ve stratejik bir öneme sahip değildir. Bu tümüyle söz konusu aşamanın gündemleşeceği dönemdeki nesnel ve öznel koşullara bağlıdır. Devrimci sosyalist parti bu noktada mekansal gelişme seyrine ilişkin rotasını şöyle belirlemiştir;
“Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi’nin ışığında devrimci rota şöyle bir çizgi izleyecektir:
1. aşama: Şehir gerillasını yaratma
2. aşama: Şehir gerillasını geliştirme,
Kır gerillasını yaratma ve kuvvet gösterisi.
Bu iki aşamada, savaşın, psikolojik yıpratma yönü ağır basacaktır.
3. aşama: Şehir gerillasını yaygınlaştırma,
Kır gerillasını geliştirme
4. aşama ise, Kır gerillasını yaygınlaştırma aşamalarıdır.”

“Büyük şehirlerde yürütülen gerilla savaşı;
1- Halk kitlelerine hainlerin yönetiminin ne kadar kof ve çürük olduğunu gösterecektir.
2- Her an patlamaya hazır bir volkan gibi kıvılcım bekleyen halk kitlelerine vurduğu yerden ses çıkartabilecek, zalimleri cezalandıracak, kendi devrimci diktatoryasını kurabilecek nitelikleri taşıyan bir teşkilatın varolduğunu gösterecektir.
3- Partimizi, çeşitli tecrübelerden geçirerek halkın savaşçı örgütü olma yolunda sağlamlaştıracaktır.
Savaş örgütü, savaş meydanlarından çıkar.
Kısacası, içinde bulunduğumuz bu aşama başta işçi sınıfımız olmak üzere bütün halk kitlelerinde varolan memnuniyetsizlik ve baş kaldırma duygularını güçlendirme, onları silahlı mücadeleye ajite etme ve partimizin teşkilat yapısını sağlamlaştırma aşamasıdır.
Savaşın ikinci aşaması, gerilla savaşının yurt çapında yayılması, şehir gerillası yanında kır gerillasının başlatılması aşamasıdır.
Üçüncü ve dördüncü aşamalar gerilla kuvvetlerinin düzenli orduya dönüşme aşamalarıdır.
Bu evrelerin süreleri hakkında şimdiden bir şey söylemek imkansızdır. Bütün bunları şimdiden kestiremeyiz. Şu andaki görevimiz, bu yolda sistemli ve yılmadan savaşmaktır.” (M. Çayan)
Gerillanın büyük bir ordulaşmaya dönüşmesine paralel olarak düzenli ordu savaşıyla gerilla savaşımının birleşimi, düzenli savaş, büyük şehir ayaklanmaları vb.’nin iç içe geçtiği, şehirde, kırda bütün cephelerde topyekün bir taarruzun gerçekleşeceği beşinci ve nihai aşamaya varılacaktır.
Devrimci savaşın bu mekansal taktik gelişme rotası esas olarak bugün de yukarıda ortaya koyduğumuz uzun süreli halk savaşı çizgisi temelinde geçerlidir. Kentlerin silahlı propaganda faaliyeti için sağladığı büyük olanaklarla, işçi sınıfı ve emekçi halkın kentlerin çeperlerinde birikmiş devrimci potansiyelini birleştirmek; devrimci gerillanın atması gereken başlangıç adımları bunlardır. Bu yoldan tüm ülkeye, hatta dünyaya çok güçlü biçimde seslenmek, düşmanın sinir merkezlerini işlemez hale getirmek, ilk savaş birikimlerini yaratmak ve buradan ülkenin bütün kentlerine ve kırlara yayılmak... Devrimci sosyalist partinin konsantrasyonunu, güç ve olanaklarını yoğunlaştıracağı pratik çizgi budur.

Not: Yazı dizimiz, esas itibarıyla bu bölümle sona ermektedir; ancak gelecek sayılarda strateji sorunuyla doğrudan ilgili bazı konuları (ikili iktidar, politik-askeri önderlik ve kadro, vb.) işlemeyi sürdüreceğiz. Ayrıca yazı dizimiz, bir bütün olarak gözden geçirilerek broşür haline de dönüştürülecektir.

Dipnotlar
(1) Hiç kuşkusuz, buna tarihsel birikimimizi tekrarlayarak kolayca uzun süreli halk savaşı, PASS çizgisinde yürüyerek diyebilir ve bugüne değin yazılan çizilenleri sıralayabiliriz. Tarihsel birikimimizin ortaya koyduğu çerçeve konusunda özel bir kuşku duymuyoruz. Ancak böyle bir yanıtla yetinmek, on yılların ülke ve enternasyonal pratiği ve sınamasını göz ardı etmek, nesnel koşullardaki devinimi, değişimleri hesaba katmamak ve dolayısıyla kendini zaman ve mekan dışı olarak algılayan dogmatikler konumuna düşmek anlamına gelir. Daha da ötesi, böylesi bir tutum, Türkiye devrimci hareketinin gelişmesinde sadece pratiğiyle değil, yaratıcı, devrimci yenilenmeci söylemiyle de çığır açıcı bir rol oynamış olan tarihsel birikimimize de ihanet demektir. (Tabii, bu tutum aynı zamanda tüm dünya devrimci birikimini az-çok irdeleyen bu çalışmayı da kendiliğinden gereksiz konuma düşürür.)
(2) Sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde milli krizin biçimlenişini bu çalışmanın bir önceki bölümünde genel hatlarıyla koyduğumuz için burada sadece Türkiye özgülünde bunun biçimlenişini genel çizgileriyle ifade etmekle yetineceğiz.
(3) Ayrıca silahlı mücadeleyi, gerillayı, içinde bulunulan anda, ya da bir bütün olarak başat mücadele biçimi olarak görmeyen politik hareketler de tali bir unsur olarak belli durumlarda silahlı mücadele yöntemlerine başvurabilirler. Emperyalist-kapitalist ülkelerdeki devrimci partiler genel halk ayaklanması gerçekleştirileceği aşamaya değin olan evrim döneminde, kimi durumlarda tali bir unsur olarak silahlı eylemlere başvurabilir. Ülkemizde de evrim-devrim aşamalarını ayrı olduğunu savunan kimi devrimci hareketler tali bir unsur olarak zaman zaman silahlı eylemler gerçekleştirebilmektedirler.


 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul