Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

61-1. Sayı - Kasım 2009

Devrimci partilerin hayatlarında öyle dönemler vardır ki, o dönemlerde yetişen kadrolar bütün sıkıntılara ve kahırlı durumlara karşı “şerbetli” olurlar...
Devrimci sosyalizm şimdilerde böyle bir dönemden geçiyor. Dar bir geçitten, el ele tutuşarak ve yanlışlarla/doğrularla bir arada yürüyoruz. Ne yapmak istediğimizi, nereye gitmek istediğimizi biliyoruz; geç kaldığımızı da biliyoruz ve tarihin geç kalanlara pek iyi davranmadığını da biliyoruz. Dünyaya, bölgemize ve yaşadığımız topraklara bakıyoruz; yalnızca bakmak da değil, bütün her ne varsa onun içinde yaşıyoruz; her gördüğümüz düğüm noktası bize aslında nasıl bir kılıca ihtiyaç duyduğunu fısıldıyor, her kanayan yara aslında kendi merheminin formülünü bize işaret ediyor; “her sorun ancak çözümleneceği durumda ortaya çıkar” diyor ya Marks, hayat bugün de her adımda onu doğruluyor.
Bu sayıdaki ilgili yazımızda IMF/DB protestolarını değerlendirirken “yapılanlar yapılması gerekenlerin kanıtıdır” dediysek eğer, bunun günlük olayların dışında ve ötesinde bir anlamı var. Olanı görüyorsak, mevcut durumu çıplak gözle, megaloman sarhoşlukların başımızı döndürmesine izin vermeden tam olarak çıplak gözle görüyorsak, olanın yetersizliğini de görüyor ve acısını hissediyoruz demektir. Bu bir bakış meselesidir; bir yerden bakarsanız “günlerini gösterdik onlara” dersiniz, başka bir yerden bakarsınız “evet elimizden geleni yaptık ama ucuz kurtuldular aslında” dersiniz. “Şöyle olsaydı aslında böyle olurdu” demek, Türkçe’de “hayıflanmak” kavramına denk düşer ve hayıflanmak, devrimin yolunu açmak isteyen insanlar için aslında iyi bir başlangıç duygusudur. Durumdan memnun olmamak ve her şeyin “başka koşullarda başka türlü de olabileceğini”, olmamasının en önemli nedeninin de biz olduğunu bilmek, bu durum için hayıflanmak, başlangıç olarak evet, iyi bir duygudur. Ama sadece başlangıç noktası olarak! Çünkü bu, salt kendi başına devrimci olmayan bir duygudur ve kişiyi nereye taşıyacağı da belli değildir.
Yani mesele şu: derdi bilmek, yarayı hiçbir perde olmaksızın bütün çıplaklığıyla görmek ve en önemlisi ilacı bilmek, kılıcı bilmek, sorumluluktur. Bugün yaşadıklarımızın başka koşullarda başka türlü sonuçlara yol açabileceğini biliyor olmak, bize o koşulları yaratma, o koşulların yaratılması için bugünkünün on katı zeka ve enerjiyi ortaya koyma sorumluluğu yükler.
Devrimci sosyalist, böyle bir sorumluluğa sahiptir, böyle bir sorumluluğa mahkumdur. Esasen bu topraklarda devrimci sosyalizmin varlık nedeni de budur; onu siyasi yelpazenin sıradan bir parçası olmamaya çağıran görev tanımı budur. Ve elbette, böyle bir görevin layıkıyla yerine getirilememesinin günahını sırtımıza -başkalarının sorumluluğunu tartışmaksızın- tereddütsüz biçimde almamızın nedeni de budur. Bu, karamsarlığın iyimserliğe çevrilmesidir aslında; çünkü yukarıda sözünü ettiğimiz zeka ve enerji uzay boşluğundan bir yerden gelecek değildir; o, bizim bünyemizde mevcuttur.

lll
Devrimci sosyalizm bugün bu sorumlulukla karşı karşıyadır.
Devrimci partilerin hayatı “tartışma zamanları” ve “iş zamanları” diye ikiye ayrılmaz; devrimci örgütün doğası böyledir ve sosyalist mücadelenin tarihi boyunca kim bu iki olguyu ne zaman birbirinden ayırmışsa kendi ayağına ateş etmiştir. Kim “sürecin zorunlulukları ve zorlukları”nı öne sürerek kolektif aklın ortaya çıkmasının kapılarını, kanallarını kapatmışsa bir düşünsel/pratik zenginliğin ortaya çıkmasının önünü kesmiştir; öte yandan hangi parti pratikten koparak kendisini “önce şunu bir halledelim” mantığıyla bir “tartışma kulübü” haline getirmişse, açıktır ki bir süre sonra aslında o tartıştığı konuda da gerçeklikten kopma tehlikesi altına girmiştir. Her iki durumda da sonuç, tartışmasız biçimde çürümedir.
Klasik bir ilke olarak pek sık tekrarlanan “demokratik merkeziyetçilik” kavramının pratikteki, hayatın içindeki tezahürü aslında bu kadar yalın ve hatta basittir: Devrimciler, devrimci örgütler, yürüyen ve yürürken o yürüyüş kolunun sorunlarını bir an bile ara vermeksizin tartışan insanlardır. İkisinden de vazgeçemezler; vazgeçerlerse aslında devrimci örgüt olmaktan vazgeçmiş olurlar. İkisinden de vazgeçmezler ama asla ikisini bir “tam eşitlik” ilişkisi içinde düşünmezler; mola yerinde tartışmaya, yürüyüşte ise yolu açmaya ve hızlı adımlar atmaya ağırlık verirler. İş yaparken talimatları, talimatları oluştururken fikirleri, deneyimleri esas alırlar. Ama her iki durumda da yürüme ve tartışma arasında kesin ve canlı bir ilişki kurarlar.
Ne Yapmalı’yı bu açıdan bir kez daha okursak görürüz ki, 1903’te RSDİP’te koskoca bir bölünmeye yol açan “parti üyeliği” tartışması, aslında tam tamına bir devrim niyeti tartışmasıdır. Yani sizin bir devrim yapmaya, proletarya ordularını ayağa kaldırıp düzeni yıkmaya niyetiniz yoksa, aidat veren herkesi parti üyesi yaparsınız; yok eğer devrim yapmak için proletaryanın savaş örgütünü kuruyorsanız o zaman durum değişir ve siz tüzüğe şu kuralı koyarsınız: “parti örgütlerinin birinde çalışmak!”
Basit gibi görünüyor ama “örgütsel çalışma yapmak” kavramının kendisi, bir hukuk ilişkisi yaratır. Menşevik öneride hukuk yoktur; çünkü hukuk ilişkisi, insanların hangi konuda ne kadar hakka sahip oldukları konusu, “parti için çalışma” gibi bir koşula bağlanmamıştır, böylece “parti üyesi” herhangi bir somut kurala ve denetime bağlanmayan kişi haline getirilmektedir. Böylece ortaya çıkan “hukuk” aslında herhangi bir pratik parti çalışmasına bağlanmamış bir tür ukalalık özgürlüğüdür. Bolşevik ilke ise “çalışma” ile “hukuk” ilişkisini birbirine bağlamış, birbirinden ayrılamaz hale getirmiştir.
Hani ta ilkokuldan biliriz ya, Ziya Gökalp’in ünlü faşist dizeleri vardır; “Sakın hakkım var deme/Hak yok vazife vardır.” Hitler-Mussolini havuzundan çalınmış bu ucuz manzume tipik bir faşist örgütlenme sloganı ve ilkesidir. Devrimci örgüt ilkeleri, bu mantığın tam karşısında bir yerde durur. Emekle hukuku birbirine bağlar, bir bütünlük haline getirir. Aaa öte yandan devrimci örgüt, Gökalp’in uyduruk siyah-beyaz manzarasının tersine de izin vermez; “vazife”den kaytaran ama “hak”kını pek iyi bilen Menşevik tipte “kadro” ile de yıldızı hiç barışmaz. Çalışmaya, görevlerin yerine getirilmesine dayanmayan, kaynağını oradan almayan bir hukuku dikkate almaz, geçerli saymaz.
Çalışmayana ekmek yok! Sosyalizmin temel ilkesi budur; ve aslında -teşbihte hata olmaz!- devrimci partinin ilkesi de bunun değişik bir biçimine denk düşer: Çalışmayana tartışma hakkı yok!
Çok sert görünebilir ama işin doğrusu tam da budur. Bu, bizim dışımızdaki insanlar için elbette geçerli değildir. Bu topraklarda yaşan 70 milyon insandan herhangi biri, partimiz hakkında konuşabilir, partimizi değerlendirebilir, düşüncesini söyleyebilir, bu ayrı bir şey. Bir devrimci parti kendisine yönelik dışsal eleştirileri, hem diğer siyasi akımlardan gelenleri, hem de halktan insanların, sıradan emekçilerin eleştirilerini değerlendirir, belli bir düzeyi olan hiçbir eleştiriyi yok saymaz, katılmadığı durumlarda da “kolaysa gel sen yap” diye yanıt vermez. Ama bizzat kendisi parti bünyesi içinde olan insanlar bakımından durum farklıdır; orada eleştiri pratik faaliyet ve katılma ile doğrudan bağlantılıdır. Bu bağlantıyı asla koparmayız, koparmamalıyız, koparmayacağız. Partinin pratik faaliyetinin, bu pratik faaliyet sırasında boğuşulan yüzlerce sorunun, sıkıntının ötesinde bir yerde durarak yapılan eleştiri, yine de parti tarafından değerlendirilir ama devrimci bir anlam ifade etmez. “Parti örgütlerinin birinde fiilen çalışıyor olmak”, evet, tam da bu gerçeklik eleştiriyi devrimci yapar, yerli yerine oturtur.
Bu, aynı zamanda “işlerin yürüyüp yürümediği yada nasıl yürüyeceği” üzerine fikirleri, oldukça yalın bir başka cümleye bağlar: “Ben varsam yürür!”
“Ben varsam yürür” cümlesi kendine güvenen kadronun amentüsüdür, mihenk taşıdır. Bu mihenk taşından uzaklaşan herkes yolunu şaşırır. Bugüne dek şaşırmıştır, bundan sonra da şaşıracaktır. Çünkü, parti kültürü dediğimiz şey, bu basit ama sağlam cümlenin içe sindirilmiş, yaşam biçimi olmuş halidir. Durum ne kadar problemli olursa olsun, olaylar bize ne kadar kaotik görünürse görünsün, kendi görüşlerimizle genel gidişat arasında -en azından kendi görüşümüze göre- ne kadar çelişki var gibi görünürse görünsün, kendi varlığımızı doğruların garantisi olarak görmek, geriye değil ileriye doğru yürümek “ben varsam olur”un pratik tezahürleridir.
Devrimci sosyalizm, tarihsel olarak belli bir eleştiri geleneğine sahiptir. Bu özgürlük alanı, zaman zaman kötüye kullanılabilecek ölçüde geniştir; pratikte çalışan her yoldaş eleştirilerini, görüşlerini, önerilerini herhangi bir sınır tanımaksızın ve elbette hukuk içersinde ortaya koyabilir. Devrimci sosyalizm, pratikte çalışan, ter döken her insanının düşüncelerini ne kadar abartılmış ve uç fikirleri içerirse içersin dikkate alır, almak zorundadır. Bu noktada hiç kimse ama hiç kimse özel bir ayrıcalık yada dokunulmazlık zırhına da sahip değildir. Klasik askerlik kıdemleri, yaş sınırları işin bu faslında tümüyle anlamsızdır. Devrimci sosyalist parti, otuz yılı aşan yaşamı boyunca şimdiye dek defalarca bunu kanıtladı, bundan sonra da kanıtlamaya devam edecek. Eleştiri-özeleştiri çift taraflı bir kılıçtır; kimseye özel bir uygulama yapmaz, bundan sonra da yapmayacaktır. Devrimci örgütlerde kurallar ve haklar/görevler bütünlükleri, sadece sempatizanlar için icat edilmiş durumlar değildir.
Ama temel kriter son derece açık ve nettir, bir kez daha altını çizerek yazalım: “Parti örgütlerinin birinde çalışmak!”
Bu kadar basit ve bu kadar açık...

lll
Biliniyor, özel bir zamandan geçtik…
Ama bitti!
Şimdi yürüyüş zamanıdır; yürümek isteyenler, yürüyüş kolunun kuralları ve komutları ile yürüyeceklerdir; kuş sesleri ve patika kıvrıntılarına, kendi gönüllerinin çağrılarına değil yürüyüşün ritmine ve marşımızın notalarına adımlarını uyduracaklardır. Bu yol boyunca omuz omuza yürürken, birbirimizin ellerini tutarak dar geçitlerden geçerken bir yandan da yürüyüşümüzün genel gidişatını ve akıbetini tartışmaktan hiç vazgeçmeyeceğiz. Bir yandan çalıştığı alandaki faaliyetini düşünür ve yürütürken bir yandan da her akşam Ortadoğu’dan dünyaya dek bin tane sorun üzerine bin tane tartışma açan şehit yoldaşlarımız, bu konuda kutup yıldızımızdır. Onların çalışma tarzı en somut örneğimizdir. Yol boyunca her mola verdiğimiz yerde, ya da yolun çatallaştığı her noktada yeniden yeniden bir araya gelip konuşacağız. Yürüyüş kolunu yönetenler bazen doğru sapağı seçmemiş olsalar da, ya da biz sapağın doğru seçilmediğine inandığımızda da yürüyüş kolundan sapmayacağız; bir sonraki molada tartışmak üzere yürüyüşe devam edeceğiz ama asla geriye tornistan etmeyeceğiz. “Ya bu devrimciler ne kadar çok tartışıyorlar” gevezeliğine itibar etmeyeceğiz; hiç tartışma istemeyenler faşist partilere gidebilirler, oraları epey huzurludur! Devrimciler, -huyları kurusun!- tartışırlar; bu onların doğasındaki bir şeydir. Marks’ın biyografisini okuyan herkes o dahi adamın bütün hayatının polemiklerle örülü olduğunu görür. Yani tartışmakta özel bir sakınca yok. Yol yürünür, yolun bir evresinde tartışılması gerekir tartışılır. Sonra o tartışmanın sonuçları ve ortaya çıkardığı program ile yürünür ve sonra yine bir başka mola yerinde muhasebe başlar. Bu iş böyledir ve hep böyle olmuştur.
Yoldayız, yürüyoruz. İş yaparken talimatları, talimatları oluştururken fikirleri, deneyimleri esas alıyoruz. Bunun anlamı açık: Mola yerinde tek bir saniyeyi bile tartışmasız geçiremeyiz, yürümüş olduğumuz yola bakarız, onun her santimini elden geçiririz, kendimize hiç acımadan didikleriz; ama yüklerimizi sırtlayıp yeniden yola koyulduğumuzda artık başka bir boyuta geçeriz. Yürümek, daha hızlı yürümek, koşmak… Yine tartışırız yolda ama artık o daha pratik bir tartışmadır ve yürüyüşün önünü kesen bir şey değildir.
Yoldayız yürüyoruz, devrimci sosyalizm, son derece zengin bir politik perspektif bütünlüğüne ve yeterli bir yoktan var etme potansiyeline sahiptir. Zorlukla evet, zorlanarak evet, akla gelebilecek bütün engellerle yüzleşerek evet; ama bıkmadan, usanmadan ve kararlılıkla... Politik perspektifimizin zenginliği ile örgütsel tablomuz arasındaki mesafeyi kapattığımız an, Türkiye devriminin makus talihinin de kırıldığı an olacaktır. Devrimci sosyalizm, Türkiye devrimci hareketinin yelpazesinde sıradan bir renk değildir; bu kadarıyla yetinmeyi düşünen de devrimci sosyalist değildir.
Bunu bilmek, ağır bir sorumluluktur.
Sorumluluk çalışma ve enerjiyi, çalışma ve enerji ise zaferi getirecektir...
Ben varsam olur…
Biz varsak olur…





 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul