Devrimci partilerin hayatlarında öyle dönemler
vardır ki, o dönemlerde yetişen kadrolar bütün
sıkıntılara ve kahırlı durumlara karşı “şerbetli”
olurlar...
Devrimci sosyalizm şimdilerde böyle bir dönemden
geçiyor. Dar bir geçitten, el ele tutuşarak ve
yanlışlarla/doğrularla bir arada yürüyoruz. Ne
yapmak istediğimizi, nereye gitmek istediğimizi
biliyoruz; geç kaldığımızı da biliyoruz ve tarihin
geç kalanlara pek iyi davranmadığını da biliyoruz.
Dünyaya, bölgemize ve yaşadığımız topraklara bakıyoruz;
yalnızca bakmak da değil, bütün her ne varsa onun
içinde yaşıyoruz; her gördüğümüz düğüm noktası
bize aslında nasıl bir kılıca ihtiyaç duyduğunu
fısıldıyor, her kanayan yara aslında kendi merheminin
formülünü bize işaret ediyor; “her sorun ancak
çözümleneceği durumda ortaya çıkar” diyor ya Marks,
hayat bugün de her adımda onu doğruluyor.
Bu sayıdaki ilgili yazımızda IMF/DB protestolarını
değerlendirirken “yapılanlar yapılması gerekenlerin
kanıtıdır” dediysek eğer, bunun günlük olayların
dışında ve ötesinde bir anlamı var. Olanı görüyorsak,
mevcut durumu çıplak gözle, megaloman sarhoşlukların
başımızı döndürmesine izin vermeden tam olarak
çıplak gözle görüyorsak, olanın yetersizliğini
de görüyor ve acısını hissediyoruz demektir. Bu
bir bakış meselesidir; bir yerden bakarsanız “günlerini
gösterdik onlara” dersiniz, başka bir yerden bakarsınız
“evet elimizden geleni yaptık ama ucuz kurtuldular
aslında” dersiniz. “Şöyle olsaydı aslında böyle
olurdu” demek, Türkçe’de “hayıflanmak” kavramına
denk düşer ve hayıflanmak, devrimin yolunu açmak
isteyen insanlar için aslında iyi bir başlangıç
duygusudur. Durumdan memnun olmamak ve her şeyin
“başka koşullarda başka türlü de olabileceğini”,
olmamasının en önemli nedeninin de biz olduğunu
bilmek, bu durum için hayıflanmak, başlangıç olarak
evet, iyi bir duygudur. Ama sadece başlangıç noktası
olarak! Çünkü bu, salt kendi başına devrimci olmayan
bir duygudur ve kişiyi nereye taşıyacağı da belli
değildir.
Yani mesele şu: derdi bilmek, yarayı hiçbir perde
olmaksızın bütün çıplaklığıyla görmek ve en önemlisi
ilacı bilmek, kılıcı bilmek, sorumluluktur. Bugün
yaşadıklarımızın başka koşullarda başka türlü
sonuçlara yol açabileceğini biliyor olmak, bize
o koşulları yaratma, o koşulların yaratılması
için bugünkünün on katı zeka ve enerjiyi ortaya
koyma sorumluluğu yükler.
Devrimci sosyalist, böyle bir sorumluluğa sahiptir,
böyle bir sorumluluğa mahkumdur. Esasen bu topraklarda
devrimci sosyalizmin varlık nedeni de budur; onu
siyasi yelpazenin sıradan bir parçası olmamaya
çağıran görev tanımı budur. Ve elbette, böyle
bir görevin layıkıyla yerine getirilememesinin
günahını sırtımıza -başkalarının sorumluluğunu
tartışmaksızın- tereddütsüz biçimde almamızın
nedeni de budur. Bu, karamsarlığın iyimserliğe
çevrilmesidir aslında; çünkü yukarıda sözünü ettiğimiz
zeka ve enerji uzay boşluğundan bir yerden gelecek
değildir; o, bizim bünyemizde mevcuttur.
lll
Devrimci sosyalizm bugün bu sorumlulukla karşı
karşıyadır.
Devrimci partilerin hayatı “tartışma zamanları”
ve “iş zamanları” diye ikiye ayrılmaz; devrimci
örgütün doğası böyledir ve sosyalist mücadelenin
tarihi boyunca kim bu iki olguyu ne zaman birbirinden
ayırmışsa kendi ayağına ateş etmiştir. Kim “sürecin
zorunlulukları ve zorlukları”nı öne sürerek kolektif
aklın ortaya çıkmasının kapılarını, kanallarını
kapatmışsa bir düşünsel/pratik zenginliğin ortaya
çıkmasının önünü kesmiştir; öte yandan hangi parti
pratikten koparak kendisini “önce şunu bir halledelim”
mantığıyla bir “tartışma kulübü” haline getirmişse,
açıktır ki bir süre sonra aslında o tartıştığı
konuda da gerçeklikten kopma tehlikesi altına
girmiştir. Her iki durumda da sonuç, tartışmasız
biçimde çürümedir.
Klasik bir ilke olarak pek sık tekrarlanan “demokratik
merkeziyetçilik” kavramının pratikteki, hayatın
içindeki tezahürü aslında bu kadar yalın ve hatta
basittir: Devrimciler, devrimci örgütler, yürüyen
ve yürürken o yürüyüş kolunun sorunlarını bir
an bile ara vermeksizin tartışan insanlardır.
İkisinden de vazgeçemezler; vazgeçerlerse aslında
devrimci örgüt olmaktan vazgeçmiş olurlar. İkisinden
de vazgeçmezler ama asla ikisini bir “tam eşitlik”
ilişkisi içinde düşünmezler; mola yerinde tartışmaya,
yürüyüşte ise yolu açmaya ve hızlı adımlar atmaya
ağırlık verirler. İş yaparken talimatları, talimatları
oluştururken fikirleri, deneyimleri esas alırlar.
Ama her iki durumda da yürüme ve tartışma arasında
kesin ve canlı bir ilişki kurarlar.
Ne Yapmalı’yı bu açıdan bir kez daha okursak görürüz
ki, 1903’te RSDİP’te koskoca bir bölünmeye yol
açan “parti üyeliği” tartışması, aslında tam tamına
bir devrim niyeti tartışmasıdır. Yani sizin bir
devrim yapmaya, proletarya ordularını ayağa kaldırıp
düzeni yıkmaya niyetiniz yoksa, aidat veren herkesi
parti üyesi yaparsınız; yok eğer devrim yapmak
için proletaryanın savaş örgütünü kuruyorsanız
o zaman durum değişir ve siz tüzüğe şu kuralı
koyarsınız: “parti örgütlerinin birinde çalışmak!”
Basit gibi görünüyor ama “örgütsel çalışma yapmak”
kavramının kendisi, bir hukuk ilişkisi yaratır.
Menşevik öneride hukuk yoktur; çünkü hukuk ilişkisi,
insanların hangi konuda ne kadar hakka sahip oldukları
konusu, “parti için çalışma” gibi bir koşula bağlanmamıştır,
böylece “parti üyesi” herhangi bir somut kurala
ve denetime bağlanmayan kişi haline getirilmektedir.
Böylece ortaya çıkan “hukuk” aslında herhangi
bir pratik parti çalışmasına bağlanmamış bir tür
ukalalık özgürlüğüdür. Bolşevik ilke ise “çalışma”
ile “hukuk” ilişkisini birbirine bağlamış, birbirinden
ayrılamaz hale getirmiştir.
Hani ta ilkokuldan biliriz ya, Ziya Gökalp’in
ünlü faşist dizeleri vardır; “Sakın hakkım var
deme/Hak yok vazife vardır.” Hitler-Mussolini
havuzundan çalınmış bu ucuz manzume tipik bir
faşist örgütlenme sloganı ve ilkesidir. Devrimci
örgüt ilkeleri, bu mantığın tam karşısında bir
yerde durur. Emekle hukuku birbirine bağlar, bir
bütünlük haline getirir. Aaa öte yandan devrimci
örgüt, Gökalp’in uyduruk siyah-beyaz manzarasının
tersine de izin vermez; “vazife”den kaytaran ama
“hak”kını pek iyi bilen Menşevik tipte “kadro”
ile de yıldızı hiç barışmaz. Çalışmaya, görevlerin
yerine getirilmesine dayanmayan, kaynağını oradan
almayan bir hukuku dikkate almaz, geçerli saymaz.
Çalışmayana ekmek yok! Sosyalizmin temel ilkesi
budur; ve aslında -teşbihte hata olmaz!- devrimci
partinin ilkesi de bunun değişik bir biçimine
denk düşer: Çalışmayana tartışma hakkı yok!
Çok sert görünebilir ama işin doğrusu tam da budur.
Bu, bizim dışımızdaki insanlar için elbette geçerli
değildir. Bu topraklarda yaşan 70 milyon insandan
herhangi biri, partimiz hakkında konuşabilir,
partimizi değerlendirebilir, düşüncesini söyleyebilir,
bu ayrı bir şey. Bir devrimci parti kendisine
yönelik dışsal eleştirileri, hem diğer siyasi
akımlardan gelenleri, hem de halktan insanların,
sıradan emekçilerin eleştirilerini değerlendirir,
belli bir düzeyi olan hiçbir eleştiriyi yok saymaz,
katılmadığı durumlarda da “kolaysa gel sen yap”
diye yanıt vermez. Ama bizzat kendisi parti bünyesi
içinde olan insanlar bakımından durum farklıdır;
orada eleştiri pratik faaliyet ve katılma ile
doğrudan bağlantılıdır. Bu bağlantıyı asla koparmayız,
koparmamalıyız, koparmayacağız. Partinin pratik
faaliyetinin, bu pratik faaliyet sırasında boğuşulan
yüzlerce sorunun, sıkıntının ötesinde bir yerde
durarak yapılan eleştiri, yine de parti tarafından
değerlendirilir ama devrimci bir anlam ifade etmez.
“Parti örgütlerinin birinde fiilen çalışıyor olmak”,
evet, tam da bu gerçeklik eleştiriyi devrimci
yapar, yerli yerine oturtur.
Bu, aynı zamanda “işlerin yürüyüp yürümediği yada
nasıl yürüyeceği” üzerine fikirleri, oldukça yalın
bir başka cümleye bağlar: “Ben varsam yürür!”
“Ben varsam yürür” cümlesi kendine güvenen kadronun
amentüsüdür, mihenk taşıdır. Bu mihenk taşından
uzaklaşan herkes yolunu şaşırır. Bugüne dek şaşırmıştır,
bundan sonra da şaşıracaktır. Çünkü, parti kültürü
dediğimiz şey, bu basit ama sağlam cümlenin içe
sindirilmiş, yaşam biçimi olmuş halidir. Durum
ne kadar problemli olursa olsun, olaylar bize
ne kadar kaotik görünürse görünsün, kendi görüşlerimizle
genel gidişat arasında -en azından kendi görüşümüze
göre- ne kadar çelişki var gibi görünürse görünsün,
kendi varlığımızı doğruların garantisi olarak
görmek, geriye değil ileriye doğru yürümek “ben
varsam olur”un pratik tezahürleridir.
Devrimci sosyalizm, tarihsel olarak belli bir
eleştiri geleneğine sahiptir. Bu özgürlük alanı,
zaman zaman kötüye kullanılabilecek ölçüde geniştir;
pratikte çalışan her yoldaş eleştirilerini, görüşlerini,
önerilerini herhangi bir sınır tanımaksızın ve
elbette hukuk içersinde ortaya koyabilir. Devrimci
sosyalizm, pratikte çalışan, ter döken her insanının
düşüncelerini ne kadar abartılmış ve uç fikirleri
içerirse içersin dikkate alır, almak zorundadır.
Bu noktada hiç kimse ama hiç kimse özel bir ayrıcalık
yada dokunulmazlık zırhına da sahip değildir.
Klasik askerlik kıdemleri, yaş sınırları işin
bu faslında tümüyle anlamsızdır. Devrimci sosyalist
parti, otuz yılı aşan yaşamı boyunca şimdiye dek
defalarca bunu kanıtladı, bundan sonra da kanıtlamaya
devam edecek. Eleştiri-özeleştiri çift taraflı
bir kılıçtır; kimseye özel bir uygulama yapmaz,
bundan sonra da yapmayacaktır. Devrimci örgütlerde
kurallar ve haklar/görevler bütünlükleri, sadece
sempatizanlar için icat edilmiş durumlar değildir.
Ama temel kriter son derece açık ve nettir, bir
kez daha altını çizerek yazalım: “Parti örgütlerinin
birinde çalışmak!”
Bu kadar basit ve bu kadar açık...
lll
Biliniyor, özel bir zamandan geçtik…
Ama bitti!
Şimdi yürüyüş zamanıdır; yürümek isteyenler, yürüyüş
kolunun kuralları ve komutları ile yürüyeceklerdir;
kuş sesleri ve patika kıvrıntılarına, kendi gönüllerinin
çağrılarına değil yürüyüşün ritmine ve marşımızın
notalarına adımlarını uyduracaklardır. Bu yol
boyunca omuz omuza yürürken, birbirimizin ellerini
tutarak dar geçitlerden geçerken bir yandan da
yürüyüşümüzün genel gidişatını ve akıbetini tartışmaktan
hiç vazgeçmeyeceğiz. Bir yandan çalıştığı alandaki
faaliyetini düşünür ve yürütürken bir yandan da
her akşam Ortadoğu’dan dünyaya dek bin tane sorun
üzerine bin tane tartışma açan şehit yoldaşlarımız,
bu konuda kutup yıldızımızdır. Onların çalışma
tarzı en somut örneğimizdir. Yol boyunca her mola
verdiğimiz yerde, ya da yolun çatallaştığı her
noktada yeniden yeniden bir araya gelip konuşacağız.
Yürüyüş kolunu yönetenler bazen doğru sapağı seçmemiş
olsalar da, ya da biz sapağın doğru seçilmediğine
inandığımızda da yürüyüş kolundan sapmayacağız;
bir sonraki molada tartışmak üzere yürüyüşe devam
edeceğiz ama asla geriye tornistan etmeyeceğiz.
“Ya bu devrimciler ne kadar çok tartışıyorlar”
gevezeliğine itibar etmeyeceğiz; hiç tartışma
istemeyenler faşist partilere gidebilirler, oraları
epey huzurludur! Devrimciler, -huyları kurusun!-
tartışırlar; bu onların doğasındaki bir şeydir.
Marks’ın biyografisini okuyan herkes o dahi adamın
bütün hayatının polemiklerle örülü olduğunu görür.
Yani tartışmakta özel bir sakınca yok. Yol yürünür,
yolun bir evresinde tartışılması gerekir tartışılır.
Sonra o tartışmanın sonuçları ve ortaya çıkardığı
program ile yürünür ve sonra yine bir başka mola
yerinde muhasebe başlar. Bu iş böyledir ve hep
böyle olmuştur.
Yoldayız, yürüyoruz. İş yaparken talimatları,
talimatları oluştururken fikirleri, deneyimleri
esas alıyoruz. Bunun anlamı açık: Mola yerinde
tek bir saniyeyi bile tartışmasız geçiremeyiz,
yürümüş olduğumuz yola bakarız, onun her santimini
elden geçiririz, kendimize hiç acımadan didikleriz;
ama yüklerimizi sırtlayıp yeniden yola koyulduğumuzda
artık başka bir boyuta geçeriz. Yürümek, daha
hızlı yürümek, koşmak… Yine tartışırız yolda ama
artık o daha pratik bir tartışmadır ve yürüyüşün
önünü kesen bir şey değildir.
Yoldayız yürüyoruz, devrimci sosyalizm, son derece
zengin bir politik perspektif bütünlüğüne ve yeterli
bir yoktan var etme potansiyeline sahiptir. Zorlukla
evet, zorlanarak evet, akla gelebilecek bütün
engellerle yüzleşerek evet; ama bıkmadan, usanmadan
ve kararlılıkla... Politik perspektifimizin zenginliği
ile örgütsel tablomuz arasındaki mesafeyi kapattığımız
an, Türkiye devriminin makus talihinin de kırıldığı
an olacaktır. Devrimci sosyalizm, Türkiye devrimci
hareketinin yelpazesinde sıradan bir renk değildir;
bu kadarıyla yetinmeyi düşünen de devrimci sosyalist
değildir.
Bunu bilmek, ağır bir sorumluluktur.
Sorumluluk çalışma ve enerjiyi, çalışma ve enerji
ise zaferi getirecektir...
Ben varsam olur…
Biz varsak olur…
|