Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

61-1. Sayı - Kasım 2009

Türkiye bir süredir “Kürt Açılımı” haberleriyle yatıp kalkıyor. Bir yandan, devletin özellikle AKP orijinli en yetkili ağızları “kaçırılmaması gereken bir tarihi fırsat”tan söz ediyor, diğer yandan PKK ve DTP cephesi kendi “çözüm” paketlerini hazırlıyorlar. Oldukça geniş bir kesimde hiç bir dönem olmayan düzeyde bir beklenti yaratılmış durumda. Durum kabaca şöyle tarif edilebilir; soruna ilişkin kafa yoran ya da kendini taraf olarak gören her kişi ya da kesimin içeriğini dilediği gibi doldurduğu, yorumladığı, anlam biçtiği, şu ana değin sorunun muhataplarının üzerinde anlaştığı tek bir noktanın dahi bulunmadığı, bütün bileşenlerin tek kesişim noktasının arka planı sadece öznel beklentilerden oluşan bir süreçten geçiyoruz.
Bu arka planı henüz boş olan beklenti atmosferi içinde gelişmeleri sorgulamak, nesnel zeminleri üzerine oturtmak ve arka planda işleyen süreçleri anlayarak sorunun temel çözüm zeminine ilişkin düşünceler ileri sürmek ise oldukça güçleşmiş durumda. Yalnızca bilinen hızlı “liberaller” cephesinde değil, burjuva cephenin bu meseleye aklı yatırılmış bütün kalemlerinde öyle bir hava var ki, mevcut duruma itiraz etmek yada hiç olmazsa biraz kuşku belirtmek bile “kanın akmasından yana olmak” gibi lanetli bir pozisyona düşmek anlamına geliyor. Solun varlığını adeta Kürt ulusal kurtuluş hareketine ve bu projeye bağlamış olan bir kesiminde de durum farklı değil; birileri “durun bakalım bu noktada açılımları değil, sorunun temel çözüm platformunu konuşmak gerekir” dediğinde yada bu “açılım”ın “çözüm olup olmadığını” tartıştığında, hemen dikilip şöyle demeye hazırlar: “Siz ne istiyorsunuz yani? Çocuklar ölsün mü?” Yada daha iyisi şöyle oluyor: “İşte, durumu anlayamayan bir dogmatik solcu daha!”
Bütün bu karmaşa içinde asıl önemli olan şu: Bu kez durum ciddi... Bu kez olan şey, geçmişte PKK’nin karşılıksız olarak ilan ettiği ateşkeslere yada Öcalan’ın ortaya attığı, devlet tarafından kulak arkası edilen “çözüm önerileri”ne benzemiyor. Bu kez, Türkiye’yi yöneten işbirlikçi güçler, direksiyonun başında oturanlar, emperyalist odakların direktifleri doğrultusunda, kendi iç görüş ve çıkar ayrılıklarını bir ölçüde (yalnızca bir ölçüde) gidermiş olarak (ve bu konsensusa uymayanları da “takmamayı” biraz göze alarak) Kürt sorununda yeni bir zemin yaratma hedefini net biçimde ortaya koyuyorlar. Ellerinde bu işi yapabilecek siyasal gücün olduğuna inanıyorlar, bu belli. Özellikle ordu ve hükümet arasında (ve her ikisiyle de emperyalist odaklar arasında) ciddi bir çatlak bulunmadığı da görülüyor; en azından şimdilik bütün çıkarlar ve genel Ortadoğu tablosu bir noktada birleşiyor. Gerçi ordu ara sıra “açılım”ın sınırlarını çizer gibi yapıyor ama dikkat edilirse bu “sınır çizen” sert açıklamalar da “hayır, bu iş yapılmasın” noktasında değildir. Ordu, böylece bir yandan “en dış sınırları” çizmeye çalışırken bir yandan da aslında son yıllarda bir hayli yıpranmış olan görüntüsünü korumaya, “kuyruğu dik tutmaya” çalışıyor. Yani işin temelleri üzerine henüz ciddi bir çatlaktan söz edilemez. Bu yüzden de böylesi netameli bir konuda adımlar atarken kenarda kalan partilerin kopardığı yaygarayı kulak arkası etme cesaretini gösteriyorlar.
Evet, bir kez daha tekrarlamak gerekiyor; bu kez durum ciddi... Kürt sorunu yeni bir düzleme doğru kayacak... Yeni kırılmalar, yeni çatışma bağlamları yolda...
Ve Kürt sorununa ilişkin her önemli kırılma noktasında, her yeni çatışma bağlamı oluşurken (92’de Özal ve ardından Demirel Kürt realitesini tanıyoruz derken, ya da bugün Kürt açılımı söylemi tüm gündemi belirlerken), Kürt realitesi, Kürt açılımı, “ana dilde eğitim mi, seçmeli eğitim mi?”, “yerleşim yerlerinin Kürtçe isimlerinin iade edilmesi bir ilerleme mi?” vb. söylemlerin tozu dumanı içinde adeta buharlaşan, unutulan, özellikle unutturulmaya çalışılan birkaç temel soru var; Kürtler Kimdir? Ne İstiyorlar? Temel Hakları Nelerdir?
Özellikle oligarşi cephesinde kamuoyunu manipüle etmeye çalışan kalemşörler açılımdan söz ederken özel itinayla bu sorulardan uzak duruyorlar. Ciddiyetten yoksun biçimde kendinden menkul bir Kürt ve Kürtlük üzerinden “açılım” ile nelerin verileceğini, nelerin verilmeyeceğini ya da moda deyişle kırmızı çizgilerin neler olduğunu tartışıyorlar. Faşist ulusalcı cephenin ise ne bu soruları sorma ve dolayısıyla ne de bunlara yanıt verme derdi bulunmuyor. Sosyal-şoven sol ise ilk sorunun yanıtını oldukça belirsiz ve inkarcı söyleme yakın bir tarzda verirken, diğer soruları sorma ve yanıtlamak yerine, faşist ulusalcı cepheyle aşağı yukarı aynı zeminde durma noktasına kayıyor.
Devrimci, sol ve yurtsever kesimlerde ise sosyal şovenizme yakınlaşma eğilimlerinden, devrimci hareketin kaderini tümüyle Kürt sorununa bağlama eğilimine, ya da devrimci çözüm konusunda ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesiyle güncel somut kazanımları birbirine bağlayamayan tutumlara değin uzanan yaklaşımlar içiçe yada yan yana duruyor.
Tam da bu noktada, yeniden sorularımıza dönmek, Kürt sorununun zeminini, içeriğini ortaya koyacak temel soruları bir kez daha sormak ve yanıtlamak gerekiyor;

I- Unutulan Sorular;
Kürtler Kimdir? Ne İstiyorlar?
Ulusal Sorunların Temel Çözüm
Zemini Nedir?

Bu sorular ve bunlara verilecek yanıtlar, Kürt sorununa ilişkin bir çerçeve belirlemek, kimin nerede durduğunu anlamak, gerçekle yalanı ayırt etmek, demokratik çözüm zeminini tarif etmek ve mücadelenin yolunu belirlemek için olmazsa olmazdır. Bu soruların yanıtı, Kuzey’de PKK ve DTP’de cisimleşen Kürt ulusal hareketinin taleplerini, hem de Türkiye oligarşisinin büyük laf kalabalığı arasında sunduğu “açılım”ı anlamada temel kriterleri de sağlayacaktır. Adeta boşlukta sallanan, her dileyenin ucu bucağı olmayan kendi öznel niyetleriyle, ya da “kaygı”lar temelinde olumlu veya olumsuz olarak değerlendirdiği bu süreç ancak bu sorular temelinde ortaya konulacak kriterler üzerinden sağlıklı biçimde değerlendirilebilir.
Devrimci Sosyalizmin bu sorulara yanıtı nettir. Pek çok çalışmasında yanıtlarını kapsamlı biçimde koymuştur. Yeniden çok kısa biçimde en basit, en yalın biçimde özetleyecek olursak;
Kürtler yeryüzündeki tüm uluslar gibi bir ulustur. Ve tüm uluslar gibi bir dilleri, diğer ulusal özellikleri ve vatanları vardır. Vatanları Kürdistan’dır. Kürdistan yukarı (kuzey) Mezopotamya ve çevresinden oluşur ve bu topraklar bilinebildiği kadarıyla yaklaşık 4-5 bin yıldır Kürtlerin yurdudur. Yine Kürtleri sözde aşağılamak için sıkça dile getirilen Kürtlerin tarihte hiç devlet kurmadıkları iddiası da basit bir yalandır. Kürtler tarih boyunca farklı büyüklüklerde çeşitli devletler ya da devlet işleyişine sahip beylikler kurmuşlar ve bunların kimileri yüzyıllar boyunca yaşamıştır. TC’nin kuruluşundan bu yana inkar etmesine rağmen bunlar tüm dünyanın kabul ettiği gerçeklerdir. Kürdistan, 1918’de işgalci İngiliz ve Fransız güçleri arasında imzalanan bir anlaşmanın sonucu olarak dört ayrı devlet arasında (Kuzey Kürdistan Türkiye’ye, Doğu Kürdistan İran’a, Güney Kürdistan Irak’a ve Güneybatı Kürdistan Suriye’ye) arasında paylaştırılmıştır. Kürdistan bu süreçten beri bu ülkelerin sömürgesi konumundadır. Uluslararası bir sömürgedir.
Kürtler ise topraklarının işgali ve paylaşılmasını, sömürge haline getirilmeyi bu sürecin başından itibaren kesinlikle kabul etmemişler ve Kürdistan’ın bütün parçalarında son yüzyıl içinde sayısız irili ufaklı ulusal isyanlar, direnişler örgütlemişlerdir. Ulusal özgürlük ve hak eşitliği, daha somut bir ifadeyle kendi kaderini tayin hakkı, Kürt ulusunun sömürgeciliğe karşı temel talebi olmuştur. Kürtler kendi kaderlerini tayin hakkı talebi temelinde kendi devletlerini kurma ya da bu haktan vazgeçmeksizin sömürgeciliğin tasfiyesi temelinde içinde yer aldıkları devletin sınırları içinde özerklik, otonomi ya da federe devlet olarak varolma hakkını her dönem çok net biçimde savunagelmişlerdir.
Ulusal sorunların temel çözüm platformu her ulusun kendi kaderini özgürce tayin etmesi hakkını kullanmasıdır. Açacak olursak; sömürgecilik sınıflı toplumların ilk dönemlerinden, yani antik köleci toplumlardan bu yana başka halkları, toplulukların topraklarını, kaynaklarını, insani varlığını bütünlüklü olarak yağmalamanın, talan etmenin, yok etmenin adıdır. Kapitalizmin gelişmesiyle ve dünya çapında yayılmasıyla birlikte dil, toprak, kültür, ekonomi, ruhsal biçimleniş, vb.. birliğine az çok sahip çeşitli halklar, kavimler burjuvazinin önderliğinde bu özelliklerini derinleştirerek uluslar halinde örgütlendiler. Uluslaşma süreci çok değişik yollar izleyerek kapitalizmin girdiği her toprakta özgünlükler de kazanarak tüm dünya çapında yayıldı. Bu aynı zamanda kapitalist sömürgeciliğin de yayılması anlamına geliyordu. Sömürgecilik kapitalizm çağında ulusların sömürgeleştirilmesi anlamına geldi. Kapitalist sömürgeciliğe karşı ezilen uluslar ulusal kurtuluş mücadeleleri örgütlediler. Bu mücadeleler sonucu ulusal eşitlik ve kurtuluşun temel kriterleri de adım adım somutlaştı. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, ki bu hakkın özünü kendi devletini kurma hakkı oluşturur, bu noktada ulaşılan en ileri ve temel hak olarak somutlaştı. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilk kez 20 yüzyılın başlarında tüm sosyalist, sosyal-demokrat partileri birleştiren Sosyalist Enternasyonal tarafından ulusal sorunların temel çözüm zemini, temel ilkesi olarak kabul edildi. 1945’de ise Birleşmiş Milletler örgütünün anayasasına da geçirilerek tüm ülkelerin kabul ettiği evrensel bir hak haline geldi.
Bugün ulusların kendi kaderini tayin hakkın içermeyen bir ulusal özgürlük ve eşitlik düşünülemez.
Bu genel belirlemelerin ardından bugünkü somut gelişmelere bakabiliriz.

II- “Kürt Açılımı”, “Demokratikleşme
Açılımı”, “Milli Birlik Açılımı” ya da
“İnisiyatif Alma ve Aldatma Açılımı”

Bugün TC tarihinde belki de ilk kez oligarşinin inisiyatifi ile Kürt ulusal sorunu bu denli geniş ve yaygın biçimde tartışılıyor. 86 yıllık inkar ve yok etme politikasının kabuğu kırılıyor mu?, Oligarşinin niyeti ne, arka planda hangi mekanizmalar işliyor?... Açılım mı, çözüm mü, yoksa Kürt ulusal hareketini tasfiye planı mı söz konusu?.. TC oligarşisinin “açılım” söylemi yeni değil. 1992’de T. Özal’ın “federasyon bile tartışılabilir”, ardından Demirel’in “Kürt realitesini tanıyoruz” belirlemesinden bu yana açılım söylemine aşinayız. Peki, bu noktada son “açılım” neyi ifade ediyor? Bu sorulara doğru yanıtlar bulmak ve devrimci sosyalist duruşu belirlemek için gelişmelerin özellikle Öcalan’ın yakalandığı 1999’dan bu yana gelen on yıllık seyrine ve arka planına bakmak gerekiyor.

Kısaca “Açılım”lar ve 2004’e
Kadar Tarihsel Seyir...

Kürt ulusal sorununda TC tarihi tümüyle inkar ve yok etme tarihidir. Cumhuriyetin kuruluş sürecinin başlarında, 1921 anayasası ve ilk mecliste Kürt ulusal varlığının kısmen tanınmasına karşın, Cumhuriyetin 1923’deki kuruluşuyla birlikte Kürtlerin ve diğer tüm ulusal toplulukların varlığı kesin biçimde inkar edildi, yok sayıldı ve şiddet eşliğinde katı bir asimilasyon politikası sürdürüldü. Denilebilir ki, TC’nin Kürt sorununa ilişkin ilk “açılım”ı budur; yani tümden inkar ve imhaya dönük politikaların esas alınması... Bırakalım Kürtlerin ulusal demokratik haklarından söz etmeyi, varlıklarından bahsetmek dahi ağır bir suç olarak tanımlandı. Türk uluslaşması, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkesin Türk olduğu yalanıyla oldukça sakat, gerici bir temele oturtularak geliştirilmeye çalışıldı. Bir yandan, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan herkes Türk’tür denilirken, diğer yandan Kürtler daima bir tehlike olarak ele alındı, ikinci sınıf kabul edildi ve yaşadıkları coğrafya sistematik bir sömürgeci yağmaya tabi tutuldu.
Kürt ulusunun sömürgeciliğe yanıtı kesin biçimde ulusal ayaklanmaların ve direnişlerin geliştirilmesi oldu. 1940’lara kadar Koçgiri, Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim isyanları Kuzey Kürdistan’da Kürt ulusunun kanın oluk oluk aktığı, nehirlerin kan kırmızısına döndüğü büyük ulusal direnişler olarak tarihe geçti. Bu isyanların bastırılmasının ardından TC generallerinin deyişiyle, Kürt ulusal direnişinin betonlandığı sanıldı. Yanıldılar! Ulusal özgürlük ve eşitliğin büyük direnişlerden akıp gelen dinmeyen suyu zulmün betonunu da deldi, parçaladı. 1960’larda Türkiye devrimci hareketinin yükselişiyle paralel olarak gelişen Kürt ulusal direnişçiliği ilk nüvelerini Devrimci Doğu Kültür Ocakları’yla yarattı. Bu birikim 1970’li yıllarda oluşan ve Türkiye devrimci hareketinden etkilenen sosyalizan temelli çok sayıda Kürt ulusal kurtuluş hareketiyle birleşti. Kuzey Kürdistan boydan boya Kürt ulusal kurtuluş hareketlerinin mücadelelerinin arenasına dönüştü.
1970’lerin ortalarından sonra gelişmeye başlayan ve önceleri değişik isimler altında kendini ifade eden PKK hareketi, aslında bir ölçüde Türkiye devrimci hareketinin 1970-1971 atılımının uzantısı sayılabilir. 1971 silahlı mücadelesinden ve özellikle de THKP-C hareketinin ortaya koyduğu performanstan ciddi biçimde etkilenen yoksul Kürt gençlerinin çıkışı olarak PKK hareketi, tipik bir devrimci ulusal kurtuluş hareketiydi. O güne dek mayalanan Kürt devrimci hareketi sonunda filizlerini vermiş, çoğu ezilen sınıfların çocukları olan devrimci öğrenciler, yurtsever Kürt gençleri bir araya gelerek bir ulusal kurtuluş hareketinin temellerini atmışlardı.
12 Eylül faşist cuntası yeni bir “betonlama” hareketi olarak sahneye çıktığında artık Kürt coğrafyası bu ulusal kurtuluş hareketine sahipti ve bu süreçte ulusal hareketle ilgili her şey yeniden büyük saldırıların hedefi oldu. İnkar ve imha politikası her yönden vahşi saldırılarla daha da derinleştirildi.
İşte bu noktada, PKK ve 1984 atılımı yeni ve daha öncekilerden tümüyle farklı büyük bir ulusal kurtuluş savaşımının adı oldu. Dört parçaya bölünmüşlüğe, sömürgeleştirilmeye karşı bağımsız birleşik demokratik Kürdistan yaratmaya hedefiyle, sosyalizan düşüncelerle donanmış modern bir devrimci parti örgütlenmesi önderliğinde, gerilla savaşına dayanan uzun süreli bir halk savaşı temelinde ulusal kurtuluşu sağlamak... 1984 atılımının özeti buydu. Adım adım kendi temellerini sağlamlaştıran ve kitlelere güven veren bu hareket, 1990 başlarına gelindiğinde, Kuzey’in büyük emekçi kitleleriyle buluştu. Kürt ulusunun zihninde sömürgecilik ve her türlü uzantısı meşruluğunu yitirdi. Serhildanlar ve gerillanın yaygınlaşmasıyla büyüyen PKK, siyasal ve toplumsal inisiyatifi ele geçirdi.
TC’nin kuruluşunda belirlenen ve bir tür inkar ve imha “açılım”ı olan ilk temel politik çerçevenin ardından, “açılım” politikaları tam da bu noktada yani Kürt ulusal kurtuluş hareketi kuruluş aşamasındaki çerçeveyi parçaladığında gündemleşmeye başladı. 1990 başlarında önce Özal’ın dillendirmeye başladığı, ardından Demirel’in “Kürt realitesini tanıyoruz” sözleriyle somutlaşan ilk “açılım” denemesi yaşandı. Kürt realitesini tanımak, eğer bu sözleri evrensel olarak kabul edilmiş normlar üzerinden değerlendirirsek aslında oldukça önemli bir söylemdi.
Kürt realitesi; Kürtlerin bir ulus olduğudur ve her ulus gibi ulusal demokratik haklara sahip olduğu gerçeğidir. Bu hakların özünü de; TC’nin de altına imza attığı Birleşmiş Milletler ana sözleşmesinde ifade edilen her ulusun kendi kaderini tayin hakkı oluşturur.
Ancak TC’nin ve onun başı Demirel’in bahsettiği Kürt realitesinin ne olduğu hiç bilinemedi. Başını Kürt reformistlerinin ve Türk liberallerinin çektiği iyimser yorumcular bu cümleden binlerce boş hayal ürettiler. Kürt realitesini tanıma söyleminin, Kürt hareketinde çatlak ve boş hayaller yaratmaya, direniş ve mücadele azmini hayallere yatırmaya dönük bir manipülasyon olduğu kısa zamanda görüldü. 1992 sonlarından itibaren, tanıdıklarını söyledikleri Kürt realitesine karşı TC tarihinin en kanlı saldırılarından biri T. Çiller ve ekibi tarafından “topyekün savaş” projesi temelinde başlatıldı; binlerce köyün yakılması, milyonlarca Kürdün topraklarından sürülmesi, binlerce faili meçhul cinayet, legal Kürt siyasetinin boğulması, gazetelerin bombalanması, milletvekillerinin tutuklanması, vb... Böylece, Kürt realitesini tanıyoruz söyleminin aslında “sizi tanıyoruz ve yok edeceğiz” anlamına geldiği görüldü. TC oligarşisinin bu inisiyatifi yeniden ele geçirmesi çabası Kürt ulusal hareketinin büyük direnişiyle karşılandı. Oligarşi Kürt sorununda inisiyatifi ele geçiremedi, ancak Kürt hareketi de 1990 başlarında sahip olduğu inisiyatif gücünü de belli ölçülerde yitirdi.
1998’e gelindiğinde oligarşi yeni bir hamleye, yeni bir açılıma girişti. Öcalan’ın 1998’de Suriye’den çıkarılması ve 1999 şubatında yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi... İnanılmaz bir hayal kırıklığı yaratan savunmalar, Kürt varlığı ve Kürdistan’ın postmodern milliyetçi söylemler temelinde inkar sınırında tespitlerle değerlendirilmesi, PKK’nin silahlı güçlerini Kuzey Kürdistan’dan çekmesi ve yürütülen savaşımın adeta gereksiz ve işlevsiz olarak tanımlanması, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkından vazgeçilmesi, dahası neredeyse bireysel kültürel talepler noktasına çekilmesi ve bunun yerine genel burjuva demokratikleşme söylemlerinin konulması, mücadelenin yolu olarak gerilla ve uzun süreli savaşın ret edilerek yerine “üçüncü alan” vb. gibi tam olarak ne anlama geldiği belli olmayan, ancak sistem içi niteliği görülen biçimlerin ikame edilmesi, örgütsel alanda o güne değin gelen yapının dağıtılarak karmaşık ve sürekli değişen örgütsel mekanizmaların konulması, emperyalist-kapitalist sisteme açıktan entegre olma isteğini dile getiren politik yaklaşımların ileri sürülmesi, Türkiye devrimci güçleriyle araya kalın sınırlar konulması ve sosyalizme ve marksizme dair her şeyin küçümsenip aşağılanması, vb... Öcalan’ın mahkeme süreciyle birlikte ileri sürdüğü bu ve benzeri söylemler ve özellikle pratik adımların PKK yapısının neredeyse tümü tarafından kabul edilmesi, Kürt sorununda inisiyatifin tümüyle TC’ye geçişi anlamına geliyordu. PKK’de temsilini bulan Kürt ulusal kurtuluş hareketi kendini var eden her ne varsa onları inkar eden bir noktaya savrulmaktaydı.
Ancak bu oligarşi açısından Kürt sorununu betonlama anlamına gelmiyordu henüz. Dahası eskisi gibi bir betonlama da artık mümkün değildi. Fakat sistemle bütünleşme çabası içine girmiş bir Kürt hareketi, kırıntılarla, şiddet ve diğer çürütme politikalarının içiçe geçtiği bir süreçte çözülüp dağıtılabilirdi. TC’nin bu süreçten beklentisi buydu. Öcalan’ın yakalandığı 1999’dan 2004’e değin geçen beş yıllık süreç esas olarak bu minval üzerinden gelişti.
1999’dan 2004’de değin geçen beş yıl kritik önemdeydi. PKK, Öcalan’ın savunmalarının ardından Kuzey Kürdistan’daki gerilla varlığını çekerken ve yeni politikaları kabul ederken önüne beş yıllık süre koymuştu. Bu sürenin sonunda sorunun durum değerlendirilecek ve yeniden yön tayini yapılacaktı. Ve bu beş yıllık sürenin sonuna gelinirken TC sonuca ulaşır gibi görünüyordu. PKK derin bir ideolojik, politik, örgütsel, kültürel ve pratik bir altüst oluş yaşıyordu. Militan kitle desteği önemli ölçüde zayıflamaya başlamış, Parti yapısı ciddi bir tasfiye sürecine girmişti.

2004’den “Açılım”a...
Ancak bir şey, çok önemli bir şey unutulmuştu. PKK Kürt yoksullarının ve emekçilerinin devrimci partisi olarak kurulmuş ve gelişmişti. PKK’nin kurucu kadroları ve küçümsenemeyecek bir kadro birikimi politik gıdalarını sosyalizan düşüncelerden almıştı. Sonuçta bu noktada PKK’nin yurtsever-direnişçi geleneğinden gelen bir direniş hem genel geriye gidişi, hem de İmralı’da yaşanan kırılmayı zorlamaya başlamıştı. Beş yıl boyunca yapılanların sonuçları ortadaydı. Kürtçe dil kursları vb. gibi anlamsız bir-iki kırıntı dışında hiç bir hak kazanımı söz konusu olmadığı gibi, hareket tasfiyenin eşiğine gelmişti. Bu süreç boyunca duruma hakim olan ekip, PKK’yi, gerilla güçlerini dağıtmayı, önder kadroların can güvenliği karşılığında ABD’ye teslim olmayı, Kürt ulusal hareketinin PKK’ye egemen hale getirilen sağcı postmodern milliyetçi orta sınıf politikaları ekseninde Türkiye’deki legal politikaya entegre olmasını, vb. noktaları içeren bir politikayı egemen kılmayı hedefliyordu. Böylece Kürt ulusal hareketinin tasfiyesi planı-açılımı ana hatlarıyla tamamlanmış olacaktı. 2004 bu noktada kritik bir tarihti. Tasfiye ya da direnişin sürdürülmesi arasındaki mücadelede başlangıçta zayıf olan kesim, giderek daha fazla ağırlığını artırmaya başlamış, büyük bölünme ve tasfiyeler gerçekleştirilmiş ve sonuçta Öcalan’ı da kapsamına alan bir yeni tablo ortaya çıkarılmıştı. O güne dek duruma hakim olan Osman Öcalan’ın başını çektiği kesim, gerilla gücünü sarsan bir bölünme sonucu tasfiye edildi ve yapılan kongrede daha direnişçi olan güçler Partiyi ele geçirdi. 1 Haziran 2004’de yeni bir düzlem üzerinden silahlı mücadelenin başlatılması kararı bunun sonucuydu.
Ancak inisiyatif, kırılmalara rağmen hala TC’nin elindeydi. İnisiyatifin el değiştirmesi için hem PKK içinde, hem de TC ile mücadele sürecinde uzun bir yol alınması gerekiyordu. PKK cephesinde nispeten daha direnişçi bir çizgiye doğru geçilirken, silahlı mücadele alanında ise inisiyatif adım adım ele geçirilmiştir. Gerilla savaşının “karşı tarafı görüşmelere zorlamak için araç olarak kullanılması” politikası bu süreçte sona ermiş değildir; bu anlamda PKK’nin ilk kuruluş dönemindeki iktidar perspektifli gerilla kavrayışı 2004 sonrasında da söz konu değildir. Ama bu kez gerilla sadece bir eklenti olmanın ötesinde hareketin sürekli geliştirilen ve sağlamlaştırılan temel bir unsuru olarak ele alınmaya başlanmıştır. Bu arada örgütsel yapı da bu yaklaşımlara uygun olarak örgütlenmeye başlamış ve daha istikrarlı hale getirilmiş, 1999 öncesindeki değerlere, kadro duruşuna dönüş eğilimleri artmış, gerilla ve legal alandaki örgütlenmelerde tasfiyeler gerçekleşmiş, açıkça Amerikancı ve sol düşmanı olan ekiplerin gücü azalmıştır.
Bütün bu olup bitenlerin elbette istikrarlı ve sağlam bir tablo yarattığı söylenemez. 2004’den bugün dek gelen süreç bu anlamda oldukça karmaşık, iç çelişkilerle, gelgitlerle doludur. Bu sürecin hakim unsurlarının nispeten daha direnişçi bir nitelik gösterdiği söylenebilir ama bu nitelik de iniş çıkışlı bir olgudur.
Örneğin örgütü tümüyle ABD’nin hizmetine vermeye hazır olan ve bunu da sonradan açıkça itiraf eden eğilimin niteliği çok net görülmektedir; ama öte yandan bu konuda nispeten daha diri görünen diğer kesimin de kafası net değildir, büyük güçlere, bölge dengeleri içinde ABD gibi güçlere bel bağlama eğiliminden uzaklaşmış değillerdir.
Örneğin 2004’ten sonra tasfiye edilen bir kesimin net biçimde sol düşmanı olduğu bilinmekle birlikte diğer kesimin de bu konuda tutarlı olduğundan söz edilemez. Evet, yeni süreçte Kürt ulusal hareketinin genel tutumu gözle görülebilir biçimde değişmiş, örneğin legal siyasi partinin kongrelerinde de solla ittifakların kesilmesini açıkça isteyen kesimlerin sesi kısılmış ve eski ittifak projelerine dönülmüştür, vb... ama bütün bunlara karşın PKK yapısı yine de dün ve bugün bir “her an her şey olabilir” tablosuna sahiptir. PKK yapısının marksizmle ilişkilerinin yıllar boyunca adım adım zayıflamış olması ve en üstten en alta dek yerleşen söylemler esasta biçimde değişmiş değildir. Bugün de herhangi bir röportajda sosyalizme dönük küçümseyici ifadeler kolayca yer alabilmektedir. Örneğin 2004 sonrası süreçte rol oynayanlardan olan Murat Karayılan daha bir ay önce Newsweek röportajında “kuruluşunda marksizmin etkisinde olan PKK 1993’ten sonra değişti. Örgüt dogmatizmden ve marksizmin etkisinden kurtuldu” gibi sözler söylemekte yada “Kürt sorununu çözmüş bir Türkiye bölgenin süper gücü olur” diyen mesajları “ilgili yerlere” göndermektedir. Yarın bu sözlerin üstünü kısmen çizen şeyler söylenebileceği gibi bu sözleri on kat daha uç noktaya sürükleyecek şeyler de söylenebilir. Öcalan’ın Marks’a ilişkin “derin” tahlillerinden ise söz bile etmiyoruz!
Ancak yine de durumun 2004 öncesinden farklı olduğu açıktır. Örneğin Öcalan’ın söylemleri de özünde değişmemiştir ama Öcalan, 1999-2004 arasındaki PKK’yi tümden geriye çeken eğilimin her şeyi tasfiyeye, açıktan teslimiyete gittiğini ve bunun kendi politik ve insani varlık koşullarını da ortadan kaldırdığını görmüş ve bu kesimin arkasında durmamıştır. 2004 kongresine gelinirken, hem ulaşılan tehlikeli düzey, hem de yapı içindeki kopuşmaların kaçınılmaz hale gelmesi karşısında ağırlığını diğer kesimlerden yana koymuş, en azından önüne engel çıkarmamıştır.
Böylece bir-iki yıllık bir zaman dilimi içinde gerillanın ana gövdesinin Kuzey Kürdistan topraklarına yerleşmesiyle birlikte savaş tırmanışa geçmiş, özellikle 2007’de büyük güçlerle TC’yi ağır kayıplara uğratan karakol/tabur baskınları düzeyine ulaşarak 1999 öncesindeki savaş düzeyine yaklaşmış hatta askeri taktikler, teknik ve örgütlenme düzeyi olarak o dönemi nispeten aşmıştır. Kitlesel mücadele militan tarzda büyümeye başlamış, 2007’deki Edi Bese kampanyası bu noktada kitle dinamizmini ortaya çıkaran bir dönüm noktası olmuş, PKK’nin yeniden örgütlenmesi ve diğer parçalarda da ayrı birer Parti örgütlenmesi oluşturulması, bunların KCK çatısı altında toplanması örgütsel kargaşayı hafifletmiştir.
Legal parti örgütlenmesi yeniden organize edilmiş, yarım yamalak ürkek söylemler yerini, meclisten gerilla cenazelerine değin her yerde duruşunu nispeten daha net olarak koyan bir çizgiye ve kadrolara bırakmıştır.
Bütün bunlar kaçınılmaz olarak TC ile PKK arasındaki çatışma seyrinde de önemli değişimler yaratmıştır.
1999 sonrasında Kürt hareketinin çürüme ve tasfiyeye uğrayacağını düşünen ve 2004’te Güney’de yaşanan ve yaklaşık birkaç bin kişiyi savuran büyük kopuşmadan sonra bu süreçlerin yarattığı büyük dalgalanmaları da böyle yorumlayan oligarşi, bu yöndeki beklentilerini uzun süre muhafaza etmiştir. Ancak gelişmeler giderek bunun tersini göstermeye başlamıştır. 2006 ortalarına gelindiğinde PKK’nin Kuzey coğrafyasına yerleşmesi ve büyük askeri faaliyetler geliştirme imkanlarına kavuşması Kürt ulusal sorununda inisiyatifin elden gittiği yönündeki kaygı AKP ve Orduda belirginleşmeye başlamış ve ordu mekanizması bu noktada hedefini PKK’nin ana üslenme alanı olan Güney Kürdistan’a, Zap ve Kandil alanlarına yapılacak ve sözde PKK’yi bitirecek büyük bir operasyon olarak somutlaştırmıştır.
Bu aynı zamanda, Güney Kürdistan’da giderek kökleşen federe Kürt devletinin de ağır bir tehdit altına alınması, hatta kısmen darbelenmesi biçiminde gündemleştirildi. Böylece bir taşla iki kuş vurulacaktı. AKP de bunu istemesine karşın, ordunun siyasal alanda güçlü biçimde inisiyatif almasını engelleyecek ve Irak’taki işgalci Amerikan güçleriyle karşı karşıya gelmeye neden olmayacak tarzda yapmayı hedeflemekteydi. PKK’nin Bezele Karakol baskını ve aynı süreçte süren Edi Bese kampanyası ile bu planlar çakıştı. Artık şiddetli bir karşı karşıya geliş ve Kürt ulusal sorununda inisiyatifin kimde olduğunun netleştirilmesi kaçınılmazdı. ABD’ye yapılan ziyaretler ve ardından AKP ve ordu bağlaşması temelinde Güney Kürdistan’a operasyonun startı verildi. Aralık 2007’den Güney Kürdistan’a operasyonun başlatıldığı Şubat 2008’e değin süren ve son 20 yıl içinde uluslararası alanda dahi az sayıda görülen (süresi, katılan uçak ve bombardımanın çapı vb. açıdan) büyük bir hava bombardımanıyla meşhur Zap operasyonu başladı. Şubat 2008’de kara harekatına geçildi. TC, ABD’nin açık desteği, yerel Kürt yönetiminin zorunlu kabulüyle PKK’nin önder kadrolarının imhasını, başta Zap ve Kandil olmak üzere PKK’nin başlıca üslenme alanlarını yok etmeyi hedefleyen, büyük hava gücü desteğiyle Güney Kürdistan’a girdi. Dönemin genelkurmay başkanı Büyükanıt’ın “bölge bizim için BBG evi” ajitasyonları, Türk kamuoyunda bunun son vuruş olacağı yönünde yaratılan büyük beklenti ilk birkaç günün ardından tam bir moral yıkıma ve askeri yenilgiye dönüştü. HPG’nin ana karargahının ve fedai güçlerinin üslendiği Zap, TSK için tam bir kapan oldu. Baştan itibaren gerillanın inisiyatifinde gelişen savaşta, ordu tek bir önemli PKK merkezini ele geçiremedi. Gerilla çok sınırlı kayıplar verdi. Ordu ise yüzü aşkın ölüyü, düşen yada darbelenen helikopterleri, donan askerleri, çok miktarda silah ve mühimmatı geride bırakarak, “tereyağından kıl çeker” gibi çekildi, yani kaçtı. Büyük beklentiler fiyaskoyla, yenilgiyle sonuçlanmıştı. Ordunun süngüsü düşmüştü. Bu savaş, 15 Ağustos 1984 atılımından bu yana, ordunun apaçık ortaya çıkan, TV’lerde naklen izlenen ilk büyük yenilgisiydi. Yenilginin net biçimde ortaya çıkışıyla birlikte oligarşi cephesinde tüm ciddi yarılmalar yaşandı. O güne değin, orduyla uyumunu asla bozmayan CHP ve MHP ağır hakaretlerle orduya ve AKP’ye saldırdı. Ordunun imajı ve siyasal gücü, prestiji ağır bir darbe yedi.
Daha da önemlisi, Zap direnişinden başarıyla çıkan PKK, Kürt ulusal sorununda 1999’dan sonra ilk kez inisiyatifi devletten aldı. Geniş yurtsever kesimler içinde gerillanın vazgeçilmezliği, politika yapıcı gücü, motor rolü, direnişin kesin ve net biçimde meşruluğu yeniden güç kazandı. Genel moral yükseldi, 1999 sonrası süreçte PKK’den uzaklaşmış, ya da mesafe koymuş yurtseverler yeniden PKK’ye yaklaştı. Artık Kürt ulusal sorununda politik inisiyatif PKK’ye geçmiş ve özellikle 2007’den 2008 başına değin gelen süreçte Bezele ve Oramar baskınları, Edi Bese kampanyası, DTP’nin meclise girmesi, legal alanda direnişçi eğilim ve Zap direnişi bu yolu açmıştı.
Zap direnişinin ardından, oligarşi cephesinde şok atlatılıp sular durulduktan sonra, ortaya çıkan görüntü, iktidarın paylaşımında orduyla mücadele halinde olan AKP’nin güç kazandığıydı. Zap yenilgisi AKP’yi de kısmen yıpratmasına rağmen, fatura ordunundu ve toplamda AKP oligarşi içi güç dengeleri bağlamında kazançlı çıkmıştı. Öte yandan, Kürt sorununda inisiyatifin PKK’den alınması sorunu da başat politik meselelerden biri olarak gündemleşti.
Plan proje yapma sırası ordudan AKP’ye geçmişti. Aşamalı olarak adım adım çeşitli politik araçları devreye sokmak ve inisiyatifi parça parça ele geçirmek ve PKK’yi bu yoldan gerileterek yeni bir çürüme ve dağılma sürecine sokmak; AKP’nin ABD’nin akıl hocalığıyla devreye soktuğu plan buydu. ABD’nin devreye girmesiyle orduyla da anlaşma sağlandı. Aslında AKP’nin bugün büyük gürültüyle dillendirdiği Kürt açılımının ilk versiyonu da bu plandı.
Kürtlerin ulusal varlığını ve ulusal demokratik haklarını tanımadan, bireysel haklar çerçevesi içine sıkıştırılarak, yani mevcut statüko bozulmadan, çeşitli kültürel ve sosyal iyileştirmeler temelinde (ve elbette özellikle din faktörü de kullanılarak) geniş Kürt kitlelerinin devlete kazanılması, kendini Kürt kimliği ile tanımlayan işbirlikçi bir kesimin yaratılması, bu yollardan PKK’nin kitle zemininin ve toplumsal meşruiyetinin daraltılması ilk adımı oluşturuyordu. İkinci adım, bu yoldan yaklaşan yerel seçimlerde DTP’nin de geriletilip, AKP’nin Kuzey Kürdistan’da birinci parti haline gelmesinin sağlanması ve böylece PKK ve DTP’nin Kürt ulusunu temsil yeteneğinin olmadığı, temsilin AKP’de olduğu söylemi temelinde PKK’nin siyasal olarak marjinalleştirilmesiydi. Üçüncü adım, Güney’de yerel Kürt yönetimi tarafından toplanacak tüm Kürt yapılarının katılacağı konferansta PKK ve DTP’nin meşruluğunun tartışmalı hale getirilmesi, dahası Güney’deki kazanımları tehdit eden bir güç olduğunun kabul edilmesini sağlayarak Kürt siyasetinde marjinalleştirilmesi ve Güney Kürdistan’dan çıkarılması sürecinin başlatılmasıydı. Planın işlemesi durumunda dördüncü adım, her cephede izole edilen, siyaseten marjinalleştirilen ve Güney’de barınma koşulları kalmayan PKK’nin askeri operasyonlar yoluyla gücünün kırılarak etkisiz hale getirilmesi hedefleniyordu.
İlk adımın somut ifadesi “TRT-şeş” oldu. Bu, TC açısından ciddi bir adımdı; sonuçta 24 saat Kürtçe yayın yapan bir devlet kanalı, üstü örtük biçimde Kürt dilinin tanınması anlamına geliyordu. Bu aynı zamanda işbirlikçi Kürtlerin kendilerini ifade etmeleri, toplumsal kanallar açmaları için de muazzam bir fırsat anlamına gelecek, sanatçılar, aydınlar ve her kesimden kendini Kürt kimliği ile tanımlayan insanlara ulaşmak için önemli bir yol açılacaktı. Gerçeklik ise böyle değildi. Bazıları PKK tarafından yönlendirilen 10 civarında uydu üzerinden yayın yapan TV kanalının bulunduğu ve inisiyatifin elden kaçtığı koşullarda TRT-şeş geç kalmış ve güdük bir adımdı.
Yerel seçimler ise tam bir yenilgi oldu. Bölgedeki tüm güçlerin üstü örtük biçimde AKP’ye yönlendirildiği, devletin bütün olanaklarının kullanıldığı ve Erdoğan’ın açıkça “Tunceli’yi Diyarbakır’ı istiyorum” dediği koşullarda sonuç tam bir fiyasko olmuştu. Bölgede DTP ezici bir üstünlük kazanmış, Kürt ulusal hareketi Zap’da ele geçirdiği inisiyatifi seçim sonuçlarıyla daha ileri bir düzeye taşımış, Kuzey’deki Kürt ulusunu temsilde birincil unsur olma konumunu TC’nin seçim sistemiyle tescil etmişti. Zap’da ordu, TRT-şeş ve yerel seçimlerde de AKP yenilmişti...

Ve “Kürt Açılımı”...
Kürt ulusal hareketinin 2009 Martındaki seçim başarısıyla, oligarşinin “açılım” politikasının ilk versiyonunu rafa kaldırmak zorunda kalması, sorunun belirsizliğe bırakıldığı anlamına gelmiyordu. Ne oligarşi içi güç dengeleri, ne de ABD emperyalizminin BOP bağlamındaki hesapları, Kürt ulusal sorununun mevcut tablosunun devamına kısa süre bile tahammül etmeyi olanaklı kılmıyordu.
Böylece TC tarihi açısından olağanüstü denilebilecek bir hızla yeni bir “açılım”ın zemini örülmeye başlandı. Start ise büyük emperyalist şef Obama’nın Nisan ayında Türkiye gelişi ile verildi. Obama mecliste yaptığı konuşmada Kürt sorununun bir biçimde çözümünün gerekli olduğunu ifade ederek, sorunu yeniden gündemleştirdi. Ardından Cumhurbaşkanının ne anlama geldiği belli olmayan “iyi şeyler olacak” söylemi temelinde bir umut atmosferi yaratıldı. Gazeteci Hasan Cemal’in Kandil’de M. Karayılan ile yaptığı barış eksenli röportaj ile bu atmosfer daha da büyüdü. Bunlar olurken, bir yandan da DTP’ye yönelik oldukça büyük bir polis operasyonu geliştirilerek, DTP’de direnişçi eğilimi (sözde DTP’deki PKK unsurları) temsil ettiğini düşündükleri yüzlerce kadro ve yönetici gözaltına alındı ve bir bölümü tutuklandı. “Açılım” söylemine giden yol bu taşlarla döşeniyordu; bir yanda umut ve barış atmosferi, diğer yandan sopa politikasının sürdürülmesi. Yaz ortasında ise oligarşi yaptığı hesapların, planların adını koydu; Kürt Açılımı... Mem u Zin’i ortak değer ilan etme, yerleşim yerlerinin değiştirilen isimlerinin iadesi vb. söylemlerle kamuoyunu ısındırıldığı “açılım”ın Ekim’de meclis’in açılmasıyla bir plan olarak ortaya konulacağı ilan edilmesine karşın, artık ne menem bir şey olduğu açıklığa kavuşmuş durumdadır.
Tam da bu noktada, açılım kavramı neyi anlatır, ne anlama gelir?, sorusunu sormak gerekiyor.
Açılım bir öğeyi bütün özellikleriyle açma işidir, görünür, anlaşılır hale getirme işidir. Açılım kavramı politik arenada bir anlam daha kazanıyor; görünür, anlaşılır hale getirilen öğedeki, sorunlu yanları çözme ve daha ileriye taşıma... Elbette burada bir parantez açmak gerekiyor; açılım kavramına içerilmiş olan çözüm esas olarak esnek bir içerik taşır. Herhangi bir sorunun çözümünden söz ediyorsanız, böyle bir iddianız varsa doğrudan adını koyarak, çözümüm şu, çözeceğim demeniz gerekir.
Tekrar açılım kavramına dönecek olursak; Kürt ulusal sorununda açılım, yani sorunu görünür hale getirmek, bütün özellikleriyle açmak ve anlaşılır hale getirmek, her şeyden önce Kürtlerin bir toplumsal grup olarak ne olduklarını tanımlamak demektir. Yani eğer dürüst, gerçeğe bağlı kalan bir açılım söz konusu olacaksa, öncelikle Kürtlerin bir ulus olduğunun ilan etmek gerekir. İkincisi, Kürtlerin bir ulus olmaktan kaynaklanan başta kendi kaderlerini tayin hakkı olmak üzere tüm ulusal demokratik haklarını kabul etmek gerekir. Üçüncüsü, Kürt ulusunu temsil etme iddiasında olan tüm güçlerin taleplerini esas alan çözümler üretmek demektir. Her ulusal sorun gibi, Kürt ulusal sorununun da burjuva demokratik bağlam içinde bile temel çözümü budur. Eğer bayağı bir aldatma, manipülasyon, ulusal baskının sinsice devamı değil, bir açılımdan söz edilecekse, bu, ancak bu üç temel üzerine kurulabilir.
Peki bugün “Kürt açılımı” olarak sunulan şey nedir?
Kürt ulusunun varlığının kabulü yönünde tek bir işaret var mıdır? Hayır... Erdoğan hala aynı nakaratı tekrarlamaktadır; “tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek dil”. Alt kimlik, üst kimlik tartışmaları, Türkiye vatandaşlığı mı, Türk vatandaşlığı kavramı olmalı tartışmaları, etnisiteler var ama Türkiye’de yaşayan herkes Türk milletinin bir parçasıdır söylemleri, vb... uyduruk tartışmalar ve kabuller düzen cephesinin tümüne hakimdir. Bir yandan Kürt ulusunun varlığını inkar ederken, ya da bu gerçeğin üzerinden atlamaya özel bir özen gösterirken, diğer yandan, Kürtlerin bir dili olduğunu, belirli bir toprak parçasında binlerce yıldır yaşadıklarını, ayrı bir kültürleri olduğunu vb. kabul ediyorlar. Etmek zorunda kalıyorlar. Fakat bütün bu özelliklere sahip bir topluluğun adının ulus olduğunu ısrarla görmezden geliyorlar. Dahası tipik sömürgeci reflekslerle, en fazlası, Kürtlüğün bir alt kimlik olarak kabul edilebileceği aşağılık bir küçümseyici tutum takınabiliyorlar...
Olgunun kendisinin tanınmadığı yerde, doğal olarak, temel ulusal demokratik haklarının da tanınması diye bir şey de söz konusu olmamaktadır. Böylece temel ulusal demokratik hakların en merkezi unsurunu ve özünü oluşturan kendi kaderini tayin hakkının kenarından dahi geçilmemektedir.
Peki söylenenlerin toplamı nedir?
Mem u Zin ortak değerimizdir, yerleşim yerlerinin eski isimleri iade edilmelidir, dahası şimdilerde henüz hükümet tarafından dillendirilmemiş olsa da, en fazlasından Kürtçe’nin seçmeli ders yapılması, üniversitelerde Kürt dili bölümlerinin ve enstitülerin açılması, pişmanlık yasasının (adı belki böyle konulmayarak) belli ölçülerde genişletilmesi, bu kırıntılara PKK’nin ABD ve Barzani cephesininde dahil olacağı bir basınç temelinde razı olmasını sağlamak, PKK’nin yönetici kadrolarının Avrupa’ya sürgün edilmesi ve PKK’nin tasfiyesi, PKK’nin bu süreci kabul etmemesi durumunda ise PKK’nin varlığının olumlu gelişmelerin önünde engel olduğu düşüncesini geniş Kürt kesimleri arasında yaygınlaştırmak, vb... Oligarşinin kağıttan kırmızı çizgileri de “açılım”ın ne olduğuna, ya da olmadığına ilişkin oldukça aydınlatıcıdır; Kürtlere ana dilde eğitim söz konusu olmayacaktır. Her hangi bir anayasa değişikliği söz konusu olmayacaktır. Genel af kesinlikle söz konusu değildir, vb. vb…
Kürtlerin ulus olarak hakların reddi, ulusal hareketlerinin tasfiyesi ve sisteme entegre olmuş Kürtlerin bireysel olarak Kürtçe öğrenebilmek gibi güdük haklarla yetinmesi... Yani esas olarak Kürt ulusunun varlığının kabulü ve bu temel üzerinden ulusal haklarının tanınması değil, Kürtleri temel haklarından uzak tutarak, ama adeta olabilecek/olması gereken bu kırıntı bile sayılmayacak şeylermiş atmosferini yaratarak sisteme dahil etmek ve Kürt ulusal hareketini tasfiye etmek, en azından siyasal ve toplumsal açıdan marjinal hale getirmek, bir iç parçalanma yaratmak hedefi söz konusudur. AKP’nin “Kürt açılımı”nın özü budur.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, aslında bunlar TRT-Şeş tutabilseydi ve yerel seçimlerde Kürt bölgesinden AKP birinci parti olarak çıkabilseydi, muhtemelen TRT-Şeş “açılımı”nın devamı olarak gündemleşerek, PKK’nin tasfiyesi planlarının bir parçası olarak uygulamaya sokulacak adımlardı. Ancak TRT-Şeş ve yerel seçim adımları tutmadığında, bu kez büyük ve gürültülü bir halkla ilişkiler/kamuoyu oluşturma çalışmasıyla birlikte “Kürt açılımı” olarak gündemleştiriliyor.

Emperyalizm ve Oligarşi Cephesinde
“Açılım”ın Arka Planı

AKP’nin “Kürt açılımı”nı daha iyi anlayabilmek için, bu planın arka planında işleyen süreçlere, sürecin başlıca aktörlerinin yakın ve orta vadeli hedeflerine, güç ilişkilerine, vb. de bakmak gerekiyor.
“Açılım” sürecinin uluslararası alandaki başlıca aktörü, Amerikan emperyalizmidir. “Açılım”ın genel çerçevesi de esas olarak onun ürünüdür. Amerikan emperyalizminin hesaplarına geçmeden önce, ilk olarak şunu belirtmek gerekiyor; ABD için özel olarak “Kürt ulusal sorunun çözümü” gibi bir sorun bulunmuyor. ABD’nin Kürtlerin ulusal ezilmişliği, bu sorunun demokratik temelde çözümü gibi en ufak bir hesabı yoktur. Bu sadece Kuzey için değil, Güney için de geçerlidir. Onun için önemli olan bölgeye ilişkin planlarının işlemesini sağlayacak güç ilişkilerinin ortaya çıkmasıdır. Demokrasi üzerine söylenen sözlerin “Ortadoğu’nun demokratikleştirilmesi, ulusal çatışmaların sona erdirilmesi, kadın hakları, İslamcı fundemantalizmin (ya da “terör”ün) yok edilmesi, vb.” tümü bu aşağılık planları güzellemek için ortaya atılan manipülasyonlardan başka bir şey değildir.
Kuzey bağlamında bakıldığında, 1999’da Öcalan’ın CIA ajanları tarafından yakalanarak TC’ye teslim edilmesinde, Ortadoğu’daki en büyük ve en diri devrimci hareketin etkisizleştirilmesi hedefinin yanı sıra, Irak’a karşı girişilecek büyük bir işgal savaşında Türkiye’nin elinin rahatlatılarak, işgal sürecine katılımını sağlamak, mevcut ve gelecekte ki enerji nakil hatlarının güvenliğini sağlamak hedefleri de belirleyiciydi.
Günümüzde de ABD emperyalizmi açısından “açılım”la hedeflenenlerin benzer şeyler olduğu söylenebilir.
ABD emperyalizmi açısından dünya hegemonyası için en kritik bölge, genişletilmiş Ortadoğu denilen ve Afganistan’dan Fas’a değin uzanan coğrafyadır. Bu alanda, yani dünya enerji kaynaklarının ezici bir çoğunluğunun bulunduğu, bunların nakil yollarının kesiştiği bu coğrafyada açık ve kesin bir hegemonya kurmak, bir yandan bu alanlardaki büyük pazarlar üzerinde denetim kurmak, enerji kaynaklarını sömürmek, diğer yandan da rakip güçlerin enerji musluklarını, yani can damarlarını kontrol etmek anlamına geliyor.
Irak’ın işgali bu planın önündeki engellerin temizlenmesi yolunda ilk büyük adımı oluşturmaktaydı. Irak’ta gelişen işgal karşıtı direniş nedeniyle kesin bir denetim yaratılmamış olsa da, önemli köprü başları tutulmuştur. İşbirlikçi Irak rejimi yoluyla yeni-sömürgecilik rejimi çatışmalı süreçler içinde bile olsa kurulabilir diye düşünülmektedir. Özellikle Güney Kürdistan’da oldukça sağlam bir köprü başı işbirlikçi Kürt yönetimi eliyle oluşturulmuştur. İkinci adım İran’dır. İran bu planın en büyük parçasını oluşturmaktadır, ancak büyük lokmadır. İran’a yönelik saldırı ve denetim altına alma planının suyu ısındırılırken, son bir-iki yıl içinde Afganistan’daki Talibancı güçlerin anti-işgal mücadelesinin boyutlanarak işbirlikçi rejimi ve işgal güçlerini ciddi biçimde zorlamasıyla İran’a saldırı hazırlıkları geriye düşmüştür. Daha doğrusu, Bush yönetimi ikinci hedef olarak net biçimde İran’ı hedef tahtasına çakmışken, Obama yönetimi Afganistan’daki gelişmeleri daha büyük bir tehdit olarak değerlendirmektedir. Sorun sadece Afganistan’da değildir, Taliban hareketi Pakistan’a da sıçramıştır ve rejimi ciddi biçimde tehdit eder hale gelmiştir. Afganistan’da işgal güçlerinin yenilgisi, Pakistan’da hegemonyanın kaybedilmesi tehlikesi tüm dünya hegemonyası planlarının altüst olmasıyla eş anlamlıdır. Ve ABD emperyalizmi bugün bölgedeki askeri saldırganlığının başlıca hedefi olarak Afganistan-Pakistan hattı (Af-Pak hattı) olarak belirlemiştir. Ancak ister Afganistan’daki işgal birliklerinin güçlendirilmesi ve Pakistan’da daha fazla askeri roller üstlenmek için olsun, ister İran’a saldırı için olsun, ABD’nin hem Irak’taki askeri güçlerine, hem de bölgedeki işbirlikçilerinin güçlerine her zamankinden çok daha fazla ihtiyacı bulunuyor. Amerikan emperyalizminin bölgedeki askeri faaliyetlerine yön veren Baker planında açık biçimde, ABD’nin Irak’ta büyük güçleri tutmasının mevcut tehditler düşünüldüğünde mümkün olmadığı, askeri ve dolayısıyla siyasi ve ekonomik rezervlerinin buna yetmediği açıkça ifade edilmiştir. Bununla bağlantılı olarak, Irak’tan askeri birliklerin çekilmesi ve bu askerlerin küçümsenemeyecek bir bölümünün Afganistan’a aktarılması bir takvime bağlanmış durumda.
Obama’nın bölgede ilk ziyaretini Türkiye’ye yapması, ABD genelkurmay başkanı ve diğer askeri yetkililerin Türkiye’yi geçmişe kıyasla çok daha sık ziyaretleri (TSK generallerinin de ABD’yi) boşuna değildir. İşbirlikçi TC oligarşisine Irak işgali döneminden daha çok fazla görevler düşmektedir.
Bunlardan ilki; ABD’nin Irak’tan işgal güçlerinin önemli bir bölümünü çekmesine paralel olarak, Güney Kürdistan’daki işbirlikçi Kürt yönetiminin ve işbirlikçi Irak rejiminin korunması işine TC’nin de katılmasıdır.
İkincisi, Irak’ta Güney’deki Şii bölgesinin kopması durumunda, Güney Kürdistan’daki (Kerkük de dahil) petrolün akışının güvenlikli biçimde Türkiye üzerinden sağlanmasıdır.
Üçüncüsü, Rusya’nın bypass edilerek, Türkiye üzerinden geçişi sağlanan Kafkasya ve Orta Asya petrol ve doğal gaz hatlarını tehdit edecek iç unsurların (ki şu anda bu esas olarak PKK’dir) ortadan kaldırılmasıdır.
Dördüncüsü, TC’nin Af-Pak hattındaki savaşa askeri olarak daha aktif biçimde katılmasını için TSK’nın hazırlanmasıdır.
Beşincisi, ılımlı İslam devleti projesinin sağlam temellere oturtularak bölgede model bir ülkenin yaratılması sürecinin hızlandırılmasıdır. (Hemen belirtmek gerekiyor; Türkiye söz konusu olduğunda ılımlı İslam devleti projesi ABD açısından olmazsa olmaz bir hedef değildir. Tercih edilen seçenek budur, ancak tek seçenek değildir. ABD açısından önemli olan onun güncel ve orta vadeli hedeflerine en fazla hizmet edecek iradenin TC’ye egemen kılınmasıdır.)
Altıncısı, kendini sol ve direnişçi bir söylemle (iç tutarsızlıkları, devrimci yönelimin zayıflığı vb. öğelere rağmen) yeniden biçimlendiren ve bölgedeki en büyük silahlı direniş hareketi olan PKK’nin tasfiyesidir. Bu yoldan, hem sol ve direnişçi yeni seçeneklere yol kapatılırken, bir yandan da, TSK’nın yukarıda belirtilen görevler için önünün açılması isteği söz konusudur.
Görüldüğü üzere, bunların bir kısmı kısa ve orta vadede olası tehditlere ilişkin görevlerdir, bir kısmı ise güncel tehditlere dönük hemen aktifleşilmesi istenen görevlerdir. Bu noktada, güncel tehditler ve görevler bağlamında PKK’nin tasfiyesi hem çıkarların kesiştiği, hem de ortak hareketin olmazsa olmaz zeminlerinden biridir.
80 yıldır devlete egemen olan ideolojinin tıkandığı, sistemi ileriye taşıma ve tehditleri bertaraf etme yeteneğini önemli ölçüde yitirdiği koşullarda hükümet olan AKP, 1980 sonrası palazlanan, aç gözlü, yağmacı, aşırı pragmatik/neoliberal düzenden nemalanmış İslamcı büyük sermayenin partisi olarak, ABD emperyalizminin tüm taleplerini eksiksiz karşılama, işbirlikçilikte sınır tanımama tutumuyla bu görevleri seve seve üstlenmeye hazırdır, üstlenmiştir... TÜSİAD ve 1 milyonluk ordu partisi karşısında sistem içi güç dengeleri bağlamında tek güvencesi ABD emperyalizminin desteğidir. Ve ABD, şu anda en büyük parti konumunda olan, mecliste ezici bir çoğunluğu bulunan, tüm istemlerini kayıtsız şartsız kabul eden, işbirlikçilikte sınır tanımayan AKP’yi desteklemektedir.
Hiç kuşkusuz, Ordu, TÜSİAD ve muhalefetteki diğer düzen partileri de daha temkinli bir tarzda da olsa, ABD emperyalizminin bölge planlarının önemli bir bölümünün (ılımlı İslam projesi vb. hariç) parçası olmaya hazırlar. ABD’nin de bu noktada özel bir kaygısı bulunmuyor. Öcalan’ın 1999’da yakalanarak teslim edilmesi, ABD emperyalizminin DSP-MHP koalisyon hükümetine adeta hediyesidir. Çarpık kapitalist yapının dinamiklerinin yenilenmesi, PKK’nin tasfiye edilmesi, vb. pek çok nokta da, bu hediye özel bir önem taşımaktaydı. Ancak bu partiler ve güçler artık işlemeyen sistemin dinamiklerini zor yoluyla sürdürmek ve geleneksel yapıyı korumak dışında adım atamadılar ve ABD’ye sınırsız hizmet verecek bir düzenek oluşturamadılar. Bu bağlamda ABD, bu güçlerin adım adım ellerinden kayan iktidar gücünü darbe, vb. yollardan yeniden ele geçirmesine rıza göstermemekte, AKP ile yürümeyi bu aşamada tercih etmektedir.
ABD emperyalizmi açısından “Kürt açılımı” vb. projelerin değeri ve AKP’ye verilen destek yukarıda ifade edilen noktalar ekseninde anlam bulmaktadır. Ancak bütün bu gelişmelerin bir de TC siyasal ve toplumsal sisteminin iç dinamikleriyle bağlantılı yüzü bulunmaktadır. AKP bir yandan ABD emperyalizminin istemleri karşılamayı kayıtsız şartsız bir görev olarak görürken, bununla bağlantılı olarak siyasal ve toplumsal yapıyı temel özelliklerine dokunmadan yeniden yapılandırmayı da hedeflemektedir. ABD’nin istemleriyle, AKP’nin çarpık kapitalist yapının ve siyasal sistemin açmazlarına ilişkin geliştirdiği kriz yönetimi projeleri uyumludur ve geniş bir kitle desteği söz konusudur. AB uyum yasaları, Ergenekon operasyonu ve şimdi de “Kürt açılımı”; bütün bunlar düzen içi güç dengelerini kendi lehine kalıcı bir tarzda dönüştürmek için devletin yeniden yapılandırılması (liberallerin sevdiği söylemle yeni bir cumhuriyet tasarımı, ya da ılımlı İslam projesine daha yakın bir ifadeyle yeni Osmanlıcılık) sürecinin temel birer bileşenidir. Yeniden yapılandırma, emperyalist kapitalist dünya sisteminin son otuz yıldır egemen yönetme biçimi olan “kriz yönetimi”nin TC’nin iç sorunları ve iktidar savaşları bağlamında uygulanmasıdır. Kısacası, atılan bütün adımlar, sadece ABD’nin uluslararası konjonktürel çatışmalarının ihtiyaçlarını karşılamak için değil, bununla birlikte TC’nin kendi iç mücadelelerine biçim vermek, güç ilişkilerini düzenlemek, yaşanan krizleri yönetmek içindir de. Bu bağlamda her büyük adım mutlaka çift yönlü çalışmıştır. AB’ye giriş ABD’nin isteğidir, öte yandan uyum yasaları aynı zamanda AKP üzerindeki yasal basıncı da azaltmıştır. Ergenekon operasyonu AKP üzerindeki darbe tehdidini zayıflatıp, orduyu moral ve siyasal açıdan geriletip AKP’nin elini güçlendirirken, ABD’nin manyetik alanı dışında arayışları olan generallerin tasfiyesi anlamına da gelmiştir, vb..
Öte yandan “Kürt açılımı” sadece Amerikan emperyalizminin istemleriyle ilgili değildir. Esas olarak Kuzey’deki TC’nin sömürgeci egemenliğinin eskisi gibi devam edemeyeceği açıkça ortaya çıkmıştır. Öcalan’ın yakalanarak TC’ye teslim edilmesi, ardından Öcalan’ın postmodern söylemlerinin yarattığı atmosferde devreye sokulan ulusal hareketin çürütme ve parçalama politikaları temelinde tasfiyesi planları başarısızlığı uğramıştır. Dahası, Zap direnişi ardından politik inisiyatif PKK’ye geçmiş, yerel seçimlerde yurtsever güçlerin başarısıyla birlikte bu inisiyatif toplumsal temel bağlamında da güç kazanmıştır. Ortaya çıkan tablo, sömürgeciliğin Kuzey’de tam bir yönetme krizi yaşamasıdır.
AKP’nin “Kürt açılımı” tam da bu tabloyu tersine çevirmek, siyasal ve toplumsal inisiyatifi ele geçirmeyi hedeflemektedir. Böylece giderek yaklaşmakta olan genel seçimler de bunu oya dönüştürerek konumunu sağlamlaştırmayı düşünmektedir. Bu aynı zamanda, ABD emperyalizminin istemlerini yerine getirmenin maddi, siyasal ve moral zeminlerini de sağlayacaktır.
Seçilen yol, Kürt ulusal sorununda mevcut statükonun köşe taşlarına dokunmadan, sömürgeci sistemin hiç bir temel yapı taşını yerinden oynatmadan, göz boyamaya, “devamı da gelecek” aldatmacalarına yaslanarak, kırıntılar yoluyla ve kırıntıların tüm medya ve toplumsal araçlar kullanılarak büyük kardeşleşme adımları olarak pazarlanmasıyla sonuca varmaktır.
Zap direnişi karşısında yaşanan bozgunla ve Ergenekon operasyonlarıyla gücü ve morali gerilemiş olan Ordu ise ABD ile karşı karşıya gelmek istememektedirler. Yine de genelkurmay başkanı Başbuğ 30 Ağustos konuşmasında kendi sınırlarını açıkça ifade etmiş ve bireysel kültürel hakları yani aslında “açılım”ın sınırlarını aşan hakları kabul etmeyeceklerini, yani “açılım”ın esnetilerek genişletilmesine karşı duracaklarını açıkça ifade etmiştir. Bu aşamada az konuşmayı, “açılım”ın PKK cephesinde istenen sonuçları vermemesi durumunda, gelişecek askeri operasyonlar sürecinde yeniden inisiyatif kazanmayı hedefliyorlar. Ordunun yol arkadaşları olan CHP ve MHP ise benzer bir yaklaşımı açıktan ve oldukça şiddetli bir söylemle siyasal düzlemde izliyorlar. Dertleri “Kürt açılımı”ndan çok, AKP’nin bu yolla kazanabileceği büyük gücü engellemektir.
Bu süreçte PKK ve DTP’ye biçilen rol ise “açılım”ın genel çerçevesini kabullenmek, silah bırakmak, yöneticilerinin Avrupa’ya sürgün edilmesi, yani tasfiyeye razı olmaktır. Aksi durumda, “açılım” kırıntıları yoluyla yaratmayı umdukları atmosferde PKK’yi gelişmenin önünü tıkayan güç ilan etmek, toplumsal desteğini zayıflatarak marjinalleştirmek ve ABD’nin daha güçlü desteğiyle geliştirilecek saldırılarla darbeleyerek gücünü kırmak planlanıyor.
Bütün bu özellikleriyle “Kürt açılımı”, oligarşi cephesinde, özellikle ordu cephesinde çok sıkça dillendirilen “teröre karşı savaş sadece askeri yollarla olmaz, biz elimizden geleni yapıyoruz, fakat siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel önlemlerle tamamlanmalıdır”, yani sadece sopa yetmez, havuç da devreye sokulmalıdır, söylemiyle birebir örtüşen bir pratiktir. Bu bağlamda, yeni bir faşist terör dalgası, hem de geçmiştekilerle kıyaslanamayacak denli daha şiddetli bir dalga hemen kapı da hazır beklemektedir.

“Kürt Açılımı” ve Kürt Ulusal Hareketi
Kürt ulusal hareketinin, Kuzey’deki gövdesini, daha da ötesi neredeyse bütününü oluşturan PKK, ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi ulusal sorunun demokratik çözümünün temel zeminini oluşturan bir hakkın günümüz dünyasında geçersiz olduğunu iddia ederek oldukça dar bir reform talepleri zemininde durmaktadır. Ayrılma hakkını ilkesel olarak ret edip, Türkiye’nin genel olarak demokratikleştirilmesi ve bu yapı içinde demokratik bir özerklik zemininde sorunun çözülmesi programına sahiptir. Bunun genel çerçevesi de bir kaç ana başlık içinde ortaya konulmuştur;
Birincisi, Kürt ulusunun varlığının anayasal düzeyde tanınması, Kürtlerin TC’nin kurucu uluslarından biri olduğunun açıkça ifade edilmesi. Kürt ulusal varlığı üzerindeki tüm yasakların ve sınırlamaların kaldırılması.
İkincisi, ana dilde eğitim hakkının kabul edilmesi.
Üçüncüsü, belediyeler üzerinden yerel yönetimlerin yetkilerinin arttırılması, Kuzey Kürdistan’da bir tür yönetsel özerklik zemininin yaratılması.
Dördüncüsü, Kürt kimlikli siyasal çalışmanın önündeki her türlü politik yasak ve engellerin ortadan kaldırılması.
Beşincisi, bunlarla bağlantılı olarak genel af ilan edilmesi, çözüm sürecinde PKK’nin muhatap alınması, gerillanın sürece entegre edilmesi, vb...
Bu zemin, politik ve toplumsal açıdan güdük bir reformist zemindir.
Bu programın Kürt ulusal sorununun demokratik çözümünü sağlamayacağı açıktır. Bu program TC sınırları içinde Kürtlerin ikincilleştirildiği, bağımsız ve özgür davranma yeteneğinin ortadan kaldırıldığı bir programdır. Ayrılma hakkına, kendi kaderini tayin hakkına sahip olmadan, eşit ve özgür bir birlik kurma şansı yoktur. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının ret edildiği noktada ulusal sorunun gerçek bir demokratik çözümünden söz edilemez.
Fakat PKK’nin talepleri bağlamında somut zemin budur. “Açılım” söyleminin dillendirildiği günden bu yana, Kandil’de bulunan PKK yönetimi bu taleplerini çeşitli düzeylerde dile getirmiştir. PKK cephesinde taleplerin somutlaştırılacağı asıl metin Öcalan tarafından yol haritası olarak somutlaştırılmış ve devlet ve kamuoyuna ulaştırılmak üzere cezaevi idaresine verilmiştir. Bu yol haritasının kamuoyuna ulaşması şu ana değin devlet tarafından engellenmektedir. Ancak içeriğinin Kandil’deki PKK yönetiminin dillendirdiği taleplerle kimi açı farkları taşıması ihtimali olsa da, esas olarak uyumlu olacağı söylenebilir.
Kürt ulusal sorununda önümüzdeki süreçte çatışma ekseninin Öcalan’ın yol haritası ile Ekim’de netleşecek olan AKP’nin “Kürt açılımı” arasında olacağı kesindir.

“Açılım”ın Kaderi...
Açılımın kaderi ne olacak?
Bu sorunun yanıtı; “açılım”ın içeriği ile PKK’nin talepleri arasındaki açı farkında gizlidir. Ve bu açı farkı şimdilik büyüktür. PKK’nin talepleri, düzen içi gerçek politik ve toplumsal reform taleplerini içermektedir. AKP’nin “Kürt açılımı” ise hiç bir temel ulusal talebi karşılamadan kırıntılar yoluyla Kürt ulusu üzerindeki sömürgeci egemenliği sürdürmeyi, Kürt mücadele dinamiğini boğmayı hedefleyen bir çerçeveye sahiptir.
Şimdilik kimin ne kadar esneyeceği çok net değildir; ancak bu açı farkının pazarlıklar vb. yoluyla kapatılamayacağı, PKK taleplerine yaklaşan herhangi bir düzenlemenin söz konusu olmayacağı, AKP de dahil tüm düzen güçleri tarafından açık biçimde ifade edilmiştir. AKP’nin programı bugüne değin dillendirilenlerden büyük bir fark içermeyecektir. En fazlasından, parça parça söylenenlerin derli toplu hale getirilmesi ve daha iyi ambalajlanması söz konusu olacaktır.
“Açılım”ın hedeflerine ulaşması ise esas olarak PKK’nin tutumuna bağlıdır. PKK’nin özellikle kendisini muhatap almayan, Öcalan ve diğer tutsak yurtseverlerin özgürlüğünü garantilemeyen, en azından kimi taleplerini karşılamayan bir sürece onay vermeyeceği -en azından şimdilik- görülmektedir. KCK tarafından yapılan en son açıklamalar da böyle bir “çözüm”ün kabul edilmeyeceğini göstermektedir.
Gelişmelerin yönünü tümüyle kestirebilmek, özellikle Öcalan’ın yol haritası açıklanmadan mümkün olmasa da, önümüzdeki dönemde “açılım”ın PKK’yi dışta tutarak, ona rağmen gündemleştirilip devreye sokulacağını söylemek mümkündür. PKK’nin net bir karşı koyuş tutumu alması durumunda, “açılım”ın AKP’nin beklediği sonuçları bir bütün olarak vermesi, Kürt ulusal sorununda inisiyatifi yeniden ele geçirmesi mümkün değildir. İç ve uluslararası desteklerin sağlam tutulması durumunda kısmi sonuçlar alacaktır, ancak hedefe ulaşması mümkün olmayacaktır. Böylesi bir süreç aynı zamanda, savaşın ve “açılım”ın yan yana sürmesi demektir. Bu ikisinin yan yana olduğu bir süreç üzerine ise çok net kestirimler yapabilmek mümkün değildir.
Ancak PKK’nin bu süreci kabul etmesi durumunda Kürt ulusal hareketinin önemli ölçüde tasfiyesi kaçınılmazdır. Tartışmaların çeşitli biçimlerde uzatılması taktikleri sonucu bir biçimde bu sürece dahil olması durumunda ise halen elinde tuttuğu inisiyatifi elden kaçırması ve 2004 öncesinde olduğu gibi oldukça karmaşık ve tasfiye planlarının güç kazanacağı bir döneme girmesi mümkündür.

“Açılım” ve Devrimci
Sosyalizmin Tutumu

Oligarşinin açılımlar tarihi, açılım kavramının içeriğine tümüyle karşıt olarak, sorunların özünü örtme, betonlama, çarpıtma tarihi olmuştur. Kürt ulusal sorununda yapılmaya çalışılan açılımların tümü ya güvenlik sorununu vahşice çözmeye dönük olmuştur, ya da sorunun özünü oluşturan bir ulusun varlığını ve temel demokratik haklarını örtmeye, muğlaklaştırmaya dönük kırıntılarla bezeli manipülasyon operasyonları olmuştur.
Bugün karşımızda duran “Kürt açılımı” ön planda kırıntılardan oluşan siyasi manipülasyon ve inisiyatifi ele geçirme boyutunun bulunduğu, ancak vahşi saldırılarla iç içe yürütülecek bir süreçtir. Oligarşi bu sorunu demokratik yoldan çözemez. Çarpık kapitalist yapı ve bundan köklenen faşist devlet yapısı ve zihniyeti sorunun en azından kimi temel reformlar bağlamında çözümü için gerekli olan esneklikten ve maddi zeminlerden yoksundur. Kürt ulusal varlığının kabulü temelinde girilecek herhangi bir gerçek çözüm yolunun sömürgeci devlet yapısının tüm çivilerini sökeceği yaklaşımı oligarşinin bütün kanatlarına hakimdir. Dahası, Kürt ulusal sorunu sadece bir Türkiye sorunu değildir. İran, Irak, Suriye’nin de dahil olduğu, büyük emperyalist güçlerin tümünün içinde yer aldığı uluslararası bir sorundur. Bütün bu parçalardaki süreçler birbiriyle etkileşim halindedir. Mevcut sömürgeci statükonun bir biçimde bozulması, TC’nin hakim olamayacağı pek çok gelişmenin önünü açacaktır. Oligarşi bunu engelleyecek ekonomik, sosyal, askeri ve siyasal dinamiklere çarpık kapitalist yapısının güçsüzlüğü nedeniyle sahip değildir. Statükonun korunması dışında önünde bir seçenek görmemektedir.
Bu tablo başta Kürt ulusal sorunu olmak üzere, TC sınırları içindeki tüm ulusal sorunların çözümünün devrimci yollar dışında çözülemeyeceğini gösterir. İster Türkiye ve Kuzey Kürdistan halklarının ortak mücadeleleri yoluyla, ister Kuzey halkının kendi başına girişeceği mücadeleler yoluyla olsun sömürgeci devlet yapısının Kürdistan’da devrimci yoldan parçalanmasının dışında bir çıkış yoktur.
Sorunun çözüm zemini Kürt ulusunun ulusal varlığının ve ülkesinin tanınması temelinde kendi kaderini tayin etmesi hakkına kavuşmasıdır. Dahası, bu temelde bölge halklarıyla gönüllü, eşit ve özgür bir birlikteliğin yaratılmasıdır.
Bunun dışındaki reformlar, açılımlar, bugünkünden çok daha ciddi düzeylerde gündemleştirilse bile geçici rahatlamalar yaratabilir, çözüm değil... Ve uzun vadede esas olarak sorunu kangrenleştirmekten öteye gidemezler.
Bu noktada, “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi geçersizdir, ayrı bir Kürt devletine gerek yok” biçimindeki PKK’nin çözümü de tam da böylesi kangrenleştirici bir çözüm olmaktan öteye gidemez. Bu tablo kimi zaman nesnel güç ilişkileri içinde zayıflıkla, koşulların bulunmamasıyla açıklansa da, esas olarak güç ilişkilerinden bağımsız bir ilke olarak PKK literatürüne girmiş durumdadır. Bu duruş sinik, güdük bir reformizmden başka bir anlama gelmez. Her ne kadar, 2004 sonrasında bu yaklaşım “demokratik özerklik” olarak formüle edilen daha net tanımlanmış bir yaklaşımla dengelenmeye çalışılmış olsa da, kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin yeniden sahiplenilmesi söz konusu olmamıştır.
Nesnel koşulları ileri sürerek reformist söylemlerin dillendirilmesi sadece PKK’ye özgü değildir, daha geniş bir Kürt çevresinde savunulagelmektedir. Nesnel koşulları, somut gerçekliği dikkate almak, sadece politikada değil, yaşamın bütün alanlarında tavır belirlerken olmazsa olmaz koşullardan biridir. Ancak en az onun kadar önemli olan belirli somut bir gerçeklik içinde ele alınan bir olgunun, sorunun bütünlüklü ve temel çözüm yolunu da gözden kaçırmamak, bütün süreçlerini bu yola bağlayabilmektir. Bu bağlamda, devrimciler ya da belirli bir soruna ilişkin temelli çözüm arayanlar nesnel durumu, onun ortaya koyduğu ya da dayattığı zeminleri kabullenmek için anlamaya çalışmazlar, değiştirmek için çözümler ve müdahale ederler. Kürt ulusal sorunu bağlamında 1984 15 Ağustosu öncesinde nesnel durum Kürt ulusu için tam bir felaketti. Kürt ulusu ve devrimcileri her şeyin imkansız göründüğü bu koşulları analiz etti, anladı, ancak onun çerçevesi içinde hareket etmeyi ret ederek başkaldırdı. Ve Kürt halkının ayağa kalkışının koşullarının bu imkansız görünenler içinde gerçekleşti. İnsanlık binlerce yıldır, olağan görülen gerici, çürütücü sınıf ilişkilerine, halklar/uluslar arası ilişkilere, insan/yaşam ilişkilerine başkaldırarak ayağa kalktı. Nesnel koşullar böyle, ancak bu kadar oluyor söylemi kaçınılmaz biçimde gerici ve çürütücü nesnel koşulların bir eklentisi olmayı beraberinde getirir.
Devrimci sosyalizm kesin biçimde bu reel politikacılığın, siyasi, toplumsal ve insani duruşun dışında ve karşısındadır. Yeni bir yaşam, yeni bir uygarlık olarak komünizm hedefine bağlanmıştır ve nesnel durumun devrimci yollardan tümüyle değiştirilmesini hedeflemektedir. Nesnel koşulları bilerek, anlayarak, bu koşullara zerre kadar teslim olmadan, bu nesnel koşulları tümüyle ortadan kaldırmak, sınıfsız özgür bir dünya yaratmak için mücadele etmek; şiarımız budur. Kürt ulusal sorunu bağlamında bunun anlamı birincil ve en temel adımı kendi kaderini tayin hakkıdır.
Öte yandan, Devrimci Sosyalizm, bugün veya yarın Kürt ulusu ve diğer ezilen ulusal toplulukların ulusal varlıklarını ve haklarını görünür hale getiren, Kürt ulusunun siyasal temsilcilerinin de dahil olduğu süreçler içinde elde edilecek tüm hakları mücadelenin bir ürünü olarak olumlu karşılayacaktır. Ana dilde eğitim, yurtsever tutsaklara özgürlük, yerleşim yerlerinin gerçek isimlerini alması, vb... Oligarşi bunları elbet göz boyamak ve sorunun gerçek çözümünü perdelemek için kullanacaktır. Devrimci sosyalizm ise bunları oligarşinin bir lütfu değil, on yılların mücadele emeğinin ürünü olarak koparılmış haklar olarak görmektedir, görecektir. Oligarşinin bunlar üzerinde sorunları çözüyoruz yaygarasına giriştiğinde, bunlar Kürt ulusunun mücadelesiyle kazanılan haklardır, çözüm değildir, çözüm kendi kaderini tayin hakkı ilkesi temelinde eşit, özgür, gönüllü birliktir yaklaşımı temelinde mücadele edecektir.
Aynı biçimde Devrimci Sosyalizm, “açılım” planının ABD menşeli olduğunu bilmekte ama buradan hareketle koparılan “emperyalizmin oyunu” yaygarasını da klasik bir sosyal-şoven tutum olarak görmektedir. Neredeyse 1920’lerden bu yana gelen “dış mihraklar”, “emperyalist oyunlar” söylemi, tarih boyunca Kürt ulusunun bilek zoruyla, kanla canla kazandığı haklarını hep yok saymış, sosyal-şoven bir ulusalcılığın değirmenine su taşımıştır.
Diğer yanda ise liberal çevrelerde sık rastlanan “emperyalizm de iyi şeyler yapabilir, katı olmamak gerekir” söylemleri vardır ve bu söylem üzerinde bile durulmayacak kadar aşağılık bir işbirlikçi ruhun eseridir. Devrimci Sosyalizm bu tür yaklaşımlardan tümüyle uzaktır, Kürt ulusunun bugün sahip olduğu fiili hakları da, bu süreçte kazanacağı bütün diğer hakları da onun kendi savaşının ürünü olarak görmektedir. Devrimci sosyalizmin sorunu; daha doğrusu Devrimci Sosyalizm açısından sorunlu olan şey, Kürt ulusunun binlerce can pahasına yürüttüğü mücadelenin bugün “açılım” adı altında ortaya konulanlardan çok daha fazlasını hak etmesidir. Neredeyse seksen yıllık bir süreç boyunca, ama özellikle de son çeyrek yüzyılda akıl almaz kıyımlara ve zulümlere rağmen muazzam bir direniş gösteren, ulus olma iradesini kanı pahasına savunan Kürt ulusu, yalnızca bu “hak”ları değil, kendi kaderini tayin etme hakkını da sonuna dek hak etmiştir. Kendilerini “jeopolitik uzmanı” sayan “Türkiye sevdalısı” sözde “komünistlerin”(!) hiç göremediği şey bu halk gerçeğidir.

Sonuç Olarak
Önümüzdeki süreç Kürt ulusal sorununda daha karmaşık, ancak daha şiddetli mücadelelerle biçimlenecektir.
Türkiye’nin tüm devrimci ve demokratik güçleri bu mücadelelerde Kürt ulusunun ve ezilen tüm ulusal toplulukların eşitliğini, özgürlüğünü ve gönüllü birliğini esas alan çözümlerin arkasında saflaştığında, şovenizm ve sosyal şovenizme karşı net bir duruş sergilediğinde, bu tutumun Türkiye ve Kürdistan’da yeni bir sol dalganın yükselişine her zamankinden daha fazla hizmet etmesi mümkündür.
Biz meseleye bakmamız gereken yerden, devrim ve sosyalizm davasının genel çıkarları açısından bakıyoruz. Bu sürecin sonucunda bölgenin en önemli direniş dinamiğinin bir biçimde tasfiye edilmesi yada zayıflatılması ortaya çıkarsa bu olumsuz bir gelişmedir. Bu, bizzat Kürt ulusu için de böyledir. Bölgenin bugünkü karışık denklemleri içinde bu kadar kaotik bir ortamda mevcut büyük güçlerle iç içe geçmek isteyen herkes sadece uzun vadede değil, kısa vadede bile kaybedecektir. Bütün bunları yaşayıp göreceğiz.
Biz, seksen yıldır Kürt ulusunun varlığını bile tanımayanların bugünkü “açılım”larını basit bir “oyun” olarak görmüyoruz; oyundur evet, ama basit bir oyun değildir. Biz üç cümlelik yazılarla “en proleter” yerden herkesi “hainlikle” suçlayan ve Kürt halkına akıllar fikirler yağdıran bir yerde de değiliz. Onları bugünkü noktaya getiren, Kürt halkının çeyrek yüzyıldır verdiği mücadele ve gösterdiği azimdir. Süreçten ne çıkacağını önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz.
Kürt ulusu da kendi deneyimlerini yaşayacak ve bütün bunları pratik olarak görecektir. Onun bugüne dek gördükleri, görecekleri için bir ölçüttür. Kürt halkı, özellikle legal siyasetçilerinin ve gazetecilerinin sokaklarda katledilmesini yaşamıştır ve yaşamaktadır. Önümüzdeki süreçte de böyle bedeller ödemekten çekinmeyecektir ve muhtemelen sürecin tıkandığı her noktada böyle bedeller yeniden gündeme gelecektir.
Öte yandan, Devrimci Sosyalizm kendi mücadele stratejisini uygulama yeteneğini kazandığı ölçüde süreçte güçlü bir rol oynayabileceğinin bilincindedir. Bu bağlamda, Devrimci sosyalizm, bir yandan kendi devrimci inşa sürecini yükseltir ve kendi yolundan yürürken, diğer yandan bu enternasyonal görevini hiçbir gerekçeyle ertelemeyecektir. Devrimci sosyalizm, komplo teorisyeni sosyal-şovenlerin semtine bile uğramayacak, omzunu her zaman Kürt halkının omzunun yanında tutacaktır.

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul