Türkiye bir süredir “Kürt Açılımı” haberleriyle
yatıp kalkıyor. Bir yandan, devletin özellikle
AKP orijinli en yetkili ağızları “kaçırılmaması
gereken bir tarihi fırsat”tan söz ediyor, diğer
yandan PKK ve DTP cephesi kendi “çözüm” paketlerini
hazırlıyorlar. Oldukça geniş bir kesimde hiç bir
dönem olmayan düzeyde bir beklenti yaratılmış
durumda. Durum kabaca şöyle tarif edilebilir;
soruna ilişkin kafa yoran ya da kendini taraf
olarak gören her kişi ya da kesimin içeriğini
dilediği gibi doldurduğu, yorumladığı, anlam biçtiği,
şu ana değin sorunun muhataplarının üzerinde anlaştığı
tek bir noktanın dahi bulunmadığı, bütün bileşenlerin
tek kesişim noktasının arka planı sadece öznel
beklentilerden oluşan bir süreçten geçiyoruz.
Bu arka planı henüz boş olan beklenti atmosferi
içinde gelişmeleri sorgulamak, nesnel zeminleri
üzerine oturtmak ve arka planda işleyen süreçleri
anlayarak sorunun temel çözüm zeminine ilişkin
düşünceler ileri sürmek ise oldukça güçleşmiş
durumda. Yalnızca bilinen hızlı “liberaller” cephesinde
değil, burjuva cephenin bu meseleye aklı yatırılmış
bütün kalemlerinde öyle bir hava var ki, mevcut
duruma itiraz etmek yada hiç olmazsa biraz kuşku
belirtmek bile “kanın akmasından yana olmak” gibi
lanetli bir pozisyona düşmek anlamına geliyor.
Solun varlığını adeta Kürt ulusal kurtuluş hareketine
ve bu projeye bağlamış olan bir kesiminde de durum
farklı değil; birileri “durun bakalım bu noktada
açılımları değil, sorunun temel çözüm platformunu
konuşmak gerekir” dediğinde yada bu “açılım”ın
“çözüm olup olmadığını” tartıştığında, hemen dikilip
şöyle demeye hazırlar: “Siz ne istiyorsunuz yani?
Çocuklar ölsün mü?” Yada daha iyisi şöyle oluyor:
“İşte, durumu anlayamayan bir dogmatik solcu daha!”
Bütün bu karmaşa içinde asıl önemli olan şu: Bu
kez durum ciddi... Bu kez olan şey, geçmişte PKK’nin
karşılıksız olarak ilan ettiği ateşkeslere yada
Öcalan’ın ortaya attığı, devlet tarafından kulak
arkası edilen “çözüm önerileri”ne benzemiyor.
Bu kez, Türkiye’yi yöneten işbirlikçi güçler,
direksiyonun başında oturanlar, emperyalist odakların
direktifleri doğrultusunda, kendi iç görüş ve
çıkar ayrılıklarını bir ölçüde (yalnızca bir ölçüde)
gidermiş olarak (ve bu konsensusa uymayanları
da “takmamayı” biraz göze alarak) Kürt sorununda
yeni bir zemin yaratma hedefini net biçimde ortaya
koyuyorlar. Ellerinde bu işi yapabilecek siyasal
gücün olduğuna inanıyorlar, bu belli. Özellikle
ordu ve hükümet arasında (ve her ikisiyle de emperyalist
odaklar arasında) ciddi bir çatlak bulunmadığı
da görülüyor; en azından şimdilik bütün çıkarlar
ve genel Ortadoğu tablosu bir noktada birleşiyor.
Gerçi ordu ara sıra “açılım”ın sınırlarını çizer
gibi yapıyor ama dikkat edilirse bu “sınır çizen”
sert açıklamalar da “hayır, bu iş yapılmasın”
noktasında değildir. Ordu, böylece bir yandan
“en dış sınırları” çizmeye çalışırken bir yandan
da aslında son yıllarda bir hayli yıpranmış olan
görüntüsünü korumaya, “kuyruğu dik tutmaya” çalışıyor.
Yani işin temelleri üzerine henüz ciddi bir çatlaktan
söz edilemez. Bu yüzden de böylesi netameli bir
konuda adımlar atarken kenarda kalan partilerin
kopardığı yaygarayı kulak arkası etme cesaretini
gösteriyorlar.
Evet, bir kez daha tekrarlamak gerekiyor; bu kez
durum ciddi... Kürt sorunu yeni bir düzleme doğru
kayacak... Yeni kırılmalar, yeni çatışma bağlamları
yolda...
Ve Kürt sorununa ilişkin her önemli kırılma noktasında,
her yeni çatışma bağlamı oluşurken (92’de Özal
ve ardından Demirel Kürt realitesini tanıyoruz
derken, ya da bugün Kürt açılımı söylemi tüm gündemi
belirlerken), Kürt realitesi, Kürt açılımı, “ana
dilde eğitim mi, seçmeli eğitim mi?”, “yerleşim
yerlerinin Kürtçe isimlerinin iade edilmesi bir
ilerleme mi?” vb. söylemlerin tozu dumanı içinde
adeta buharlaşan, unutulan, özellikle unutturulmaya
çalışılan birkaç temel soru var; Kürtler Kimdir?
Ne İstiyorlar? Temel Hakları Nelerdir?
Özellikle oligarşi cephesinde kamuoyunu manipüle
etmeye çalışan kalemşörler açılımdan söz ederken
özel itinayla bu sorulardan uzak duruyorlar. Ciddiyetten
yoksun biçimde kendinden menkul bir Kürt ve Kürtlük
üzerinden “açılım” ile nelerin verileceğini, nelerin
verilmeyeceğini ya da moda deyişle kırmızı çizgilerin
neler olduğunu tartışıyorlar. Faşist ulusalcı
cephenin ise ne bu soruları sorma ve dolayısıyla
ne de bunlara yanıt verme derdi bulunmuyor. Sosyal-şoven
sol ise ilk sorunun yanıtını oldukça belirsiz
ve inkarcı söyleme yakın bir tarzda verirken,
diğer soruları sorma ve yanıtlamak yerine, faşist
ulusalcı cepheyle aşağı yukarı aynı zeminde durma
noktasına kayıyor.
Devrimci, sol ve yurtsever kesimlerde ise sosyal
şovenizme yakınlaşma eğilimlerinden, devrimci
hareketin kaderini tümüyle Kürt sorununa bağlama
eğilimine, ya da devrimci çözüm konusunda ulusların
kendi kaderini tayin hakkı ilkesiyle güncel somut
kazanımları birbirine bağlayamayan tutumlara değin
uzanan yaklaşımlar içiçe yada yan yana duruyor.
Tam da bu noktada, yeniden sorularımıza dönmek,
Kürt sorununun zeminini, içeriğini ortaya koyacak
temel soruları bir kez daha sormak ve yanıtlamak
gerekiyor;
I- Unutulan Sorular;
Kürtler Kimdir? Ne İstiyorlar?
Ulusal Sorunların Temel Çözüm
Zemini Nedir?
Bu sorular ve bunlara verilecek yanıtlar, Kürt
sorununa ilişkin bir çerçeve belirlemek, kimin
nerede durduğunu anlamak, gerçekle yalanı ayırt
etmek, demokratik çözüm zeminini tarif etmek ve
mücadelenin yolunu belirlemek için olmazsa olmazdır.
Bu soruların yanıtı, Kuzey’de PKK ve DTP’de cisimleşen
Kürt ulusal hareketinin taleplerini, hem de Türkiye
oligarşisinin büyük laf kalabalığı arasında sunduğu
“açılım”ı anlamada temel kriterleri de sağlayacaktır.
Adeta boşlukta sallanan, her dileyenin ucu bucağı
olmayan kendi öznel niyetleriyle, ya da “kaygı”lar
temelinde olumlu veya olumsuz olarak değerlendirdiği
bu süreç ancak bu sorular temelinde ortaya konulacak
kriterler üzerinden sağlıklı biçimde değerlendirilebilir.
Devrimci Sosyalizmin bu sorulara yanıtı nettir.
Pek çok çalışmasında yanıtlarını kapsamlı biçimde
koymuştur. Yeniden çok kısa biçimde en basit,
en yalın biçimde özetleyecek olursak;
Kürtler yeryüzündeki tüm uluslar gibi bir ulustur.
Ve tüm uluslar gibi bir dilleri, diğer ulusal
özellikleri ve vatanları vardır. Vatanları Kürdistan’dır.
Kürdistan yukarı (kuzey) Mezopotamya ve çevresinden
oluşur ve bu topraklar bilinebildiği kadarıyla
yaklaşık 4-5 bin yıldır Kürtlerin yurdudur. Yine
Kürtleri sözde aşağılamak için sıkça dile getirilen
Kürtlerin tarihte hiç devlet kurmadıkları iddiası
da basit bir yalandır. Kürtler tarih boyunca farklı
büyüklüklerde çeşitli devletler ya da devlet işleyişine
sahip beylikler kurmuşlar ve bunların kimileri
yüzyıllar boyunca yaşamıştır. TC’nin kuruluşundan
bu yana inkar etmesine rağmen bunlar tüm dünyanın
kabul ettiği gerçeklerdir. Kürdistan, 1918’de
işgalci İngiliz ve Fransız güçleri arasında imzalanan
bir anlaşmanın sonucu olarak dört ayrı devlet
arasında (Kuzey Kürdistan Türkiye’ye, Doğu Kürdistan
İran’a, Güney Kürdistan Irak’a ve Güneybatı Kürdistan
Suriye’ye) arasında paylaştırılmıştır. Kürdistan
bu süreçten beri bu ülkelerin sömürgesi konumundadır.
Uluslararası bir sömürgedir.
Kürtler ise topraklarının işgali ve paylaşılmasını,
sömürge haline getirilmeyi bu sürecin başından
itibaren kesinlikle kabul etmemişler ve Kürdistan’ın
bütün parçalarında son yüzyıl içinde sayısız irili
ufaklı ulusal isyanlar, direnişler örgütlemişlerdir.
Ulusal özgürlük ve hak eşitliği, daha somut bir
ifadeyle kendi kaderini tayin hakkı, Kürt ulusunun
sömürgeciliğe karşı temel talebi olmuştur. Kürtler
kendi kaderlerini tayin hakkı talebi temelinde
kendi devletlerini kurma ya da bu haktan vazgeçmeksizin
sömürgeciliğin tasfiyesi temelinde içinde yer
aldıkları devletin sınırları içinde özerklik,
otonomi ya da federe devlet olarak varolma hakkını
her dönem çok net biçimde savunagelmişlerdir.
Ulusal sorunların temel çözüm platformu her ulusun
kendi kaderini özgürce tayin etmesi hakkını kullanmasıdır.
Açacak olursak; sömürgecilik sınıflı toplumların
ilk dönemlerinden, yani antik köleci toplumlardan
bu yana başka halkları, toplulukların topraklarını,
kaynaklarını, insani varlığını bütünlüklü olarak
yağmalamanın, talan etmenin, yok etmenin adıdır.
Kapitalizmin gelişmesiyle ve dünya çapında yayılmasıyla
birlikte dil, toprak, kültür, ekonomi, ruhsal
biçimleniş, vb.. birliğine az çok sahip çeşitli
halklar, kavimler burjuvazinin önderliğinde bu
özelliklerini derinleştirerek uluslar halinde
örgütlendiler. Uluslaşma süreci çok değişik yollar
izleyerek kapitalizmin girdiği her toprakta özgünlükler
de kazanarak tüm dünya çapında yayıldı. Bu aynı
zamanda kapitalist sömürgeciliğin de yayılması
anlamına geliyordu. Sömürgecilik kapitalizm çağında
ulusların sömürgeleştirilmesi anlamına geldi.
Kapitalist sömürgeciliğe karşı ezilen uluslar
ulusal kurtuluş mücadeleleri örgütlediler. Bu
mücadeleler sonucu ulusal eşitlik ve kurtuluşun
temel kriterleri de adım adım somutlaştı. Ulusların
kendi kaderini tayin hakkı, ki bu hakkın özünü
kendi devletini kurma hakkı oluşturur, bu noktada
ulaşılan en ileri ve temel hak olarak somutlaştı.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilk kez
20 yüzyılın başlarında tüm sosyalist, sosyal-demokrat
partileri birleştiren Sosyalist Enternasyonal
tarafından ulusal sorunların temel çözüm zemini,
temel ilkesi olarak kabul edildi. 1945’de ise
Birleşmiş Milletler örgütünün anayasasına da geçirilerek
tüm ülkelerin kabul ettiği evrensel bir hak haline
geldi.
Bugün ulusların kendi kaderini tayin hakkın içermeyen
bir ulusal özgürlük ve eşitlik düşünülemez.
Bu genel belirlemelerin ardından bugünkü somut
gelişmelere bakabiliriz.
II- “Kürt Açılımı”, “Demokratikleşme
Açılımı”, “Milli Birlik Açılımı” ya da
“İnisiyatif Alma ve Aldatma Açılımı”
Bugün TC tarihinde belki de ilk kez oligarşinin
inisiyatifi ile Kürt ulusal sorunu bu denli geniş
ve yaygın biçimde tartışılıyor. 86 yıllık inkar
ve yok etme politikasının kabuğu kırılıyor mu?,
Oligarşinin niyeti ne, arka planda hangi mekanizmalar
işliyor?... Açılım mı, çözüm mü, yoksa Kürt ulusal
hareketini tasfiye planı mı söz konusu?.. TC oligarşisinin
“açılım” söylemi yeni değil. 1992’de T. Özal’ın
“federasyon bile tartışılabilir”, ardından Demirel’in
“Kürt realitesini tanıyoruz” belirlemesinden bu
yana açılım söylemine aşinayız. Peki, bu noktada
son “açılım” neyi ifade ediyor? Bu sorulara doğru
yanıtlar bulmak ve devrimci sosyalist duruşu belirlemek
için gelişmelerin özellikle Öcalan’ın yakalandığı
1999’dan bu yana gelen on yıllık seyrine ve arka
planına bakmak gerekiyor.
Kısaca “Açılım”lar ve 2004’e
Kadar Tarihsel Seyir...
Kürt ulusal sorununda TC tarihi tümüyle inkar
ve yok etme tarihidir. Cumhuriyetin kuruluş sürecinin
başlarında, 1921 anayasası ve ilk mecliste Kürt
ulusal varlığının kısmen tanınmasına karşın, Cumhuriyetin
1923’deki kuruluşuyla birlikte Kürtlerin ve diğer
tüm ulusal toplulukların varlığı kesin biçimde
inkar edildi, yok sayıldı ve şiddet eşliğinde
katı bir asimilasyon politikası sürdürüldü. Denilebilir
ki, TC’nin Kürt sorununa ilişkin ilk “açılım”ı
budur; yani tümden inkar ve imhaya dönük politikaların
esas alınması... Bırakalım Kürtlerin ulusal demokratik
haklarından söz etmeyi, varlıklarından bahsetmek
dahi ağır bir suç olarak tanımlandı. Türk uluslaşması,
Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkesin
Türk olduğu yalanıyla oldukça sakat, gerici bir
temele oturtularak geliştirilmeye çalışıldı. Bir
yandan, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan herkes
Türk’tür denilirken, diğer yandan Kürtler daima
bir tehlike olarak ele alındı, ikinci sınıf kabul
edildi ve yaşadıkları coğrafya sistematik bir
sömürgeci yağmaya tabi tutuldu.
Kürt ulusunun sömürgeciliğe yanıtı kesin biçimde
ulusal ayaklanmaların ve direnişlerin geliştirilmesi
oldu. 1940’lara kadar Koçgiri, Şeyh Sait, Ağrı
ve Dersim isyanları Kuzey Kürdistan’da Kürt ulusunun
kanın oluk oluk aktığı, nehirlerin kan kırmızısına
döndüğü büyük ulusal direnişler olarak tarihe
geçti. Bu isyanların bastırılmasının ardından
TC generallerinin deyişiyle, Kürt ulusal direnişinin
betonlandığı sanıldı. Yanıldılar! Ulusal özgürlük
ve eşitliğin büyük direnişlerden akıp gelen dinmeyen
suyu zulmün betonunu da deldi, parçaladı. 1960’larda
Türkiye devrimci hareketinin yükselişiyle paralel
olarak gelişen Kürt ulusal direnişçiliği ilk nüvelerini
Devrimci Doğu Kültür Ocakları’yla yarattı. Bu
birikim 1970’li yıllarda oluşan ve Türkiye devrimci
hareketinden etkilenen sosyalizan temelli çok
sayıda Kürt ulusal kurtuluş hareketiyle birleşti.
Kuzey Kürdistan boydan boya Kürt ulusal kurtuluş
hareketlerinin mücadelelerinin arenasına dönüştü.
1970’lerin ortalarından sonra gelişmeye başlayan
ve önceleri değişik isimler altında kendini ifade
eden PKK hareketi, aslında bir ölçüde Türkiye
devrimci hareketinin 1970-1971 atılımının uzantısı
sayılabilir. 1971 silahlı mücadelesinden ve özellikle
de THKP-C hareketinin ortaya koyduğu performanstan
ciddi biçimde etkilenen yoksul Kürt gençlerinin
çıkışı olarak PKK hareketi, tipik bir devrimci
ulusal kurtuluş hareketiydi. O güne dek mayalanan
Kürt devrimci hareketi sonunda filizlerini vermiş,
çoğu ezilen sınıfların çocukları olan devrimci
öğrenciler, yurtsever Kürt gençleri bir araya
gelerek bir ulusal kurtuluş hareketinin temellerini
atmışlardı.
12 Eylül faşist cuntası yeni bir “betonlama” hareketi
olarak sahneye çıktığında artık Kürt coğrafyası
bu ulusal kurtuluş hareketine sahipti ve bu süreçte
ulusal hareketle ilgili her şey yeniden büyük
saldırıların hedefi oldu. İnkar ve imha politikası
her yönden vahşi saldırılarla daha da derinleştirildi.
İşte bu noktada, PKK ve 1984 atılımı yeni ve daha
öncekilerden tümüyle farklı büyük bir ulusal kurtuluş
savaşımının adı oldu. Dört parçaya bölünmüşlüğe,
sömürgeleştirilmeye karşı bağımsız birleşik demokratik
Kürdistan yaratmaya hedefiyle, sosyalizan düşüncelerle
donanmış modern bir devrimci parti örgütlenmesi
önderliğinde, gerilla savaşına dayanan uzun süreli
bir halk savaşı temelinde ulusal kurtuluşu sağlamak...
1984 atılımının özeti buydu. Adım adım kendi temellerini
sağlamlaştıran ve kitlelere güven veren bu hareket,
1990 başlarına gelindiğinde, Kuzey’in büyük emekçi
kitleleriyle buluştu. Kürt ulusunun zihninde sömürgecilik
ve her türlü uzantısı meşruluğunu yitirdi. Serhildanlar
ve gerillanın yaygınlaşmasıyla büyüyen PKK, siyasal
ve toplumsal inisiyatifi ele geçirdi.
TC’nin kuruluşunda belirlenen ve bir tür inkar
ve imha “açılım”ı olan ilk temel politik çerçevenin
ardından, “açılım” politikaları tam da bu noktada
yani Kürt ulusal kurtuluş hareketi kuruluş aşamasındaki
çerçeveyi parçaladığında gündemleşmeye başladı.
1990 başlarında önce Özal’ın dillendirmeye başladığı,
ardından Demirel’in “Kürt realitesini tanıyoruz”
sözleriyle somutlaşan ilk “açılım” denemesi yaşandı.
Kürt realitesini tanımak, eğer bu sözleri evrensel
olarak kabul edilmiş normlar üzerinden değerlendirirsek
aslında oldukça önemli bir söylemdi.
Kürt realitesi; Kürtlerin bir ulus olduğudur ve
her ulus gibi ulusal demokratik haklara sahip
olduğu gerçeğidir. Bu hakların özünü de; TC’nin
de altına imza attığı Birleşmiş Milletler ana
sözleşmesinde ifade edilen her ulusun kendi kaderini
tayin hakkı oluşturur.
Ancak TC’nin ve onun başı Demirel’in bahsettiği
Kürt realitesinin ne olduğu hiç bilinemedi. Başını
Kürt reformistlerinin ve Türk liberallerinin çektiği
iyimser yorumcular bu cümleden binlerce boş hayal
ürettiler. Kürt realitesini tanıma söyleminin,
Kürt hareketinde çatlak ve boş hayaller yaratmaya,
direniş ve mücadele azmini hayallere yatırmaya
dönük bir manipülasyon olduğu kısa zamanda görüldü.
1992 sonlarından itibaren, tanıdıklarını söyledikleri
Kürt realitesine karşı TC tarihinin en kanlı saldırılarından
biri T. Çiller ve ekibi tarafından “topyekün savaş”
projesi temelinde başlatıldı; binlerce köyün yakılması,
milyonlarca Kürdün topraklarından sürülmesi, binlerce
faili meçhul cinayet, legal Kürt siyasetinin boğulması,
gazetelerin bombalanması, milletvekillerinin tutuklanması,
vb... Böylece, Kürt realitesini tanıyoruz söyleminin
aslında “sizi tanıyoruz ve yok edeceğiz” anlamına
geldiği görüldü. TC oligarşisinin bu inisiyatifi
yeniden ele geçirmesi çabası Kürt ulusal hareketinin
büyük direnişiyle karşılandı. Oligarşi Kürt sorununda
inisiyatifi ele geçiremedi, ancak Kürt hareketi
de 1990 başlarında sahip olduğu inisiyatif gücünü
de belli ölçülerde yitirdi.
1998’e gelindiğinde oligarşi yeni bir hamleye,
yeni bir açılıma girişti. Öcalan’ın 1998’de Suriye’den
çıkarılması ve 1999 şubatında yakalanarak Türkiye’ye
getirilmesi... İnanılmaz bir hayal kırıklığı yaratan
savunmalar, Kürt varlığı ve Kürdistan’ın postmodern
milliyetçi söylemler temelinde inkar sınırında
tespitlerle değerlendirilmesi, PKK’nin silahlı
güçlerini Kuzey Kürdistan’dan çekmesi ve yürütülen
savaşımın adeta gereksiz ve işlevsiz olarak tanımlanması,
Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkından vazgeçilmesi,
dahası neredeyse bireysel kültürel talepler noktasına
çekilmesi ve bunun yerine genel burjuva demokratikleşme
söylemlerinin konulması, mücadelenin yolu olarak
gerilla ve uzun süreli savaşın ret edilerek yerine
“üçüncü alan” vb. gibi tam olarak ne anlama geldiği
belli olmayan, ancak sistem içi niteliği görülen
biçimlerin ikame edilmesi, örgütsel alanda o güne
değin gelen yapının dağıtılarak karmaşık ve sürekli
değişen örgütsel mekanizmaların konulması, emperyalist-kapitalist
sisteme açıktan entegre olma isteğini dile getiren
politik yaklaşımların ileri sürülmesi, Türkiye
devrimci güçleriyle araya kalın sınırlar konulması
ve sosyalizme ve marksizme dair her şeyin küçümsenip
aşağılanması, vb... Öcalan’ın mahkeme süreciyle
birlikte ileri sürdüğü bu ve benzeri söylemler
ve özellikle pratik adımların PKK yapısının neredeyse
tümü tarafından kabul edilmesi, Kürt sorununda
inisiyatifin tümüyle TC’ye geçişi anlamına geliyordu.
PKK’de temsilini bulan Kürt ulusal kurtuluş hareketi
kendini var eden her ne varsa onları inkar eden
bir noktaya savrulmaktaydı.
Ancak bu oligarşi açısından Kürt sorununu betonlama
anlamına gelmiyordu henüz. Dahası eskisi gibi
bir betonlama da artık mümkün değildi. Fakat sistemle
bütünleşme çabası içine girmiş bir Kürt hareketi,
kırıntılarla, şiddet ve diğer çürütme politikalarının
içiçe geçtiği bir süreçte çözülüp dağıtılabilirdi.
TC’nin bu süreçten beklentisi buydu. Öcalan’ın
yakalandığı 1999’dan 2004’e değin geçen beş yıllık
süreç esas olarak bu minval üzerinden gelişti.
1999’dan 2004’de değin geçen beş yıl kritik önemdeydi.
PKK, Öcalan’ın savunmalarının ardından Kuzey Kürdistan’daki
gerilla varlığını çekerken ve yeni politikaları
kabul ederken önüne beş yıllık süre koymuştu.
Bu sürenin sonunda sorunun durum değerlendirilecek
ve yeniden yön tayini yapılacaktı. Ve bu beş yıllık
sürenin sonuna gelinirken TC sonuca ulaşır gibi
görünüyordu. PKK derin bir ideolojik, politik,
örgütsel, kültürel ve pratik bir altüst oluş yaşıyordu.
Militan kitle desteği önemli ölçüde zayıflamaya
başlamış, Parti yapısı ciddi bir tasfiye sürecine
girmişti.
2004’den “Açılım”a...
Ancak bir şey, çok önemli bir şey unutulmuştu.
PKK Kürt yoksullarının ve emekçilerinin devrimci
partisi olarak kurulmuş ve gelişmişti. PKK’nin
kurucu kadroları ve küçümsenemeyecek bir kadro
birikimi politik gıdalarını sosyalizan düşüncelerden
almıştı. Sonuçta bu noktada PKK’nin yurtsever-direnişçi
geleneğinden gelen bir direniş hem genel geriye
gidişi, hem de İmralı’da yaşanan kırılmayı zorlamaya
başlamıştı. Beş yıl boyunca yapılanların sonuçları
ortadaydı. Kürtçe dil kursları vb. gibi anlamsız
bir-iki kırıntı dışında hiç bir hak kazanımı söz
konusu olmadığı gibi, hareket tasfiyenin eşiğine
gelmişti. Bu süreç boyunca duruma hakim olan ekip,
PKK’yi, gerilla güçlerini dağıtmayı, önder kadroların
can güvenliği karşılığında ABD’ye teslim olmayı,
Kürt ulusal hareketinin PKK’ye egemen hale getirilen
sağcı postmodern milliyetçi orta sınıf politikaları
ekseninde Türkiye’deki legal politikaya entegre
olmasını, vb. noktaları içeren bir politikayı
egemen kılmayı hedefliyordu. Böylece Kürt ulusal
hareketinin tasfiyesi planı-açılımı ana hatlarıyla
tamamlanmış olacaktı. 2004 bu noktada kritik bir
tarihti. Tasfiye ya da direnişin sürdürülmesi
arasındaki mücadelede başlangıçta zayıf olan kesim,
giderek daha fazla ağırlığını artırmaya başlamış,
büyük bölünme ve tasfiyeler gerçekleştirilmiş
ve sonuçta Öcalan’ı da kapsamına alan bir yeni
tablo ortaya çıkarılmıştı. O güne dek duruma hakim
olan Osman Öcalan’ın başını çektiği kesim, gerilla
gücünü sarsan bir bölünme sonucu tasfiye edildi
ve yapılan kongrede daha direnişçi olan güçler
Partiyi ele geçirdi. 1 Haziran 2004’de yeni bir
düzlem üzerinden silahlı mücadelenin başlatılması
kararı bunun sonucuydu.
Ancak inisiyatif, kırılmalara rağmen hala TC’nin
elindeydi. İnisiyatifin el değiştirmesi için hem
PKK içinde, hem de TC ile mücadele sürecinde uzun
bir yol alınması gerekiyordu. PKK cephesinde nispeten
daha direnişçi bir çizgiye doğru geçilirken, silahlı
mücadele alanında ise inisiyatif adım adım ele
geçirilmiştir. Gerilla savaşının “karşı tarafı
görüşmelere zorlamak için araç olarak kullanılması”
politikası bu süreçte sona ermiş değildir; bu
anlamda PKK’nin ilk kuruluş dönemindeki iktidar
perspektifli gerilla kavrayışı 2004 sonrasında
da söz konu değildir. Ama bu kez gerilla sadece
bir eklenti olmanın ötesinde hareketin sürekli
geliştirilen ve sağlamlaştırılan temel bir unsuru
olarak ele alınmaya başlanmıştır. Bu arada örgütsel
yapı da bu yaklaşımlara uygun olarak örgütlenmeye
başlamış ve daha istikrarlı hale getirilmiş, 1999
öncesindeki değerlere, kadro duruşuna dönüş eğilimleri
artmış, gerilla ve legal alandaki örgütlenmelerde
tasfiyeler gerçekleşmiş, açıkça Amerikancı ve
sol düşmanı olan ekiplerin gücü azalmıştır.
Bütün bu olup bitenlerin elbette istikrarlı ve
sağlam bir tablo yarattığı söylenemez. 2004’den
bugün dek gelen süreç bu anlamda oldukça karmaşık,
iç çelişkilerle, gelgitlerle doludur. Bu sürecin
hakim unsurlarının nispeten daha direnişçi bir
nitelik gösterdiği söylenebilir ama bu nitelik
de iniş çıkışlı bir olgudur.
Örneğin örgütü tümüyle ABD’nin hizmetine vermeye
hazır olan ve bunu da sonradan açıkça itiraf eden
eğilimin niteliği çok net görülmektedir; ama öte
yandan bu konuda nispeten daha diri görünen diğer
kesimin de kafası net değildir, büyük güçlere,
bölge dengeleri içinde ABD gibi güçlere bel bağlama
eğiliminden uzaklaşmış değillerdir.
Örneğin 2004’ten sonra tasfiye edilen bir kesimin
net biçimde sol düşmanı olduğu bilinmekle birlikte
diğer kesimin de bu konuda tutarlı olduğundan
söz edilemez. Evet, yeni süreçte Kürt ulusal hareketinin
genel tutumu gözle görülebilir biçimde değişmiş,
örneğin legal siyasi partinin kongrelerinde de
solla ittifakların kesilmesini açıkça isteyen
kesimlerin sesi kısılmış ve eski ittifak projelerine
dönülmüştür, vb... ama bütün bunlara karşın PKK
yapısı yine de dün ve bugün bir “her an her şey
olabilir” tablosuna sahiptir. PKK yapısının marksizmle
ilişkilerinin yıllar boyunca adım adım zayıflamış
olması ve en üstten en alta dek yerleşen söylemler
esasta biçimde değişmiş değildir. Bugün de herhangi
bir röportajda sosyalizme dönük küçümseyici ifadeler
kolayca yer alabilmektedir. Örneğin 2004 sonrası
süreçte rol oynayanlardan olan Murat Karayılan
daha bir ay önce Newsweek röportajında “kuruluşunda
marksizmin etkisinde olan PKK 1993’ten sonra değişti.
Örgüt dogmatizmden ve marksizmin etkisinden kurtuldu”
gibi sözler söylemekte yada “Kürt sorununu çözmüş
bir Türkiye bölgenin süper gücü olur” diyen mesajları
“ilgili yerlere” göndermektedir. Yarın bu sözlerin
üstünü kısmen çizen şeyler söylenebileceği gibi
bu sözleri on kat daha uç noktaya sürükleyecek
şeyler de söylenebilir. Öcalan’ın Marks’a ilişkin
“derin” tahlillerinden ise söz bile etmiyoruz!
Ancak yine de durumun 2004 öncesinden farklı olduğu
açıktır. Örneğin Öcalan’ın söylemleri de özünde
değişmemiştir ama Öcalan, 1999-2004 arasındaki
PKK’yi tümden geriye çeken eğilimin her şeyi tasfiyeye,
açıktan teslimiyete gittiğini ve bunun kendi politik
ve insani varlık koşullarını da ortadan kaldırdığını
görmüş ve bu kesimin arkasında durmamıştır. 2004
kongresine gelinirken, hem ulaşılan tehlikeli
düzey, hem de yapı içindeki kopuşmaların kaçınılmaz
hale gelmesi karşısında ağırlığını diğer kesimlerden
yana koymuş, en azından önüne engel çıkarmamıştır.
Böylece bir-iki yıllık bir zaman dilimi içinde
gerillanın ana gövdesinin Kuzey Kürdistan topraklarına
yerleşmesiyle birlikte savaş tırmanışa geçmiş,
özellikle 2007’de büyük güçlerle TC’yi ağır kayıplara
uğratan karakol/tabur baskınları düzeyine ulaşarak
1999 öncesindeki savaş düzeyine yaklaşmış hatta
askeri taktikler, teknik ve örgütlenme düzeyi
olarak o dönemi nispeten aşmıştır. Kitlesel mücadele
militan tarzda büyümeye başlamış, 2007’deki Edi
Bese kampanyası bu noktada kitle dinamizmini ortaya
çıkaran bir dönüm noktası olmuş, PKK’nin yeniden
örgütlenmesi ve diğer parçalarda da ayrı birer
Parti örgütlenmesi oluşturulması, bunların KCK
çatısı altında toplanması örgütsel kargaşayı hafifletmiştir.
Legal parti örgütlenmesi yeniden organize edilmiş,
yarım yamalak ürkek söylemler yerini, meclisten
gerilla cenazelerine değin her yerde duruşunu
nispeten daha net olarak koyan bir çizgiye ve
kadrolara bırakmıştır.
Bütün bunlar kaçınılmaz olarak TC ile PKK arasındaki
çatışma seyrinde de önemli değişimler yaratmıştır.
1999 sonrasında Kürt hareketinin çürüme ve tasfiyeye
uğrayacağını düşünen ve 2004’te Güney’de yaşanan
ve yaklaşık birkaç bin kişiyi savuran büyük kopuşmadan
sonra bu süreçlerin yarattığı büyük dalgalanmaları
da böyle yorumlayan oligarşi, bu yöndeki beklentilerini
uzun süre muhafaza etmiştir. Ancak gelişmeler
giderek bunun tersini göstermeye başlamıştır.
2006 ortalarına gelindiğinde PKK’nin Kuzey coğrafyasına
yerleşmesi ve büyük askeri faaliyetler geliştirme
imkanlarına kavuşması Kürt ulusal sorununda inisiyatifin
elden gittiği yönündeki kaygı AKP ve Orduda belirginleşmeye
başlamış ve ordu mekanizması bu noktada hedefini
PKK’nin ana üslenme alanı olan Güney Kürdistan’a,
Zap ve Kandil alanlarına yapılacak ve sözde PKK’yi
bitirecek büyük bir operasyon olarak somutlaştırmıştır.
Bu aynı zamanda, Güney Kürdistan’da giderek kökleşen
federe Kürt devletinin de ağır bir tehdit altına
alınması, hatta kısmen darbelenmesi biçiminde
gündemleştirildi. Böylece bir taşla iki kuş vurulacaktı.
AKP de bunu istemesine karşın, ordunun siyasal
alanda güçlü biçimde inisiyatif almasını engelleyecek
ve Irak’taki işgalci Amerikan güçleriyle karşı
karşıya gelmeye neden olmayacak tarzda yapmayı
hedeflemekteydi. PKK’nin Bezele Karakol baskını
ve aynı süreçte süren Edi Bese kampanyası ile
bu planlar çakıştı. Artık şiddetli bir karşı karşıya
geliş ve Kürt ulusal sorununda inisiyatifin kimde
olduğunun netleştirilmesi kaçınılmazdı. ABD’ye
yapılan ziyaretler ve ardından AKP ve ordu bağlaşması
temelinde Güney Kürdistan’a operasyonun startı
verildi. Aralık 2007’den Güney Kürdistan’a operasyonun
başlatıldığı Şubat 2008’e değin süren ve son 20
yıl içinde uluslararası alanda dahi az sayıda
görülen (süresi, katılan uçak ve bombardımanın
çapı vb. açıdan) büyük bir hava bombardımanıyla
meşhur Zap operasyonu başladı. Şubat 2008’de kara
harekatına geçildi. TC, ABD’nin açık desteği,
yerel Kürt yönetiminin zorunlu kabulüyle PKK’nin
önder kadrolarının imhasını, başta Zap ve Kandil
olmak üzere PKK’nin başlıca üslenme alanlarını
yok etmeyi hedefleyen, büyük hava gücü desteğiyle
Güney Kürdistan’a girdi. Dönemin genelkurmay başkanı
Büyükanıt’ın “bölge bizim için BBG evi” ajitasyonları,
Türk kamuoyunda bunun son vuruş olacağı yönünde
yaratılan büyük beklenti ilk birkaç günün ardından
tam bir moral yıkıma ve askeri yenilgiye dönüştü.
HPG’nin ana karargahının ve fedai güçlerinin üslendiği
Zap, TSK için tam bir kapan oldu. Baştan itibaren
gerillanın inisiyatifinde gelişen savaşta, ordu
tek bir önemli PKK merkezini ele geçiremedi. Gerilla
çok sınırlı kayıplar verdi. Ordu ise yüzü aşkın
ölüyü, düşen yada darbelenen helikopterleri, donan
askerleri, çok miktarda silah ve mühimmatı geride
bırakarak, “tereyağından kıl çeker” gibi çekildi,
yani kaçtı. Büyük beklentiler fiyaskoyla, yenilgiyle
sonuçlanmıştı. Ordunun süngüsü düşmüştü. Bu savaş,
15 Ağustos 1984 atılımından bu yana, ordunun apaçık
ortaya çıkan, TV’lerde naklen izlenen ilk büyük
yenilgisiydi. Yenilginin net biçimde ortaya çıkışıyla
birlikte oligarşi cephesinde tüm ciddi yarılmalar
yaşandı. O güne değin, orduyla uyumunu asla bozmayan
CHP ve MHP ağır hakaretlerle orduya ve AKP’ye
saldırdı. Ordunun imajı ve siyasal gücü, prestiji
ağır bir darbe yedi.
Daha da önemlisi, Zap direnişinden başarıyla çıkan
PKK, Kürt ulusal sorununda 1999’dan sonra ilk
kez inisiyatifi devletten aldı. Geniş yurtsever
kesimler içinde gerillanın vazgeçilmezliği, politika
yapıcı gücü, motor rolü, direnişin kesin ve net
biçimde meşruluğu yeniden güç kazandı. Genel moral
yükseldi, 1999 sonrası süreçte PKK’den uzaklaşmış,
ya da mesafe koymuş yurtseverler yeniden PKK’ye
yaklaştı. Artık Kürt ulusal sorununda politik
inisiyatif PKK’ye geçmiş ve özellikle 2007’den
2008 başına değin gelen süreçte Bezele ve Oramar
baskınları, Edi Bese kampanyası, DTP’nin meclise
girmesi, legal alanda direnişçi eğilim ve Zap
direnişi bu yolu açmıştı.
Zap direnişinin ardından, oligarşi cephesinde
şok atlatılıp sular durulduktan sonra, ortaya
çıkan görüntü, iktidarın paylaşımında orduyla
mücadele halinde olan AKP’nin güç kazandığıydı.
Zap yenilgisi AKP’yi de kısmen yıpratmasına rağmen,
fatura ordunundu ve toplamda AKP oligarşi içi
güç dengeleri bağlamında kazançlı çıkmıştı. Öte
yandan, Kürt sorununda inisiyatifin PKK’den alınması
sorunu da başat politik meselelerden biri olarak
gündemleşti.
Plan proje yapma sırası ordudan AKP’ye geçmişti.
Aşamalı olarak adım adım çeşitli politik araçları
devreye sokmak ve inisiyatifi parça parça ele
geçirmek ve PKK’yi bu yoldan gerileterek yeni
bir çürüme ve dağılma sürecine sokmak; AKP’nin
ABD’nin akıl hocalığıyla devreye soktuğu plan
buydu. ABD’nin devreye girmesiyle orduyla da anlaşma
sağlandı. Aslında AKP’nin bugün büyük gürültüyle
dillendirdiği Kürt açılımının ilk versiyonu da
bu plandı.
Kürtlerin ulusal varlığını ve ulusal demokratik
haklarını tanımadan, bireysel haklar çerçevesi
içine sıkıştırılarak, yani mevcut statüko bozulmadan,
çeşitli kültürel ve sosyal iyileştirmeler temelinde
(ve elbette özellikle din faktörü de kullanılarak)
geniş Kürt kitlelerinin devlete kazanılması, kendini
Kürt kimliği ile tanımlayan işbirlikçi bir kesimin
yaratılması, bu yollardan PKK’nin kitle zemininin
ve toplumsal meşruiyetinin daraltılması ilk adımı
oluşturuyordu. İkinci adım, bu yoldan yaklaşan
yerel seçimlerde DTP’nin de geriletilip, AKP’nin
Kuzey Kürdistan’da birinci parti haline gelmesinin
sağlanması ve böylece PKK ve DTP’nin Kürt ulusunu
temsil yeteneğinin olmadığı, temsilin AKP’de olduğu
söylemi temelinde PKK’nin siyasal olarak marjinalleştirilmesiydi.
Üçüncü adım, Güney’de yerel Kürt yönetimi tarafından
toplanacak tüm Kürt yapılarının katılacağı konferansta
PKK ve DTP’nin meşruluğunun tartışmalı hale getirilmesi,
dahası Güney’deki kazanımları tehdit eden bir
güç olduğunun kabul edilmesini sağlayarak Kürt
siyasetinde marjinalleştirilmesi ve Güney Kürdistan’dan
çıkarılması sürecinin başlatılmasıydı. Planın
işlemesi durumunda dördüncü adım, her cephede
izole edilen, siyaseten marjinalleştirilen ve
Güney’de barınma koşulları kalmayan PKK’nin askeri
operasyonlar yoluyla gücünün kırılarak etkisiz
hale getirilmesi hedefleniyordu.
İlk adımın somut ifadesi “TRT-şeş” oldu. Bu, TC
açısından ciddi bir adımdı; sonuçta 24 saat Kürtçe
yayın yapan bir devlet kanalı, üstü örtük biçimde
Kürt dilinin tanınması anlamına geliyordu. Bu
aynı zamanda işbirlikçi Kürtlerin kendilerini
ifade etmeleri, toplumsal kanallar açmaları için
de muazzam bir fırsat anlamına gelecek, sanatçılar,
aydınlar ve her kesimden kendini Kürt kimliği
ile tanımlayan insanlara ulaşmak için önemli bir
yol açılacaktı. Gerçeklik ise böyle değildi. Bazıları
PKK tarafından yönlendirilen 10 civarında uydu
üzerinden yayın yapan TV kanalının bulunduğu ve
inisiyatifin elden kaçtığı koşullarda TRT-şeş
geç kalmış ve güdük bir adımdı.
Yerel seçimler ise tam bir yenilgi oldu. Bölgedeki
tüm güçlerin üstü örtük biçimde AKP’ye yönlendirildiği,
devletin bütün olanaklarının kullanıldığı ve Erdoğan’ın
açıkça “Tunceli’yi Diyarbakır’ı istiyorum” dediği
koşullarda sonuç tam bir fiyasko olmuştu. Bölgede
DTP ezici bir üstünlük kazanmış, Kürt ulusal hareketi
Zap’da ele geçirdiği inisiyatifi seçim sonuçlarıyla
daha ileri bir düzeye taşımış, Kuzey’deki Kürt
ulusunu temsilde birincil unsur olma konumunu
TC’nin seçim sistemiyle tescil etmişti. Zap’da
ordu, TRT-şeş ve yerel seçimlerde de AKP yenilmişti...
Ve “Kürt Açılımı”...
Kürt ulusal hareketinin 2009 Martındaki seçim
başarısıyla, oligarşinin “açılım” politikasının
ilk versiyonunu rafa kaldırmak zorunda kalması,
sorunun belirsizliğe bırakıldığı anlamına gelmiyordu.
Ne oligarşi içi güç dengeleri, ne de ABD emperyalizminin
BOP bağlamındaki hesapları, Kürt ulusal sorununun
mevcut tablosunun devamına kısa süre bile tahammül
etmeyi olanaklı kılmıyordu.
Böylece TC tarihi açısından olağanüstü denilebilecek
bir hızla yeni bir “açılım”ın zemini örülmeye
başlandı. Start ise büyük emperyalist şef Obama’nın
Nisan ayında Türkiye gelişi ile verildi. Obama
mecliste yaptığı konuşmada Kürt sorununun bir
biçimde çözümünün gerekli olduğunu ifade ederek,
sorunu yeniden gündemleştirdi. Ardından Cumhurbaşkanının
ne anlama geldiği belli olmayan “iyi şeyler olacak”
söylemi temelinde bir umut atmosferi yaratıldı.
Gazeteci Hasan Cemal’in Kandil’de M. Karayılan
ile yaptığı barış eksenli röportaj ile bu atmosfer
daha da büyüdü. Bunlar olurken, bir yandan da
DTP’ye yönelik oldukça büyük bir polis operasyonu
geliştirilerek, DTP’de direnişçi eğilimi (sözde
DTP’deki PKK unsurları) temsil ettiğini düşündükleri
yüzlerce kadro ve yönetici gözaltına alındı ve
bir bölümü tutuklandı. “Açılım” söylemine giden
yol bu taşlarla döşeniyordu; bir yanda umut ve
barış atmosferi, diğer yandan sopa politikasının
sürdürülmesi. Yaz ortasında ise oligarşi yaptığı
hesapların, planların adını koydu; Kürt Açılımı...
Mem u Zin’i ortak değer ilan etme, yerleşim yerlerinin
değiştirilen isimlerinin iadesi vb. söylemlerle
kamuoyunu ısındırıldığı “açılım”ın Ekim’de meclis’in
açılmasıyla bir plan olarak ortaya konulacağı
ilan edilmesine karşın, artık ne menem bir şey
olduğu açıklığa kavuşmuş durumdadır.
Tam da bu noktada, açılım kavramı neyi anlatır,
ne anlama gelir?, sorusunu sormak gerekiyor.
Açılım bir öğeyi bütün özellikleriyle açma işidir,
görünür, anlaşılır hale getirme işidir. Açılım
kavramı politik arenada bir anlam daha kazanıyor;
görünür, anlaşılır hale getirilen öğedeki, sorunlu
yanları çözme ve daha ileriye taşıma... Elbette
burada bir parantez açmak gerekiyor; açılım kavramına
içerilmiş olan çözüm esas olarak esnek bir içerik
taşır. Herhangi bir sorunun çözümünden söz ediyorsanız,
böyle bir iddianız varsa doğrudan adını koyarak,
çözümüm şu, çözeceğim demeniz gerekir.
Tekrar açılım kavramına dönecek olursak; Kürt
ulusal sorununda açılım, yani sorunu görünür hale
getirmek, bütün özellikleriyle açmak ve anlaşılır
hale getirmek, her şeyden önce Kürtlerin bir toplumsal
grup olarak ne olduklarını tanımlamak demektir.
Yani eğer dürüst, gerçeğe bağlı kalan bir açılım
söz konusu olacaksa, öncelikle Kürtlerin bir ulus
olduğunun ilan etmek gerekir. İkincisi, Kürtlerin
bir ulus olmaktan kaynaklanan başta kendi kaderlerini
tayin hakkı olmak üzere tüm ulusal demokratik
haklarını kabul etmek gerekir. Üçüncüsü, Kürt
ulusunu temsil etme iddiasında olan tüm güçlerin
taleplerini esas alan çözümler üretmek demektir.
Her ulusal sorun gibi, Kürt ulusal sorununun da
burjuva demokratik bağlam içinde bile temel çözümü
budur. Eğer bayağı bir aldatma, manipülasyon,
ulusal baskının sinsice devamı değil, bir açılımdan
söz edilecekse, bu, ancak bu üç temel üzerine
kurulabilir.
Peki bugün “Kürt açılımı” olarak sunulan şey nedir?
Kürt ulusunun varlığının kabulü yönünde tek bir
işaret var mıdır? Hayır... Erdoğan hala aynı nakaratı
tekrarlamaktadır; “tek millet, tek vatan, tek
bayrak, tek dil”. Alt kimlik, üst kimlik tartışmaları,
Türkiye vatandaşlığı mı, Türk vatandaşlığı kavramı
olmalı tartışmaları, etnisiteler var ama Türkiye’de
yaşayan herkes Türk milletinin bir parçasıdır
söylemleri, vb... uyduruk tartışmalar ve kabuller
düzen cephesinin tümüne hakimdir. Bir yandan Kürt
ulusunun varlığını inkar ederken, ya da bu gerçeğin
üzerinden atlamaya özel bir özen gösterirken,
diğer yandan, Kürtlerin bir dili olduğunu, belirli
bir toprak parçasında binlerce yıldır yaşadıklarını,
ayrı bir kültürleri olduğunu vb. kabul ediyorlar.
Etmek zorunda kalıyorlar. Fakat bütün bu özelliklere
sahip bir topluluğun adının ulus olduğunu ısrarla
görmezden geliyorlar. Dahası tipik sömürgeci reflekslerle,
en fazlası, Kürtlüğün bir alt kimlik olarak kabul
edilebileceği aşağılık bir küçümseyici tutum takınabiliyorlar...
Olgunun kendisinin tanınmadığı yerde, doğal olarak,
temel ulusal demokratik haklarının da tanınması
diye bir şey de söz konusu olmamaktadır. Böylece
temel ulusal demokratik hakların en merkezi unsurunu
ve özünü oluşturan kendi kaderini tayin hakkının
kenarından dahi geçilmemektedir.
Peki söylenenlerin toplamı nedir?
Mem u Zin ortak değerimizdir, yerleşim yerlerinin
eski isimleri iade edilmelidir, dahası şimdilerde
henüz hükümet tarafından dillendirilmemiş olsa
da, en fazlasından Kürtçe’nin seçmeli ders yapılması,
üniversitelerde Kürt dili bölümlerinin ve enstitülerin
açılması, pişmanlık yasasının (adı belki böyle
konulmayarak) belli ölçülerde genişletilmesi,
bu kırıntılara PKK’nin ABD ve Barzani cephesininde
dahil olacağı bir basınç temelinde razı olmasını
sağlamak, PKK’nin yönetici kadrolarının Avrupa’ya
sürgün edilmesi ve PKK’nin tasfiyesi, PKK’nin
bu süreci kabul etmemesi durumunda ise PKK’nin
varlığının olumlu gelişmelerin önünde engel olduğu
düşüncesini geniş Kürt kesimleri arasında yaygınlaştırmak,
vb... Oligarşinin kağıttan kırmızı çizgileri de
“açılım”ın ne olduğuna, ya da olmadığına ilişkin
oldukça aydınlatıcıdır; Kürtlere ana dilde eğitim
söz konusu olmayacaktır. Her hangi bir anayasa
değişikliği söz konusu olmayacaktır. Genel af
kesinlikle söz konusu değildir, vb. vb…
Kürtlerin ulus olarak hakların reddi, ulusal hareketlerinin
tasfiyesi ve sisteme entegre olmuş Kürtlerin bireysel
olarak Kürtçe öğrenebilmek gibi güdük haklarla
yetinmesi... Yani esas olarak Kürt ulusunun varlığının
kabulü ve bu temel üzerinden ulusal haklarının
tanınması değil, Kürtleri temel haklarından uzak
tutarak, ama adeta olabilecek/olması gereken bu
kırıntı bile sayılmayacak şeylermiş atmosferini
yaratarak sisteme dahil etmek ve Kürt ulusal hareketini
tasfiye etmek, en azından siyasal ve toplumsal
açıdan marjinal hale getirmek, bir iç parçalanma
yaratmak hedefi söz konusudur. AKP’nin “Kürt açılımı”nın
özü budur.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, aslında bunlar
TRT-Şeş tutabilseydi ve yerel seçimlerde Kürt
bölgesinden AKP birinci parti olarak çıkabilseydi,
muhtemelen TRT-Şeş “açılımı”nın devamı olarak
gündemleşerek, PKK’nin tasfiyesi planlarının bir
parçası olarak uygulamaya sokulacak adımlardı.
Ancak TRT-Şeş ve yerel seçim adımları tutmadığında,
bu kez büyük ve gürültülü bir halkla ilişkiler/kamuoyu
oluşturma çalışmasıyla birlikte “Kürt açılımı”
olarak gündemleştiriliyor.
Emperyalizm ve Oligarşi Cephesinde
“Açılım”ın Arka Planı
AKP’nin “Kürt açılımı”nı daha iyi anlayabilmek
için, bu planın arka planında işleyen süreçlere,
sürecin başlıca aktörlerinin yakın ve orta vadeli
hedeflerine, güç ilişkilerine, vb. de bakmak gerekiyor.
“Açılım” sürecinin uluslararası alandaki başlıca
aktörü, Amerikan emperyalizmidir. “Açılım”ın genel
çerçevesi de esas olarak onun ürünüdür. Amerikan
emperyalizminin hesaplarına geçmeden önce, ilk
olarak şunu belirtmek gerekiyor; ABD için özel
olarak “Kürt ulusal sorunun çözümü” gibi bir sorun
bulunmuyor. ABD’nin Kürtlerin ulusal ezilmişliği,
bu sorunun demokratik temelde çözümü gibi en ufak
bir hesabı yoktur. Bu sadece Kuzey için değil,
Güney için de geçerlidir. Onun için önemli olan
bölgeye ilişkin planlarının işlemesini sağlayacak
güç ilişkilerinin ortaya çıkmasıdır. Demokrasi
üzerine söylenen sözlerin “Ortadoğu’nun demokratikleştirilmesi,
ulusal çatışmaların sona erdirilmesi, kadın hakları,
İslamcı fundemantalizmin (ya da “terör”ün) yok
edilmesi, vb.” tümü bu aşağılık planları güzellemek
için ortaya atılan manipülasyonlardan başka bir
şey değildir.
Kuzey bağlamında bakıldığında, 1999’da Öcalan’ın
CIA ajanları tarafından yakalanarak TC’ye teslim
edilmesinde, Ortadoğu’daki en büyük ve en diri
devrimci hareketin etkisizleştirilmesi hedefinin
yanı sıra, Irak’a karşı girişilecek büyük bir
işgal savaşında Türkiye’nin elinin rahatlatılarak,
işgal sürecine katılımını sağlamak, mevcut ve
gelecekte ki enerji nakil hatlarının güvenliğini
sağlamak hedefleri de belirleyiciydi.
Günümüzde de ABD emperyalizmi açısından “açılım”la
hedeflenenlerin benzer şeyler olduğu söylenebilir.
ABD emperyalizmi açısından dünya hegemonyası için
en kritik bölge, genişletilmiş Ortadoğu denilen
ve Afganistan’dan Fas’a değin uzanan coğrafyadır.
Bu alanda, yani dünya enerji kaynaklarının ezici
bir çoğunluğunun bulunduğu, bunların nakil yollarının
kesiştiği bu coğrafyada açık ve kesin bir hegemonya
kurmak, bir yandan bu alanlardaki büyük pazarlar
üzerinde denetim kurmak, enerji kaynaklarını sömürmek,
diğer yandan da rakip güçlerin enerji musluklarını,
yani can damarlarını kontrol etmek anlamına geliyor.
Irak’ın işgali bu planın önündeki engellerin temizlenmesi
yolunda ilk büyük adımı oluşturmaktaydı. Irak’ta
gelişen işgal karşıtı direniş nedeniyle kesin
bir denetim yaratılmamış olsa da, önemli köprü
başları tutulmuştur. İşbirlikçi Irak rejimi yoluyla
yeni-sömürgecilik rejimi çatışmalı süreçler içinde
bile olsa kurulabilir diye düşünülmektedir. Özellikle
Güney Kürdistan’da oldukça sağlam bir köprü başı
işbirlikçi Kürt yönetimi eliyle oluşturulmuştur.
İkinci adım İran’dır. İran bu planın en büyük
parçasını oluşturmaktadır, ancak büyük lokmadır.
İran’a yönelik saldırı ve denetim altına alma
planının suyu ısındırılırken, son bir-iki yıl
içinde Afganistan’daki Talibancı güçlerin anti-işgal
mücadelesinin boyutlanarak işbirlikçi rejimi ve
işgal güçlerini ciddi biçimde zorlamasıyla İran’a
saldırı hazırlıkları geriye düşmüştür. Daha doğrusu,
Bush yönetimi ikinci hedef olarak net biçimde
İran’ı hedef tahtasına çakmışken, Obama yönetimi
Afganistan’daki gelişmeleri daha büyük bir tehdit
olarak değerlendirmektedir. Sorun sadece Afganistan’da
değildir, Taliban hareketi Pakistan’a da sıçramıştır
ve rejimi ciddi biçimde tehdit eder hale gelmiştir.
Afganistan’da işgal güçlerinin yenilgisi, Pakistan’da
hegemonyanın kaybedilmesi tehlikesi tüm dünya
hegemonyası planlarının altüst olmasıyla eş anlamlıdır.
Ve ABD emperyalizmi bugün bölgedeki askeri saldırganlığının
başlıca hedefi olarak Afganistan-Pakistan hattı
(Af-Pak hattı) olarak belirlemiştir. Ancak ister
Afganistan’daki işgal birliklerinin güçlendirilmesi
ve Pakistan’da daha fazla askeri roller üstlenmek
için olsun, ister İran’a saldırı için olsun, ABD’nin
hem Irak’taki askeri güçlerine, hem de bölgedeki
işbirlikçilerinin güçlerine her zamankinden çok
daha fazla ihtiyacı bulunuyor. Amerikan emperyalizminin
bölgedeki askeri faaliyetlerine yön veren Baker
planında açık biçimde, ABD’nin Irak’ta büyük güçleri
tutmasının mevcut tehditler düşünüldüğünde mümkün
olmadığı, askeri ve dolayısıyla siyasi ve ekonomik
rezervlerinin buna yetmediği açıkça ifade edilmiştir.
Bununla bağlantılı olarak, Irak’tan askeri birliklerin
çekilmesi ve bu askerlerin küçümsenemeyecek bir
bölümünün Afganistan’a aktarılması bir takvime
bağlanmış durumda.
Obama’nın bölgede ilk ziyaretini Türkiye’ye yapması,
ABD genelkurmay başkanı ve diğer askeri yetkililerin
Türkiye’yi geçmişe kıyasla çok daha sık ziyaretleri
(TSK generallerinin de ABD’yi) boşuna değildir.
İşbirlikçi TC oligarşisine Irak işgali döneminden
daha çok fazla görevler düşmektedir.
Bunlardan ilki; ABD’nin Irak’tan işgal güçlerinin
önemli bir bölümünü çekmesine paralel olarak,
Güney Kürdistan’daki işbirlikçi Kürt yönetiminin
ve işbirlikçi Irak rejiminin korunması işine TC’nin
de katılmasıdır.
İkincisi, Irak’ta Güney’deki Şii bölgesinin kopması
durumunda, Güney Kürdistan’daki (Kerkük de dahil)
petrolün akışının güvenlikli biçimde Türkiye üzerinden
sağlanmasıdır.
Üçüncüsü, Rusya’nın bypass edilerek, Türkiye üzerinden
geçişi sağlanan Kafkasya ve Orta Asya petrol ve
doğal gaz hatlarını tehdit edecek iç unsurların
(ki şu anda bu esas olarak PKK’dir) ortadan kaldırılmasıdır.
Dördüncüsü, TC’nin Af-Pak hattındaki savaşa askeri
olarak daha aktif biçimde katılmasını için TSK’nın
hazırlanmasıdır.
Beşincisi, ılımlı İslam devleti projesinin sağlam
temellere oturtularak bölgede model bir ülkenin
yaratılması sürecinin hızlandırılmasıdır. (Hemen
belirtmek gerekiyor; Türkiye söz konusu olduğunda
ılımlı İslam devleti projesi ABD açısından olmazsa
olmaz bir hedef değildir. Tercih edilen seçenek
budur, ancak tek seçenek değildir. ABD açısından
önemli olan onun güncel ve orta vadeli hedeflerine
en fazla hizmet edecek iradenin TC’ye egemen kılınmasıdır.)
Altıncısı, kendini sol ve direnişçi bir söylemle
(iç tutarsızlıkları, devrimci yönelimin zayıflığı
vb. öğelere rağmen) yeniden biçimlendiren ve bölgedeki
en büyük silahlı direniş hareketi olan PKK’nin
tasfiyesidir. Bu yoldan, hem sol ve direnişçi
yeni seçeneklere yol kapatılırken, bir yandan
da, TSK’nın yukarıda belirtilen görevler için
önünün açılması isteği söz konusudur.
Görüldüğü üzere, bunların bir kısmı kısa ve orta
vadede olası tehditlere ilişkin görevlerdir, bir
kısmı ise güncel tehditlere dönük hemen aktifleşilmesi
istenen görevlerdir. Bu noktada, güncel tehditler
ve görevler bağlamında PKK’nin tasfiyesi hem çıkarların
kesiştiği, hem de ortak hareketin olmazsa olmaz
zeminlerinden biridir.
80 yıldır devlete egemen olan ideolojinin tıkandığı,
sistemi ileriye taşıma ve tehditleri bertaraf
etme yeteneğini önemli ölçüde yitirdiği koşullarda
hükümet olan AKP, 1980 sonrası palazlanan, aç
gözlü, yağmacı, aşırı pragmatik/neoliberal düzenden
nemalanmış İslamcı büyük sermayenin partisi olarak,
ABD emperyalizminin tüm taleplerini eksiksiz karşılama,
işbirlikçilikte sınır tanımama tutumuyla bu görevleri
seve seve üstlenmeye hazırdır, üstlenmiştir...
TÜSİAD ve 1 milyonluk ordu partisi karşısında
sistem içi güç dengeleri bağlamında tek güvencesi
ABD emperyalizminin desteğidir. Ve ABD, şu anda
en büyük parti konumunda olan, mecliste ezici
bir çoğunluğu bulunan, tüm istemlerini kayıtsız
şartsız kabul eden, işbirlikçilikte sınır tanımayan
AKP’yi desteklemektedir.
Hiç kuşkusuz, Ordu, TÜSİAD ve muhalefetteki diğer
düzen partileri de daha temkinli bir tarzda da
olsa, ABD emperyalizminin bölge planlarının önemli
bir bölümünün (ılımlı İslam projesi vb. hariç)
parçası olmaya hazırlar. ABD’nin de bu noktada
özel bir kaygısı bulunmuyor. Öcalan’ın 1999’da
yakalanarak teslim edilmesi, ABD emperyalizminin
DSP-MHP koalisyon hükümetine adeta hediyesidir.
Çarpık kapitalist yapının dinamiklerinin yenilenmesi,
PKK’nin tasfiye edilmesi, vb. pek çok nokta da,
bu hediye özel bir önem taşımaktaydı. Ancak bu
partiler ve güçler artık işlemeyen sistemin dinamiklerini
zor yoluyla sürdürmek ve geleneksel yapıyı korumak
dışında adım atamadılar ve ABD’ye sınırsız hizmet
verecek bir düzenek oluşturamadılar. Bu bağlamda
ABD, bu güçlerin adım adım ellerinden kayan iktidar
gücünü darbe, vb. yollardan yeniden ele geçirmesine
rıza göstermemekte, AKP ile yürümeyi bu aşamada
tercih etmektedir.
ABD emperyalizmi açısından “Kürt açılımı” vb.
projelerin değeri ve AKP’ye verilen destek yukarıda
ifade edilen noktalar ekseninde anlam bulmaktadır.
Ancak bütün bu gelişmelerin bir de TC siyasal
ve toplumsal sisteminin iç dinamikleriyle bağlantılı
yüzü bulunmaktadır. AKP bir yandan ABD emperyalizminin
istemleri karşılamayı kayıtsız şartsız bir görev
olarak görürken, bununla bağlantılı olarak siyasal
ve toplumsal yapıyı temel özelliklerine dokunmadan
yeniden yapılandırmayı da hedeflemektedir. ABD’nin
istemleriyle, AKP’nin çarpık kapitalist yapının
ve siyasal sistemin açmazlarına ilişkin geliştirdiği
kriz yönetimi projeleri uyumludur ve geniş bir
kitle desteği söz konusudur. AB uyum yasaları,
Ergenekon operasyonu ve şimdi de “Kürt açılımı”;
bütün bunlar düzen içi güç dengelerini kendi lehine
kalıcı bir tarzda dönüştürmek için devletin yeniden
yapılandırılması (liberallerin sevdiği söylemle
yeni bir cumhuriyet tasarımı, ya da ılımlı İslam
projesine daha yakın bir ifadeyle yeni Osmanlıcılık)
sürecinin temel birer bileşenidir. Yeniden yapılandırma,
emperyalist kapitalist dünya sisteminin son otuz
yıldır egemen yönetme biçimi olan “kriz yönetimi”nin
TC’nin iç sorunları ve iktidar savaşları bağlamında
uygulanmasıdır. Kısacası, atılan bütün adımlar,
sadece ABD’nin uluslararası konjonktürel çatışmalarının
ihtiyaçlarını karşılamak için değil, bununla birlikte
TC’nin kendi iç mücadelelerine biçim vermek, güç
ilişkilerini düzenlemek, yaşanan krizleri yönetmek
içindir de. Bu bağlamda her büyük adım mutlaka
çift yönlü çalışmıştır. AB’ye giriş ABD’nin isteğidir,
öte yandan uyum yasaları aynı zamanda AKP üzerindeki
yasal basıncı da azaltmıştır. Ergenekon operasyonu
AKP üzerindeki darbe tehdidini zayıflatıp, orduyu
moral ve siyasal açıdan geriletip AKP’nin elini
güçlendirirken, ABD’nin manyetik alanı dışında
arayışları olan generallerin tasfiyesi anlamına
da gelmiştir, vb..
Öte yandan “Kürt açılımı” sadece Amerikan emperyalizminin
istemleriyle ilgili değildir. Esas olarak Kuzey’deki
TC’nin sömürgeci egemenliğinin eskisi gibi devam
edemeyeceği açıkça ortaya çıkmıştır. Öcalan’ın
yakalanarak TC’ye teslim edilmesi, ardından Öcalan’ın
postmodern söylemlerinin yarattığı atmosferde
devreye sokulan ulusal hareketin çürütme ve parçalama
politikaları temelinde tasfiyesi planları başarısızlığı
uğramıştır. Dahası, Zap direnişi ardından politik
inisiyatif PKK’ye geçmiş, yerel seçimlerde yurtsever
güçlerin başarısıyla birlikte bu inisiyatif toplumsal
temel bağlamında da güç kazanmıştır. Ortaya çıkan
tablo, sömürgeciliğin Kuzey’de tam bir yönetme
krizi yaşamasıdır.
AKP’nin “Kürt açılımı” tam da bu tabloyu tersine
çevirmek, siyasal ve toplumsal inisiyatifi ele
geçirmeyi hedeflemektedir. Böylece giderek yaklaşmakta
olan genel seçimler de bunu oya dönüştürerek konumunu
sağlamlaştırmayı düşünmektedir. Bu aynı zamanda,
ABD emperyalizminin istemlerini yerine getirmenin
maddi, siyasal ve moral zeminlerini de sağlayacaktır.
Seçilen yol, Kürt ulusal sorununda mevcut statükonun
köşe taşlarına dokunmadan, sömürgeci sistemin
hiç bir temel yapı taşını yerinden oynatmadan,
göz boyamaya, “devamı da gelecek” aldatmacalarına
yaslanarak, kırıntılar yoluyla ve kırıntıların
tüm medya ve toplumsal araçlar kullanılarak büyük
kardeşleşme adımları olarak pazarlanmasıyla sonuca
varmaktır.
Zap direnişi karşısında yaşanan bozgunla ve Ergenekon
operasyonlarıyla gücü ve morali gerilemiş olan
Ordu ise ABD ile karşı karşıya gelmek istememektedirler.
Yine de genelkurmay başkanı Başbuğ 30 Ağustos
konuşmasında kendi sınırlarını açıkça ifade etmiş
ve bireysel kültürel hakları yani aslında “açılım”ın
sınırlarını aşan hakları kabul etmeyeceklerini,
yani “açılım”ın esnetilerek genişletilmesine karşı
duracaklarını açıkça ifade etmiştir. Bu aşamada
az konuşmayı, “açılım”ın PKK cephesinde istenen
sonuçları vermemesi durumunda, gelişecek askeri
operasyonlar sürecinde yeniden inisiyatif kazanmayı
hedefliyorlar. Ordunun yol arkadaşları olan CHP
ve MHP ise benzer bir yaklaşımı açıktan ve oldukça
şiddetli bir söylemle siyasal düzlemde izliyorlar.
Dertleri “Kürt açılımı”ndan çok, AKP’nin bu yolla
kazanabileceği büyük gücü engellemektir.
Bu süreçte PKK ve DTP’ye biçilen rol ise “açılım”ın
genel çerçevesini kabullenmek, silah bırakmak,
yöneticilerinin Avrupa’ya sürgün edilmesi, yani
tasfiyeye razı olmaktır. Aksi durumda, “açılım”
kırıntıları yoluyla yaratmayı umdukları atmosferde
PKK’yi gelişmenin önünü tıkayan güç ilan etmek,
toplumsal desteğini zayıflatarak marjinalleştirmek
ve ABD’nin daha güçlü desteğiyle geliştirilecek
saldırılarla darbeleyerek gücünü kırmak planlanıyor.
Bütün bu özellikleriyle “Kürt açılımı”, oligarşi
cephesinde, özellikle ordu cephesinde çok sıkça
dillendirilen “teröre karşı savaş sadece askeri
yollarla olmaz, biz elimizden geleni yapıyoruz,
fakat siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel önlemlerle
tamamlanmalıdır”, yani sadece sopa yetmez, havuç
da devreye sokulmalıdır, söylemiyle birebir örtüşen
bir pratiktir. Bu bağlamda, yeni bir faşist terör
dalgası, hem de geçmiştekilerle kıyaslanamayacak
denli daha şiddetli bir dalga hemen kapı da hazır
beklemektedir.
“Kürt Açılımı” ve Kürt Ulusal Hareketi
Kürt ulusal hareketinin, Kuzey’deki gövdesini,
daha da ötesi neredeyse bütününü oluşturan PKK,
ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi ulusal
sorunun demokratik çözümünün temel zeminini oluşturan
bir hakkın günümüz dünyasında geçersiz olduğunu
iddia ederek oldukça dar bir reform talepleri
zemininde durmaktadır. Ayrılma hakkını ilkesel
olarak ret edip, Türkiye’nin genel olarak demokratikleştirilmesi
ve bu yapı içinde demokratik bir özerklik zemininde
sorunun çözülmesi programına sahiptir. Bunun genel
çerçevesi de bir kaç ana başlık içinde ortaya
konulmuştur;
Birincisi, Kürt ulusunun varlığının anayasal düzeyde
tanınması, Kürtlerin TC’nin kurucu uluslarından
biri olduğunun açıkça ifade edilmesi. Kürt ulusal
varlığı üzerindeki tüm yasakların ve sınırlamaların
kaldırılması.
İkincisi, ana dilde eğitim hakkının kabul edilmesi.
Üçüncüsü, belediyeler üzerinden yerel yönetimlerin
yetkilerinin arttırılması, Kuzey Kürdistan’da
bir tür yönetsel özerklik zemininin yaratılması.
Dördüncüsü, Kürt kimlikli siyasal çalışmanın önündeki
her türlü politik yasak ve engellerin ortadan
kaldırılması.
Beşincisi, bunlarla bağlantılı olarak genel af
ilan edilmesi, çözüm sürecinde PKK’nin muhatap
alınması, gerillanın sürece entegre edilmesi,
vb...
Bu zemin, politik ve toplumsal açıdan güdük bir
reformist zemindir.
Bu programın Kürt ulusal sorununun demokratik
çözümünü sağlamayacağı açıktır. Bu program TC
sınırları içinde Kürtlerin ikincilleştirildiği,
bağımsız ve özgür davranma yeteneğinin ortadan
kaldırıldığı bir programdır. Ayrılma hakkına,
kendi kaderini tayin hakkına sahip olmadan, eşit
ve özgür bir birlik kurma şansı yoktur. Ulusların
kendi kaderini tayin hakkının ret edildiği noktada
ulusal sorunun gerçek bir demokratik çözümünden
söz edilemez.
Fakat PKK’nin talepleri bağlamında somut zemin
budur. “Açılım” söyleminin dillendirildiği günden
bu yana, Kandil’de bulunan PKK yönetimi bu taleplerini
çeşitli düzeylerde dile getirmiştir. PKK cephesinde
taleplerin somutlaştırılacağı asıl metin Öcalan
tarafından yol haritası olarak somutlaştırılmış
ve devlet ve kamuoyuna ulaştırılmak üzere cezaevi
idaresine verilmiştir. Bu yol haritasının kamuoyuna
ulaşması şu ana değin devlet tarafından engellenmektedir.
Ancak içeriğinin Kandil’deki PKK yönetiminin dillendirdiği
taleplerle kimi açı farkları taşıması ihtimali
olsa da, esas olarak uyumlu olacağı söylenebilir.
Kürt ulusal sorununda önümüzdeki süreçte çatışma
ekseninin Öcalan’ın yol haritası ile Ekim’de netleşecek
olan AKP’nin “Kürt açılımı” arasında olacağı kesindir.
“Açılım”ın Kaderi...
Açılımın kaderi ne olacak?
Bu sorunun yanıtı; “açılım”ın içeriği ile PKK’nin
talepleri arasındaki açı farkında gizlidir. Ve
bu açı farkı şimdilik büyüktür. PKK’nin talepleri,
düzen içi gerçek politik ve toplumsal reform taleplerini
içermektedir. AKP’nin “Kürt açılımı” ise hiç bir
temel ulusal talebi karşılamadan kırıntılar yoluyla
Kürt ulusu üzerindeki sömürgeci egemenliği sürdürmeyi,
Kürt mücadele dinamiğini boğmayı hedefleyen bir
çerçeveye sahiptir.
Şimdilik kimin ne kadar esneyeceği çok net değildir;
ancak bu açı farkının pazarlıklar vb. yoluyla
kapatılamayacağı, PKK taleplerine yaklaşan herhangi
bir düzenlemenin söz konusu olmayacağı, AKP de
dahil tüm düzen güçleri tarafından açık biçimde
ifade edilmiştir. AKP’nin programı bugüne değin
dillendirilenlerden büyük bir fark içermeyecektir.
En fazlasından, parça parça söylenenlerin derli
toplu hale getirilmesi ve daha iyi ambalajlanması
söz konusu olacaktır.
“Açılım”ın hedeflerine ulaşması ise esas olarak
PKK’nin tutumuna bağlıdır. PKK’nin özellikle kendisini
muhatap almayan, Öcalan ve diğer tutsak yurtseverlerin
özgürlüğünü garantilemeyen, en azından kimi taleplerini
karşılamayan bir sürece onay vermeyeceği -en azından
şimdilik- görülmektedir. KCK tarafından yapılan
en son açıklamalar da böyle bir “çözüm”ün kabul
edilmeyeceğini göstermektedir.
Gelişmelerin yönünü tümüyle kestirebilmek, özellikle
Öcalan’ın yol haritası açıklanmadan mümkün olmasa
da, önümüzdeki dönemde “açılım”ın PKK’yi dışta
tutarak, ona rağmen gündemleştirilip devreye sokulacağını
söylemek mümkündür. PKK’nin net bir karşı koyuş
tutumu alması durumunda, “açılım”ın AKP’nin beklediği
sonuçları bir bütün olarak vermesi, Kürt ulusal
sorununda inisiyatifi yeniden ele geçirmesi mümkün
değildir. İç ve uluslararası desteklerin sağlam
tutulması durumunda kısmi sonuçlar alacaktır,
ancak hedefe ulaşması mümkün olmayacaktır. Böylesi
bir süreç aynı zamanda, savaşın ve “açılım”ın
yan yana sürmesi demektir. Bu ikisinin yan yana
olduğu bir süreç üzerine ise çok net kestirimler
yapabilmek mümkün değildir.
Ancak PKK’nin bu süreci kabul etmesi durumunda
Kürt ulusal hareketinin önemli ölçüde tasfiyesi
kaçınılmazdır. Tartışmaların çeşitli biçimlerde
uzatılması taktikleri sonucu bir biçimde bu sürece
dahil olması durumunda ise halen elinde tuttuğu
inisiyatifi elden kaçırması ve 2004 öncesinde
olduğu gibi oldukça karmaşık ve tasfiye planlarının
güç kazanacağı bir döneme girmesi mümkündür.
“Açılım” ve Devrimci
Sosyalizmin Tutumu
Oligarşinin açılımlar tarihi, açılım kavramının
içeriğine tümüyle karşıt olarak, sorunların özünü
örtme, betonlama, çarpıtma tarihi olmuştur. Kürt
ulusal sorununda yapılmaya çalışılan açılımların
tümü ya güvenlik sorununu vahşice çözmeye dönük
olmuştur, ya da sorunun özünü oluşturan bir ulusun
varlığını ve temel demokratik haklarını örtmeye,
muğlaklaştırmaya dönük kırıntılarla bezeli manipülasyon
operasyonları olmuştur.
Bugün karşımızda duran “Kürt açılımı” ön planda
kırıntılardan oluşan siyasi manipülasyon ve inisiyatifi
ele geçirme boyutunun bulunduğu, ancak vahşi saldırılarla
iç içe yürütülecek bir süreçtir. Oligarşi bu sorunu
demokratik yoldan çözemez. Çarpık kapitalist yapı
ve bundan köklenen faşist devlet yapısı ve zihniyeti
sorunun en azından kimi temel reformlar bağlamında
çözümü için gerekli olan esneklikten ve maddi
zeminlerden yoksundur. Kürt ulusal varlığının
kabulü temelinde girilecek herhangi bir gerçek
çözüm yolunun sömürgeci devlet yapısının tüm çivilerini
sökeceği yaklaşımı oligarşinin bütün kanatlarına
hakimdir. Dahası, Kürt ulusal sorunu sadece bir
Türkiye sorunu değildir. İran, Irak, Suriye’nin
de dahil olduğu, büyük emperyalist güçlerin tümünün
içinde yer aldığı uluslararası bir sorundur. Bütün
bu parçalardaki süreçler birbiriyle etkileşim
halindedir. Mevcut sömürgeci statükonun bir biçimde
bozulması, TC’nin hakim olamayacağı pek çok gelişmenin
önünü açacaktır. Oligarşi bunu engelleyecek ekonomik,
sosyal, askeri ve siyasal dinamiklere çarpık kapitalist
yapısının güçsüzlüğü nedeniyle sahip değildir.
Statükonun korunması dışında önünde bir seçenek
görmemektedir.
Bu tablo başta Kürt ulusal sorunu olmak üzere,
TC sınırları içindeki tüm ulusal sorunların çözümünün
devrimci yollar dışında çözülemeyeceğini gösterir.
İster Türkiye ve Kuzey Kürdistan halklarının ortak
mücadeleleri yoluyla, ister Kuzey halkının kendi
başına girişeceği mücadeleler yoluyla olsun sömürgeci
devlet yapısının Kürdistan’da devrimci yoldan
parçalanmasının dışında bir çıkış yoktur.
Sorunun çözüm zemini Kürt ulusunun ulusal varlığının
ve ülkesinin tanınması temelinde kendi kaderini
tayin etmesi hakkına kavuşmasıdır. Dahası, bu
temelde bölge halklarıyla gönüllü, eşit ve özgür
bir birlikteliğin yaratılmasıdır.
Bunun dışındaki reformlar, açılımlar, bugünkünden
çok daha ciddi düzeylerde gündemleştirilse bile
geçici rahatlamalar yaratabilir, çözüm değil...
Ve uzun vadede esas olarak sorunu kangrenleştirmekten
öteye gidemezler.
Bu noktada, “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı
ilkesi geçersizdir, ayrı bir Kürt devletine gerek
yok” biçimindeki PKK’nin çözümü de tam da böylesi
kangrenleştirici bir çözüm olmaktan öteye gidemez.
Bu tablo kimi zaman nesnel güç ilişkileri içinde
zayıflıkla, koşulların bulunmamasıyla açıklansa
da, esas olarak güç ilişkilerinden bağımsız bir
ilke olarak PKK literatürüne girmiş durumdadır.
Bu duruş sinik, güdük bir reformizmden başka bir
anlama gelmez. Her ne kadar, 2004 sonrasında bu
yaklaşım “demokratik özerklik” olarak formüle
edilen daha net tanımlanmış bir yaklaşımla dengelenmeye
çalışılmış olsa da, kendi kaderini tayin hakkı
ilkesinin yeniden sahiplenilmesi söz konusu olmamıştır.
Nesnel koşulları ileri sürerek reformist söylemlerin
dillendirilmesi sadece PKK’ye özgü değildir, daha
geniş bir Kürt çevresinde savunulagelmektedir.
Nesnel koşulları, somut gerçekliği dikkate almak,
sadece politikada değil, yaşamın bütün alanlarında
tavır belirlerken olmazsa olmaz koşullardan biridir.
Ancak en az onun kadar önemli olan belirli somut
bir gerçeklik içinde ele alınan bir olgunun, sorunun
bütünlüklü ve temel çözüm yolunu da gözden kaçırmamak,
bütün süreçlerini bu yola bağlayabilmektir. Bu
bağlamda, devrimciler ya da belirli bir soruna
ilişkin temelli çözüm arayanlar nesnel durumu,
onun ortaya koyduğu ya da dayattığı zeminleri
kabullenmek için anlamaya çalışmazlar, değiştirmek
için çözümler ve müdahale ederler. Kürt ulusal
sorunu bağlamında 1984 15 Ağustosu öncesinde nesnel
durum Kürt ulusu için tam bir felaketti. Kürt
ulusu ve devrimcileri her şeyin imkansız göründüğü
bu koşulları analiz etti, anladı, ancak onun çerçevesi
içinde hareket etmeyi ret ederek başkaldırdı.
Ve Kürt halkının ayağa kalkışının koşullarının
bu imkansız görünenler içinde gerçekleşti. İnsanlık
binlerce yıldır, olağan görülen gerici, çürütücü
sınıf ilişkilerine, halklar/uluslar arası ilişkilere,
insan/yaşam ilişkilerine başkaldırarak ayağa kalktı.
Nesnel koşullar böyle, ancak bu kadar oluyor söylemi
kaçınılmaz biçimde gerici ve çürütücü nesnel koşulların
bir eklentisi olmayı beraberinde getirir.
Devrimci sosyalizm kesin biçimde bu reel politikacılığın,
siyasi, toplumsal ve insani duruşun dışında ve
karşısındadır. Yeni bir yaşam, yeni bir uygarlık
olarak komünizm hedefine bağlanmıştır ve nesnel
durumun devrimci yollardan tümüyle değiştirilmesini
hedeflemektedir. Nesnel koşulları bilerek, anlayarak,
bu koşullara zerre kadar teslim olmadan, bu nesnel
koşulları tümüyle ortadan kaldırmak, sınıfsız
özgür bir dünya yaratmak için mücadele etmek;
şiarımız budur. Kürt ulusal sorunu bağlamında
bunun anlamı birincil ve en temel adımı kendi
kaderini tayin hakkıdır.
Öte yandan, Devrimci Sosyalizm, bugün veya yarın
Kürt ulusu ve diğer ezilen ulusal toplulukların
ulusal varlıklarını ve haklarını görünür hale
getiren, Kürt ulusunun siyasal temsilcilerinin
de dahil olduğu süreçler içinde elde edilecek
tüm hakları mücadelenin bir ürünü olarak olumlu
karşılayacaktır. Ana dilde eğitim, yurtsever tutsaklara
özgürlük, yerleşim yerlerinin gerçek isimlerini
alması, vb... Oligarşi bunları elbet göz boyamak
ve sorunun gerçek çözümünü perdelemek için kullanacaktır.
Devrimci sosyalizm ise bunları oligarşinin bir
lütfu değil, on yılların mücadele emeğinin ürünü
olarak koparılmış haklar olarak görmektedir, görecektir.
Oligarşinin bunlar üzerinde sorunları çözüyoruz
yaygarasına giriştiğinde, bunlar Kürt ulusunun
mücadelesiyle kazanılan haklardır, çözüm değildir,
çözüm kendi kaderini tayin hakkı ilkesi temelinde
eşit, özgür, gönüllü birliktir yaklaşımı temelinde
mücadele edecektir.
Aynı biçimde Devrimci Sosyalizm, “açılım” planının
ABD menşeli olduğunu bilmekte ama buradan hareketle
koparılan “emperyalizmin oyunu” yaygarasını da
klasik bir sosyal-şoven tutum olarak görmektedir.
Neredeyse 1920’lerden bu yana gelen “dış mihraklar”,
“emperyalist oyunlar” söylemi, tarih boyunca Kürt
ulusunun bilek zoruyla, kanla canla kazandığı
haklarını hep yok saymış, sosyal-şoven bir ulusalcılığın
değirmenine su taşımıştır.
Diğer yanda ise liberal çevrelerde sık rastlanan
“emperyalizm de iyi şeyler yapabilir, katı olmamak
gerekir” söylemleri vardır ve bu söylem üzerinde
bile durulmayacak kadar aşağılık bir işbirlikçi
ruhun eseridir. Devrimci Sosyalizm bu tür yaklaşımlardan
tümüyle uzaktır, Kürt ulusunun bugün sahip olduğu
fiili hakları da, bu süreçte kazanacağı bütün
diğer hakları da onun kendi savaşının ürünü olarak
görmektedir. Devrimci sosyalizmin sorunu; daha
doğrusu Devrimci Sosyalizm açısından sorunlu olan
şey, Kürt ulusunun binlerce can pahasına yürüttüğü
mücadelenin bugün “açılım” adı altında ortaya
konulanlardan çok daha fazlasını hak etmesidir.
Neredeyse seksen yıllık bir süreç boyunca, ama
özellikle de son çeyrek yüzyılda akıl almaz kıyımlara
ve zulümlere rağmen muazzam bir direniş gösteren,
ulus olma iradesini kanı pahasına savunan Kürt
ulusu, yalnızca bu “hak”ları değil, kendi kaderini
tayin etme hakkını da sonuna dek hak etmiştir.
Kendilerini “jeopolitik uzmanı” sayan “Türkiye
sevdalısı” sözde “komünistlerin”(!) hiç göremediği
şey bu halk gerçeğidir.
Sonuç Olarak
Önümüzdeki süreç Kürt ulusal sorununda daha karmaşık,
ancak daha şiddetli mücadelelerle biçimlenecektir.
Türkiye’nin tüm devrimci ve demokratik güçleri
bu mücadelelerde Kürt ulusunun ve ezilen tüm ulusal
toplulukların eşitliğini, özgürlüğünü ve gönüllü
birliğini esas alan çözümlerin arkasında saflaştığında,
şovenizm ve sosyal şovenizme karşı net bir duruş
sergilediğinde, bu tutumun Türkiye ve Kürdistan’da
yeni bir sol dalganın yükselişine her zamankinden
daha fazla hizmet etmesi mümkündür.
Biz meseleye bakmamız gereken yerden, devrim ve
sosyalizm davasının genel çıkarları açısından
bakıyoruz. Bu sürecin sonucunda bölgenin en önemli
direniş dinamiğinin bir biçimde tasfiye edilmesi
yada zayıflatılması ortaya çıkarsa bu olumsuz
bir gelişmedir. Bu, bizzat Kürt ulusu için de
böyledir. Bölgenin bugünkü karışık denklemleri
içinde bu kadar kaotik bir ortamda mevcut büyük
güçlerle iç içe geçmek isteyen herkes sadece uzun
vadede değil, kısa vadede bile kaybedecektir.
Bütün bunları yaşayıp göreceğiz.
Biz, seksen yıldır Kürt ulusunun varlığını bile
tanımayanların bugünkü “açılım”larını basit bir
“oyun” olarak görmüyoruz; oyundur evet, ama basit
bir oyun değildir. Biz üç cümlelik yazılarla “en
proleter” yerden herkesi “hainlikle” suçlayan
ve Kürt halkına akıllar fikirler yağdıran bir
yerde de değiliz. Onları bugünkü noktaya getiren,
Kürt halkının çeyrek yüzyıldır verdiği mücadele
ve gösterdiği azimdir. Süreçten ne çıkacağını
önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz.
Kürt ulusu da kendi deneyimlerini yaşayacak ve
bütün bunları pratik olarak görecektir. Onun bugüne
dek gördükleri, görecekleri için bir ölçüttür.
Kürt halkı, özellikle legal siyasetçilerinin ve
gazetecilerinin sokaklarda katledilmesini yaşamıştır
ve yaşamaktadır. Önümüzdeki süreçte de böyle bedeller
ödemekten çekinmeyecektir ve muhtemelen sürecin
tıkandığı her noktada böyle bedeller yeniden gündeme
gelecektir.
Öte yandan, Devrimci Sosyalizm kendi mücadele
stratejisini uygulama yeteneğini kazandığı ölçüde
süreçte güçlü bir rol oynayabileceğinin bilincindedir.
Bu bağlamda, Devrimci sosyalizm, bir yandan kendi
devrimci inşa sürecini yükseltir ve kendi yolundan
yürürken, diğer yandan bu enternasyonal görevini
hiçbir gerekçeyle ertelemeyecektir. Devrimci sosyalizm,
komplo teorisyeni sosyal-şovenlerin semtine bile
uğramayacak, omzunu her zaman Kürt halkının omzunun
yanında tutacaktır.
|