Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

61-1. Sayı - Kasım 2009

Dergimiz, çok uzun bir aradan sonra, Ortadoğu ve Türkiye’nin en karışık günlerinde yeniden çıkıyor. Aradan geçen süre içersinde dünyada, bölgede ve yaşadığımız topraklarda çok sayıda ciddi gelişme oldu ama Eylül-Ekim günleri herhalde koca bir yıla bedel zamanlardı. “Tarihi fırsat” teraneleriyle ve ABD desteğiyle başlatılan “Kürt Açılımı”nın bizzat Kürdün iradesi ve inisiyatifine çarpmasıyla birlikte başlayan kargaşa ve şovenist histeri şu anda bile sokaklarda sürüyor. Bugün yarın mesele Meclis’in gündemine gelecek ve ortalık iyice ısınacak gibi görünüyor.
Ekim’in ilk haftaları gerçekten çarpıcı ve tarihsel zamanlardı. Ortadoğu, üç gündür tarihinin en büyük ve en coşkulu gösterilerinden birine tanık oldu. Muazzam bir halk hareketi haline dönüşen gerilla karşılaması bütün dünya tarafından büyük bir ilgiyle izlendi. Geçtiğimiz günlerde Öcalan’ın çağrısı ile Kandil’den ve Mahmur kampından yola çıkan PKK grupları ve gerillaların Habur kapısından girişiyle birlikte başlayan görkemli gösteri bütün gündemi sarstı ve Ankara’da ciddi bir sıkışma yarattı. Habur’dan Silopi’ye, oradan Kızıltepe, Nusaybin, Mardin üzerinden Diyarbakır’a varan yol boyunca köylerde, kasabalarda halkın, dağların doruklarından kalaşnikofların selamladığı gerillalar Diyarbakır’da yüz binlerce insanın toplandığı alana saatlerce giremedi. Kürt ulusu bağrından çıkarıp dağlara gönderdiği savaşçı evlatlarını yeniden kucakladı.
Son birkaç haftadır olan şey, TC ile PKK arasında kıyasıya bir inisiyatif mücadelesi, bir satranç oyunudur ve son atakla birlikte PKK bir kez daha inisiyatifi ele almış görünüyor. Bu sayımızdaki “açılım” ile ilgili yazımızda sürecin kaderinin nereye varacağını tartışırken eninde sonunda devletin planları ile PKK’nin istemleri arasındaki gerilimin önemli olduğuna işaret etmiştik. AKP-MGK cenahında giderek muamma haline getirilen ve bireysel haklar ve PKK’nin tasfiyesi temeline sıkıştırılmaya çalışılan “açılım” sürecine belli bir noktasında PKK’nin yaptığı müdahale tam da böyle bir etki yarattı. Gündem karıştı, PKK kendi gerçekliğini ve halkın somut desteğini sürece dayattı; Ahmet Türk’ün de dediği gibi “yanlış hesap Silopi’den döndü.” Kürt ulusu ise büyük bir coşkuyla alanlarda özgürlük isteğini ortaya koydu, özellikle gerillalara yönelttiği sevgisiyle aslında özgürlüğün gerçek güvencesinin nerede olduğunun da altını kalınca çizdi.
“Kürt Açılımı”nın geleceği, kaderi, hangi faktörlerle nereye varabileceği konusundaki düşüncelerimiz belli. Ortadoğu bölgesindeki bir direniş gücünün bir biçimde tasfiyesine varacak her gelişme Türkiye devrimci hareketine ve bölgenin genel direniş güçlerine ciddi bir darbe olacaktır. Şu aşamada sınır çizgilerini oldukça kalın hatlarla çizen Kürt ulusal hareketinin bu çizgilerde ne kadar direneceğini hep birlikte göreceğiz. Ancak bütün tartışmalar bir yana, bu olayın Kürt ulusunun mücadele tarihi bakımından bir dönüm noktası olduğu ve artık son derece riskli, son derece zor bir yola girildiği kesindir. Bu, artık gerçekten zor ve riskli bir yoldur. ABD ve bütün emperyalistler tarafından desteklenen, güvenceler verilerek arkasında durulan AKP iktidarı açısından zor ve risklidir. Hiç durmadan “her şey kontrol altında”, “her şey bizim planladığımız gibi gidiyor” açıklamalarıyla kendini rahatlatan ve durumu kurtarmaya çalışan AKP plancıları ile Kürt ulusal hareketinin istekleri ve adımları arasındaki gerilim iktidar için ciddi bir siyasi tehlike halindedir. Bu gerilimi düşürmek için herkesin sarıldığı “ıslak imza” tartışmaları ve başka tartışmalar durumu yumuşatmaya yetmiyor. Futbolda top çevirerek yapılan “oyunu soğutma” numaraları ya da düşkünleşerek Güney’deki yönetimin inayetiyle hayatını sürdüren birtakım posaların “yurda getirilmesi” gibi dalavereler de devlet açısından bir inisiyatif kazanımı anlamına gelmiyor. Bırakın parti kurup “DTP’yi bitirmeyi” kendileri sokakta gezemeyecek olan bu tür adamlar ya da “akbaba” sınıfından diğer Kürt siyasetçileri kimsenin derdine derman olacak değildir. Sonuçta yol, oldukça dikenlidir. Bu tür “büyük işler”e taşeronluk eden hükümetlerin yıpranma riskinin büyük olduğunu kuşkusuz AKP de, onu destekleyen güçler de bilmektedirler.
Öte yandan, böylece bir atak yapan Kürt ulusal hareketi de, bir anlamda geri dönülmesi zor bir yola girmiştir. DTP-PKK ayrımını açıkça silen ve doğrudan PKK iradesini sürece dayatan bu inisiyatif artık ya sonuca ya da kıyıma gidecek kadar çetin bir dönemeç noktasındadır. Artık herkes bilmektedir ki bu çapta bir adımın sonunda ortaya topyekun bir saldırının çıkması da pekala mümkündür. Süreci kendi kontrolünde tutmak isteyen devlet ile kendi meşruiyetini dayatan Kürt hareketi arasındaki gerilim sonucu belirleyecektir.
Yine de, ne olursa olsun, üç gün boyunca Habur-Diyarbakır hattında Türkiye Cumhuriyeti devletinin bütün ezberleri yerinden oynamış, Kürt ulusunun “varlığı-yokluğu” üzerine bütün gevezelikler ve safsatalar, PKK’nin “bir avuç eşkıya” olduğu yolundaki bütün psikolojik savaş propagandaları, PKK dışında, onu yok sayarak yaratılacak uydurma bir “çözüm” yolunun mümkün olamayacağı anlaşılmıştır.
Önümüzdeki günler, büyük bir gerilime ve çok sert çatışma olasılıklarına açıktır. Seksen yıldır “inkar” yalanıyla kandırılan, son yirmi beş yıldır da “bitti bitiyor” yalanıyla oyalanan ve hiç durmadan şovenizmle kışkırtılarak “topyekun” savaşa davet edilen kitleler şimdi bu denli sert bir gerçekliğin karşısında büyük bir kırılma yaşıyorlar. Onca yıldır yürütülen psikolojik savaşın kof arka planı şimdi sokaklarda ve kahvelerde geri tepiyor, hayal kırıklığı ve güvensizlik biçiminde geri dönüyor. Böylece işler iyice karışıyor. Karışıyor; çünkü beri yanda da Ortadoğu’daki yeni pozisyonuna Türkiye’yi ortak etmek isteyen, bunun için Tayyip’i bölgenin her köşesine koşturan, arada bir de rapor vermesi için Beyaz Saray’a davet eden ABD var. Karışıyor; çünkü işin bir tarafında da krizin yükü altında ezildikçe gerilen ve gerildikçe her türlü politik skandalı hedef tahtasına çakmaya hazır hale gelen sokaktaki emekçiler var. Üstelik, medya kalemşorlarının Tayyip için sık söylediği “becerirse kurtulur, beceremezse batar” denklemi de tam gerçeği ifade etmiyor; çünkü bu coğrafyada bugün hükümetin soyunduğu işler toplamı, her halükarda altından kalkılamaz işlerdir.
Dolayısıyla, bu süreç, epey bir süredir “istikrar”lı görünen siyasi tabloyu çatırdatmaya ve yeni politik aktörleri sahneye davet etmeye de adaydır. İşin trajik yanı ise, şu anda ortalıkta bu çapta bir siyasi aktörün mevcut olmamasıdır. Kenarda “ısınan” birkaç politik figürün henüz böyle bir yeterliliği yoktur. Elbette emperyalizm hiçbir zaman tek ata oynamaz ve elini her zaman değişik alternatiflere açık tutar ve hatta bu alternatifleri bulup organize eder. Ama bu bile belli bir kapasite gerektirir; oysa mevcut politik kadrolarda ve hırsı aklından büyük olan “yeni” heves partilerinde böyle bir kapasite görünmemektedir. Böyle bir çorak iklimde mevcut politik kadronun, AKP’nin çöküşü ise büyük olasılıkla kaos anlamına gelecektir.
Bütün bu karışıklık, Türkiye devrimci hareketine büyük görevler ve ağır sorumluluklar yüklüyor.
Bir yanda, bu sürecin yaratacağı gerilim ve şovenist yükseliş karşımızdadır. Özellikle iplerin koptuğu ve denklemlerin bozulduğu bir durumda yeniden alevlenecek olan savaş, bu kez eskisinden daha şiddetli bir düzey gösterecek ve yeniden 92 sürecinin kirli “topyekun savaş” günlerine dek sürüklenebilecektir. Bunun tersinin olması durumunda ise, ki bu Ortadoğu’daki bir direniş noktasının tasfiyesi demektir, eli rahatlamış ve bölgeye jandarma kesilmiş bir Türkiye ile karşılaşacağız demektir; bu ise yeni bir saldırı dalgasının habercisidir.
Her durumda Türkiye devrimci hareketinin ve devrimci sosyalizmin yükü ağırdır.
Bir yandan saldırıları karşılamak, diğer yandan asli görevlere yönelmek, emekçi halk hareketini yaratacak adımları atmak, omuzlarımızdadır.
Özel olarak devrimci sosyalizmin görev ve sorumlulukları daha da ağırdır. Birçok kez söyledik, yine söylüyoruz; devrimci sosyalizmin varlık nedeni ve dolayısıyla görev tanımı mevcut tabloda bir yer işgal etmekten ibaret değildir. Türkiye devriminin yönünü değiştirmek, bütün sınır çizgilerini zorlamak ve yeniden yaratmak, bunun için kendi birikim ve atılım zeminlerini oluşturmak, devrimci stratejiyi hayata uygulayabilir ve devam ettirebilir hale gelmek, önümüze koyduğumuz çetrefil görevler bütünlüğüdür. Türkiye toprağı çok zaman ve çok kan kaybetmiş olan bir topraktır. Artık oyalanmaya, dönüp dönüp aynı noktalara geri gelmeye, büyük oyunların coğrafyasında dar alanlarda kendi arasında oyalanıp durmaya tahammülü yoktur.
Geniş bir ufuk ve yalın bir güncel çizgi…
Ne ufkumuzdan vazgeçebiliriz, ne de bugünkü işlerimizden.
Ama artık şu kesin; ufuk çizgimiz tartışmasız biçimde öncelikli kaygımızdır. Varımızı yoğumuzu, bütün devrimci enerjimizi koyduğumuz yönelim budur. Deneme yanılmalar, yapbozlar bize uzaktır. Seçtiğimiz yol, kendi gereksinmelerini ve önceliklerini bize dayatıyor ve biz o gereksinme ve öncelikleri şu ya da bu güncellik uğruna ikincil duruma düşürmeyeceğiz. Bunun güncellik bakımından bedelleri olsa da katlanacağız.
Çünkü yaşadığımız toprakların hovardaca kullanabileceği çok sayıda şansı yok.

HOŞGELDİN GÜLER
DİĞERLERİNİ DE İSTİYORUZ; ÇOK GEÇ OLMADAN...
Katliam ve cinayet mekanizması nihayet, ıkına sıkına ve çok çok geç olduktan sonra Güler’i bize verdi. Üstelik aylardır göz göre göre ölüme sürükledikleri bir insanı bırakırken bile bunu bir alicenaplık gibi sunmaktan vazgeçmediler. Bunu yaparken bile Adli Tıp Kurumu başta olmak üzere bütün “saygın” kurumların nasıl bir yeminli devrimci düşmanlığı içinde olduğunu gösterdiler. Türkiyeli devrimcilerin hiçbiri Adli Tıp Kurumu başkanının o gece söylediklerini unutmayacak. “Biz sadece hastayı değil, toplumun değişik kesimlerinin duygularını da dikkate alırız” vecizesi çoktan insanlık suçları tarihine yazıldı.
Hatırlanacaktır, “asmayalım da besleyelim mi” sözü, 12 Eylül döneminin en parlak ve en veciz ifadelerinden biriydi.
Şimdi, 12 Eylül’ün bilmemkaçıncı yılında Güler Zere’yi, Erol Zavar’ı ve diğer hasta tutsakları düşününce bir kez daha aslında tablonun ve mantığın değişmediğini fark ediyoruz. Gerçekten de, bir insan kanser gibi ağır bir hastalığa yakalanmışsa ve ısrarla hala tecrit koşullarında tutuluyorsa, bunun “ölüm cezası”nın bir başka biçimi olduğunu söylemek hiç de durumu abartmak olmaz.
İHD raporuna göre 2008 yılında 306 mahpus hasta ve sadece bu yılın başından beri hapishanelerde 7’si siyasi 2 adli olmak üzere toplam 9 kişi yaşamını yitirdi. Şu anda da acilen tahliye bekleyen 10’un üzerinde kanser hastası tutuklu ve hükümlü var. Erol Zavar, Avni Uçar, Aynur Epli, Gazi Dağ, Gülezar Akın, İnayet Mete, İsmet Ayaz, İzzet Turan, Memduh Kılıç, Nesimi Kalkan ve Yusuf Kaplan adlı tutuklu ve hükümlüler bunlardan durumları en ciddi olanları....
Güler Zere şimdi yoldaşlarının ve ailesinin yanında, emin ellerde. Yüreğimiz onunla çarpıyor, geriye, yanıbaşımıza döneceği umudunu yitirmiyoruz. Şimdiyse sıra diğerlerinde; kıyım makinesinin elinden tümünü kurtarmak devrimcilerin ve duyarlı herkesin görevidir.
Hoşgeldin Güler... Bütün yüreğimizle kucaklıyoruz seni...

Mehmet Uytun, Ceylan Önkol, Resul İlçin...
"Kürt Açılımı" Cinayetlerle Sürüyor...


AKP iktidarı bir yandan “tarihi fırsat” edebiyatı altında meclis kürsüsünden Kürt şairlerinden söz eder ve “kardeşlik” çığlıkları atarken bir yandan da Kürt çocuklarının kanını akıtmaya devam ediyor.

Mehmet Uytun…
18 aylıktı...

Şırnak’ın Cizre İlçesi’nde, 9 Ekim’de yapılan gösterilerde polisin saldırısı onu balkonda annesinin kucağında süt emerken yakaladı. Polisin attığı gaz bombasının çarpması sonucu ağır yaralandı, ardından da tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi… Gaz atışları başlayınca anne balkondan içeri girmek isterken bir gaz bombası kucaktaki bebeğin kafasına isabet etti ve sekerek evin içindeki ekmek poşetine girdi. İçeride bulunan aile fertleri gazın daha fazla yayılmasını önlemek için gaz bombasını içine girdiği poşetle birlikte dışarı fırlattı. Polisin iddiası, Uytun’a taş çarptığı yolundaydı; “Sahibinin Sesi” Anadolu Ajansı ise haberi verirken 18 aylık bebeği gösterici olarak sunmakta sakınca görmedi… Otopsisine ailenin avukatı giremedi bile; savcılık bunu çok ama çok sakıncalı görmüştü…

Ceylan Önkol…
12 yaşındaydı…

28 Eylül 2009 günü evinden hayvan otlatmak için evinden çıktı ve geriye dönemedi. Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Şenlik Köyü bölgesinde, bir mermi gelip onu buldu ve henüz yeni başlamış olan hayatı sona erdi. Asker onun otopsisine savcıyı bile sokmadı, karakolda otopsi yeterli görüldü. Her zamanki gibi dosyayı kapatmak için bütün çabalar gösterildi. Kocaman kocaman generaller basın toplantılarında derin açıklamalar yaptılar. Taburdan açılan havan ateşiyle ölmediğini kanıtlamak için bin dereden su getirildi. Ama sonuçta Ceylan ölmüştü işte… Onun cansız bedeni bir devlet dersi olarak önümüzde duruyor hala…

Resul İlçin…
52 yaşındaydı; sekiz çocuk babası…

İçlin, barış gruplarını karşılamak için Şırnak’a gitmişti. Daha sonra İdil (Hezex) İlçesi’nin Sırtköy (Deşta Darê) Beldesi’nden Batman’a doğru giderken, özel hareket polislerince durdurulup ‘şüpheli’ olarak İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü. DTP’li Resul İlçin, 15 dakika sonra emniyetten kafası parçalanmış olarak çıktı. Polise göre durum basitti: İlçin yere düşüp kafasını kırmıştı… Olayın tanığı DTP’li belediye meclis üyesi Mehmet İlgin, ‘şüpheli’ olarak alıkoyulduklarını, emniyet önünde kendisinin aracı aranırken İlçin’in içeri götürüldüğünü söyledi. Mehmet İlgin olayı şöyle anlattı: “Resul İlçin’i ilçe emniyet binasına soktular. Ben ise dışarıda, arabamda ayrıntılı olarak arama yapan polislerin yanındaydım. 10-15 dakika geçmedi, içerdeki polisler yanıma geldi ve ‘amcan düştü’ dediler. İçeri girdiğimde amcam kanlar içindeydi. İdil Devlet Hastanesi’ne, oradan da Cizre Devlet Hastanesi’ne kaldırdık. Zaten hastaneye yetişmeden yaşamını yitirmişti.”

“Kürt Açılımı” sürüyor…
Irkçı kalemler, Diyarbakır’da kimsenin burnunu bile kanatmadan evlatlarını bağrına basan yüz binlerce Kürde küfrederken çocuk cesetlerini görmüyor bile. Yirmi beş yıldır boşaltılan köyleri, yakılan ormanları, katledilen binlerce insanı görmeyenler şimdi de Ceylan’ı, Resul’u, 18 aylık Mehmet’i görmüyorlar. Kürt ulusunun gerilla evlatlarını sahiplenmesini “şov” olarak suçlayanlar, bu büyük coşkunun ve heyecanın arkasında nasıl büyük acıların olduğunu anlamıyorlar; daha doğrusu anlamazlıktan geliyorlar. Kürt ulusu bu büyük acılarla buraya geldi ve bu acılarla yürüyor.
Kimse kimseye lütuf yapmıyor, Kürt kendi çocuklarının kanıyla kendi yolunu açıyor.

 

 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul