Dergimiz, çok uzun bir aradan sonra, Ortadoğu
ve Türkiye’nin en karışık günlerinde yeniden çıkıyor.
Aradan geçen süre içersinde dünyada, bölgede ve
yaşadığımız topraklarda çok sayıda ciddi gelişme
oldu ama Eylül-Ekim günleri herhalde koca bir
yıla bedel zamanlardı. “Tarihi fırsat” teraneleriyle
ve ABD desteğiyle başlatılan “Kürt Açılımı”nın
bizzat Kürdün iradesi ve inisiyatifine çarpmasıyla
birlikte başlayan kargaşa ve şovenist histeri
şu anda bile sokaklarda sürüyor. Bugün yarın mesele
Meclis’in gündemine gelecek ve ortalık iyice ısınacak
gibi görünüyor.
Ekim’in ilk haftaları gerçekten çarpıcı ve tarihsel
zamanlardı. Ortadoğu, üç gündür tarihinin en büyük
ve en coşkulu gösterilerinden birine tanık oldu.
Muazzam bir halk hareketi haline dönüşen gerilla
karşılaması bütün dünya tarafından büyük bir ilgiyle
izlendi. Geçtiğimiz günlerde Öcalan’ın çağrısı
ile Kandil’den ve Mahmur kampından yola çıkan
PKK grupları ve gerillaların Habur kapısından
girişiyle birlikte başlayan görkemli gösteri bütün
gündemi sarstı ve Ankara’da ciddi bir sıkışma
yarattı. Habur’dan Silopi’ye, oradan Kızıltepe,
Nusaybin, Mardin üzerinden Diyarbakır’a varan
yol boyunca köylerde, kasabalarda halkın, dağların
doruklarından kalaşnikofların selamladığı gerillalar
Diyarbakır’da yüz binlerce insanın toplandığı
alana saatlerce giremedi. Kürt ulusu bağrından
çıkarıp dağlara gönderdiği savaşçı evlatlarını
yeniden kucakladı.
Son birkaç haftadır olan şey, TC ile PKK arasında
kıyasıya bir inisiyatif mücadelesi, bir satranç
oyunudur ve son atakla birlikte PKK bir kez daha
inisiyatifi ele almış görünüyor. Bu sayımızdaki
“açılım” ile ilgili yazımızda sürecin kaderinin
nereye varacağını tartışırken eninde sonunda devletin
planları ile PKK’nin istemleri arasındaki gerilimin
önemli olduğuna işaret etmiştik. AKP-MGK cenahında
giderek muamma haline getirilen ve bireysel haklar
ve PKK’nin tasfiyesi temeline sıkıştırılmaya çalışılan
“açılım” sürecine belli bir noktasında PKK’nin
yaptığı müdahale tam da böyle bir etki yarattı.
Gündem karıştı, PKK kendi gerçekliğini ve halkın
somut desteğini sürece dayattı; Ahmet Türk’ün
de dediği gibi “yanlış hesap Silopi’den döndü.”
Kürt ulusu ise büyük bir coşkuyla alanlarda özgürlük
isteğini ortaya koydu, özellikle gerillalara yönelttiği
sevgisiyle aslında özgürlüğün gerçek güvencesinin
nerede olduğunun da altını kalınca çizdi.
“Kürt Açılımı”nın geleceği, kaderi, hangi faktörlerle
nereye varabileceği konusundaki düşüncelerimiz
belli. Ortadoğu bölgesindeki bir direniş gücünün
bir biçimde tasfiyesine varacak her gelişme Türkiye
devrimci hareketine ve bölgenin genel direniş
güçlerine ciddi bir darbe olacaktır. Şu aşamada
sınır çizgilerini oldukça kalın hatlarla çizen
Kürt ulusal hareketinin bu çizgilerde ne kadar
direneceğini hep birlikte göreceğiz. Ancak bütün
tartışmalar bir yana, bu olayın Kürt ulusunun
mücadele tarihi bakımından bir dönüm noktası olduğu
ve artık son derece riskli, son derece zor bir
yola girildiği kesindir. Bu, artık gerçekten zor
ve riskli bir yoldur. ABD ve bütün emperyalistler
tarafından desteklenen, güvenceler verilerek arkasında
durulan AKP iktidarı açısından zor ve risklidir.
Hiç durmadan “her şey kontrol altında”, “her şey
bizim planladığımız gibi gidiyor” açıklamalarıyla
kendini rahatlatan ve durumu kurtarmaya çalışan
AKP plancıları ile Kürt ulusal hareketinin istekleri
ve adımları arasındaki gerilim iktidar için ciddi
bir siyasi tehlike halindedir. Bu gerilimi düşürmek
için herkesin sarıldığı “ıslak imza” tartışmaları
ve başka tartışmalar durumu yumuşatmaya yetmiyor.
Futbolda top çevirerek yapılan “oyunu soğutma”
numaraları ya da düşkünleşerek Güney’deki yönetimin
inayetiyle hayatını sürdüren birtakım posaların
“yurda getirilmesi” gibi dalavereler de devlet
açısından bir inisiyatif kazanımı anlamına gelmiyor.
Bırakın parti kurup “DTP’yi bitirmeyi” kendileri
sokakta gezemeyecek olan bu tür adamlar ya da
“akbaba” sınıfından diğer Kürt siyasetçileri kimsenin
derdine derman olacak değildir. Sonuçta yol, oldukça
dikenlidir. Bu tür “büyük işler”e taşeronluk eden
hükümetlerin yıpranma riskinin büyük olduğunu
kuşkusuz AKP de, onu destekleyen güçler de bilmektedirler.
Öte yandan, böylece bir atak yapan Kürt ulusal
hareketi de, bir anlamda geri dönülmesi zor bir
yola girmiştir. DTP-PKK ayrımını açıkça silen
ve doğrudan PKK iradesini sürece dayatan bu inisiyatif
artık ya sonuca ya da kıyıma gidecek kadar çetin
bir dönemeç noktasındadır. Artık herkes bilmektedir
ki bu çapta bir adımın sonunda ortaya topyekun
bir saldırının çıkması da pekala mümkündür. Süreci
kendi kontrolünde tutmak isteyen devlet ile kendi
meşruiyetini dayatan Kürt hareketi arasındaki
gerilim sonucu belirleyecektir.
Yine de, ne olursa olsun, üç gün boyunca Habur-Diyarbakır
hattında Türkiye Cumhuriyeti devletinin bütün
ezberleri yerinden oynamış, Kürt ulusunun “varlığı-yokluğu”
üzerine bütün gevezelikler ve safsatalar, PKK’nin
“bir avuç eşkıya” olduğu yolundaki bütün psikolojik
savaş propagandaları, PKK dışında, onu yok sayarak
yaratılacak uydurma bir “çözüm” yolunun mümkün
olamayacağı anlaşılmıştır.
Önümüzdeki günler, büyük bir gerilime ve çok sert
çatışma olasılıklarına açıktır. Seksen yıldır
“inkar” yalanıyla kandırılan, son yirmi beş yıldır
da “bitti bitiyor” yalanıyla oyalanan ve hiç durmadan
şovenizmle kışkırtılarak “topyekun” savaşa davet
edilen kitleler şimdi bu denli sert bir gerçekliğin
karşısında büyük bir kırılma yaşıyorlar. Onca
yıldır yürütülen psikolojik savaşın kof arka planı
şimdi sokaklarda ve kahvelerde geri tepiyor, hayal
kırıklığı ve güvensizlik biçiminde geri dönüyor.
Böylece işler iyice karışıyor. Karışıyor; çünkü
beri yanda da Ortadoğu’daki yeni pozisyonuna Türkiye’yi
ortak etmek isteyen, bunun için Tayyip’i bölgenin
her köşesine koşturan, arada bir de rapor vermesi
için Beyaz Saray’a davet eden ABD var. Karışıyor;
çünkü işin bir tarafında da krizin yükü altında
ezildikçe gerilen ve gerildikçe her türlü politik
skandalı hedef tahtasına çakmaya hazır hale gelen
sokaktaki emekçiler var. Üstelik, medya kalemşorlarının
Tayyip için sık söylediği “becerirse kurtulur,
beceremezse batar” denklemi de tam gerçeği ifade
etmiyor; çünkü bu coğrafyada bugün hükümetin soyunduğu
işler toplamı, her halükarda altından kalkılamaz
işlerdir.
Dolayısıyla, bu süreç, epey bir süredir “istikrar”lı
görünen siyasi tabloyu çatırdatmaya ve yeni politik
aktörleri sahneye davet etmeye de adaydır. İşin
trajik yanı ise, şu anda ortalıkta bu çapta bir
siyasi aktörün mevcut olmamasıdır. Kenarda “ısınan”
birkaç politik figürün henüz böyle bir yeterliliği
yoktur. Elbette emperyalizm hiçbir zaman tek ata
oynamaz ve elini her zaman değişik alternatiflere
açık tutar ve hatta bu alternatifleri bulup organize
eder. Ama bu bile belli bir kapasite gerektirir;
oysa mevcut politik kadrolarda ve hırsı aklından
büyük olan “yeni” heves partilerinde böyle bir
kapasite görünmemektedir. Böyle bir çorak iklimde
mevcut politik kadronun, AKP’nin çöküşü ise büyük
olasılıkla kaos anlamına gelecektir.
Bütün bu karışıklık, Türkiye devrimci hareketine
büyük görevler ve ağır sorumluluklar yüklüyor.
Bir yanda, bu sürecin yaratacağı gerilim ve şovenist
yükseliş karşımızdadır. Özellikle iplerin koptuğu
ve denklemlerin bozulduğu bir durumda yeniden
alevlenecek olan savaş, bu kez eskisinden daha
şiddetli bir düzey gösterecek ve yeniden 92 sürecinin
kirli “topyekun savaş” günlerine dek sürüklenebilecektir.
Bunun tersinin olması durumunda ise, ki bu Ortadoğu’daki
bir direniş noktasının tasfiyesi demektir, eli
rahatlamış ve bölgeye jandarma kesilmiş bir Türkiye
ile karşılaşacağız demektir; bu ise yeni bir saldırı
dalgasının habercisidir.
Her durumda Türkiye devrimci hareketinin ve devrimci
sosyalizmin yükü ağırdır.
Bir yandan saldırıları karşılamak, diğer yandan
asli görevlere yönelmek, emekçi halk hareketini
yaratacak adımları atmak, omuzlarımızdadır.
Özel olarak devrimci sosyalizmin görev ve sorumlulukları
daha da ağırdır. Birçok kez söyledik, yine söylüyoruz;
devrimci sosyalizmin varlık nedeni ve dolayısıyla
görev tanımı mevcut tabloda bir yer işgal etmekten
ibaret değildir. Türkiye devriminin yönünü değiştirmek,
bütün sınır çizgilerini zorlamak ve yeniden yaratmak,
bunun için kendi birikim ve atılım zeminlerini
oluşturmak, devrimci stratejiyi hayata uygulayabilir
ve devam ettirebilir hale gelmek, önümüze koyduğumuz
çetrefil görevler bütünlüğüdür. Türkiye toprağı
çok zaman ve çok kan kaybetmiş olan bir topraktır.
Artık oyalanmaya, dönüp dönüp aynı noktalara geri
gelmeye, büyük oyunların coğrafyasında dar alanlarda
kendi arasında oyalanıp durmaya tahammülü yoktur.
Geniş bir ufuk ve yalın bir güncel çizgi…
Ne ufkumuzdan vazgeçebiliriz, ne de bugünkü işlerimizden.
Ama artık şu kesin; ufuk çizgimiz tartışmasız
biçimde öncelikli kaygımızdır. Varımızı yoğumuzu,
bütün devrimci enerjimizi koyduğumuz yönelim budur.
Deneme yanılmalar, yapbozlar bize uzaktır. Seçtiğimiz
yol, kendi gereksinmelerini ve önceliklerini bize
dayatıyor ve biz o gereksinme ve öncelikleri şu
ya da bu güncellik uğruna ikincil duruma düşürmeyeceğiz.
Bunun güncellik bakımından bedelleri olsa da katlanacağız.
Çünkü yaşadığımız toprakların hovardaca kullanabileceği
çok sayıda şansı yok.
HOŞGELDİN
GÜLER
DİĞERLERİNİ DE İSTİYORUZ; ÇOK GEÇ
OLMADAN...
|
Katliam ve cinayet mekanizması nihayet, ıkına
sıkına ve çok çok geç olduktan sonra Güler’i
bize verdi. Üstelik aylardır göz göre göre
ölüme sürükledikleri bir insanı bırakırken
bile bunu bir alicenaplık gibi sunmaktan vazgeçmediler.
Bunu yaparken bile Adli Tıp Kurumu başta olmak
üzere bütün “saygın” kurumların nasıl bir
yeminli devrimci düşmanlığı içinde olduğunu
gösterdiler. Türkiyeli devrimcilerin hiçbiri
Adli Tıp Kurumu başkanının o gece söylediklerini
unutmayacak. “Biz sadece hastayı değil, toplumun
değişik kesimlerinin duygularını da dikkate
alırız” vecizesi çoktan insanlık suçları tarihine
yazıldı.
Hatırlanacaktır, “asmayalım da besleyelim
mi” sözü, 12 Eylül döneminin en parlak ve
en veciz ifadelerinden biriydi.
Şimdi, 12 Eylül’ün bilmemkaçıncı yılında Güler
Zere’yi, Erol Zavar’ı ve diğer hasta tutsakları
düşününce bir kez daha aslında tablonun ve
mantığın değişmediğini fark ediyoruz. Gerçekten
de, bir insan kanser gibi ağır bir hastalığa
yakalanmışsa ve ısrarla hala tecrit koşullarında
tutuluyorsa, bunun “ölüm cezası”nın bir başka
biçimi olduğunu söylemek hiç de durumu abartmak
olmaz.
İHD raporuna göre 2008 yılında 306 mahpus
hasta ve sadece bu yılın başından beri hapishanelerde
7’si siyasi 2 adli olmak üzere toplam 9 kişi
yaşamını yitirdi. Şu anda da acilen tahliye
bekleyen 10’un üzerinde kanser hastası tutuklu
ve hükümlü var. Erol Zavar, Avni Uçar, Aynur
Epli, Gazi Dağ, Gülezar Akın, İnayet Mete,
İsmet Ayaz, İzzet Turan, Memduh Kılıç, Nesimi
Kalkan ve Yusuf Kaplan adlı tutuklu ve hükümlüler
bunlardan durumları en ciddi olanları....
Güler Zere şimdi yoldaşlarının ve ailesinin
yanında, emin ellerde. Yüreğimiz onunla çarpıyor,
geriye, yanıbaşımıza döneceği umudunu yitirmiyoruz.
Şimdiyse sıra diğerlerinde; kıyım makinesinin
elinden tümünü kurtarmak devrimcilerin ve
duyarlı herkesin görevidir.
Hoşgeldin Güler... Bütün yüreğimizle kucaklıyoruz
seni... |
Mehmet
Uytun, Ceylan Önkol, Resul İlçin...
"Kürt Açılımı" Cinayetlerle
Sürüyor...
|
AKP iktidarı bir yandan “tarihi fırsat” edebiyatı
altında meclis kürsüsünden Kürt şairlerinden
söz eder ve “kardeşlik” çığlıkları atarken
bir yandan da Kürt çocuklarının kanını akıtmaya
devam ediyor.
Mehmet Uytun…
18 aylıktı...
Şırnak’ın Cizre İlçesi’nde, 9 Ekim’de yapılan
gösterilerde polisin saldırısı onu balkonda
annesinin kucağında süt emerken yakaladı.
Polisin attığı gaz bombasının çarpması sonucu
ağır yaralandı, ardından da tedavi gördüğü
hastanede yaşamını yitirdi… Gaz atışları
başlayınca anne balkondan içeri girmek isterken
bir gaz bombası kucaktaki bebeğin kafasına
isabet etti ve sekerek evin içindeki ekmek
poşetine girdi. İçeride bulunan aile fertleri
gazın daha fazla yayılmasını önlemek için
gaz bombasını içine girdiği poşetle birlikte
dışarı fırlattı. Polisin iddiası, Uytun’a
taş çarptığı yolundaydı; “Sahibinin Sesi”
Anadolu Ajansı ise haberi verirken 18 aylık
bebeği gösterici olarak sunmakta sakınca
görmedi… Otopsisine ailenin avukatı giremedi
bile; savcılık bunu çok ama çok sakıncalı
görmüştü…
Ceylan Önkol…
12 yaşındaydı…
28 Eylül 2009 günü evinden hayvan otlatmak
için evinden çıktı ve geriye dönemedi. Diyarbakır’ın
Lice ilçesine bağlı Şenlik Köyü bölgesinde,
bir mermi gelip onu buldu ve henüz yeni
başlamış olan hayatı sona erdi. Asker onun
otopsisine savcıyı bile sokmadı, karakolda
otopsi yeterli görüldü. Her zamanki gibi
dosyayı kapatmak için bütün çabalar gösterildi.
Kocaman kocaman generaller basın toplantılarında
derin açıklamalar yaptılar. Taburdan açılan
havan ateşiyle ölmediğini kanıtlamak için
bin dereden su getirildi. Ama sonuçta Ceylan
ölmüştü işte… Onun cansız bedeni bir devlet
dersi olarak önümüzde duruyor hala…
Resul İlçin…
52 yaşındaydı; sekiz çocuk babası…
İçlin, barış gruplarını karşılamak için
Şırnak’a gitmişti. Daha sonra İdil (Hezex)
İlçesi’nin Sırtköy (Deşta Darê) Beldesi’nden
Batman’a doğru giderken, özel hareket polislerince
durdurulup ‘şüpheli’ olarak İlçe Emniyet
Müdürlüğü’ne götürüldü. DTP’li Resul İlçin,
15 dakika sonra emniyetten kafası parçalanmış
olarak çıktı. Polise göre durum basitti:
İlçin yere düşüp kafasını kırmıştı… Olayın
tanığı DTP’li belediye meclis üyesi Mehmet
İlgin, ‘şüpheli’ olarak alıkoyulduklarını,
emniyet önünde kendisinin aracı aranırken
İlçin’in içeri götürüldüğünü söyledi. Mehmet
İlgin olayı şöyle anlattı: “Resul İlçin’i
ilçe emniyet binasına soktular. Ben ise
dışarıda, arabamda ayrıntılı olarak arama
yapan polislerin yanındaydım. 10-15 dakika
geçmedi, içerdeki polisler yanıma geldi
ve ‘amcan düştü’ dediler. İçeri girdiğimde
amcam kanlar içindeydi. İdil Devlet Hastanesi’ne,
oradan da Cizre Devlet Hastanesi’ne kaldırdık.
Zaten hastaneye yetişmeden yaşamını yitirmişti.”
“Kürt Açılımı” sürüyor…
Irkçı kalemler, Diyarbakır’da kimsenin burnunu
bile kanatmadan evlatlarını bağrına basan
yüz binlerce Kürde küfrederken çocuk cesetlerini
görmüyor bile. Yirmi beş yıldır boşaltılan
köyleri, yakılan ormanları, katledilen binlerce
insanı görmeyenler şimdi de Ceylan’ı, Resul’u,
18 aylık Mehmet’i görmüyorlar. Kürt ulusunun
gerilla evlatlarını sahiplenmesini “şov”
olarak suçlayanlar, bu büyük coşkunun ve
heyecanın arkasında nasıl büyük acıların
olduğunu anlamıyorlar; daha doğrusu anlamazlıktan
geliyorlar. Kürt ulusu bu büyük acılarla
buraya geldi ve bu acılarla yürüyor.
Kimse kimseye lütuf yapmıyor, Kürt kendi
çocuklarının kanıyla kendi yolunu açıyor.
|
|