Devrimci sosyalizm, yeni bir politik döneme adım
atıyor... Devrimci yenilenme sürecimiz yeni bir
aşamaya girerken bir dizi alanda olduğu gibi genel
olarak politik çalışma tarzında da yeni ve daha
ileri bir düzey ihtiyacı kendini dayatıyor. Bu,
basit bir değişiklik ihtiyacı, yeni bir isimlendirmeye
duyulan teknik bir gereksinme değildir. Burada
söz konusu olan şey, bir kabuk değişimi ve yenilenme
çabasıdır.
Devrimci mücadelenin çeşitli dönemeçlerinde bir
politik yapının dönüp kendi süreçlerini eleştirel
bir biçimde gözden geçirmesi ve bunun sonucu olarak
devrimci çalışmanın bütün alanlarını ve cephelerini
yeniden değerlendirmesi pek sık rastlanan bir
durum değildir; partilerin yaşamında bu tür dönüm
noktaları kritiktir ve önemlidir. Bu tür dönemeçlerde
yön değişiklikleri ortaya çıkar ve az ya da çok
bir hızla çalışmanın bütün cepheleri bu yön değişikliği
ile uyumlu hale gelir, getirilir.
Devrimci sosyalizm, kendi kendisine yönelmekten,
kendi kendisini eleştiri süzgecinden geçirmekten
çekinmeyen, bu konuda cesur davranabilen bir politik
akımdır. Geleneği böyledir, tarzı böyledir, deyim
yerindeyse genetik yapısı böyledir. Bu, aynı zamanda
yenilenme öğesine süreklilik kazandıran, bir biçimden
diğerine geçişleri yapabilen bir yeteneklilik
durumudur. Dünyanın, Ortadoğu’nun ve yaşadığımız
toprakların bugünkü muazzam devrimci ortamında,
kendisine, daha doğrusu kendi temsil ettiği mücadele
çizgisine duyulan büyük ihtiyacın farkında olan,
bu ihtiyacı karşılayamamanın acısını ta iliklerinde
hisseden devrimci sosyalizm, kendi yapılanmasını
ve aslında bir bütün olarak çalışma ve örgütlenme
mantığını bu ihtiyaca yanıt verecek biçimde organize
etmeyi önüne birincil hedef olarak koymuştur.
Esasen devrimci sosyalizmin siyasal varlık nedeni,
yaklaşık otuz beş yıllık serüveninin asli çıkış
noktası tam da bu müdahale ihtiyacıdır. Devrimci
sosyalizm, Türkiye’nin sol arenasındaki renklerden
biri olmayı, bilinen mozayiğin bir parçası olarak
durumu idare etmeyi hiçbir zaman kendisi için
yeterli bulmamış, zaman zaman çeşitli nedenlerle
kendisine düşeni gerçekleştiremediği dönemlerde
de bunun sıkıntısını derinden hissetmiştir. Her
devrimci sosyalistin gerçek motivasyonu budur;
her devrimci sosyalist mensubu bulunduğu politik
akımın şu ya da bu nedenle böyle bir noktada olmamasını
normal ve kabul edilebilir bir durum olarak içine
sindirmemiştir, sindirmemesi de son derece sağlıklı
bir davranıştır.
Bu anlamda bugün yaşanan şey, aslında bir durum
değişikliğinden çok, devrimci sosyalizmin üstüne
düşen ağır ve zor görevi gerçekleştirebilir bir
düzey yakalama çabasıdır. Bu çok cepheli ve çok
kapsamlı düzey yükseltme çabasının bir parçası
olarak Emek ve Özgürlük Cephesi de, bir ismin
bir yerden silinip diğerinin yazılması gibi basit
bir işleme değil, yönümüzü sözü edilen ihtiyaç
ve göreve döndüğümüz, bu ihtiyaç ve göreve uyumlu
bir süreç yaratmayı önümüze koyduğumuz bir yaklaşımın
ürünüdür. Tarihin bizim için yaptığı görev tanımı
bellidir; varlık nedenimiz odur; bundan daha alt
düzeyden bir beklentiyi başkaları karşılayabilir
ve zaten karşılamaktadır. Bu görev tanımı ise
kendisine uygun çalışma ve örgütlenme tarzlarını
zorunlu kılar.
Emek ve Özgürlük Cephesi, bu anlamda esas olarak
bu göreve uygun bir çalışma mantığının kurulması
çabasıdır. Esasen tarihsel arka planımıza baktığımızda
bizi karakterize eden stratejik anlayış ve mücadele
biçimleri kombinasyonuna uygun militan/kitlesel
çalışma ve örgütlenme deneyimleri bağlamında belki
çok zengin birikimlere sahip değiliz, ama bu miras
önemsiz de değildir. Çok kısa ömürlü 1971 parti
süreci bile temel mücadele biçimi ile diğer kitlesel
biçimler arasındaki ilişki konusunda deneyimler
sunmaktadır. Bugün 1971 PC pratiğine “kitlelerden
kopukluk” eleştirisi yapanların bir çoğu, o partinin
iddianamesine bile yansıyan ilişkiler zenginliğine
sahip değildir ve bu bakımdan böylesi eleştiriler
zaman zaman trajikomik olmaktadır. Daha sonraki
süreçlerdeki kitlesel ilişki ve örgütlenme deneyimleri
de ne kadar sistematize edilmemiş olurlarsa olsunlar
belleğimizin parçalarıdır. Bütün bunların ötesinde
devrimci yenilenme sürecimizde yaşadığımız ve
bugün eleştirel süzgeçlerden geçirdiğimiz deneyim
ise başlı başına bir birikim ve zenginliktir.
Bu süreç, bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden
geçtiğinde, o filmin kareleri içinde yapılması-yapılmaması
gerekenler üzerine artık daha soğukkanlı değerlendirmeler
yapabiliyoruz.
Göreve uygun örgütlenme… Meselenin özü budur…
Görev, bellidir. Türkiye devrimci hareketinin
makus talihini kırmak, bugünkü durumu tersine
çevirecek devrimci müdahaleyi gerçekleştirme cüretini
göstermek. Bu, gerçekleştirilmesinin her aşamasında
karmaşık yollar izlenecek olsa da ufku ve amacı
bakımından son derece yalın bir iştir. Gerçekleştirilmesinin
her aşaması yüzlerce değişik tartışmayı hazmedebilse
de, ufku bakımından herhangi bir tartışmaya ihtiyaç
bile bulunmamaktadır. Yol bellidir, hiçbir biçimde
ABC’ye geri dönecek değiliz. Artık her şey, bu
yalın ve somut göreve uygun, onu gerçekleştirmeye
hizmet edecek biçimde düşünülecek ve uygulanacaktır.
Bu süreçte hiçbir örgütsel form, bu hedefin ve
görevin ihtiyacından başka gerekçelere yaslanamaz
ve bu anlamda sonsuza dek kalıcılıklar da taşımaz.
Önümüzdeki somut süreç ve ufkumuzdaki kutup yıldızı,
neye ihtiyaç duyuyorsa onu yapmak, ona uygun biçimde
örgütlenmek temel ilkemizdir.
Politik mücadele çok yönlü ve çok cepheli bir
süreçtir. Bu çok yönlü ve çok cepheli alanlar
ve çalışma biçimleri arasında bir eşitlik ilişkisi
yoktur. Strateji kavramının varlık nedeni de biraz
budur zaten; strateji, sizin temel yol çizginizi
belirler ve bütün olanaklarınızı, çalışma ve örgütlenme
biçimlerinizi, vb. vb. nasıl düzenlediğinizi açıklar.
Emek ve Özgürlük Cephesi, bu anlamda öncelikle
bu yönelimin ifadesidir. Çalışma mantığı ve konumlanışıyla
son süreçteki deneyimimizden kesin biçimde ayrıdır.
Daha doğrusu son süreçte bu alanda yaşadığımız
deneyimimizin yetersizliklerinin anti-tezi ve
bu deneyimin yeni bir düzeyden temel göreve tümüyle
uygun olarak inşasıdır. Dolayısıyla onunla ilgili
hiçbir şey, eskinin alışkanlıklarıyla ele alınamaz,
eskiden her ne yapılıyorsa onların yeri bir isimlendirmeyle
devam ettirilmesi olarak anlaşılamaz.
Her şeyden önce yerel çerçeveyi aşan bir durumdan
söz ediyoruz burada. Yerel çerçeve, kendi seyrinde,
kendi görev tanımlarıyla ama bu kez yine yukarıda
ifade ettiğimiz ufuk ve görev tanımına kesin biçimde
uygun olarak varlığını sürdürür ve sürdürecektir.
Devrimci sosyalizm, gözünü yükseğe dikmiştir ve
her alan, her yerel, çalışma, hatta her ilişki
artık bu çerçevede değerlendirilmek zorundadır.
Nerede, hangi format altında çalışırsa çalışsın
her devrimci sosyalist, hayata, insanlara, ilişkilere,
bu mantıkla bakmak zorundadır. Sert günlere hazırlananlar,
bir kibrit çöpüne bile bu hazırlık çerçevesinde
bakmak, bir yandan yapay çoğalmaların göz kamaştırıcı
yaldızına aldanmadan düşünmek ama diğer yandan
her emekçinin yaşamına dahil olmak için olağanüstü
çabayı göstermek zorundadır. Artık her devrimci
kadro, her duruma iki ayrı gözle bakmak, her durumda
hem temel olanı hem de bu temel olana kan ve güç
verecek olanı gözetmek zorundadır. Artık gecekondu
direnişi, mahalle çalışması, panel, film gösterimi,
vb. vb… basitten karmaşığa her ne yapıyorsak tümünde
varlığı büyütmek ile varlık içindeki cevheri yakalamak
iç içedir; klasik “en geniş kitle içinde en dar
kadro çalışması” tanımı tam da bu durumun ve görevin
ifadesidir.
Emek ve Özgürlük Cephesi ise bütün bunlara ruhunu
veren, bütün bunları koordine eden politik bir
platform olarak anlamlıdır. O, ismen var olmadığı
yerde de vardır; bütün çalışmanın temel bünyesidir
ve her zaman her yerde kendi varlığını ifade eden
değil, genel toplamı yukarı doğru çeken bir politik
yapıdır.
Bu anlamda o, devrimci sosyalizmin politika üretim
odaklarından biri olduğu kadar yerel ve özgün
çalışmanın önünü kesmeden onu biçimlendiren, doğru
politik yönelime doğru akıtan, genel politik hedef
ve kampanyaların çerçevesini oturtan, bu genel
hedef ve yönelimlerle alandaki bütün diğer çalışma
ve örgütlenme biçimlerinin uyumunu sağlayan bir
koordinat noktasıdır. Devrimci kitle çalışması,
önceden belirlenmiş hiçbir forma mutlaka ama mutlaka
uymak zorunda değildir. En klasik kurum çalışmasından
birebir ilişkilere ve isimsiz kitlesel organizasyonlara
dek her türlü çalışma biçimi “en geniş kitle içinde
en dar kadro çalışması” perspektifiyle yürütülebilir
ve her durumda bir somut olgunun nasıl, hangi
formatta değerlendirileceği politik karar sorunudur,
yerel bakışı aşan bir değerlendirme sorunudur.
Emek ve Özgürlük cephesi bu anlamda bir politik
odak olarak kendi işlevini yürütür.
Doğal olarak bu durum, onun hiçbir somut yasallıkla
bağlı olmadığı, kendi meşruiyetini tamamen halkın
davasının haklılığından aldığı anlamına gelir.
Bu meşruiyet dışında hiçbir düzen kuralı, düzen
güçleri tarafından dayatılmış hiçbir politika
yapma biçimi onu bağlamaz. En kural-içi, düzen-içi
işlerde yer alabildiği gibi bu kuralları en çok
zorlayan yerlerde de durabilir ve her ikisinin
de meşruiyetini yüksek sesle savunur; emekçilerin,
yoksulların, kadınların, gençlerin öfke ve tepkileri
her neyse, Emek ve Özgürlük Cephesi onu meşru
ve yasal sayar. Düşman karşısında bu meşruluk
duygusundan geri adım atmaz, kendisinin kriminal
bir noktaya itilmesine izin vermez.
Bu, militan bir devrimci kitle hareketi inşa etmenin
olmazsa olmazıdır. Halkın, emekçilerin istemlerini
ve duygularını tek meşruiyet noktası olarak belirlemek,
solda sık sık çok yanlış biçimlerde tanımlanan
“militanlık” kavramının özüdür. Çoğu kez sadece
“şiddet” unsuruna bağlanarak yanlış tanımlanan
bu kavram, aslında daha açık bir deyişle söylersek,
bir devrimci gücün herhangi bir somut durumda
her ne amaçlamış ve neyi planlamışsa onu tam olarak
gerçekleştirme iradesini ifade eder. Bu, en basit
ve en yasal bir panelin tam saatinde ve her ne
olursa olsun başlatılıp bitirilmesi anlamına geldiği
gibi, örneğin bir alana belli bir yoldan ve belli
bir biçimde yürüme iradesinin şaşmaz biçimde uygulanması
ve bu yapılanın tam olarak meşru sayılması anlamına
da gelir; ama öte yandan çok kişisel planda görülse
de sizin bir yere -yoldaki güçlükler ne olursa
olsun- tam saatinde gelmeniz de aynı tanımın kapsamı
içindedir. Militan kitle hareketi büyük laftır!
Çok kullanılır, çok da eskitilmiştir bu kavram;
çünkü çoğu zaman görüntüye kurban gitmiştir. Çoğu
zaman, örneğin bir kitle hareketindeki tahribat
faslı böyle bir ölçüt olur ama yine çoğu zaman
o işi yapan insanların olayın ertesi günü nasıl
yaşadıkları, genel kitle dışında nasıl davrandıkları,
birebir düşmanla karşılaşmada ne kadar direngen
oldukları, durdukları meşru zemini ne kadar savundukları,
vb. atlanmıştır. Oysa militan kitle hareketi,
politik olarak bu bütünlüğün tümünü yönlendiren
ve militanlaştıran bir süreç boyunca yaratılabilir.
Emek ve Özgürlük Cephesi, bu gerçeğin farkında
olarak yürüyen ve adım adım mesafe alan bir hareket
olacaktır.
Parti çalışmasının bir kolu olarak Emek ve Özgürlük
Cephesi, bu açıdan Marks’ın Manifestoda yaptığı
benzetme anlamında bir “hayalet”in sokaklarda,
caddelerde, alanlarda yeniden yaratılması görevini
üstlenmiştir. Sınıfsal, ulusal, cinsiyete dayalı,
vb. çelişkilerin yoğunlaştığı her yer ve her konu
onun faaliyet ve varlık alanıdır. Emekçilerin
evleri başlarına yıkılıyorsa, fabrikalardan, atölyelerden,
tersanelerden cenazeler çıkıyorsa, insanlar hastane
kapılarında sürünüyorlarsa, vb. vb… orada Emek
ve Özgürlük Cephesi, kendi adıyla olsun olmasın
var olmak zorundadır.
Genel slogan değil; bu genel slogandan ve ufuktan
bir an olsun kopmayan somut siyaset!
Kimin canı acıyorsa, onun yanında, giderek de
önünde olacağız. Somut çalışma budur.
Burada sözünü ettiğimiz şey, somut kurumların
varlığına yokluğuna ve kurumsallıktan kaynaklanan
sınırlarına bağlı olmayan, sokaklarda, evlerde,
atölyelerde ve alanlarda ve nihayet emekçilerin
zihinlerinde ve yüreklerinde canlı bir organizma
olarak yaşayan, “kapatılması” ve yok edilmesi
mümkün olmayan, bir tek devrimci sosyalistin bulunduğu
her yerde yeniden ve yeniden küllerinden doğan,
giderek isminin son sözcüğündeki “cephe” kavramının
içeriğini doldurarak kitlelere mal olan bir güçtür.
Devrimci sosyalizmin ufku budur.
Militan, meşru ve somut mücadele…
Bu ufukla bugünkü gerçekliğimiz arasında bir mesafe
bulunduğunu biliyoruz. Ve yine biliyoruz ki, bu
mesafenin kapatılması zorlu bir süreç olacaktır,
çoğu kez kendi eski alışkanlıklarımızla ve davranış
kalıplarımızla da savaştığımız bir dönemeçten
geçeceğiz. Ama bunu yapacağız; yapmaya mecbur
ve mahkumuz.
Çünkü tarih ve görev bizi çağırıyor.
Davete icabet etmemek, hem tarihe, hem de kendimize
saygısızlık olur.
|