Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

61-1. Sayı - Kasım 2009

AIDS, Deli Dana, Kırım-Kongo Kanamalı Hastalığı, Kuş Gribi derken şimdi artık Domuz Gribi zamanlarındayız. Dünya Sağlık Örgütü bütün dünyayı salgın alanı ilan edeli aylar oldu ve hastalık büyük bir hızla yayılıyor. Hastalığın normal gripal rahatsızlıklardan ne kadar daha tehlikeli olduğu tartışmalı, üretilen aşıların sağlıklılık düzeyi konusunda ise tartışmaların önü bir türlü kesilemiyor. Tartışmalar bitmiyor; çünkü bütün emekçilerin, bu ülkede ve dünyanın birçok ülkesinde yaşayan sıradan insanların kapitalizm ve kapitalist devletlerin sahtekarlıkları üzerine engin deneyimleri var! Dünyada ve Türkiye’de milyonlarca insan devlet yöneticilerine ve özel olarak da sağlık sistemlerini yönetenlere zırnık kadar güven duymuyor. Kahve sohbetlerinde, sıradan emekçilerin bir araya geldikleri her yerde komplo teorilerinin bini bir para! Genel inanış, “bazı güçlerin” (bu bazı güçlerin başında ABD geliyor) önce laboratuarlarda hastalıkları yarattıkları, sonra da ilaç üreterek servet kazandıkları yönünde. İlk bakışta bu tür teoriler fazla abartılı gibi görünüyor ama aslında resme daha uzaktan ve daha yukardan bakınca bu abartının ciddi bir zemini ve gerekçeleri olduğu görülüyor.
2000’lerdeyiz... Milenyum kutlamaları sona ereli daha on yıl bile olmadı; ama emperyalizmin yeni tarihsel sürecinin tipik olguları kendisini tartışmasız bir kesinlikle ortaya koyuyor. Sistemin hala içinde debelendiği ekonomik kriz, tam da böyle bir yeni dönem olgusuydu örneğin. Kapitalist krizin kendisi değil ama bugünkü türü ve işleyişi tam böyleydi.
Ama her şey sadece ekonomik alanda olup bitmiyor. Yeni tarihsel süreç bütünlüklü bir olgu. Hatırlanacağı gibi Sosyalist Barikat’taki birçok yazımızda bu yeni dönemin temel öğelerini tanımlarken ekonomi alanda neoliberal vahşeti, politikada saldırgan ve bir sağ yönelimi ve ideolojik-kültürel alanda azgın bir postmodern gericiliği özellikle vurgulamıştık. Aslında bütün bunların toplamı, bir benzetme yapılırsa eğer insanlık tarihinin karanlık bir çağa geri dönüşünü simgeliyordu. Başka bir deyişle bu, uygarlık tarihinde bir geri kayma olarak tanımlanabilirdi. Elbette Karanlık Çağ ya da Ortaçağ benzetmesi bir politik tasvir olarak anlamlıdır. Elbette tarihte hiçbir süreç fiziki olarak “geri” dönmez ve bu anlamda tarihsel dönemler yeniden yaşanmaz. Bugün yaşadığımız şey, birebir değil ama temel nitelikler anlamında bir benzerliktir. Burada “insanlığın gelişmesi-gerilemesi” ya da “karanlık-aydınlık” gibi kavramlara, daha genel olarak da “uygarlık” kavramına nasıl bir anlam biçtiğimiz belirleyicidir. Örneğin bugün teknolojinin en gelişkin düzeyini yaşadığımız doğrudur ama açlıkla muazzam servet birikimleri arasındaki uçurum da tarihte görülmemiş boyutlardadır. Örneğin üretim teknikleri ve buluşlar bakımından çok gelişkin bir noktada olunduğu tartışmasız iken bu durum aynı zamanda bütünlüklü bir olgu olarak bilimin çöküşü ve değersizleştirilmesi anlamına gelmektedir. Örneğin iletişim alanındaki muazzam gelişme ile insanın çırılçıplak yalnızlığı ve korkunç şizofrenisi aynı anda yaşanmaktadır. Örneğin insan aklının gelişme potansiyellerinin önünün son derece açık olduğu bir dönem, aynı zamanda büyük bir gericilik/hurafe dalgasıyla karakterize olmaktadır, vb. vb... Bütün bu olgulara neoliberal bir kalemşorun penceresinden baktığınızda muazzam bir “gelişme”den söz edersiniz; başka bir pencereden baktığınızda ise insani bir çöküş ve yıkım tablosu görürsünüz.
Neon ışıkları ile yapay olarak ve aşırı biçimde “aydınlatılmış” bir Karanlık Çağ!
Durum tam da böyledir bugün. Bu, artık 1789’un “aydınlığı” değil; vitrinlerin kör edici ışıltısıdır. Ve tam da bu nedenle klasik “gericilik-ilericilik” kriterleri tümüyle çökmüş, “gericiliği” sadece dini akımlara özgü bir şey olarak tanımlayan bu ölçütler bir hokkabazlık haline dönüşmüştür. Örneğin dünya ilaç sektörünü denetleyen herhangi bir tekelcinin ya da onun borazanlığını yapan bir kalemşorun salt giyinişleri ve cümle kurma biçimleriyle Afgan dağlarında yaşayan bir Taliban sempatizanından daha “ilerici” olduklarını söylemek düpedüz ahmaklık ya da sahtekarlıktır, vb… Durum böyledir, çünkü “uygarlık” sorununda sınır çizgilerinin geçtiği yerler değişmiştir; dahası yanlış sınır çizgileri bugün emekçilerin aldatılmasının aracı haline dönüştürülmüştür.

Kârlı Salgınlar Dönemi…
Ve şimdi postmodern Ortaçağ’ın salgınlar dönemi başlıyor. Bu kez durum farklı ama! Eski çağlarda büyük kentlerin nüfusunu birkaç ayda yutan, ülkeleri harabeye döndüren eski türden Veba salgınlarıyla karşı karşıya değiliz. Şimdi karşı karşıya olduğumuz şey, kâr hırsıyla dünyayı felakete sürükleyen kapitalizmin yarattığı yeni bir salgın hastalıklar dalgasıdır. Dünya ekonomisini nereden kırılacağı bilinemeyen bir gerilimler zincirine dönüştüren kapitalizm, doğa-insan ilişkisinde yarattığı korkunç tahribat sonucunda aynı şeyi insan ve diğer canlıların sağlığı alanında da yarattı. Bu alanda da bir yandan dünyanın hangi köşesinde hangi nedenle patlayacağı bilinmeyen yeni türden hastalıkların önü açılırken, klasik hastalıklara yol açan virüs ve mikrop türlerini mutasyona uğratan değişikliklerin ortamı yaratıldı.
Bu anlamda kahve sohbetlerinde üretilen “önce hastalık yayıyorlar, sonra ilaç satıp para kazanıyorlar” biçimindeki komplo teorisi genel anlamda çok yanlış değildir. Yalnızca laboratuar ortamından yayılan virüs türlerinden, kimyasal kazalardan, nükleer faciaların yarattığı durumlardan söz etmiyoruz; bütün bunların ötesindeki daha büyük felaket, kâr hırsıyla biçimlenen kapitalist işleyişin dünyanın genel dengesini artık kalıcı düzeyde bozması, sulardan toprağa, atmosfere ve gıdalara, vb. dek bütün alanlarda bir deformasyona yol açmasıdır. Günümüzdeki tek tek salgınlar, vb. bu anlamda daha kolay görülebilen durumlardır ama alttan alta işleyen asıl büyük tahribatın sonuçları orta ve uzun vadede görülecektir. Son çeyrek yüzyılda muazzam bir patlama yapan kanser türlerinin gelecekte daha yeni versiyonlara sahip olacağı şimdiden kesindir. Yoksulluk, ekolojik bozulma, kirli teknolojilerin sömürülen ülkelere kaydırılması, iklimsel değişikliklerin yaratacağı beslenme dengesizlikleri ve daha bir dizi faktör, insan metabolizmasını ciddi biçimde deforme etmekte ve zayıflatmaktadır. Ekolojik dengesi bozulan ve her geçen gün daha da cehenneme çevrilen bir dünyada virüslerin, hatta çok hücreli canlıların (böcek türlerinin, vb.) mutasyonlara uğraması da mümkündür ve zaten günümüzde de olmaktadır. Hayvanların davranışlarındaki sapmalar ya da “kene” olayında olduğu gibi başka coğrafyalara yayılma eğilimleri, artık sık görülen olgulardır ve gelecekte artmaları beklenmektedir. Genetiğiyle oynanan tarım ürünlerinin uzun vadedeki sonuçları ise şimdilik kimsenin umurunda değildir.
Üstelik bütün bu olgular karşısında kapitalizm çaresizdir de. Çaresizdir; çünkü örneğin bu düzeyde metropol kentler yaratan bir sistem, buraya yığdığı nüfusu beslemek -daha doğrusu gıda sektörünün kâr oranlarını düşürmemek- için doğaya karşı hile yapmak, ürünlerin dengesini bozmak, maliyeti düşürecek genetik oynamalar yapmaya mecburdur, hatta mahkumdur! Öyle ki, aynı kent sistemini aynen devralarak aynen devam ettirmek isteyen bir “sosyalizm”(!) türü bile bu kötülüklere mahkumdur! Daha doğrusu, “insanlar çok ürüyor-kaynaklar ise sınırlı” diyen Malthus’la hesaplaşmayan, açık ve net bir biçimde, “hayır dünyanın kaynakları insanlara yeterlidir ve bunu doğayla barışık olarak da yapabiliriz” demeyen bir “sosyalizm” felakete mahkumdur.
“İnsanlar çok-kaynaklar sınırlı” diyen Papaz Malthus’un formülü basitti: Sürüler halinde çoğalan emekçileri kısırlaştırmak!
“İnsanlar çok-kaynaklar sınırlı” diyen neoliberal kapitalizmin formülü ise şöyle: “tamam, o zaman maliyeti düşürecek/karı artıracak her şey yapılabilir!”
Bu formüllerin karşısına açıkça, “hayır kaynaklar sınırlı değil; bölüşüm adaletsiz” diye çıkmak ve insanın ve doğanın bütün potansiyellerini özgürleştirmeyi, barıştırmayı amaçlayan yeni bir uygarlık düzeyini koymak ise kuşkusuz sosyalistlerin görevidir.
Sonuç olarak, son yirmi yılda tanık olduğumuz bir dizi hayvan ve insan hastalığının eninde sonunda kâr hırsından kaynaklandığını görmemek mümkün değildir. “Deli Dana” ve “Kuş Gribi” gibi hastalıklar bu kategoridedirler. “Kene”lerle ilgili sorun ise büyük olasılıkla iklim değişiklikleri ve genetik farklılaşmalara bağlıdır.
Ama sorun şu: henüz yolun başındayız. Ne felaket tellallığı, ne de bilim-kurgu ukalalığı! Açıkça görmemiz gereken gerçek şudur: Dünyamız, şu anda henüz bu çarpık çizginin bütün sonuçlarıyla karşılaşmış değildir. Şu anda karşı karşıya olduğumuz olgular yalnızca bu sürecin kısa vadede önümüze çıkan basit sonuçlarıdır. Toprakta, suda, iklimde, bitkilerin ve hayvanların genetiğinde, vb. yapılan değişikliklerin nasıl sonuçlara yol açacağını daha orta ve uzun vadede göreceğiz. Doğadan koparak savunma mekanizmaları zayıflayan insanın bütün bu dalgalara nasıl ve ne kadar direnebileceği de aynı süreçte görülecek.

Kapitalizmin Sonu
Gezegenimizin Kurtuluşudur

Artık son derece açık bir dille söylenebilir: Yeni bin yılın sosyalizmi, komünist bir dünya için savaş, yalnızca bir sınıfın sömürüden kurtarılmasını ya da koşullarının iyileştirilmesini değil, genel olarak gezegenimizin mahvolmaktan kurtarılmasını da kapsamaktadır, kapsayacaktır. İnsanlık ve gezegenimiz tamamı kapitalizmin işleyiş biçiminden kaynaklanan bütün bu felaketlere katlanmak zorunda değildir. Esasen devrimci yenilenmenin bir cephesi de bu yeni durumun ve bu yeni görevin de kavranmasıdır. Kapitalizmden devralınarak aynen kullanılacak araçlarla bu görevin yerine getirilmesi mümkün değildir. Bunu anlamak, aynı zamanda geleneksel siyaset yapma araçları üzerine de tartışmak ve daha somut/düzen dışı mücadele biçim ve araçlarının üretilmesinin kapılarını açacaktır.
Örneğin “hasta olmama hakkı”nın programatik bir mücadele talebi olarak devrimci çalışmanın gündemine girmesi bu anlamda önemlidir. Evet, “parasız sağlık hizmeti” talep etmek ve sağlığın/eğitimin ticarileştirilmesine karşı çıkmak bir mücadele cephesi olarak doğrudur ama bunun yanında aslında son derece radikal ama bir o kadar da anlaşılabilir olan talep, “hasta olmama hakkı”dır. Küresel soygun düzeninin ekolojik dengeyi mahveden ve insanı zayıflatan politikalarına karşı çıkmak, bu sömürü sisteminin hastalık yaratan niteliğini öne çıkarmak bugünün demokratik haklar mücadelesinde bir yer tutmak zorundadır.
Okurlarımız hatırlayacaktır, 25. sayımızda şöyle demiştik: “İnsanların hastalanmama gibi bir hakkı olabilir mi? Ve bu hak; toplumdan, devletten, yönetenlerden talep edilebilir mi? Devletin asli görevlerinden biri, yurttaşlarının hastalanmamasını sağlamak olabilir mi? Yani, insanlar çıkıp da; “ben falanca hastalığa yakalanmamalıydım”, “filanca kalp hastalığı bende oluşmamalıydı”, “çocuğum hastalıklı, sakat doğmamalıydı” ya da “trafik kazası, iş kazası geçirmemeliydim”, “sinirlerim bozulmamalıydı”, “devlet mekanizması beni tüm hastalıklardan korumalıydı” diyebilir mi? Tüm bu soruların yanıtı; henüz bütün hastalıklar için olmasa bile, nedeni bilinmeyen ve bilimsel olarak henüz engellenemeyen çok küçük bir hastalık yüzdesi dışında, diğer tüm hastalıklar için “evet” olmalıdır. Yani devletin asli görevlerinden birisi de; hastalıklarla mücadele etmek ve yurttaşlarını hastalıklardan korumaktır.”
Şimdiden diyebiliriz ki, programatik olarak bu talep, yakın gelecekte çok daha fazla önem kazanacak ve “özgür bir ülke-insanca yaşam” mücadelesinin hiç küçümsenemeyecek parçalarından biri olacaktır, hatta şu anda bile durum o noktadadır. Emperyalizmin yeni çağının giderek artacağı anlaşılan salgınlar dönemini böyle bir sloganla karşılamak, kitlelerin bu konudaki hak bilincini artırmak ve bu bilinci siyasallaştırmak, devrimci sosyalist hareketin özellikle demokratik alandaki en ciddi görevlerindendir.


 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul