Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

61-1. Sayı - Kasım 2009

IMF ve Dünya Bankası’nın bu kez İstanbul’da yaptığı yıllık toplantısı 7 Ekim akşamında tamamlandı ve öyle sanıyoruz ki, “değerli konuklar” gösterilen konukseverlikten pek memnun olmayarak evlerine döndüler. Kendi rahatlıkları açısından belki çok sorun yaşamadılar; uşakça davranışı artık bir tür “gurur” olarak kabul eden ve içselleştiren işbirlikçiler bir dediklerini iki etmediler. Kendilerine insansız ve steril bir alanda bütün konfor sağlandı. Ama sokaklarda aynı dil konuşulmuyordu. İki ayrı İstanbul vardı ortada; biri, yani sokaklar gerçek İstanbul’du, diğeri ise yerin yedi kat altında yaratılmış yapay bir dünyaydı. Yerin altında konfor, yerin üstünde gaz bulutları, yaralılar, gözaltılar… Tablo böyleydi İstanbul’da…
Şimdi her şey olup bittikten sonra herhalde rahatlıkla şu söylenebilir; İstanbul, 6-7 Ekim itibarıyla en azından bir “dikensiz gül bahçesi” olmadığını göstermiştir. Bu konuda spekülatif yaklaşımlar, devrimcilerin “zirveyi yaptırmayacağız” sözünü karikatürize ederek yapılacak yorumlar hiçbir biçimde dürüst olmaz; doğru da olmaz. Bu tür zirveler, şüphesiz ona karşı varını yoğunu ortaya koyarak sokağa çıkan güçlere rağmen yapılır, yapılabilir; dünyanın her yerinde de yapılıyor. “Yaptırmayacağız” sloganı ise bu olaya karşı sıradan protestolarla, yasal biçimlerle yetinmeyeceğiz, mevcut çerçeveyi zorlayarak davranacağız gibi bir pratik anlam taşır. Burada önemli olan, devrimci güçlerin böyle bir irade ve davranışı polisin bütün vahşetine karşın göstermiş olması, elinden geleni ortaya koymasıdır. Daha önceki günler bir yana, son iki gün boyunca devrimciler, ilericiler, emekten yana güçler bütün vahşi şiddete rağmen “hırsızları sokakta karşılama” sözünü tutmuştur. Eksikleri, hataları, vb. bir yana devrimci güçlerin bu diri davranışı gösterebilmiş olması önemlidir ve bir not olarak kaydedilmelidir. Öte yandan dünyanın herhangi bir ülkesinde konuyla bir biçimde ilgili emekçi insanlar 6-7 Ekim tarihlerinde Türkiyeli emekçi ve devrimcilerin IMF’yi “boş geçmediğini”, Türkiye’nin sakin bir liman olmadığını görmüş olmalıdırlar ve bu enternasyonal duygu da hafife alınamaz.
Elbette tarihte bazı süreçler vardır, sübjektif koşullar başka türlü olsa o süreçlerin gelişimi de başka türlü olur. Bu yalnızca 6-7 Ekim süreci için değil, bir açıdan bakıldığında örneğin son bir yıldır derinleşen kapitalist kriz için de geçerlidir. Bu sayımızda bir başka yazımızda da değindik; kapitalizmin bu tür büyük çöküntüleri sistemin iç işleyişinden kaynaklanır ama pratikte kapitalizmin karşıtı olan güç ne kadar örgütlü ve müdahilse o kadar derinleşir ve o kadar devrimci sonuçlara yol açar. Yani aynı düzeyde bir kriz bir başka politik/örgütsel ortamda bambaşka sonuçlar yaratabilir ve yaratır. Aynı şekilde bu denli yoğun bir kriz ve işsizlik tablosunun tam orta yerine denk düşen bir IMF zirvesinin de Türkiye devrimci hareketinin politik-örgütsel olarak daha gelişkin olduğu bir süreçte daha yüksek bir politik sonuç vereceği söylenebilir. Ama bu tespit, yine de bugün yapılmış olanların küçümsenmesini gerektirmez; durumdan yakınmayı ise hiç gerektirmez. Genel olarak devrimci hareket, sokağa çıkmış ve elinden geleni yapmış, küçümsenmeyecek bir performans ortaya koymuştur. Bu önemlidir. Bir kez daha görülmüştür ki, bu topraklarda ve bu şehirde sokaklarda dövüşmek isteyen çok sayıda emekçi, genç, kadın vardır ve bu insanlar doğru yönetilirlerse gözünü budaktan sakınmayan bir militan kitle hareketinin zeminlerini oluşturabilecek potansiyeli işaret etmektedir.

Dersler, Çıkarımlar...
Öte yandan bu tür süreçler, devrimci hareket açısından zengin deneyimler ve dersler biriktirir. Sokak pratiği ve örgütsel açılardan deneyimler biriktirir, bu işin bir kısmıdır; ama politik çıkarımlar bakımından da böylesi dönemler bir laboratuar işlevi görür. IMF/DB sürecinin toplamına baktığımızda orada eksik ve yanlış olanı da, geliştirilmesi gereken doğruları da görürüz.

* Böyle bir değerlendirmeye başladığımızda, elbette öncelikle yukarıda söylediğimizi tekrarlamamız gerekiyor. Hiçbir biçimde küçümsenmemeli ve küçümseyenlere de izin verilmemeli, 6-7 Ekim sürecinde Türkiye devrimci hareketinin toplam yapısının büyük bir bölümü, ortaya bir irade koymuş ve onun arkasında gücü yettiğince durmuştur. Süreci geriye, yasallığa doğru geri çekmek isteyenlerin karşısında böyle kararlı bir hat oluşmuştur. Tek başına süreci belirlediğini söylemek belki başkalarına haksızlık olur ama “IMF/DB Karşıtı Birlik” de bu sürecin en ciddi kazanımlarından biridir. İstanbul’daki devrimci güçlerin 1 Mayıs’larda olduğu gibi bu olayda da bir biçimde bunu başarması, tartışmasız iyi bir iştir, gelecek için umut vericidir. Esasen “IMF/DB Karşıtı Birlik”in arka planında da yıllardır az çok tutarlılıkla yolunda yürüyen “Devrimci 1 Mayıs Platformu”nun biriktirdiği deneyimlerin ve ortak iş yapma geleneğinin büyük payı vardır.
Elbette birliğin geç oluşması açıkça bir refleks zayıflığı ve hantallık işaretidir; yapılacağı bir yıl önceden bilinen bir zirveye karşı örgütlenmenin bu kadar geç başlaması, kendisini bu kadar dar bir takvime mahkum etmesi ciddi bir sıkıntıdır. Öte yandan Birliğin sendikalar üzerindeki basıncı da bu kez daha zayıf olmuştur. Açıkçası bu süreçte Birlik çok yaratıcı mücadele biçimleri de keşfedememiştir ama yine de kısa bir zaman diliminde oluşturulmuş olmasına karşın asgari zemin olarak olumlu bir rol üstlenmiştir. Tipik grupçulukların ve yarışma biçimlerinin süreç boyunca var olmadığını söylemek doğru olmaz, hatta ara sıra bu tür durumların ayyuka çıktığı da olmuştur ama bütün bunlara karşın birliğin olumlu yanı reddedilemez.

* Öte yandan IMF ve DB politikalarıyla yoksulluğa itilenlerin, yani işçi sınıfının ve onun parçası olan kamu çalışanlarının sendikal temsilcilerinin tutumları bir başka konudur. Doğrusu bu kesimin zirve toplantısının anlamını yeterince kavradıkları pek söylenemez. Şüphesiz toplantılar yapmışlar, kararlar almışlar ve eylemler de düzenlemişlerdir; ama tümünde de görülen tutum amiyane tabirle “asılmama”, geçiştirme ve mümkün olan en az hareketliliktir. “Bizler sendikayız, sınırlarımız var” cümlesi, aslında son derece yanlış bir eğilimi ifade etse de belki anlaşılabilir; ama asıl önemli olan dörtlü birliğin (DİSK, TÜRK-İŞ, TMMOB, TTB) bu sınıra bile doğru dürüst yaklaşmamış olmalarıdır. 6-7 Ekim’den birkaç gün önce, örneğin 4 Ekim Pazar günü tam yüklenilmiş (100 bin sınırına varan) bir mitingi düşünmüş olsalar ve taşradaki örgütlerini bu sürece motive etmiş olsalar, bu kadarı bile IMF zirvesi konusunda -tam da söyledikleri “sınır”ın içinde!- oldukça aktif bir tutum sayılabilirdi. Böyle bir miting en azından 6-7 Ekim’de IMF karşıtlarını “bir avuç barbar” olarak resmeden burjuva medyasını bir ölçüde sustururdu. Ama bu kadarı bile mevcut sendikal yapının çerçevesine sığmadı, sığamadı. O kadar ki, tam IMF süreciyle denk düşen “SSGSS’nin Yıldönümü” eyleminde (1 Ekim) yine durumu sağda solda direniş yapan emekçilerin (kuşkusuz devrimci örgütlerin etkisiyle) katılımları kurtarabildi. Böyle bir gösteriye bile mümkün olduğunca çok emekçiyi motive edip taşıma gayreti gösterilmedi.
Kaldı ki, “Sendikaların sınırları” bu tür durumlar için hiç de geçerli ve doğru bir kavram değildir. Her şeyden önce sendikalar, IMF yüzünden hayatı kararan emekçilere, ticarileştirilmiş eğitim yüzünden sürünen öğretmenlere, çökertilen hastanelerde görev yapan sağlık emekçilerine vb. vb… “işte başınızın belası IMF şurada toplantı yapıyor, ne düşünüyorsunuz, ne yapalım” diye doğru dürüst sormuş ve onları bu yönde motive etmiş değillerdir. Afişler, bildiriler, broşürler, vb. vb… ya akla bile gelmemiştir, ya da cüzi miktarlarda kalmıştır. Bunu yapacak olan herhalde Güney Kore yada Hindistan sendikaları değildir; çünkü -basit bir gerçeği hatırlatmak gerekiyor- toplantı Türkiye’de yapılmaktadır!
Öte yandan bu söylemin mantığı da doğru değildir; çünkü bu tür durumlar özgün durumlardır, sıradan bir mitingin konusuna ve biçimine benzemezler. Böylesi bir durumda insanların sokağa çıkmayacaklarını en başta bir önyargı olarak düşünmek ve daha işin en başında sınırı oradan çizmek, “bizim üyelerimiz o kadarına hazır değil” klişesini tersini denemeye bile kalkışmadan tekrarlamak tipik bir bürokrat tutumdur. Televizyonlarda başka ülkelerin sendikalarının sokak deneyimlerini izlerken “bizde böyle şeyler olmaz” diye yakınanlar, bunun olup olmayacağını deneme fikrini daha baştan boğup öldürmektedirler. IMF/DB bu kadar nefret kazanmış bir durumdayken, bu kadar yaygın bir meşruiyet zemini ortadayken emekçileri doğrudan “toplantıyı engelleme” motivasyonu ile biçimlendirmek ve işi en baştan bu noktadan düşünmek sendikacıların akıllarına bile gelmemiştir. Gelmişse de bunun olmayacağına başta kendilerini ikna etmişlerdir. Ki dediğimiz gibi sendikalar tamamen kendi çizdikleri o “sınır”ın içinde bile sinik kalmışlardır.

* Sendikaların ne yapıp ettiğinin ötesinde, yeniden dönüp 6-7 Ekim’e ve devrimci güçlerin performansına gelirsek, orada da kritik sorular vardır. Son derece açıkça söylemeliyiz ki, meşruiyet zemini bu kadar geniş olan bir konuda, herhangi bir bildirinin, herhangi bir kahve konuşmasının, eylemin, vb… kitleler tarafından bu kadar olumlu karşılandığı böyle bir durumda devrimciler sürece kitleleri daha çok katan yolları yine bulamamışlardır. Bu anlamda 6-7 Ekim’de aslında iki İstanbul değil, “üç İstanbul” vardır. Yerin altında toplantı yapanlar, sokaklarda dövüşenler ve durumu kenardan ya da TV’lerden izleyenler… Oysa bu tür süreçlerde “üçüncü İstanbul”u sokaktaki dövüşe doğrudan katamasak da onları yaygın biçimde etkilemek, kapsayıcı çalışmalar ve örgütlenme biçimleri ile bir yere kadar taşımak mümkündür. Birinci Körfez savaşı, Irak İşgali süreci, NATO Zirvesi, vb. gibi olaylar yakın tarihte devrimci güçlere böyle büyük meşruiyet alanları açan olaylardır. Böyle dönemlerde klasik örgütsel yapılarımızı aşan, bu konuda itirazı ve nefreti olan herkesin kendisine yer bulabildiği, kendisini bir biçimde ifade edebildiği daha geniş inisiyatifler ve esnek örgütlenmeler yaratamamış olmak, hem genel olarak solun, hem de devrimci sosyalizmin kusuru olarak algılanmalıdır. Somut siyaset yapamamak, daha doğrusu apaçık görünen gerçekliği kitlelerle buluşmak için bir sıçrama tahtası haline getirememek, kitlelerin katılabildiği biçimleri ve yöntemleri bulamamak ciddi bir sıkıntıdır, ciddi sıkıntımızdır. IMF/DB süreci bu anlamda aslında iyi değerlendirilememiş bir süreç olarak tarihe geçecektir. Herkesin bir biçimde canını yakmış ve nefretini kazanmış olan bu soygun şebekesinin zirvesinin yarattığı atmosfer yeterince somut sonuçlara dönüştürülememiştir.

* Bu anlamda, 6-7 Ekim sürecinde sokaklarda olup bitenleri genel kitle hareketinin militanlaşması olarak tanımlamak yanıltıcı olur. Devrimci güçler, evet, son üç yılın 1 Mayıs’larından kazandıkları deneyimlerle sokağa çıkmışlar ve bu deneyimlerini biraz daha artırmışlardır; dövüşmek arzusunu gösteren kendi yakın çemberlerini sürece katmışlardır ama bu, yukarıda açıklamaya çalıştığımız nedenlerden ötürü devrimcilerin kendileriyle sınırlı bir katılım olarak kalmıştır. Açıkça söylemek gerekiyor; devrimcilerin sokakta olması iyidir, deneyim kazanması iyidir, ama bu durumun böyle sürüp gitmesi politik açıdan riskli bir durumdur. 1 Mayıs sonrasında da söylediğimiz gibi, sadece devrimcilerin sokaklarda boy gösterdiği bir durum, uzun süre taşınabilir bir durum değildir. Bu topraklarda emperyalizmden, siyonizmden ve sömürüden-yoksulluktan nefret eden milyonlarca insan var ve bizler bu insanların önünü açacak, bizimle tam olarak buluşmasalar bile kendi itirazlarını ortaya koymalarına zemin oluşturacak yolları, örgütlenme ve hareket biçimlerini aramakla yükümlüyüz. Bugünkü durumdan şu yada biçimde memnun olmak, tek tek grupsal performanslarla övünürken ya da rekabetçi bir mantıkla avunurken yakıcı ihtiyacı kaçırmak tehlikeli bir durumdur. Süreci yaşayan herkesin tanıklık edeceği gibi her geçen gün biraz daha taktik öğrenen polis, sokaklardaki gücü gitgide daha küçük küçük gruplara bölmeye, böylece çatışmaları giderek marjinalleştirmeye çalışmaktadır ve bu konuda medyanın tam desteğine sahiptir. 6 Ekim günü alandaki toplam devrimci güçlerin sayısı bellidir; daha sonrasında da sokaklarda parçalanan güç o rakamın da altına düşmüştür. 7 Ekim’in ise kitle açısından daha zayıf olacağı öngörülmüştü.
Sokaklarda dövüşmenin özel bir sakıncası yok ve bu durum başta da belirttiğimiz gibi bu topraklardaki diri bir damarı işaretliyor. Burada bir sorun yok. Ama söylemek istediğimiz şey şu: Bu ülkede, bu kadar meşru bir zeminde IMF gibi bir soygun şebekesine karşı söyleyecek sözü olanlar sadece alandaki ve sokaklardaki toplam kalabalık kadar değildir. Bu insanlar, bu topraklarda yaşayan somut, kanlı canlı insanlardır ve onlara ulaşmak, onları sürece katabilecek kanalları açmak, giderek militanlaştırmak, devrimci hareketin başta gelen görevidir. Devrimciler ve devrimci örgütler, TV görüntüleriyle kendinden geçerek bu somut ihtiyacı yok sayamazlar.

* Ve nihayet, sokaktaki şiddetin dozu ve tarzı sorunu bir başka sorun olarak gündemimizde olmalıdır. Son derece açık söylüyoruz: Burjuva medyanın iğrenç yalanlarına kulak asmak doğru değildir; onların devrimcilere olan düşmanlığının sınırı yoktur. 1996 1 Mayıs’ında sabahın köründe devrimcileri öldüren polisi görmeyip öğle vakti yaşananları “vandalizm” diye adlandıran bu medya dünyanın en tiksinti verici medyasıdır. Öyle ki daha iğrenci dünyada aransa bulunmaz. Bütün dünyada ve Türkiye’de devrimcilerin fotoğrafları gazete yönetimleri tarafından polise servis edilirken, son olaylarda bu sınır bile aşılmış, Fettullah medyasının muhabirleri sokak ortasında çevik kuvvete hizmet etmeye başlamışlardır. Dolayısıyla bu sahtekar takımının 96 sonrasında başlattığı “vandalizm-barbarlık” edebiyatını ciddiye almak gereksizdir.
Ayrıca olup bitenler konusunda bir meşruluk tartışması da gereksizdir. Kimse uç örneklerden hareketle “akıllı abi” pozları takınıp sokaklardaki çocuklarımıza akıl-fikir ihracına kalkışmasın. Banka kurmak, kendi içinde risk taşıyan bir iştir; bırakalım o işin riskini bankacılar düşünsün.
Ancak, bütün bunların ötesinde, genel gidişat üzerine bizim de düşünmemiz gereken şeyler vardır. Meşruiyet konusunu tamamen dışlayarak yapmamız gereken tartışma, eylemimizin politik doğruluğu-yanlışlığı üzerinedir. Çünkü genel olarak meşru olan şeyin doğruluğu-yanlışlığı politik hayatta bundan bağımsız olarak başka faktörlere bağlıdır. Öncelikle her türden eylemin politik içeriğinin anlaşılması-anlaşılmaması kritik bir sorundur. Ve bazen, eylemin biçimi de içeriğini etkiler ve onun anlaşılırlığı konusunda bir problem yaratabilir. Yukarıda saydıklarımızın tümüyle birlikte düşünüldüğünde, özellikle kontrolsüz noktalarda bu konuda problem yaşadığımız kesindir. Medyanın yalanlarıyla şişirilen bir bilgi kirliliği ortamında devrimci güçler sokak şiddetinin ölçüleri ve yönelimi konusunda daha iyi düşünmek, açık tartışmalar yapmak ve devrimci sempatizanlarda daha yüksek bir politik bilinç yaratmak zorundadırlar. İlkeleri sağlam belirlemek, sınırları kalın hatlarla çizmek, vb. gibi görevler sadece tek tek devrimci yapıların değil genel olarak devrimci hareketin de görevidir. Mevcut tablodan memnuniyet duyarak bu görevi unutmak, tehlikeli bir eğilimin kapısını açar ve korkarız ki trajik durumlara kadar varabilir. Devrimci hareketin bir başka düzeyde yerine getirmesi gereken görevleri sokakta çatışan insanların yüklenmesi, yaptıklarını aslında yapılması gerekenlerin yerine ikame etmesi bugünkü durumda anlaşılabilir bir ruh halidir; ama bu durumun böyle devamı mümkün değildir, doğru da değildir. “Yapılması gerekenler”e bir çözüm yolu bulmak devrimci hareketin ve özel olarak devrimci sosyalizmin görevidir; ama bu durum mevcut tablodan tümüyle hoşnut olmamızı gerektirmez. Burada sorun elbette yürüyeni kolundan tutup geriye doğru çekmek değil, tam tersine onun daha ileriye ama daha yüksek bir politik düzeyle yürümesini sağlamaktır.

Daha Güçlü Adımlar İçin…
Sonuç itibarıyla süreç boyunca Türkiye devrimci hareketi ve emekçiler, sendikal örgütler, vb. tümü kendi açılarından değişik deneyimler yaşadılar. Hepsi kendi içinde zenginliktir, birikimimizin parçasıdır. Devrimci güçler, kendi yetenekleri ve kuvvetleri ölçüsünde işlerini yapmışlar, görevlerini yerine getirmişlerdir. Bugünkü koşullarda bunlar olurken, başka bir sübjektif durumda nelerin olabileceğini ise doğrusu hayal etmek bile zordur. Ama yine de bunun hayalini kurmalı, beklenti çıtamızı bugün olanlarla sınırlamamalı, aşağıya çekmemeliyiz. Bugün sokaklarda yapılanlar, yapılması gerekenlerin kanıtıdır. Bir kez daha hayatın doğruladığı olgu, Mahir’in “vurduğu yerden ses getiren örgüt” diye tanımladığı düzeyin ne kadar yakıcı bir ihtiyaç olduğudur.
Daha başka bir çıta yüksekliği ise ancak devrimci çalışma ile elde edilebilecek bir durumdur ve böyle bir imkan bize gökten zembille inmeyecektir. Tam da bu noktada her devrimci sosyalistler ağır bir sorumlulukla karşı karşıyadır. Sıkıntılı bir sürecin bütün yıpranmalarını bir kenara atarak dört elle çalışmak, bu sorumluluğun üstesinden gelebilmenin tek yoludur.

 

 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul