A) Teorik-Pratik Bir Sorun Olarak “Tarihsel
Dönem-Stratejik Çizgi” İlişkisi ve Sol hareket
Emperyalist-kapitalist sistemin her yeni tarihsel
dönemi kaçınılmaz olarak sınıflar arası ilişki
ve çatışmalarda kapsamlı değişimler anlamına gelir.
Bu, kapitalist sistemin temel sınıfları olan burjuvazi
ve proletaryanın tarihsel ve nesnel rolü ve sistem
içindeki konumlanışları, yani emek ile sermaye
arasındaki temel çelişki bağlamında değildir.
Her yeni tarihsel dönem emek ile sermaye çelişkisinin
ve bundan türeyen diğer başlıca çelişkilerin gündelik
yaşam içinde yeni görünümler kazanmasını, oluşan
koşullara bağlı olarak yeniden biçimlenmesini
beraberinde getirir. Bu ise temel toplumsal sınıflar
olarak proletarya ve burjuvazinin (ve dolayısıyla
diğer sınıfların) karşı karşıya geliş biçimlerinde,
mekanlarında, kendilerini ifade ediş biçimlerinde
değişimler yaratır. Değişim esas olarak bu noktalarda
ve sınıfların ideolojik, politik, askeri ve kültürel
alandaki yeni mücadele araçları ve yöntemlerinde
ve içeriklerinde yaşanan sıçramalar ve yaratılan
yeni düzeyler noktasındadır. Bu değişimler bir
anda ve topyekün değil, esas olarak toplumsal
pratik içinde oldukça karmaşık yollardan parça
parça gerçekleşir. Yeni mücadele biçim, araç ve
yöntemleri esas olarak geçmiş dönemlerin birikimleri
üzerine yaslanarak, kimi zaman onlara eklemlenerek,
kimi zaman tümüyle onlardan bağımsız bir tarzda,
ancak sonuçta geçmiş mücadele biçim ve yöntemleriyle
birleşerek yeni bir düzeyi ortaya çıkarırlar.
Mücadele araç ve yöntemlerinde yeni düzeylerin
ortaya çıkış süreçlerine geçmeden önce, yeni tarihsel
dönem-yeni mücadele biçim ve yöntemleri bağıntısını
kavramada sol ve devrimci harekette ortaya çıkan
kimi olumsuz yaklaşımlara da kısaca değinmek gerekiyor.
1990’ların başında reel sosyalist ülkelerde gerçekleşen
büyük çöküş sonrası gelişen yeni tarihsel dönem
sınıflar mücadelesi açısından daha önceki bunalım
dönemlerinden oldukça farklı bir tablo ortaya
çıkarmıştır. Bu tablonun değişik boyutlarını S.
Barikat’ın çeşitli sayılarında ve dahası konumuzla
ilgili kimi boyutlarını bu çalışma içinde ön açılımlar
düzeyinde ele aldığımız için bunlara yeniden girmek
gerekmiyor.
Devrimin stratejik çizgisi sorunu bağlamında yeni
dönemin en önemli yanlarından biri, devrimci güçlerin
ve işçi/emekçi hareketlerinin bu sürece ağır bir
yıkımla girmiş olmaları ve dünyadaki güç dengelerinin
emperyalist-kapitalist sistem lehine keskin bir
biçimde bozulmuş olmasıdır.
Emperyalizm, tarihsel köklenişi 19. yüzyılın son
çeyreğine kadar uzatılabilirse de, esas olarak
20.yüzyılın çocuğudur ve aynı zamanda toplumsal
devrimlerin nesnel koşullarının olgunlaşmış biçimde
ortaya çıkmasını sağlamıştır. 20. yüzyıl bu nedenle
emperyalizm ve proleter devrimler çağının başladığı
yüzyıl olmuştur. Ve 20. yüzyılda emperyalizmin
gelişim sürecinin, 1900-1990 yılları arasındaki
üç bunalım dönemine, Marksist hareket ve işçi/emekçi
hareketleri önemli kazanımlarla girmiş ve her
seferinde bu kazanımlar üzerinden kendini daha
güçlü biçimde üretmeyi başarmıştır. Ancak 1990’larla
başlayan yeni döneme devrimci güçler ve işçi hareketi,
daha önceki dönemlerden farklı olarak ağır bir
yenilgiyle girmiştir. Marksizmi referans alan
devrimci ve sol hareketler önemli ölçüde tasfiye
olurken, geride kalanların ezici bir çoğunluğu
sol liberalizmin ve dogmatik bir devrimciliğin
girdabına kapılmıştır. İşçi/emekçi hareketleri
ise bu süreci başta sendikalar olmak üzere geleneksel
tüm yapılarının ağır kriziyle karşılamıştır. Ulusal
kurtuluş mücadeleleri de ya yenilgiler yaşayarak
geri çekilmiş, ya da emperyalist güçlerin dünyayı
paylaşma planlarının karanlık dehlizlerinde kendilerine
çıkış yolu bulmaya çalışarak sistem içi güçlere
dönüşmüşlerdir.
Bu tablo içinde sol liberalizm bırakalım bir devrimci
stratejik çizgi tartışması yürütmeyi, tümüyle
reformist/legalist zeminlere kayarak, devrimin
olabilirliğini, devrimin güncel ve gerçek bir
seçenek olduğu fikrini dahi üstü örtük ya da açık
biçimde reddetmiştir. Oluşan kaotik ortam içinde
devrimci duruşu korumanın yegane yolu olarak geçmişteki
çizgilerine tutunan ve böylece yeni dönemin sorunlarına
ve devrimci olanaklarına yabancılaşan, yaşama
güçlü devrimci müdahaleler geliştirme yönünde
ne bir tasarıma sahip olan, ne de eski çizgilerini
hayata geçirme şansı bulan dogmatik güçler açısından
ise bütünlüklü bir kavrayışla bilince çıkarılmış
yeni bir dönem tespiti olmadığı için, yeni dönem
ve bu dönemde devrimin stratejik çizgisi sorunu
da bulunmamaktadır.
Yeni dönemi kavrama ve devrimci yenilenme temelinde
sürece bakma yaklaşımına sahip olan ve ne yazık
ki bugün henüz devrimci güçlerin daha sınırlı
bir bölümünü oluşturan (devrimci sosyalist hareketimizde
bu güçlerin bir parçasıdır) güçler içinde devrimin
stratejik çizgisi sorunu henüz kapsamlı bir tartışma
ve çözümleme konusu olmuş değildir.
Deyim yerindeyse, devrimin stratejik çizgisi sorunu
ve yeni dönemle bağıntısı sol ve devrimci hareketin
gündeminin alt sıralarına doğru itelenmiştir.
Dünyadaki, ülkedeki pek çok siyasal, ekonomik,
askeri vb. sorun, kitleselleşme, emekçi hareketlerinin
örgütlenmesi, düzen karşıtı bir eylem hattının
oluşturulması vb.. pek çok sorun yoğun biçimde
gündemleşirken, küreselleşme karşıtı eylemlerden,
ekolojik mücadelelere değin pek çok mücadeleye
ilişkin yüzlerce sayfa yazılırken, bütün bunların
devrimin somut olarak örgütlenmesi, yani devrimin
stratejik çizgisi ile bağı sorunu adeta es geçilmektedir.
Sol ve devrimci harekette ve geniş devrimci ve
sol kitlede bütünlüklü bir devrimci çıkış yaratılmadığı
için açık ya da örtük biçimde yaygın bir umutsuzluk,
statükoculuk, mevzi tutarak daha da geriye düşmeme,
günü kurtarma çabası, stratejik bir bakış açısıyla
bağı kurulamayan küçük başarılarla oyalanma, cüret
yitimi vb. negatif olgular düşünce üretiminde
ve pratikte başat roller oynamaktadırlar.
Buna bağlı olarak, yeni bir dönem ve bunun sonucu
olarak yeni mücadele araç, biçim ve yöntemlerinden
söz edildiğinde, birincisi, daha çok sol liberal
eğilimden kaynaklanan, ancak daha geniş bir kesim
tarafından da paylaşılan belirsizlikle sakatlanmış,
ikincisi ise dogmatik devrimci kesimlerde daha
çok rağbet bulan, şabloncu ve reçeteci düşünme
tarzının ürünü olan, ancak her ikisi de sınıflar
mücadelesi açısından olumsuz rol oynayan iki yaklaşımın
boy verdiği açıkça görülüyor.
Birinci eğilim, yeni bir dönemin ve yeni mücadele
biçim ve yöntemlerinin gelişeceği/geliştirilmesi
gereğinden hareketle, bir önceki dönemin mücadele
biçim ve yöntemlerinin geçersizliğini sol hareketin
1990 sonrası girdiği büyük gerileme atmosferinin
yenik psikolojisi ile ilan eden (bu kimi zaman
açıktan, kimi zaman ise dolambaçlı, yarım yamalak
söylemlerle ifade ediliyor), ya da en azından
bu mücadele araç ve yöntemlerini değersizleştiren
bir söyleme sahip. Ancak bu eğilimi değişik biçimlerde
ifade edenler “yeni” mücadele biçim ve yöntemleri
konusunda anlamlı tek bir çözümleme de üretmemişlerdir.
Bu yaklaşımların bütününde öne çıkan, yeni mücadele
biçim ve yöntemlerinin emekçi kitle mücadelelerinin
içinden kendiliğinden ortaya çıkacağı beklentisidir.
Bir yandan, geçmiş dönemlerin devrimci mücadele
yöntemlerine yenilgi psikolojisi ile sırt çevirirken,
bir yandan da anlamlı ve bütünlüklü bir devrimci
stratejik çizgi geliştirme çabası içine girmeden
ülkedeki ve dünyadaki emekçi kitle hareketlerini
“izlemek”, bunları “tartışmak”, kimi zaman karikatürize
tarzda tekrar etmeye çalışmak bu eğilimin karakteristik
özelliğidir. Toplamda, “yeni mücadele araç ve
yöntemleri gerekli, eskiler işe yaramıyor” söyleminde
kristalize olan bu yaklaşım, yorgun, yenik ve
özgüven yoksunu sol hareketlerin ve tek tek bireylerin
mücadeleden kaçışlarının, öncü tutumunu terk edişlerinin
ve etki alanları içindeki emekçileri belirsizliğe
sürüklemelerinin başlıca gerekçesi olmuştur. Bu
yaklaşım güncel ve tarihsel olarak gerici role
sahiptir.
İkinci eğilim ise esas olarak; yeni bir dönem
ve bunun kaçınılmaz olarak yeni mücadele yöntem
ve araçlarını beraberinde getireceği ifade edildiğinde
ortaya çıkan; “öyleyse bunlar nelerdir?, yeni
bir stratejik çizgi mi söz konusu olacak, olacaksa
nedir, geçmişteki stratejik çizgimizden vaz mı
geçiyoruz?” soruları ve bu soruların arka planını
oluşturan düşünme biçimlerinden kaynaklanmaktadır.
Sorular yalın haliyle, yeni bir reçete, yeni bir
şablon talebidir, kimi zaman ise yeni sürecin
kaçınılmaz sonuçlarını görememenin ve kolaycı
bir yaklaşımla eldeki şablona sarılma çabasının
ifadesi olan kaba bir dogmatizmin ürünüdür.
Bu noktaları adım adım açarak ilerleyelim...
- Şablonlar, hazır reçeteler yok, ya da “izleyerek”,
“tartışarak”, kitle hareketinin gelişimi içinde
ortaya çıkması beklenerek, yeni mücadele biçim
ve araçları ortaya çıkmayacak...
Elimizde hazır reçeteler bulunmuyor, bulunması
da mümkün değil. Yeni mücadele araç ve biçimleri
konusunda bir yerlere gizlenmiş ve gelip bizim
bulmamızı bekleyen reçeteler, şablonlar yok. Söz
konusu olan, “öncü”lerin, “zeki” insanların şurada
burada gelişen mücadeleleri izleyerek bulabilecekleri,
ya da masa başlarında kılı kırk yaran, mühendislik
tasarımları olarak ortaya çıkarabilecekleri projeler,
yöntem ve araçlar değildir. Yeni mücadele araç
ve yöntemleri, yeni dönemin temel karakteristik
özelliklerinin ve yaşam içinde sürekli biçimde
üretilen binlerce değişken faktörün belirleyici
nesnel etkisi ve zemini üzerinden, tarihsel deneyimlerin
ışığında günlük ve dönemsel mücadelelerin karmaşık
süreçleri içinde gerçekleşen yeni deneyimlerin/arayışların
ürünleri olarak ortaya çıkmaktadır/çıkacaktır.
Burada hemen iki soru ve yanıtlarıyla devam etmek
gerekiyor. Böylece, aynı zamanda, yukarıda değindiğimiz
iki olumsuz yaklaşıma ilişkin düşüncelerimiz de
kimi yanlarıyla açılmış olacaktır.
- Sorulardan birincisi şudur: her yeni tarihsel
dönemde daha önceki dönemlerden tamamen farklı,
yepyeni mücadele araç ve yöntemleri ve bunlar
üzerinden inşa edilen bir stratejik çizgi mi söz
konusudur?
Proletaryanın devrimci sınıf savaşımının yüz elli
yıllı aşan tarihine baktığımızda bu sorunun yanıtı
kesin biçimde hayırdır. Her yeni dönem, yeni bir
devrimin stratejik çizgisi anlamına gelmez. Emperyalist-kapitalist
ülkelerde genel halk ayaklanması, ve özellikle
sömürge ve yarı/yeni-sömürgelerde ise uzun süreli
halk savaşı çizgisi, emperyalizmin her bunalım
döneminde yeni mücadele araç ve yöntemleriyle
zenginleşerek bu anlamda yeni düzeyler kazanarak
devrimci sosyalist hareketin ana stratejik çizgileri
olmuşlardır.
Biraz daha açarsak; stratejik çizgi sorunu bu
yazının ana temalarından biri olan politik iktidarın
ele geçirilmesi sürecinin iki farklı aşamasını
niteleyen evrim ve devrim aşamalarıyla tümüyle
bağlantılı bir sorundur.
Emperyalist-kapitalist ülkelerin sahip oldukları
büyük maddi birikim, krizler devrimle sonuçlanmadıkları
takdirde onları hızla tolere edebilme güçleri
ve toplumsal yapının genel olarak şehirler eksenli
oturmuş ve statik olan yapısı nedeniyle kriz öğelerini
daha uzun süreli olarak baskılayabilirler. Krizin
baskılandığı yani devrimci durumun ortadan kalktığı
bu uzun dönemler sınıflar mücadelesinin durgun
olduğu, devrimci araçları kullanmanın nesnel olarak
zeminlerinin zayıf olduğu dönemlerdir. Bu nedenle
bu dönemlere devrimci faaliyetin esas olarak barışçıl
araçlar zemininde güç biriktirme dönemi denmiştir;
yani evrim dönemi. Emperyalist kapitalist sistemin
karakteristik özelliği olan ulusal çaptaki krizler
(milli kriz/devrimci durum) esas olarak kısa dönemlidir.
Tüm toplumsal yapının altüst oluş yaşadığı, devrimci
arayışların doruğa ulaştığı bu dönemlerde, eğer
proletarya partisi gerekli ideolojik, politik,
örgütsel, askeri vd. hazırlıklara sahipse iktidarın
ele geçirilmesi için ülke çapında kentleri esas
alan genel bir halk ayaklanması başlatmak görevi
ile karşı karşıyadır. Emperyalizmin farklı bunalım
dönemlerinde, proletaryanın politik-pratik çalışma
tarzında, örgütlenme biçimlerinde vb.. farklılıklar
yaratan bir dizi değişimler olmasına karşın devrimin
stratejik çizgisindeki bu ana yönelim emperyalist-kapitalist
ülkelerde esas olarak değişmemiştir. Özellikle
2. Bunalım Dönemi’nde faşizmin bir kısım emperyalist
ülkede egemen hale gelişi, 1929 krizi vb. sistemin
işleyişinde önemli değişimlere yol açmasına ve
değişik mücadele araç ve yöntemleri devreye girmiş
olmasına karşın, bu emperyalist-kapitalist ülkelerdeki
devrimin stratejik çizgisinde (genel halk ayaklanması)
bütünlüklü bir değişim yaratmamıştır.
Sömürge, yarı ve yeni-sömürgelerde ise tablo farklı
biçimlenmektedir. Sömürgeciliğin bütün biçimlerinde
esas olarak toplumsal yapı emperyalist-kapitalist
ülkelerin çıkarlarına uygun olarak biçimlendirilir.
Yani toplumsal dokunun iç dinamiklerinin hızla
tahrip edilerek, yerli işbirlikçilerle birlikte
vahşi bir sömürü mekanizmasının kurulur. İster
açık, ister gizli işgal temelinde gelişsin tüm
sömürgecilik ilişkileri toplumsal ilişkileri tümüyle
altüst ederek sürekli biçimde istikrarsızlaştırır.
Emperyalist tekeller açısından, sömürge ve yeni-sömürgelerden
büyük karların transfer edilmesi olmazsa olmazdır.
Kırıntılarla baş başa kalan yerli işbirlikçilerin
ise toplumsal çatışmaları tolere edecek düzeyde
emekçi kitleleri yatıştıracak maddi ve moral zeminleri
yaratması olanakları çoğu durumda oldukça zayıftır.
Bu nedenle, emekçi kitlelerin bastırılmasını esas
alan faşist devlet yapılarının değişik biçimler
altında örgütlenmesi ve emekçilere dönük sürekli
bir savaş durumu toplumsal yapılanmanın ana unsurudur.
Sık aralıklarla tekrar eden büyük ekonomik krizler
ve bunların neredeyse hiç sönümlenmemesi, sonuçlarının
ortadan kalkmaması, işçi ve emekçilerin sürekli
yoksulluk zemininde kalması, kültürel ve sosyal
şoklar ve daha pek çok kriz unsuru sömürge ve
yeni-sömürge yaşamının süreğen tarzda ayrılmaz
bir parçasıdır. Bu tablonun anlamı, milli/ulusal
krizin (devrimci durumun) kimi zaman hafiflese
bile sürekli var olmasıdır. Bu koşullar altında
bir devrimci sosyalist hareketin temel görevi
devrimci şiddet araç ve yöntemleri temelinde tüm
diğer politik mücadele araçlarını birleştirerek
uzun süreli bir savaş içinde büyümek, emekçileri
örgütlemek ve iktidarı ele geçirmektir.
Çin, bunun en önemli ve ilk başarılı örneği olmuştur.
Devrimci şiddet temelindeki uzun süreli halk savaşı
kırlardan büyütülerek şehirleri kuşatmış ve iktidarı
ele geçirmiştir. Birinci Bunalım Dönemi’nde sömürgelerde
gelişen pek çok ulusal kurtuluş hareketi de bu
yolu izlemiştir. Özellikle devrimci sosyalist
savaşımların ağırlığının Doğuya kaymaya başladığı
2. Bunalım Dönemi’nden itibaren, sömürge, yarı
ve yeni-sömürgelerde gelişen başarılı, etkin tüm
devrimci mücadeleler bu çizgi üzerinden gelişmiştir.
3. Bunalım Dönemi’nde bu olgu daha belirgin hale
gelmiştir. Bu dönemde, geri-bıraktırılmış ülkeler
coğrafyasında sömürge ve yarı-sömürgecilikten
yeni-sömürgeciliğe geçiş krizin sürekliliğinde
bir farklılığa yol açmamıştır. Ancak bu krizin
üzerinde gerçekleştiği zeminde önemli değişimlere
yol açmıştır. Kentlerin büyümesi, proletaryanın
artan önemi, merkezi otoritenin güçlenmesi, sömürge
tipi faşizm ve daha pek çok olgu uzun süreli halk
savaşının biçimlenişinde belirli farklılıklara
yol açmıştır. P-C bu farklılıkların toplamından
hareketle stratejik çizgisini PASS olarak tanımlamıştır.
Ancak mücadeleye yön veren iki ana eksen; yani
toplumsal ilişkilerin sürekli bir milli krizle
sakatlanmış olduğu gerçeği ve devrimci sınıf mücadelesinin
daha baştan devrimci şiddet temelinde uzun bir
savaş olarak gelişeceği gerçekleri değişmemiştir.
3. Bunalım Dönemi, bu uzun savaşın gerçekleşme
biçimlerinde değişimlere yol açmıştır. Sömürge
ve yeni-sömürgelerin her yeni bunalım döneminde
sürekli değişen dinamik yapısı bu değişimlerin
sürekli bir niteliğe sahip olduğunu göstermektedir.
Toparlarsak; sınıflar mücadelesi tarihi ve devrimci
savaşımın son yüzyıllık birikimi, emperyalist-kapitalist
sistemin gelişiminin her döneminde devrimin stratejik
çizgisinin değişmediğini gösteriyor. 1990’a yani
3. Bunalım Dönemi’nin kapandığı yıllara değin,
emperyalist-kapitalist ülkelerde genel halk ayaklanması,
sömürge, yarı ve yeni-sömürgelerde ise uzun süreli
devrimci savaş devrimin egemen stratejik çizgiler
olmuşlardır. Bununla birlikte, özellikle sömürge
ve yeni-sömürgelerde uzun süreli halk savaş stratejisinin
klasik Çin örneğinden başlayarak sürekli biçimde
yeni öğelerle zenginleşerek, 2. Bunalım Dönemi’nden
3. Bunalım Dönemi’nin sonuna değin tümüyle farklı
bir düzey ve kapsam kazandığını görüyoruz.
- Birinci soru ve yanıtıyla bağlantılı ikinci
soru şudur, evet, yeni mücadele biçimleri ve yöntemleri
konusunda hazır reçetelerimiz yok ve olamaz. Ancak
öncüler yeni mücadele biçimleri konusunda ana
hatlarıyla da olsa bütünlüklü öngörülerde bulunmazlar
mı? Nesnel durumun ve sınıflar mücadelesinin tarihsel
deneyimlerinden hareketle stratejik çizgideki
yenilenmenin ana doğrultusunu tespit edip, bunun
üzerinden bir hareket planı koyamazlar mı? Tarihsel
deneyim açıkça ve net biçimde yanıtın evet olduğunu
gösteriyor. Kaldı ki, öncü partinin tarihsel politik
misyonu da esas olarak bunu yapmaktır.
Demek ki, ilk olarak, yeni bir tarihsel dönemin
geliştiğini ve bunun kaçınılmaz olarak yeni mücadele
araç ve yöntemlerini gerektireceği, bunların mücadele
süreçleri içinde ortaya çıkacağını tespit etmek,
bu tespitle birlikte hemen yeni şablonlar ve reçeteler
koymak anlamına gelmez. Bu tespitlerin yapılması,
proletarya partisine esas olarak bütün güncel
ve tarihsel mücadele deneyimlerinin ve nesnel
zeminin analizi üzerinden öngörülerde bulunma
görevini yükler. Bu analizin başlangıç noktası,
evrim ve devrim aşamalarının biçimlenişinin nasıl
gerçekleştiği ve buna bağlı olarak stratejik çizgide
bir değişim yaşanıp yaşanmayacağıdır. Bundan bağımsız,
yeni mücadele araç ve yöntemleri arayışı nesnel
zeminin temel karakteristik özelliklerinden kopuk
savruk ve belli bir stratejik çizgiden yoksun,
taktik arayışlar olabilir ki, bunun kısa vadede
belki kimi getirileri olsa da, orta ve uzun vadede
anlamlı sonuçlar yaratması beklenemez. 1990’dan
bu yana sol harekette genel eğilim esas olarak
ne yazık ki budur.
B) Emperyalizmin Genel Bunalımı Derinleşerek
Sürüyor...
Devrimin stratejik çizgisi sorunun can alıcı noktası
devrimin güncelliğidir. Devrimin güncelliği, devrimin
hemen o anda olup bitecek bir olgu haline gelmesini
ifade etmez. Tüm faaliyetlerin emperyalist-kapitalist
sistemin genel bunalımının var olduğu, özelde
ise tek tek ülkelerde milli krizin (devrimci durumun)
ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğu, bu nedenle
milli krizin ortaya çıktığı anda yada varsa hemen
o anda devrimi başlatmak fikri üzerine kurulması
gerektiğini ifade eder. Devrimin güncelliğini
kabul etmek, her faaliyetin sistemle kesin hesaplaşma
yani devrim üzerine kurulmasını, buna göre örgütlenmesini
öngörür. Devrimin güncelliğinin açık yada örtük
olarak reddedilmesi ise çalışmanın açık ya da
örtük biçimde reformist, sol liberal temelde sistem
içinde küçük kazanımlar mücadelesinde yoğunlaşmasını
beraberinde getirir. Devrimin güncelliğini esas
almayan bir politik çalışma hangi mücadele araçlarıyla
ve söylemlerle yürütülürse yürütülsün devrimci
bir çalışma olarak görülemez.
Devrimin güncel bir sorun olup olmadığı ise her
şeyden önce kapitalist dünya sisteminin belirli
bir anda somut durumunun somut analizi üzerinden
tespit edilebilir. Marksist-Leninist hareket bu
soruna kapitalizmin emperyalist aşamasının, sistem
açısından sürekli ve genel bunalım anlamına geldiğini
tespit ederek yaklaşır.
Emperyalizmin yeni tarihsel/bunalım dönemi, sol
ve devrimci güçlerin ve işçi hareketinin yenilgisi
üzerinden gelişiyor. Ancak reel sosyalizmin çöküşü
ve devrimci ve sol güçlerin yaşadığı ağır yenilgi
her ne kadar emperyalist sisteme nefes aldırmış
ve oldukça geniş bir hareket zemini sağlamış olsa
da, bu durum sistemin tüm süreçlerinin karakteristik
özelliği olan genel ve sürekli bunalımının sona
erdiği anlamına gelmemiştir. Emperyalizmin genel
bunalımı kapitalizmin 20. yüzyılın başında ulaştığı
işleyiş ve kendini üretme düzeyinin-biçiminin
yani kendi iç dinamiklerinin ürünüdür. Kapitalist
sistemin emperyalist aşama olarak tanımladığımız
düzeye varmasını sağlayan ve aynı zamanda genel
ve sürekli bunalımının da kaynağı olan yapısal
özellikleri ve işleyişinin hiç bir unsuru ortadan
kalkmadığı gibi, tam tersine bugüne değin gelen
tarihsel süreç boyunca giderek daha da kemikleşmiş
ve derinlik kazanmıştır.
Bu bağlamda, emperyalist kapitalist sistemin genel
bunalımının günümüzdeki tablosunu anlamak biraz
daha geriye dönerek, emperyalist kapitalist sistemin
1945’den 1968-1973’e süren büyüme döneminin sonrasına
bakmak gerekiyor. 1945’de II. Paylaşım Savaşının
bitişi emperyalist sistemin büyük bölümünde ağır
bir yıkım anlamına geliyordu. Emperyalist ülkelerde
biriken sermayenin, altyapının büyük bir bölümünün
savaş sırasında yok olmasıyla birlikte, bu ülkelerin
yeniden inşası gündemi geldi. Bunun anlamı, özellikle
ABD’de biriken büyük sermaye yoluyla tüm sistemin
yeniden inşasıydı. 1929 kriziyle birlikte büyük
bir gerileme yaşamış, savaşla yıkıma uğramış dünya
kapitalist sisteminin ABD’den akan büyük sermaye
birikimiyle yeniden inşası dünya kapitalist ekonomisinde
büyük canlanma yarattı. Tüm dünya kapitalist ekonomisi
ABD öncülüğünde yeniden organize edildi. Sömürge
ve yarı-sömürgelerdeki feodal ve yarı-feodal ekonomiler
emperyalizm tarafından büyük yatırımlar yoluyla
yukarıdan aşağıya ve bağımlı tarzda da olsa kapitalist
ekonomilere dönüştürüldü. 18. ve 19. yüzyıllarda
Avrupa ve Amerika’daki kapitalist anayurtlarda
yaşanan büyük kapitalistleşme dalgasının soluk
bir kopyası sömürge ve yeni-sömürgeler dünyasında
yaşandı. Bu, tüm dünya kapitalist ekonomisi için
muazzam bir genişleme ve derinleşme, muazzam bir
dinamizm anlamına geldi. Ancak 1960’ların ikinci
yarısına gelindiğinde hem savaş sonrası inşa tamamlanmış,
hem de yeni-sömürgelerde uygulanan bağımlı ithal
ikameci sanayileşme kendi sınırlarına önemli ölçüde
varmıştı. Bu noktadan itibaren yeniden güçlenen
diğer emperyalist güçlerin ABD ile kıyasıya rekabeti,
yeni-sömürge ekonomilerinin tıkanması ve bu süreç
de biriken sermayenin artık savaş sonrasındaki
olduğu gibi değerlenebileceği olağanüstü karlı
alanların bitmesi, yani kar oranlarının düşüş
eğilimi başladı. Bu noktada, sömürge ve yeni-sömürgelerde
gelişen devrimci kurtuluş mücadeleleri de sistemin
önünü kesen önemli bir faktör olarak ortaya çıktı.
Özellikle Küba, Cezayir ve Vietnam kurtuluş mücadeleleri
ve başarıları sistemi hem ekonomik ve siyasal
olarak hem de özellikle moral açıdan ciddi biçimde
darbeledi. Gelişme duygusu ve nesnel zemini giderek
zayıflamaya başladı. Bu tablo içinde ilk kırılma
1968’de büyük kitle hareketlerinin patlaması ile
yaşandı. 1968’den 1973 petrol krizine kadar olan
süreç emperyalist kapitalist sistemin 1945’lerde
üzerine kurulduğu tüm dengelerin, tüm planların
birer birer tuzla buzla olduğu süreç oldu. Emperyalist
kapitalist dünya sisteminin savaş sonrasında nispeten
hafifleyen genel bunalımı yeniden tüm öğeleriyle
birlikte hızla derinleşmeye başladı. Sistemin
bunun karşısında geliştirdiği refleks yukarıda
belirttiğimiz restorasyon programı oldu ve 1979-1980’den
itibaren bu program tüm kapitalist dünyada bütünlüklü
olarak devreye sokuldu. Restorasyon programı genel
bunalımın aşılması programı değildi, bunun mümkün
olmadığı açıktı, biliniyordu. Program esas olarak
derinleşen genel bunalımın büyük çöküşlere yol
açmayacak düzeyde tutulması, emperyalist ülkelerde
milli krizlerin oluşmasının engellenmesi, kısmi
rahatlamalar sağlayacak nefes borularının açılması,
kısacası bir kriz yönetim programıydı. Programın
her bir öğesi sistemi çürüme içinde ayakta tutmayı
hedefleyen işçi sınıfına ve devrimci güçlere,
ulusal kurtuluş mücadelelerine, reel sosyalist
ülkelere karşı saldırı, yeni-sömürgelerin vahşice
yağmalanması olarak biçimlendi.
Restorasyon programı 1990’lardan itibaren Küreselleşme
ve Yeni Dünya Düzeni kavramlarıyla tanımlanmaya
başlanmıştır. Ve küreselleşme söylemi etrafında
emperyalist sistemin ideologları ve sol liberaller
tarafından üretilen masallar bugün kelimenin gerçek
anlamıyla bir fiyaskoya dönüşmüştür.
1990’larda reel sosyalizmin çöküşü ile birlikte
açılan geniş alanın yarattığı hayallerle emperyalist
ideologlar tarafından unutulsa ya da unutturulmaya
çalışılsa da, 1970’lerden bu yana devreye sokulmuş
olan ekonomide neoliberalizm, siyasette yeni sağ,
askeri alanda düşük yoğunluklu, yada asimetrik
savaş ve yıldız savaşları ve kültür alanında postmodern
politikalar esas olarak genel bunalımın 1970’lerden
itibaren derinleşmesine paralel olarak geliştirilen
emperyalist sistemi restore etme programının temel
taşlarıdır. Bu politikaların toplamını ifade eden
restorasyon programı esas olarak bir kriz yönetimi
programıdır. Reel sosyalizmin çöküşü, emperyalist-kapitalist
sistemi ciddi biçimde rahatlatmış (yeni devasa
pazarların açılmış olması, sistemi tehdit eden
en önemli unsurlardan birinin ortadan kalkması
vb. bağlamında) olsa da, sistemin karakteristik
özelliklerinin değişmesini doğal olarak beraberinde
getirmemiştir. Kapitalist sistemin emperyalist
karakter kazanması onun kendi özsel niteliklerinin,
kapitalizmi kapitalizm yapan temel özelliklerin
kaçınılmaz ürünüdür. Reel sosyalizmin çöküşü bırakalım
sistemin emperyalist karakterini ortadan kaldıracak
koşulları yada değişimleri yaratmayı, 1970’lerin
sonlarında uygulamaya konulan restorasyon programı
ve onun özünü oluşturan kriz yönetimi politikalarının
dahi devre dışı kalmasını sağlayacak çapta bir
değişim dahi yaratmamıştır. Tersine, restorasyon
programının her bir öğesi oluşan yeni koşullarda
yeni çatışma öğeleriyle (ortaya çıkan yeni pazar
alanları için daha büyük paylaşım mücadeleleri,
Çin vb. yeni emperyalist rakiplerin ortaya çıkışı,
yeni ulusal sorunlar, derinleşen yoksulluk ve
bunlara karşı mücadeleler, vb..) yeni biçimler
alarak daha da derinleştirilmiştir.
1990’ların başında emperyalist ideologlar tarafından
ileri sürülen küreselleşmenin (bu kavram dünya
kapitalist sisteminin emperyalist karakterinin
üzerini örtmek için kullanıyor) tüm sınırları
ortadan kaldırdığı, tüm kapitalist unsurlar için
eşit koşullar yarattığı, artık kapitalist sermaye
için kapitalist anayurtlar olmadığı, emperyalist
politikaların ve savaşların geride kaldığı, dünyanın
küresel bir köye dönüştüğü ve sorunsuz, çatışmasız
bir gelişme döneminin açıldığı iddiaları son 18
yılın gelişmeleri karşısında tuzla buz olmuştur.
Tüm küreselleşme hikayelerine karşın, dünya kapitalizmi
büyük kapitalist anayurtlarda emperyalist karakterini,
geri bıraktırılmış ülkelerde sömürgeci ve yeni-sömürgeci
karakterini korumakta, dahası bu niteliklerini
geçmişe nazaran daha güçlü biçimde üretmektedir.
Tekelleşme, bir avuç asalak finans kapitalistin
hegemonyası, emperyalistler arası paylaşım mücadeleleri
ve savaşlar, fazla üretim ve derinleşen nispi
ve mutlak yoksulluk, yaratılan büyük değerler
ve bunun üretici güçlerin gelişimi için kullanılması
yerine asalakların kasalarına dolması, sömürgecilik
ve işgal, yeni-sömürgeciliğin derinleşmesi; emperyalist-kapitalizmin
20. yüzyılın başındaki tüm temel karakteristik
özellikleri bugün çok daha derinleşerek kendini
üretiyor. Küresel köyün sınırsız ve sorunsuz gelişmesi
masalı, bugün artık tüm emperyalist ekonomist
ve siyasetçiler tarafından kabul edilen derin
bir kriz gerçeğiyle karşı karşıya kalarak tümüyle
iflas etmiştir. Emperyalist-kapitalist sistemi
güncel tablosunun bu her bir öğesi genel bunalımın
bir bileşenidir. Ve bu tablonun gösterdiği tek
bir gerçek vardır; emperyalist-kapitalist sistemin
genel bunalım derinleşerek sürüyor...
Emperyalizmin genel bunalımı tüm dünyada devrim
için nesnel koşulların varlığını anlamına gelir.
Çünkü genel bunalımın anlamı onu oluşturan her
bir çelişkinin kaçınılmaz olarak derinleşeceği
ve bu çelişkilerin sistemi de tahrip etmeyi göze
almadan, çatışmasız ve olağan yollardan aşılamayacağı,
büyük tahribatlar (savaş yoluyla paylaşım vb.
gibi) göze alınarak üretilen çözümlerin de ancak
kısmi ve geçici olduğudur. Bu emperyalist-kapitalizmin
temel paradoksudur ve bu tablo çıkış yolunun ancak
devrim olduğuna işaret eder ve devrimler için
dünya çapında elverişli koşulların olduğunu gösterir.
Konumuz bağlamında tam da bu noktada derinleşmek
gerekiyor. Genel bunalım sistemin her zaman en
ağır krizler içinde felç olması, kendini yürütemez
hale gelmesi demek değildir. Her bir ülkede kapitalizmin
gelişme düzeyi de, genel bunalımın bu ülkelerdeki
yansıma düzeyleri de eşitsizdir, farklıdır. Eşitsiz
gelişme hem kapitalist sistemin genel kaotik yapısından,
hem de her bir ülkenin kendi özgül koşullarından
kaynaklanır. Her bir ülkede kapitalist yapı, sistemin
genel işleyişiyle, ülkelerin özgül koşullarının
karşılıklı etkileşimi sonucu farklı yolları izleyerek
ve farklı gelişme düzeyleri kazanarak gelişir.
Bu nedenle, kapitalist sistem yatay değil, dikeydir,
piramitsel yapıdadır, hiyerarşiktir. Genel bunalımın
her bir ülkeye yansıması o ülkenin piramidin hangi
noktasında olduğuna, iç dinamiklerinin durumuna
vb. faktörlere bağlı olarak değişir.
Emperyalist-kapitalist sistemin genel bunalımının
varlığı dünya ölçeğinde devrim için genel zeminin
varlığını, devrimin güncelliğini ifade etmesine
karşın, tek tek ülkeler özgülünde iktidarın alınmasına
dönük doğrudan devrimci eylemin (genel halk ayaklanması
ya da uzun süreli savaş) başlatılabilmesi için
o ülkenin kendi toplumsal yapısının da sistemin
genel bunalımından beslenen kendi krizini (mili
kriz) yaşaması gerekir. Yani bir ülkede tüm temel
çelişkilerin ve güncel görünümlerinin artık sistemin
mevcut biçimiyle yürütülmesini olanaksız kılacak
ölçüde derinleşmesi ve kırılma noktasına gelmesine
gelmesi gerekir. Marksist literatür de bu durum
milli kriz ya da nesnel koşulların o ülkede iktidarın
alınması için gerekli hamlenin yani devrimci hamlenin
yapılması için elverişli hale gelmesini işaret
etmek için kullanılan tanımlamayla devrimci durum
olarak tanımlanmıştır. Milli kriz ya da diğer
bir deyişle devrimci durum, tek tek ülkelerde
devrimin gerçekleşmesi için olmazsa olmaz nesnel
zemindir.
Çalışmamızın daha önceki bölümlerinde milli krizin
çerçevesi çizildiği için tekrara girmeden doğrudan
günümüzde milli kriz ve bununla bağlantılı olarak
evrim ve devrim aşamalarının biçimlenişi ve devrimin
stratejik çizgisinin güncel görünümüne girebiliriz.
C) Yeni Tarihsel/Bunalım Döneminde Devrimin
Stratejik Çizgisi
I- Günümüzde Emperyalist-Kapitalist Ülkelerde
Milli Kriz, Evrim-Devrim
Aşamaları ve Devrimin Stratejik Çizgisi
Emperyalist-kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadelesi
süreçleri incelendiğinde göze çarpan en önemli
olgu büyük devrimci savaşımların, iktidarın alınmasına
dönük devrimci ayaklanmaların esas olarak sınıf
mücadelesinin kısa süren belli anlarına denk düştüğüdür.
Bu ülkelerde milli kriz, sistemin genel bunalımının
derinleştiği belli anlarda ortaya çıkmaktadır.
Tarihsel deneyimin de gösterdiği gibi, bu ülkelerde
milli kriz süreklilik göstermediği gibi, sık aralıklarla
da ortaya çıkmamakta, daha çok sistemin genel
bunalımının en derinleştiği kırılma noktalarında
ortaya çıkmaktadır.
Milli krizin emperyalist kapitalist ülkelerde
süreklilik arz etmemesi ya da sık aralıklarla
ortaya çıkmaması bu ülkelerde kapitalizmin gelişim
seyrinin ortaya çıkardığı toplumsal yapıyla ve
sistemin sınıf çatışmalarını yönetme konusunda
kazandığı deneyim ve bilinçle, kurduğu mekanizmalarla
doğrudan ilişkilidir. Daha önceki bölümlerde ifade
ettiğimiz gibi, bu ülkelerde kapitalizm esas olarak
bu ülkelerin iç dinamiklerinin ürünü olarak gelişmiştir.
Bu süreç pek çok iç çatışmayı içinde barındırsa
da, toplumun iç dinamiklerini sakatlayan dış faktörler
nispeten oldukça azdır. Dış faktörler özellikle
sömürgecilik, bu ülkelerin başka ülkelere dönük
vahşi saldırganlığı olduğu için, pek çok açıdan
bu ülkeleri besleyen, giderek iç çatışma zeminlerini
yumuşatan bir faktör olmuştur. 1900’lerin başında
kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaştığı döneme
gelindiğinde bu ülkelerin toplumsal yapısının
kapitalist dönüşümü tamamlanmış; sistem politik,
ekonomik, sosyal, askeri ve kültürel olarak bütünlüklü
ve kendi iç dinamiklerinin ürünü olan emperyalist
kapitalist formasyona ulaşmıştır. Tüm dünya çapında
büyük kırılmalar ekonomik, askeri ve sosyal krizler
ortaya çıkmadıkça, tek tek emperyalist ülkelerdeki
oligarşiler ellerindeki büyük maddi birikim, yönetim
deneyimi, kontrol mekanizmalar vb... yoluyla kontrol
edilebilir sınırlı çelişki ve çatışmalar zemininde
uzun süreli istikrarlı dönemler yaratabilmektedirler.
Yani milli kriz olarak tanımladığımız derin toplumsal
çatışma zeminlerinin ortaya çıkışını engelleyebilmektedirler.
Ekonomik olarak bu ülkelerde büyük sermaye birikimleri
oluşmuştur. Hem mali sermaye alanında, hem de
sanayi ve hizmet sektörleri, yani reel ekonomi
alanında küçük şoklardan etkilenmeyecek bir birikim
ve altyapı söz konusudur. Küçük ve orta çaptaki
ekonomik şok ya da kriz olasılıkları derhal ya
kendi mevcut birikimleri üzerinden, yada kriz
öğeleri sömürge ve yeni-sömürge ekonomilerine
bir biçimde aktarılarak, bu ülkelerin ekonomileri
ağır yıkımlar uğratılıp, bunlardan büyük ekonomik
olanaklar gasp edilerek aşılabilmektedir. Siyasi
alanda, burjuva siyaset arenasında pek çok parti
bulunabilse de, işçi sınıfı partileri dışındaki
burjuva partiler esas olarak tekelci burjuvazinin
çıkarları konusunda hem fikirdir, aralarındaki
farklar esas olarak nüanslardadır. Bu ise ülkenin
yönetiminde ciddi krizlerin, kırılmaların ortaya
çıkışını önemli ölçüde engellemektedir.
Yeni-sömürge ülkelerle karşılaştıracak olursak
aradaki farklar daha açık biçimde görülebilecektir.
Türkiye tarihinin en derin ekonomik krizi olarak
tanımlanan ve kelimenin gerçek anlamıyla büyük
bir toplumsal krize dönüşen, milli kriz olarak
tanımladığımız durumun en olgun biçimiyle gerçekleştiği
2001 krizi birkaç on milyar dolarlık sıkışmanın
ürünüdür. Bu rakamlar Türkiye’den çok daha küçük
nüfuslara sahip olan Belçika ve Hollanda gibi
küçük emperyalist ülkeler için önemsiz büyüklüklerdir.
Sahip olduklar büyük sermaye birikimi yoluyla
bu çaptaki sıkışmaları yaşamamaktadırlar. Bu ülkelerden
çok daha büyük yeraltı ve yerüstü kaynaklarına
ve işgücüne sahip olan Türkiye’de işçi sınıfının
ve emekçilerin büyük bir bölümü yoksulluk sınırının
altında yaşarken, bu küçük emperyalist ülkeler
bile sınıf çatışmasının ileri düzeylere varmasını
engelleyecek kırıntıları işçi sınıfına verebilecek
ekonomik ve toplumsal yapılar oluşturmuş durumdadır.
Bu kırıntılar 1990 sonrasında giderek azalıyor
olsa bile, sömürge ve yeni-sömürgelerle kıyaslanmayacak
ölçüdedir. Daha pek çok örnekle emperyalist kapitalist
ülkelerin kriz faktörleri karşısında ekonomik,
siyasal ve toplumsal yapısının, sömürge ve yeni-sömürge
ülkelerden ne denli farklı olduğunu görmek mümkündür.
Milli kriz ile emperyalist-kapitalist ülkelerin
yapısı arasındaki ilişkiye ilişkin ifade ettiklerimizi
toparlayacak olursak; 17. ve 18. yüzyılın büyük
işçi/emekçi mücadelelerin ağır sonuçlarından kaçınmak,
sık tekrarlanan milli kriz/ayaklanma döngüsünü
aşmak noktasında en önemli faktör, bu ülkelerdeki
sınıfsal yapının, kent düzeninin, mali ve sanayi
düzeninin ve genel olarak ekonominin küçük ve
orta çaplı kriz öğelerini tolere edebilen oturmuşluğudur.
İkinci olarak, tüm dünya çapında oluşmuş olan
sömürge ve yarı-sömürge sisteminden akan büyük
karların kırıntılarının işçi sınıfının bir bölümüne
aktarılması yoluyla oluşan işçi aristokrasinin
bu kırıntılar aktığı, yada akma umudu sürdükçe
düzenle uzlaşması ve sınıfın geri kalan bölümlerini
de etkisi altına alarak pasifize edebilmesidir.
Milli kriz öğelerinin önemli ölçülerde baskılandığı,
sistemin kriz öğelerini tolere edebildiği, emekçi
sınıfların devrimci girişkenliğinin zayıfladığı
dönemlerde devrimci öncü partinin görevi uzun
ve sabırlı bir mücadele yoluyla örgütlemek, eğitmek,
genel ve tekil sorunlar etrafında mücadeleye sevk
etmek ve bu yoldan milli krizin oluştuğu koşullarda
büyük devrimci savaşımlar ve genel halk ayaklanması
için hazırlamaktır... Böylesi dönemlerde devrimci
çalışma esas olarak barışçıl mücadele araçları
(Mahir yoldaşın da belirttiği gibi uzlaşıcı olmayan)
temelinde yürür. Milli kriz oluşmadan, kimi küçük
kriz öğeleri temelinde ya da tamamen öznel istemler
temelinde partinin ya da örgütlü emekçilerin şiddet
temelinde büyük ve zamansız ayaklanmalara ya da
süreğen silahlı çatışmalara girişilmesi, geniş
emekçi kitlelerinin desteğini bulamayacağı için
öncü partinin ve kitle tabanının ağır darbeler
yemesini beraberinde getirecektir. Ancak bu, milli
krizin oluşmadığı koşullarda emperyalist kapitalist
ülkelerde mücadelenin tümüyle barışçıl temelde
yürüyeceği anlamına gelmez. Açıktır ki, emperyalist
kapitalist ülkelerde de devrimci öncü partiler
ve işçi sınıfının örgütlü güçleri, hak arayışı
içinde olan emekçiler sistemin ve onun beslemesi
gerici ve faşist güçlerin şiddet temelindeki saldırılarıyla
daima şu ya da bu düzeyde karşı karşıyadırlar.
Bu saldırılar karşısında, teşhir, yasal yollardan
hakları arama vb. yanı sıra, devrimci şiddet temelinde
aktif bir militan karşı koyuş da zorunludur. Sadece
bu değil, enternasyonalist dayanışma amacıyla
da, meşru devrimci şiddet eylemleri de devrimci
öncü partinin gündemine yer alır. Her durumda
aktif militan bir duruş ortaya koyan ve saldırılar
ve saldırı odakları karşısında burjuva yasallığına
başvurmakla yetinmeyen, işçi sınıfının ve emekçilerin
kılıcının var olduğunu ve kullanacağını gösteren
bir mücadele ve parti düzeyi yaratılmadan gerçekten
devrimci bir partiden ve mücadeleden söz edilemez.
Bu duruş gösterilmeden, bunun örgütleri ve pratiği
yaratılmadan, işçi sınıfı ve emekçileri genel
halk ayaklanmasına hazırlamaktan, devrimci iradenin
varlığından söz etmek sadece bir hayal olabilir.
Toparlayacak olursak; devrimci öncü parti için
bu sürecin toplamı esas olarak güç biriktirmek
üzerine kuruludur. Güç biriktirme; barışçıl ama
uzlaşıcı olmayan militan bir pratik hat yaratmak,
işçi sınıfının devrimci örgütlerini çoğaltmak,
partinin etkisini büyütmek, oligarşinin şiddetine
karşı devrimi şiddeti meşru savunma zemininde
örgütlemek ve bu temelde milli krizin oluşması
durumunda gerçekleştirilecek genel halk ayaklanmasının
zeminlerini örmek üzerine kuruludur. Milli kriz
koşullarının olmadığı dönemlerde devrimci şiddeti
esas alan bir mücadele tarzının destek yaratıcı
ve örgütleyici işlevi olması mümkün değildir.
Toplumdaki çelişkilerin baskılandığı, sistemin
siyasal güçlerinin derli toplu ve sağlam bir konumlanış
içinde olduğu, ekonominin nispi gelişmeler gösterdiği,
emekçilerin yaşam koşullarının görece iyi olduğu
koşullarda işçi sınıfı ve emekçilerin geniş kesimlerinin
devrimci savaşımın en şiddetli biçimlerine taraf
olması beklenemez. İşte milli kriz öğelerinin
baskılandığı, nispi bir toplumsal istikrarın oluştuğu,
sistemin genel olarak toplumsal ilişkilere hakimiyet
sağladığı, devrimci çalışmanın bu tabloya uygun
olarak barışçıl mücadele biçimlerini temel alarak,
ancak devrimci şiddeti de koşullara bağlı olarak
kullandığı ve güç biriktirdiği bu dönemler devrimci
literatürde evrim dönemleri olarak tanımlanmıştır.
Öte yandan, bu tablo, emperyalist kapitalist ülkelerin
milli kriz olgusundan tümüyle azade olduğunu göstermez.
Özellikle emperyalist kapitalist sistemin genel
bunalımının derinleştiği önemli dönemeçlerde milli
krizlerin oldukça derin ve yıkıcı biçimde ortaya
çıkması kaçınılmaz hale gelmektedir. Kriz öğelerinin
derinleştiği ve kendi iç imkanlarıyla krizi aşma
zeminlerinin kalmadığı dönemlerde emperyalistler
ya dünyayı paylaşma mücadelesini hızla öne çıkarmakta
ve büyük savaşlara girişmektedirler ve savaşlar
yarattıkları daha büyük yıkımlarla sonuçta daha
büyük milli kriz durumları yaratmaktadır. Ya da
paylaşım savaşının koşullarının bulunmadığı durumlarda
sistemde genel veya tek tek ülkelerde çöküşü görülmektedir.
I. Dünya Paylaşım Savaşı özellikle Avrupalı emperyalistlerin
derin bir krizin eşiğinde olduğu koşullarda gerçekleşmiştir.
Ancak uzayan savaş krizin çaresi olmak yerine
tek tek tüm emperyalist ülkelerde ve daha da ötesi
tüm sömürge ve yarı-sömürgelerde derin milli krizlerin
kapısını sonuna dek aralamıştır. Büyük Ekim Devrimi
bu sürecin ürünü olmuştur. II. Paylaşım savaşı
ise tüm dünya kapitalist sistemini çökerten 1929
krizinin ürünü olmuştur. 1929 krizi dünya kapitalist
ekonomisinin iç bütünlüğünü ortadan kaldırarak
tüm sistemi etkileyen ağır bir çöküntü yaratırken,
ABD ve Almanya’da tarihlerinin en ağır milli kriz
durumunu yaratmıştır. Genel olarak ve tek tek
ülkelerde kimi hafiflemelere karşın krizden çıkış
yolu bulamayan emperyalistler çıkışı II. dünya
paylaşım savaşını başlatmakta bulmuşlardır. Savaşın
hemen sonrasında tam bir yıkımın yaşandığı Avrupa’da
Fransa, İtalya ve Yunanistan’da milli kriz tablosu
yeniden ve güçlü biçimde oluşmuştur.
Emperyalist kapitalist ülkelerde genel bunalımın
derinleşmesine bağlı olarak milli krizin değişik
düzeylerde ortaya çıktığı bir başka dönemeç noktası
1968 baharıdır. II. Dünya Paylaşım Savaşımının
yarattığı büyük yıkımın ardından yaşanan toparlanma
ve gelişme döneminin 1960’larda sınırlarına varması
ve bunun yanı sıra sömürge ve yeni-sömürgelerde
gelişen büyük kurtuluş mücadelelerinin yarattığı
hem ekonomik, hem de sosyal ve siyasal basınç
ve emekçiler üzerindeki büyük sempati dalgası,
emperyalist kapitalist ülkelerde büyük kırılmalara
yol açmış ve başta ABD, Fransa ve Almanya olmak
üzere emperyalist ülkelerde milli krizin oluşmasını
beraberinde getirmiştir.
Emperyalist kapitalist ülkelerde milli krizin
varlığının en önemli göstergelerinden biri, o
güne değin mevcut statükolara uyarak yaşamını
sürdüren işçi ve emekçilerin ve diğer toplumsal
kesimlerin büyük bölümünün keskinleşmiş toplumsal
çelişkilerin çözümü ve büyük değişimler için kendilerini
eylemli olarak ifade etmeleri, eskisi gibi yaşamayacaklarını
açık biçimde ortaya koymalarıdır. Çoğunlukla uzun
süren istikrar dönemlerinin ardından ortaya çıkan
milli kriz öğeleri, emperyalist kapitalist ülkelerdeki
toplumsal yapı için şok edici ağır bir kırılma
durumudur. Bu şok edici tablo karşısında başta
işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçilerde ortaya
çıkan refleks ise hızla tüm statükolara saldırı
ve eylemli değişim isteğidir. Değişim ve yeni
daha özgür, daha insanca bir yaşam arayışı böylesi
dönemlerde olağanüstü ölçülerde yoğunlaşır. Büyük
içinde şiddeti barındıran gösteriler, fabrikaların/işyerlerinin,
yönetim binalarının işgali ve tahribi, boykotlar,
irili ufaklı isyanlar yaşanan toplumsal şok karşısında
gösterilen başlıca reflekslerdir. Böylece herhangi
bir derin ekonomik ya da sosyal kriz öğesiyle
başlayan milli kriz tablosu emekçilerin bu direniş
ve isyan refleksleriyle tamamlanır. Milli krizin
devrimci durum olarak da tanımlanmasının nedeni
işçi sınıfı ve emekçilerin büyük değişim isteğini
eylemli olarak ortaya koymalarıdır.
Ancak her milli kriz/devrimci durum mutlaka devrimle
sonuçlanmaz. Milli krizin/devrimci durumun varlığı
bir devrim sürecinin nesnel koşullarını ifade
eder. Devrim, ancak milli krize/devrimci duruma
müdahale edecek kapasiteye, hazırlığa ve kesin
bir iradeye sahip devrimci sosyalist öncü partinin
varlığını gerektirir. Devrimci öncü partinin bu
koşullar altında görevi ayağa kalkmış olan işçi
sınıfı ve emekçileri devrim programı etrafında
birleştirmek, silahlandırmak, askeri eylemleri
ve ayaklanmayı örgütleyecek askeri örgütlenmeyi
yaratmak, işçi sınıfı ve emekçilerin mevcut devlet
yapılanmasına alternatif konsey ve meclisleri
örgütleyerek kendi iktidarlarının zeminlerini
örmelerini sağlamak, devrimin müttefikleriyle
ittifak ilişkilerini sağlamak biçimde kurmak ve
sistemin can damarı olan başta büyük kentler olmak
üzere kentlerde genel halk ayaklanmasını somut
bir plan içinde hazırlayarak başlatmaktır. Yani
doğrudan iktidarı ele geçirmek, mevcut devlet
cihazını baştan sona parçalayarak, yerine işçi
sınıfının devrimci sosyalist iktidarını kuracak
devrimi başlatmak ve sonuca ulaştırmaktır...
İşte devrimci öncü partinin oluşan milli kriz/devrimci
durum koşullarındaki bütün bu müdahale sürecini
devrim dönemi olarak tanımlıyoruz.
Açıktır ki, milli kriz/devrimci durum koşulları
emperyalist kapitalist ülkelerde sürekli değildir.
Bu koşullarda üç olasılık vardır; birincisi, devrimci
öncünün varolmaması ya da olsa bile gereken devrimci
girişkenliği göstererek genel halk ayaklanmasını
örgütleyip iktidarı ele geçirme gücünü ve iradesini
gösterememesidir. Bu durumda kriz tüm çürütücü
etkilerini göstererek derinleşir. Ekonomi ve toplumsal
yaşam derin kırılmalarla sakatlanır. Emekçiler
sosyal ve örgütsel haklarını, yapılarını büyük
ölçüde kaybederler. Derin sömürü ve yoksullaşma,
ahlaki çürüme ve değersizleşme toplumsal dokunun
tüm hücrelerini tahrip eder. Bu süreç içinde sistem,
işçi sınıfı ve emekçilerden gelen büyük bir devrimci
basınç olmadığı için kendisini yavaş yavaş toparlar.
Tekelci sermayenin ve orta burjuvazinin bir kısmı
tamamen batarken, bir kısmı krizin ortaya çıkardığı
fırsatlarla daha da büyür. Ekonomiye, siyasal
yapıya yeniden biçim verir. Emekçilerin örgütsüzleşmesi,
kriz koşullarının yarattığı ahlaki çürüme sistem
tarafından kemikleştirilir ve bunun üzerinden
daha güçlü kontrol mekanizmalarının kurulmasına
girişilir. Bir milli kriz durumunda devrimci savaşım
açısından olabilecek en ağır sonuçlar bu olasılığın
gerçekleşmesi durumunda ortaya çıkar. İkinci olasılık,
devrimci öncünün devrimci durumun/milli krizin
koşullarını değerlendirerek genel halk ayaklanmasını
gerçekleştirmesi ancak başarısızlığa uğramasıdır.
Bu durumda, devrimci güçleri bekleyen tablo genellikle
tüm devrimci güçlere ve işçi sınıfına karşı büyük
kıyımlara girişilmesi, kısa ya da orta vadeli
bir baskı rejiminin kurulması, tüm devrimci örgütlerin,
demokratik kitle örgütlerinin dağıtılması, oligarşinin
toplumsal yaşam üzerinde ağır bir hakimiyet kurmasıdır.
Baskı rejimi kalıcılaşması mümkün olduğu gibi,
yavaş adımlarla gerici burjuva demokrasisine geri
dönüş de mümkündür. Üçüncü olasılık ise devrimci
partinin işçi sınıfının öncülüğünde tüm emekçi
güçleri birleştirerek genel halk ayaklanması yoluyla
iktidarın alınmasıdır.
Devrimci durumun/milli krizin var olduğu dönemlerde
bu hat üzerinden yürüyen devrimci öncü partinin
genel halk ayaklanmasını örgütleme girişimlerinde
başarısızlığa uğradığında ya da gerçekleştirilen
genel ayaklanma yenildiğinde, devrimci öncünün
görevi güçlerinin daha fazla kayba uğramasını
engellemek ve oluşan koşullara uygun çalışma biçimlerine
geçiş yapmaktır.
Emperyalist kapitalist ülkelerde devrimin denklemi
1990’lara gelinceye değin, esas olarak evrim ve
devrim dönemleri üzerine kuruldu. Tarihsel deneyim
devrim sürecinin bu iki dönemin diyalektik birliği
üzerinden biçimlendi. Devrimci partilerin, Büyük
Ekim Devriminin öncüsü Bolşevikler dışında, oluşan
milli kriz/devrimci durum dönemlerinde başarılı
devrimci girişimler geliştiremedikleri gerçeği
tarihsel deneyimin bir diğer yanını oluşturuyor.
Evrim dönemlerinde emekçi kitlelerde var olan
uyuşukluğun milli kriz dönemlerinde hızla aşıldığın
ya da aşılabileceğini görmeme, büyük kitle hareketlerine
evrim dönemi psikolojisiyle, moral duruşuyla bakma,
evrim döneminin barışçıl çalışmalarını militan
bir hat üzerinden geliştirmemenin etkisiyle hantallaşma
ve devrimci militan bir pratikten uzlaşmacı, yasalcı
bir pratik hat’a savrulma, evrim dönemlerinde
milli kriz/devrim durumu koşullarının gerektirdiği
ayaklanma için hazırlıkları gerçekleştirmeme,
kısacası evrim dönemlerinde oluşan statükolardan
ve burjuva yasallığından kopamama başarılı devrimci
girişimler, ayaklanmalar için oldukça elverişli
milli kriz/devrimci durum koşulları oluşmasına
karşın bunların gerçekleştirilememesinin en önemli
nedenlerini oluşturuyor. 1968’lerde özellikle
Avrupa’da oluşan milli kriz ve büyük devrimci
dalga karşısında, yukarıda sıraladığımız faktörlerle
sakatlanmış olan KP’lerin vb yapıların tutumu
adeta ürküntü olmuştur ve çoğunlukla bu devrimci
sürecin karşısında durmuşlardır. Sadece bu değil,
biraz daha geriye gidecek olursak; 1945’de Fransa,
İtalya ve Yunanistan’da uzun ve oldukça prestijli
mücadele süreçlerinin ardından iktidarın alınmasının
an meselesi olduğu koşullar oluşmasına karşın,
bu ülkelerdeki KP’ler burjuva yasallığını koruma,
SSCB’nin konumunu koruma ve devrim perspektifinin,
devrimi sonuna kadar götürme iradesi ve cesaretinin
zayıflığı nedeniyle devrimci gerçekleştirilmesi
adımını atmamışlardır. Hatta İtalya ve özellikle
Yunanistan’da devrimi, iktidarı, emperyalist güçlere
adeta geri vermişlerdir.
1990’larla başlayan yeni tarihsel dönemde, emperyalist
kapitalist ülkelerde milli kriz/devrimci durum
dönemleri ile nispi istikrarın sağlandığı dönemler,
evrim ve devrim aşamaları ilişkisinde köklü bir
değişim olduğu yönünde ciddi ipuçları bulunmuyor.
Bu süreçler arasındaki ilişkinin yeni tarihsel
dönemde de esas olarak daha önceki dönemlerle
benzer tarzda biçimlendiği görülüyor.
Bununla birlikte, yeni tarihsel süreçte emperyalist
kapitalist sisteme egemen olan ekonomide neoliberal,
siyasette yeni sağ, askeri alanda düşük yoğunluklu
çatışma/asimetrik savaş ve yıldız savaşları, kültürel
alanda postmodern politikaların toplamından oluşan
restorasyon programı ve bu programı zorunlu kılan
sistemin genel bunalımının derinleşmesi, tek tek
emperyalist ülkelerde milli kriz ve istikrarlı
dönemler olarak tanımlanan süreçlerin içeriğinde
belli farklılaşmalar da yaratmış durumdadır.
Yukarıda emperyalizmin genel bunalımının 1968-73
yıllarından itibaren yeniden derinleşmesi bağlamında
uygulamaya sokulan restorasyon programını ana
hatlarıyla ortaya koymuştuk. Restorasyon programı
esas olarak genel bunalımın yönetilmesi, yani
bir kriz yönetim programı olarak gelişti. 2000’lere
geldiğimize artık restorasyon programı tüm boyutlarıyla
iflas etmiş durumdadır.
1990 başında reel sosyalist sistemin çöküşü ve
kapitalist sisteme entegrasyonuyla yeni pazar
alanlarının açılması ve sistemin dünya çapında
moral üstünlük kazanması geçici bir süre içinde
olsa sistemin rahat nefes alması ve genel bunalımı
aşacağı izlenimi yaratmasına karşın, 2000’lere
gelindiğinde bunun tam bir yanılsama olduğu ortaya
çıktı. Sistemin krizi her yönlü derinleşmesine
devam etti. Dünya ekonomisinde reel karların düşüş
eğilimi sürüyor, mali sermayenin sanal karları
realize olmadığı gibi, dizginsiz hareketiyle daha
yıkıcı hale geliyor ve mali alanda patlaması an
meselesi olan bir krizle ekonominin tümüne yayılacak
bir çöküşün tüm belirtileri ortaya çıkıyor. Sistemin
öncü gücü ABD’nin dünya ekonomisini ve siyasetini
yönetme yeteneği zayıflıyor, eskisi gibi yönetemiyor,
sistemin diğer büyük aktörleri eskisi yönetilmek
istemiyor, yeni bir paylaşım düzeni kurulması
yönünde sürekli hamleler yapıyor. Yeni-sömürgelerin
paylaşımından, günlük ilişkilere değin her alanda
şiddet geçmiş dönemlere nazaran olağanüstü ölçülerde
yayılıyor, derinleşiyor...
Neoliberal politikaların sistemin derinleşen genel
bunalımının ekonomik alanda yönetme yeteneği giderek
zayıflıyor. 1990’ların ikinci yarısındaki Rusya
krizi ve güneydoğu Asya’da patlayan kaplanlar
krizi, 2000’lerin başında Arjantin, Şili, Meksika
ve Türkiye’deki krizlerle emperyalist kapitalist
sistemi çevreleyen büyük yeni-sömürgelerin ağır
yaralar almasına neden oldu. 2008’lere gelindiğinde
artık emperyalizmin öncü gücü ABD büyük bir kriz
tehlikesiyle yüz yüzedir ve ABD’de yaşanacak bir
ekonomik krizin tüm dünya ekonomisinin çöküşü
ve tam bir kaos ortamının doğması anlamına geleceği
açıktır.
Neoliberal politikalar kar oranlarının arttırılması
için işçi sınıfının tüm kazanımlarına dönük büyük
bir saldırı dalgası anlamına geliyordu ve son
30 yılda emperyalist kapitalist ülkelerde işçi
sınıfı ekonomik ve sosyal kazanımlarının sürekli
budanmasıyla yüz yüzedir. Mutlak ve nispi yoksulluk
keskin biçimde artmıştır. İşsizlik oranları düşürülememekte,
tersine artmaktadır ve adeta kemikleşmiştir. Çalışma
koşulları olağanüstü esnekleşmiş ve kötüleşmiştir,
iş güvencesi, sosyal haklar, sağlık ve emeklilik
hakları, eğitim hakkı vb.. tüm sosyal ve kültürel
haklarda keskin düşüşler söz konusudur. Sistemin
işçi sınıfı ve emekçileri kendisine bağlamaya,
uysallaştırmaya dönük tüm ekonomik, sosyal ve
kültürel hak kırıntıları ortadan kaldırılmaktadır.
Sadece ABD’de 28 milyon kişinin karneyle devletten
ve yardım kuruluşlarından yiyecek alacak duruma
düşmesi yoksullaşmanın ve insani düşüşün önemli
örneklerinden biridir. Aynı durum diğer emperyalist
ülkelerde farklı biçimlerde ve düzeylerde yaşanmaktadır.
Siyasal alanda bir yandan reel sosyalist sistemin
çöküşü ile birlikte emperyalistler arası paylaşım
mücadeleleri şiddetlenirken, sistemin başlıca
aktörleri artık sistemi eskisi yönetemezken ve
eskisi gibi yönetilmek istemezken, bir yandan
da her bir emperyalist ülkede faşist, ırkçı eğilimler
güçlenmekte, terörle mücadele ve güvenlik söylemleriyle
yavaş yavaş faşizan baskı önlemleri devreye sokulmakta,
hak arama mücadeleleri üzerinde ağır bir basınç
yaratılmaya çalışılmaktadır.
Sosyal ve kültürel yaşamada ise kelimenin gerçek
anlamıyla derin bir umutsuzluk, yabancılaşma,
parçalanma ve mutsuzlukla karakterize olan çöküntü
durumu yaşanıyor...
Kısa Sonuçlar
Bu tablo, emperyalist kapitalist ülkeler açısından
1950-60’larda, hatta 1970-80’lerde olduğu gibi
bir istikrar tablosunun söz konusu olmadığını
açıkça gösteriyor. 1990 ve 2000’li yıllar emperyalist
kapitalist ülkelerde de sömürge ve yeni-sömürgelere
nazaran daha istikrarlı, daha sakin toplumsal
yapılar söz konusu olsa da, milli kriz faktörlerinin
kimi zaman cılız, kimi zaman şiddetli biçimde
bu istikrar atmosferinin bir parçası haline geldiğini
gösteriyor. Bu durumun sonuçları, toplumsal karşı
koyuşların tek tek emperyalist ülkelerde ortaya
çıkan büyük isyanlarla ve genel olarak tüm emperyalist
ülkeleri saran direnişlerin büyük boyutlara varmasıyla
da belirgin biçimde ortaya çıkmaktadır. ABD’de
1990 başlarındaki Los Angeles isyanı, Fransa varoşlarında
2000’lerin ikinci yarısında patlayan isyanlar
bu milli kriz öğelerinin yerel düzlemlerde yarattığı
toplumsal isyan ve direniş dinamiklerini ortaya
koyarken, küreselleşme karşıtı (anti-kapitalist)
ve emperyalist işgal savaşlarına karşı tüm emperyalist
ülkelerde enternasyonal düzeyde örgütlenen büyük
direniş ve mücadeleler ise tüm sistem çapına yayılan
toplumsal karşı koyuşları ifade etmektedir. Bütün
bu direniş ve isyanlar bir yandan istikrar tablosuna
sızan ve onun ayrılmaz parçası haline gelen milli
kriz öğelerine karşı koyuşu ifade ediyor. Fakat
bir yandan da emekçilerin daha önceki süreçlere
nazaran çok daha büyük kitleler halinde isyan
ve direnişlere katılması bağlamında bir milli
kriz öğesi olarak istikrar tablosunu onu kemiren
bir öğesi haline gelmeye başlamışlardır.
Kısacası, günümüzde, daha önceki dönemlerdeki
istikrar dönemi ile milli krizin ortaya çıktığı
dönemler arasındaki keskin fark ve bir dönemden
diğerine keskin ve ani geçiş durumu esas olarak
geçerli olmasına karşın, yukarıda ortaya koyduğumuz
olgu ve süreçlerden ötürü giderek bulanıklaşmaya
da başlamıştır. Milli kriz/devrim durumu emperyalist
ülkelerde yine keskin çöküşlerle ortaya çıkacaktır
ve bugünkü tabloyu kat be kat aşan ağır sonuçlar
ve keskin çelişki ve çatışma zeminleri yaratacaktır.
Ancak bu çöküşü önceleyen uzun istikrar dönemi
artık süt liman bir istikrar dönemi değildir.
Milli krizin pek çok öğesini şu ya da bu düzeyde
bağrında dinamik biçimde taşımaktadır.
Bu bağlamda bu öğelerin birkaçını tekrar kısaca
açarak tabloyu daha belirgin hale getirebiliriz.
Bunlardan birincisi, tüm emperyalist ülkelerde
kitlesel çapta ortak örgütlenebilen, bu anlamda
enternasyonal karakter kazanmış olan anti-neoliberal,
anti-kapitalist mücadeleler, ekolojik mücadeleler,
emperyalist işgal karşıtı mücadelelerdir. Neoliberal
kapitalist yıkım politikalarının G8’ler, IMF vb.
emperyalist merkezler tarafından üretilmesi, yönetilmesi,
bunlara karşı başta emperyalist ülkeler olmak
üzere dünya çapında ortak mücadeleler örgütlenmesi
için geniş bir zemin sağlıyor. Avrupa’daki başlıca
büyük emperyalist ülkeleri olan Almanya, Fransa,
İtalya ve İngiltere’deki sınıf mücadelelerinde
tarihsel olarak var olan büyük devrimci mücadelelerin
adeta domino taşı etkisi yaratması ve hızla birinden
diğerine sıçraması bu mücadelelerde de kendisini
göstermiştir. 1848, 1918-20, 1968’lerde gelişen
ve tüm Avrupa’yı kaplayan büyük devrimci girişimler,
bu kez hem içerik, hem de biçim olarak farklı
bir düzlemde, ancak daha ileri bir enternasyonal
karakterle kendini üretiyor. Değişik gündemlerle
ancak anti-neoliberal anti-kapitalist temelde,
tüm ülkelerden direnişçiler ortak organizasyonlar
yaratarak, büyük mücadelelere girişiyorlar. Belirli
bir yılla, zaman dilimiyle sınırlı kalmayan, anti-kapitalist
temelde yaklaşık 10 yıla yakın bir süredir süreklilik
kazanmış ve militan özelliklerde taşıyan bir mücadele
zemini oluşmuş durumdadır.
Hiç kuşkusuz bu mücadeleler saf, homojen bir sınıf
karakteri taşımadığı gibi, tümüyle devrimci özellikler
taşımaktan da uzaktır. Buna rağmen, bu mücadeleler
tüm ülkelerden emekçilerin militan enerjisinin
ortaya çıktığı süreçler yaratmasının yanı sıra,
enternasyonal karakteriyle de birleşik bir sınıf
hareketinin ve devrimci hareketin mayalanması
içinde önemli bir zemin sağlamaktadır. Emperyalist
ülkelerde evrim dönemlerinin tipik özelliği olan
küçük ve parça mücadeleler üzerinden gelişme seyri,
bu mücadeleler yoluyla aşılabilir, aşılmaktadır.
Emperyalist ülkelerdeki devrimci sosyalist güçlerin
bu mücadelelerin kitlesel karakterini bozmadan
onları en militan düzeye çekmenin, şiarlarına
ve hedeflerine devrimci içerik kazandırmanın,
mücadele içinde enternasyonal bağlar kurmanın,
sınıfın aktif kesimlerini bu mücadelelerin içinde
militan tarzda eğitmenin yollarını bulmak zorundadırlar.
Bunun yanı sıra, bu mücadelelerin kendiliğinden
ortaya çıkan örgütlenme biçimleri, kullanılan
araç ve yöntemler pratik mücadelenin yeni örgüt
ve savaşım biçimleri olarak mutlaka öğrenilmeli
ve daha gelişkin biçimlere kavuşturulmalı ve yaygınlaştırılmalıdır.
Öte yandan, bu mücadeleleri değişik ülkelere dağılarak
mekansal olarak da ülke düzeyinde parçalı hale
gelmiş üretim alanlarına yaymak, uluslararası
grevler, direnişler düzeyine yükseltmek zorunludur.
İkincisi, sınıf profilinin ve sınıfın niteliksel
yapısının neoliberal politikalarla birlikte emperyalist
ülkelerde de ciddi biçimde değiştiği açıktır.
İş bulma umudunu yitirmiş küçümsenemeyecek bir
yoksul kitle, genel olarak işsizliğin büyümesi,
mevsimlik işçilik, taşeron sistemi, esnek çalışma,
sanayinin belli bölümlerinin yeni-sömürgelere
taşınmasıyla birlikte sanayi proletaryasının nicelik
olarak küçülmesi, göçmen ucuz işgücünün sayısının
büyümesi, sosyal hakların ciddi ölçülerde budanması
vb... faktörler emperyalist kapitalist ülkelerde
de sınıf mücadelesini kaçınılmaz biçimde keskinleştiriyor.
Yerel isyanlar ve çatışmalar, grev hareketleri
ve çıkış arayışları artıyor. Bütün bu faktörler
sınıf mücadelesinin militanlaştırıyor ya da daha
militan zeminlerde yürütülmesinin zeminlerini
yaratıyor. Devrimci sosyalist öncülerin bu mücadelelere
aktif biçimde katılması, öncülük pozisyonu kazanması,
militan karakterini daha da geliştirmesi açık
bir zorunluluktur. Yerel isyanlardan, direnişlerden
evrim dönemlerinin kalıplarına uymadığı gerekçesiyle
kaçınmak, direniş zeminlerini militan tarzda aktifleştirmekten
uzak durmak devrimcilikten uzaklaşmakla eş anlamlıdır.
Üçüncü olarak, emperyalist ülkelerde özellikle
göçmen işçilere karşıtlık üzerinden giderek gelişen
faşist, ırkçı hareketlere karşı aktif, devrimci
şiddeti de içeren bir tarzda direnişi geliştirmek,
toplumun en çok sömürülen ve ezilen kesimi olan
göçmen gençliği ve işçileri diğer faktörlerin
yanı sıra bu yönlü militan mücadeleler yoluyla
devrimci çalışmaya katmak, yerli işçileri ve gençliği
bu militan mücadelelere çekmek emperyalist ülkelerdeki
militan devrimci çalışmanın bir diğer temel unsuru
durumundadır. Bu yönlü bir çalışma ve bunun örgütlülüğünün
yaratılması emperyalist ülkelerde evrim dönemi
çalışmasının militan karakterli temel alanlarından
biri durumundadır.
Bu mücadele zeminlerini ortak paydalar temelinde
ortak devrimci programlara kavuşturarak birbirine
bağlamak, birleştirmek ve yeni bir devrimci enternasyonalin,
büyük bir anti-emperyalist cephenin, tek tek ülkelerde
büyük militan mücadelelerin ana damarlarına dönüştürmek;
emperyalist ülkelerde devrimci sosyalist hareketin
kendini yeniden kurmak için izleyeceği rotanın
başlıca unsurlarından birini oluşturuyor.
Bu tablo, devrimci pratik bağlamında emperyalist
ülkelerde evrim aşamasının daha önceki dönemlere
nazaran daha çatışmalı gelişeceğini/geliştiğini,
devrimci öncünün kendini burjuva yasallığını kesin
biçimde aşan mücadeleler içinde, gelişen yerel
ve enternasyonal direniş ve isyanlar içinde kurup
geliştirebileceğini gösteriyor. Kendini burjuva
demokrasisinin dar sınırlarına hapsetmiş bir mücadele
hattı asla devrimci bir partinin inşa zemini olamaz.
Ancak, seçim ve propaganda çalışmalarını yadsımayan,
ancak aşan, sokak ve militan direniş üzerine kurulu
bir devrimci öncü, milli krizin ortaya çıkması
durumunda sürece devrimci ayaklanma yoluyla müdahale
edebilecek yeteneğe ve iradeye sahip olabilir.
Bunun anlamı emperyalist anayurtlarda artık hemen
hemen tümüyle barışçıl temelde gelişen evrim dönemlerinin
geride kaldığıdır. Evrim döneminde barışçıl mücadele
eksen alınmasına karşın, daha baştan itibaren
kılıcı elinde olan, isyan ve büyük direnişlere
devrimci şiddet temelinde de müdahale edip katılmayı
da mücadelenin ayrılmaz bir bileşeni olarak gören
bir devrimci stratejik çizginin ve bunun partisinin
yaratılması emperyalist ülkelerdeki devrimci öncülerin
önündeki en temel görevlerden biri durumundadır.
II- Günümüzde Sömürge ve Yeni-Sömürgelerde
Milli Kriz, Evrim-Devrim Aşamaları ve Devrimin
Stratejik Çizgisi
1- Sömürge ve Yeni-Sömürgeler; Milli Kriz
ve Devrim...
Çok uzun yıllardır devrim söz konusu olduğunda
ilk akla gelen sömürge ve yeni-sömürgeler dünyası...
Özellikle 1945’den bu yana, kimi kısa dönemler
dışında tümüyle böyle; Kore, Cezayir, Vietnam,
Laos, Kamboçya, Filipinler, Malezya, Küba, Nikaragua,
Gine, Mozambik, Angola ve daha pek çok ülkede
yaşanan ulusal ve sosyal kurtuluş devrimleri,
tüm Asya, Afrika ve Latin Amerika’yı saran, sarsan
devrimci mücadeleler, 1990 sonrasında Latin Amerika
ve Asya’da oldukça zorlu koşullarda giderek büyüyen
ya da bütün saldırılara karşın ayakta kalarak
direnen devrimci savaşımlar... Tek bir sömürge
ve yeni sömürge yoktur ki, son altmış yılda devrimler
ya da devrimci savaşımlarla derinden sarsılmamış,
büyük değişimler yaşamamış olsun... Olağanüstü
uzun zamanlara yayılmış mücadelelerle, büyük emeklerle,
oluk oluk akan kanlarla ve kahramanlık destanlarıyla
yazılan bu kısa tarih, insanlığın belleğine ve
bilincine sömürge ve yeni-sömürge dünyasının her
daim devrimlere gebe olduğunu adeta kazıdı.
Bu, emperyalist-kapitalist ülkelerde devrimin
güncel bir sorun olmadığı ya da buralarda da çeşitli
dönemlerde büyük savaşımların yaşanmadığı anlamına
gelmiyor, ancak devrim ateşinin en şiddetli biçimleriyle
şu ya da bu ölçüde daima varlığını koruduğu, devrimci
dinamizmin bütün yalınlığıyla ve coşkunluğuyla
esas olarak sömürge ve yeni-sömürgelerde yaşandığını
gösteriyor. Hiç kuşkusuz, bu Leninist emperyalizm
ve devrim teorisi açısından oldukça anlaşılır
birşeydir. Emperyalist-kapitalist sistemin eşitsiz
gelişmesi onun çok katlı, piramitsel yapıya sahip
olmasını beraberinde getirir. Bu piramidin en
altında sömürge ve yeni-sömürge ülkeler bulunur
ve bu ülkeler emperyalist-kapitalist sistemin
çelişkilerini kaçınılmaz olarak en şiddetli biçimleriyle
yaşarlar. Yani, sömürge ve yeni-sömürgelerde devrim
ateşinin büyüklüğü ve sürekliliği onlardaki herhangi
bir gizemli tılsımdan kaynaklanmıyor. Bu, tamamen
yaşadıkları nesnel süreçlerden, kapitalizmin emperyalist
aşamaya evrilmesiyle ortaya çıkan sistemin genel
bunalımından ve bunun sömürge ve yeni-sömürgelere
en şiddetli biçimleriyle yansımasından, sürekli
bir milli kriz durumunun (devrimci durumun) kimi
zaman hafiflemesine, kimi zaman şiddetlenmesine
karşın, sürekli biçimde varlığını korumasından
kaynaklanıyor.
1990’lar sonrasında emperyalist ideologların sosyalist
hareketin yaşadığı genel yenilgi ve düşüş tablosu
üzerinden ürettiği devrimler döneminin kapandığı,
ebedi kapitalizm döneminin başladığı ve kapitalizm
içinde tüm sorunların çözülebileceği teorileri,
yenilgi atmosferi içinde belli bir alıcı kesim
bulmasına karşın, her yerden çok öncelikle sömürge
ve yeni-sömürgeler dünyasındaki büyük krizlerin
ve yıkımların ve devrimci savaşımların duvarına
çarparak tuzla buz olmuştur.
1990’lar sonrası başlayan emperyalist yeniden
paylaşım mücadelelerinin sömürge ve yeni-sömürgeler
dünyasının, Balkanlardan, Afrika’ya, oradan Asya’ya
değin uzanan büyük bir coğrafyasında yarattığı
büyük kıyımlar, insani krizler-trajediler, hemen
hemen tümünde yaşanan derin ekonomik krizler ve
bunların günümüzde sadece bir-iki ülkeyle sınırlı
olmayan açlık tablosu yaratması... Ve tabii ki,
pek çok ülkede kimi zaman trajik olan devrimci
ya da devrimci olmayan başkaldırıların gelişmesi...
Bu çalışmanın daha önceki bölümlerde sömürge ve
yeni-sömürgelerde milli kriz durumunun sürekliliği,
bunun nedenleri ve devrimci süreçler konuldu.
1990 sonrası yeni tarihsel süreçte bu tablo çok
daha belirgin bir hal almıştır. Neoliberal küreselleşme
politikası, emperyalistler arası paylaşım savaşları
ve daha pek çok olgu, sömürge ve yeni-sömürgeleri
hem siyasal, hem de ekonomik olarak daha da yönetilemez
hale getirmiştir. Emperyalist efendilerin dünyadaki
çeşitli temel sorunlara ilişkin 1990’lardan bu
yana düzenledikleri ve sözde çözümler aradıkları
büyük toplantıların, platformların hemen hepsinin
“sürdürülebilir”lik söylemi üzerine kurulu olması
tesadüf değildir. Çünkü tüm temel sorunlarda izlenen
politikalar artık sürdürülemez hale gelmiştir,
mevcut politikalarla “sürdür”emiyorlar, istedikleri
sonucu alamıyorlar, istedikleri düzeni kuramıyorlar,
“eskisi gibi yönetemiyor”lar. Dünyadaki hemen
tüm emperyalist politikaların gerek tek tek ülkeler,
gerekse tek tek sorunlar bağlamında kriz yönetimi
üzerine kurulu oluşu aslında genel bunalımın derinleşmesinin
ve tek tek ülkeler bağlamında milli krizin giderek
derinleşmekte olduğunun bir başka ifadesidir.
Sürdürülebilirlik ve kriz yönetimi yani emperyalist-kapitalist
sistemin işleyişinde belirleyici rol oynayan bu
iki kilit kavram en çok da sömürge ve yeni-sömürgeler
için geçerlidir ve gündemdedir.
Hiç kuşkusuz, sömürge ve yeni-sömürgeler dünyası
son 20 yıl içinde önemli toplumsal değişimler
yaşamaktadır. 1945’lerde emperyalizme bağımlı,
çarpık ve sürekli krizlerle boğuşan bir yapıda
da olsa kapitalizmin bu ülkelerde gelişmesi süreci,
son yirmi yıl içinde büyük bir hız kazanmıştır.
Bu ülkelerin kır ve köylü temelli yapısının 1960’lardan
itibaren belirginleşen şehirleşmesi, neoliberal
politikalarla birlikte son yirmi yıl içinde daha
belirgin hale gelmiştir. Sömürge ve yeni-sömürgelerin
önemli bir bölümünde kentsel kapitalist yapı ve
nüfus kesin bir ağırlık kazanmıştır. Öyle ki,
Güney Kore, Arjantin, Uruguay gibi nüfusun ezici
çoğunluğunun emperyalist ülkelerde olduğu gibi
kentlerde yaşadığı, kırsal nüfusun hemen hemen
tümüyle tasfiye edildiği, çok az bir kırsal nüfusun
büyük modern kapitalist çiftliklerde kır proletaryasını
oluşturduğu yeni-sömürge ülkeler ortaya çıkmıştır.
Hindistan ve kimi Afrika ülkelerinde kır nüfusu
hala daha fazla ve feodal kalıntılar hala ciddi
bir toplam oluştursa da, bu ülkelerde de kapitalist
üretim ilişkileri ve kentlerin toplumsal yaşam
içinde ağırlığı kesin hale gelmiştir. Bu tablo
artık emperyalizme bağımlı çarpık kapitalist ilişkilerin
tüm sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde egemen hale
geldiğini gösteriyor. Öte yandan, bu ülkelerdeki
kapitalist gelişmenin farklı düzeyleri aynı zamanda
bu ülkelerin kendi aralarında da çok katlı bir
yapı oluşturduğunu gösteriyor. Artık, çarpık kapitalizmin
egemen olduğu, ya da yarı-feodal yapıların ağırlığını
belli ölçülerde koruduğu sömürgeler ve yeni-sömürgeler
ayrımının, yani bu ikili ayrım anlamını önemli
ölçüde yitirmiştir. Bu ayrım üzerinden bu ülkelerin
sistem içindeki yerini ve toplumsal formasyonlarını
anlamak çok da mümkün değildir. Günümüz tablosuna
baktığımızda, çarpık kapitalizmin egemen olduğu,
ancak kapitalizmin gelişme düzeyinin çok farklı
yoğunluklara sahip olduğu ülkeler ve buna bağlı
olarak bu ülkeler arasında da değişik katmanlaşmaların
bulunduğundan söz etmek mümkündür.
Devrimin stratejik çizgisi açısından hepsinin
ortak özelliği kapitalizmin iç dinamikleriyle
gelişmemesi, emperyalizme bağımlı bir yapıya sahip
olması ve hayatın her alanının sürekli kriz içinde
olmasıdır. Bu durumun kaçınılmaz ve tipik sonuçları;
ekonomik yapının kırılgan olması ve sürekli krizlerle
boğuşması, siyasal açıdan egemen sınıfların değişik
kesimleri arasındaki sık sık şiddetlenen çatışmalarla,
emekçi sınıflara dönük sürekli ve kurumlaşmış
faşist devlet yapılarıyla sakatlanmış olmaları,
önemli bir bölümünde 1990’lara değin bastırılmış
olan ulusal sorunların çatışmalı bir duruma gelmesi,
sosyal ve kültürel alanda neoliberal politikalarla
birlikte kırdan kente yeni ve büyük göç dalgalarının
gelişiyle bunun yarattığı büyük sosyal şoklarla,
derin yoksullaşmayla, postmodern çürümüyle, hayatın
bütün alanlarının metalaşmasıyla derin çöküntülerin
yaşanmasıdır.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, küçük Belçika
ya da ondan daha küçük Lüksemburg için dahi fazlaca
zorlayıcı olmayacak birkaç onmilyar dolarlık ekonomik
sıkışmalar, 70 milyonluk Türkiye’de tarihinin
en büyük krizi olarak tanımlanan 2001 krizine
yol açmıştır. (Hiç kuşkusuz, bu kriz pek çok faktörün
toplamıdır, ancak bardağı taşıran son damla emperyalist
ülkelerin hiçbiri için önemli sayılmayacak miktarlarla
yapılan spekülasyon oldu.) Son 10 yıllık süreçte
Güneydoğu Asya’dan Latin Amerika’ya değin her
biri bir öncekiden daha büyük ve ağır yıkımlara
uğramamış bölge kalmamış durumdadır. Bu süreçte,
yeni-sömürgelerdeki pek çok yerli işbirlikçi tekelin
ve bunlara bağlı olan yeni orta sınıfların ekonomik
birikimleri, fabrikaları, bankaları, ülkelerin
ekonomik altyapı yatırımları yaratılan krizler
yoluyla emperyalist tekellere geçmiştir. Büyük
miktarda sermaye emperyalist ülkelere aktarılmış,
bu ülkeler adeta soyulmuştur. Oldukça kısa ve
her seferinde çok daha sınırlı sonuçlar yaratan
toparlanma süreçlerine karşın, sömürge ve yeni-sömürge
ekonomileri açısından genel ve tipik olan durgunluk
ve kriz sarmalıdır. Neoliberal politikalarla birlikte,
tümüyle emperyalist ekonomilere göre biçimlenen
bu ülkeler, emperyalist tekellerin müdahalelerine
artık çok daha fazla açık hale gelmişlerdir. Emperyalist
tekeller kar oranlarının düşme belirtisi gösterdiği
her durumda özellikle mali spekülasyon yoluyla
günlük olarak sömürge ve yeni-sömürge ülkelerden
büyük miktarda mali kaynağı gasp etmektedirler.
Sürekli biçimde yaratılan irili ufaklı krizler
emperyalist tekellerin kar oranlarını yükseltmek
için kullandıkları başlıca yollardan biri hali
gelmiştir. Sömürge ve yeni-sömürgeler açısından
uzun süreli istikrarlı ekonomi hayal durumuna
gelmiştir. Yoksullaşma, kronik işsizlik, sosyal
güvenlikten, sağlık güvencesinden yoksunluk krizlerle
birlikte büyümektedir. Kısa süreli geçici rahatlama
dönemlerinde yoksullaşma düzeyi kimi zaman azalsa
da, bu kalıcı olmamaktadır. Son yirmi yıllık sürecin
bütününe bakıldığında yoksullaşmada ciddi bir
artış tablosu söz konusudur.
1945’ler sonrasında klasik sömürge imparatorlukları
çöküp, yerlerini büyük yeni-sömürgeler alırken
henüz uluslaşma süreçlerinin başında olan ve yeni-sömürgelerde
çoğunluğu oluşturan ulusların boyunduruğu altına
giren küçük uluslar kapitalistleşme sürecinin
kendilerini de içine çekmesi sonucu ulusal uyanışı
yaşadılar ve bugün pek çok büyük yeni-sömürge
bu küçük ulusların ulusal başkaldırılarıyla karşı
karşıyadır. Bu olgu özellikle Asya ve Afrika’da
ve kısmen Latin Amerika’da yeni-sömürgelerde süreklileşmiş
milli kriz durumunun bir diğer temel faktörü durumundadır.
Hatta Ruanda, Darfur vb. bazı ülkelerde sorunu
tanımlamak için milli kriz kavramı bile yetersizdir.
Tablo tam bir soykırım trajedisine dönüşmüştür.
Balkanların ve eski SSCB’deki çevre ülkelerin
yeni-sömürgeleştirilmesi sürecinin başında Bosna’da,
Çeçenya’da yaşananlar benzer niteliktedir.
Neoliberal politikalarla geleneksel tarımın tasfiyesiyle
yaşanan yeni ve büyük kırdan kente göç dalgaları
kentlerin çevrelerinde iş bulma, aş bulma umudunu
yitirmekte olan büyük yoksul kitleleri biriktirmiştir.
1970’lere gelindiğinde kısmen gerilemiş olan yoksulluktan
kaynaklı tüm hastalıklar yaşanan ekonomik ve sosyal
yıkımların getirdiği yoksullaşma ile birlikte
yeniden hortlamıştır. Gıda ve içecek su bulamama
artık sadece bir-iki Afrika ülkesine özgü olmaktan
çıkmıştır. Sosyal ve kültürel çöküntü, her türlü
suç örgütlenmesinin bu alanlarda geçmiş dönemlerle
kıyaslanmayacak ölçüde büyümesini, uyuşturucu
kullanımının, fuhuşun, alkolizmin, her türlü metalaşmış
ilişkinin daha önceki dönemlerle kıyaslanamayacak
ölçüde artmasını beraberinde getirmiştir. Bu çöküntü
bir yandan milli krizin bir unsuru olurken, bir
yandan da sistemi besleyen bir faktör olarak kullanılmaktadır.
Siyasal açıdan bu ülkelerin hemen hemen tümünde
çelişkilerin ve baskıların ortaya çıkış biçimi,
yoğunluğu ve siyasal rejimin biçimlenişi kimi
farklılıklar taşısa da, sömürge tipi faşist devlet
yapıları esas olarak korunmuştur. Emperyalist
kapitalist sistemin derinleşen krizinin ve buna
bağlı olarak geliştirilen kriz yönetiminin başka
bir gelişmeye izin vermesi ya da yol açması söz
konusu olamazdı. Hiç kuşkusuz, emperyalist-kapitalist
sistemin bütünü için 1980 başlarında devreye sokulan
restorasyon politikası, sömürge ve yeni-sömürge
devletlere egemen olan sömürge tipi faşizmin yapısında
da belli değişimleri beraberinde getirmiştir.
Sömürge tipi faşizm temelinde yani yukarıdan aşağıya
kurumsal tarzda örgütlenen faşist devlet yapılarının,
1945-80’ler arasındaki genellikle darbelerle ortaya
çıkan açık faşizm dönemleri ile bunları izleyen
ve göstermelik demokrasi uygulamaları dönemleri
arasında sallanan yapısı 1980’lerden itibaren
restore edilmiştir. Bir yandan, burjuva demokrasisinin
biçimsel aygıtları korunurken, diğer yandan açık
faşizm uygulamaları ve kurumlaşmaları geliştirilmiş
ve bunların bileşimi olan bir sömürge tipi faşist
devlet aygıtı yaratılmıştır. Düşük yoğunluklu
demokrasi ve düşük yoğunluklu savaş politikalarıyla
da ifade edilen bu tablo krizin çok yönlü yönetimini
hedeflemektedir.
Ekonomik, siyasal, sosyal-külterel ve ulusal bağlamda
sürekli çatışmalı, dengesiz, istikrardan yoksun
bir toplumsal durum tablosu oluşturan bu öğeler,
sürekli bir milli kriz tablosunu ortaya koymaktadır.
Elbette bu milli krizin sürekli biçimde en olgun
biçimiyle var olduğu anlamına gelmiyor. Milli
kriz kimi zaman örneğin 2001 Türkiye krizinde
olduğu gibi en tepe noktasına varırken, daha çok
ise hafifleyen, ardından yükselen bir dalga hareketi
yaratarak varlığını sürdürmektedir. Emperyalist
ülkelerde olduğu gibi, nispi ve görece uzun istikrar
ve refahın kısmi artışlar gösterdiği dönemler
söz konusu olmamaktadır.
Milli krizin sürekli varlığı, 1990 öncesinde olduğu
gibi sonrasında da, sömürge ve yeni-sömürgelerde,
emperyalist ülkelerde olduğu gibi, bir evrim-devrim
dönemi ayrımı yapılmasını olanaksız kılmaktadır.
1945-90 arası süreçte olduğu gibi, günümüzde de
derin çelişkilerle sürekli sarsılan sömürge ve
yeni-sömürge ülkelerin toplumsal yapılarına devrimci
müdahale, milli krizin olmadığı uzun dönemlerde
barışçıl mücadeleler-milli krizin ortaya çıktığı
ve en derin noktasına vardığında ise genel halk
ayaklanması denklemi içinde ele alınamaz. Sömürge
ve yeni-sömürgelerde milli krizin bulunmadığı
uzun dönemler yoktur, milli kriz kimi dönemlerde
hafiflese de süreklidir. Bu anlamda, kelimenin
gerçek anlamıyla bütünlüklü bir devrimci mücadele
emperyalist ülkelerde olduğu gibi barışçıl mücadeleler
ekseninde uzun evrim dönemleri olarak biçimlenemez.
Yine sömürge ve yeni-sömürgelerde milli krizin
sürekli varlığı, emperyalist ülkelerde ortaya
çıktığında hızla derinleşen kısa süreli bir milli
krizlerle aynı anlama gelmez. Emperyalist ülkelerde
böyle dönemlerde devrimci müdahalenin anlamı genel
halk ayaklanmasıdır... Sömürge ve yeni-sömürgelerde
milli kriz her zaman böyle derinleşmiş durumda
değildir. Bu anlamda sürekli milli kriz var, öyleyse
sürekli bir ayaklanma durumu söz konusu olmalıdır
denilemez. Emperyalist ülkelerde milli krizin
olmadığı dönemlerde barışçıl mücadelelerin esas
olduğu ve evrim dönemi olarak tanımladığımız dönemlerde
gerçekleştirilmeye çalışılan, güç biriktirmek,
emekçi sınıflar içinde partiyi büyütmek, emekçileri
barışçıl mücadeleler içinde eğitmek vb.. çalışmalar,
sürekli milli kriz sarmalı içinde olan yeni-sömürgelerde
devrimci şiddet temelindeki mücadeleler yoluyla
olmak zorundadır. Bütün bu yönleriyle sömürge
ve yeni-sömürgelerdeki devrimci mücadele süreçleri,
emperyalist ülkelerdeki evrim ve devrim döneminin
hedeflerini, mücadele araç ve yöntemlerini devrimci
şiddet temelindeki mücadele araçları ekseninde
tek bir süreç olarak birleştirmek zorundadır.
Sömürge ve yeni-sömürge devrimleri açısından evrim
ve devrim dönemleri esas olarak tek bir süreç
olarak özgün biçimde birleşmiştir.
Sürekli krizle biçimlenen ve egemen sınıfların
ipin ucunu kaçırmamak için her ciddi toplumsal
hak arama mücadelesine, devrimci çalışmaya gerici-faşist
şiddet temelinde yöneldiği koşullarda devrimci
mücadelenin ve yapıların varlığını koruması ve
emekçileri devrimci savaşıma çekmesinin temel
yolu, toplumsal çelişkilere devrimci şiddet yoluyla
müdahale etmekten geçer. İşçi sınıfı ve emekçilerin
devrimci politik iradesi, istemleri ancak baştan
itibaren devrimci şiddet yoluyla ancak üzerinden
atlanamayacak bir ifade gücü kazanabilir, bir
toplumsal güç haline gelebilir ve devrime yönelebilir.
Bu süreçte esas olan devrimci gerilla savaşı temelinde
toplumsal çelişkilere müdahale, güç kazanmak,
işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci iradesinin
ifadesi olmak ve iktidarı büyüyen gerilla savaşı
içinde adım adım ele geçirmek söz konusudur. Devrimci
savaşım baştan itibaren, devrimci şiddet temelinde
uzun savaş olarak biçimlenecektir.
1945-90 arası süreçte sömürge ve yeni-sömürge
devrimleri esas olarak bu perspektiften hareket
etti. Uzun süreli gerilla savaşı perspektifi,
elbette her dönem her yerde aynı biçimde uygulanan
bir perspektif olmadı. 1945 öncesinde Çin’de Mao
tarafından Halk Savaşı stratejisi olarak; kırlardan
köylü orduları tarafından şehirlerin kuşatılması
ve esas olarak baştan itibaren düşmanın askeri
imhasının başat rol oynadığı bir savaşım olarak
formüle edilirken, 1945 sonrasında, özellikle
1960’ların ikinci yarısından itibaren farklı içerikler
kazandı. Sömürge ve yeni-sömürge ülkelerin toplumsal
yapısında yaşanan büyük değişimler, kentlerin
öneminin artması, büyük köylü ordularının derhal
oluşturulmasının güçlükleri, kapitalizmin gelişmesine
bağlı olarak işçi sınıfının bu ülkelerde büyük
bir toplumsal güç haline gelmesi, vb... pek çok
etkenden hareketle, öncü savaşı, silahlı propaganda,
politik-askeri savaş, şehirlerde ve kırlarda birleşik
devrimci savaş, şehir gerillacılığı vb.. pek çok
yeni kavram uzun süreli halk savaşı stratejisine
dahil oldu. Strateji, sömürge ve yeni-sömürgeler
dünyasının toplumsal yapılarının oldukça hızlı
değişen, dinamik yapısına bağlı olarak yeni öğelerle
önemli değişimler yaşadı.
1990 sonrası yeni tarihsel dönemde de, sömürge
ve yeni-sömürgelerde toplumsal yapı milli krizin
sürekliliğini koruduğunu, buna neden olan faktörlerin
1990 öncesine göre çok daha gelişkin hale geldiğini
açıkça göstermektedir. Sömürge ve yeni-sömürgelerin
toplumsal yapısı özellikle 1980 başında uygulamaya
sokulan emperyalist-kapitalist sistemi restore
etme programına bağlı olarak yaşadığı ve yukarıda
(ayrıca daha geniş biçimde daha önceki bölümlerde)
kısaca değindiğimiz olgulara bağlı olarak önemli
değişimler yaşamıştır. Milli krizin sürekliliği
kendini açıkça ortaya koymaktadır. Öte yandan,
toplumsal değişim süreçleri devrimin stratejik
çizgisinin de yeni öğeleri hesaba katan tarzda
zenginleştirilmesi gerektiğini açıkça göstermektedir.
Bu bağlamda, teorik çıkarımlar yapabilmek için
özellikle 1990 sonrası önemli mücadele deneyimlerini
kısaca irdelemek zorunludur.
2- Günümüzde Sömürge ve Yeni-sömürgelerde
Devrimci Savaşımların Deneyimleri
1990 sonrası sömürge ve yeni-sömürgelerde devrimci
ve sol mücadele süreçleri yeni zenginlik öğeleri
de yaratarak çeşitli biçimler altında sürekli
olarak yeni deneyimler yaratarak gelişiyor. Devrimin
stratejik çizgisi bağlamında ele aldığımızda irdelenmeye
değer sol ve devrimci hareketleri kabaca iki ana
grup biçiminde değerlendirebiliriz. Birincisi,
özellikle Latin Amerika’da gelişen anti-faşist,
anti-emperyalist halkçı karakterdeki hareketlerin
başta Bolivya ve Venezüella’da olmak üzere seçimler
yoluyla iktidara gelmeleri ve bu süreci ilerletme
çabalarıdır. Bunlara doğrudan iktidar hedefi koymasalar
bile barışçıl mücadeleler üzerinden devasa emekçi
kitle hareketleri yaratmış olan ve esas olarak
temel insani sosyal ve ekonomik talepler temelinde
yürüyen Brezilya’daki Topraksız Köylü Hareketini,
Arjantin’deki işsiz hareketini, Ekvator’daki köylü
hareketini, Güney Kore’deki işçi hareketini de
eklemek gerekiyor. İkincisi, gerilla mücadelesi
temelinde gelişen ve daha çok 1945-90 arası dönemde
oluşmuş, ancak 1990 sonrasında da tutunmaya ve
ciddi politik-askeri hareketler olmayı başarmış
olan Kolombiya’daki FARC-EP ve ELN, Filipinler’de
FKP, Peru’da MRTA ve PKP, örnekleridir. Bunların
yanı sıra, Meksika’da EZLN savaşın daha başında
1994’de, Nepal’de NKP-Maoist bu yıl içinde, PKK
ise 1999’da devrimin hedefleri ve stratejik çizgisinde
ciddi bir dönüş yapmalarına rağmen yarattıkları
mücadele birikimleri bağlamında irdelenmeye değer
hareketlerdir.
Sadece sol ve devrimci güçler değil, ezilen emekçi
sınıflar içinde taban bularak, onların bir çok
özleminin sözcülüğüne soyanarak islamcı hareketlerde
çeşitli direniş hareketleri (Hizibullah, Hamas,
Irak’daki işgal karşıtı islamcı hareketler, hatta
bir yanıyla El Kaide) yaratıyorlar. Bunlar devrimci
bir nitelik taşımamalarına karşın, özellikle yürüttükleri
çok yönlü mücadeleler ve kitlelerle kurdukları
derinlikli bağlar bağlamında incelenmeye değerdir.
- Barışçıl mücadelelerle iktidara gelen halkçı
yönetimler
Bu konudaki en önemli örnek Venezüella’daki Chavez
örneğidir. Chavez, özellikle kişisel popülaritesi
ve hemen hemen tüm sol ve sosyal demokrat güçleri
radikal bir anti-emperyalist halkçı bir program
üzerinde birleştirmeyi başardı. Yıpranmamış, dinamik
militan kişiliği, gelişmiş ajitasyon yeteneğiyle
ve arkasında duran güçlerin militan çabasıyla
seçimlerde önemli bir zafer kazandı. Venezüella’nın
gerici-faşist devlet aygıtı o dönem henüz sosyalizmden
söz etmeyen, daha çok sistem içi halkçı bir program
ve söyleme sahip olan Chavez’in yönetime gelmesinden
hoşnut olmamasına karşın, düşük yoğunluklu demokrasi/düşük
yoğunluklu çatışma konsepti bağlamında bunu geçici
olarak katlanılması gereken ve süreç içinde asimile
edilecek bir durum olarak algıladı. Ancak Chavez’in
halkçı programından taviz vermeyerek bunu anayasanın
değiştirilmesine değin varan bir tarzda uygulaması,
ortada duran şeyin basitçe asimile edilecek bir
hareket değil, sistem açısından büyük bir kara
delik olduğunu gösterdi. Venezüella oligarşisi
ve ordusu, ABD emperyalizminin planlaması ve açık
desteğiyle, Chavez’in iktidara gelişinin üzerinden
üç yıl geçmiş olmasına karşın, 2001’de derhal
bir darbe örgütleyerek Chavez’i tutuklayıp, yeni
bir hükümet atadı. Ancak beklenmeyen oldu ve Chavez’in
arkasında duran militan emekçi kesimler ve örgütleriyle,
ordu içinde halkçı programa destek veren sınırlı
kesimler harekete geçerek darbeyi başarısızlığa
uğrattı. Venezüella oligarşisi kanlı bir iç savaşı
o koşullar altında göze alamadı. Chavez sonraki
yıllarda seçimleri yeniden kazandı ve halkçı programı
derinleştirdi. Son iki yıldır ise “21. yüzyılın
sosyalizmi” olarak formüle ettiği henüz tam olarak
ne anlama geldiği belli olmayan bir sosyalizmi
kurmayı hedeflediğini ifade ediyor. Öte yandan,
Venezüella’daki sınıfsal ayrışma ve çatışmalar
derinleşiyor. Kent yoksullarına ve yeni işçi sınıfı
tabakalarına dayanan Chavez hareketi modern sanayi
proletaryasını (petrol sanayi) henüz kazanabilmiş
değil. Orta sınıf sosyal demokratlar harekete
verdikleri desteği çekmiş durumdalar. Chavez hareketi
içinde bulunan devrimci sosyalist düşüncelere
sahip hareketlerin bir bölümü Chavez’e verdikleri
desteği çekmiş durumdalar. Bu süreçte ABD emperyalizmi
de Chavez karşıtı parçalı muhalefeti tek bir blok
halinde birleştirmeyi başardı. 21. yüzyıl sosyalizmi
projesinin en önemli sac ayaklarından biri olan
ve kritik öneme sahip olan anayasa değişikliklerinde
Chavez hareketi kıl payıyla da olsa yenildi. Süreç
belirsizliklerle birlikte sürüyor.
Chavez hareketi ortaya çıkış, gelişim seyri ve
vardığı nokta itibariyle pek çok açıdan dikkatle
değerlendirilmesi gereken yeni ve önemli bir mücadele
deneyimi. Burada tüm noktalara girmek mümkün değil,
ancak bu çalışmanın sınırları içinde, ancak biraz
da zorlayarak bu harekete ilişkin şu noktaları
vurgulamak gerekiyor.
Birincisi, Chavez hareketi anti-emperyalist halkçı
programını uygulamadaki militan duruşuyla, başta
Latin Amerika olmak üzere tüm dünyada sol hareketlere
ciddi biçimde moral taşımıştır. Sadece bununla
kalmamış başta Küba olmak üzere girdiği dayanışma
ilişkileriyle anti-emperyalist bağlamda enternasyonalist
bağları geliştirmiş, daha da ötesi dünyadaki tüm
anti-emperyalist ve anti-Amerikancı hareketler
ve güçlerle dayanışmayı geliştirmiş, moral ve
maddi dayanışmaya girmiştir.
İkincisi, Venezüella örneği bir devrim örneği,
emekçilerin iktidarı ellerine alıp, kendi devletlerini
örgütlemesinin örneği olarak gösterilmez. Şu an’a
değin varolan radikal bir anti-emperyalist halkçı
programın, yani esas olarak sistem içi bir programın
devreye sokulmasıdır. Burjuva devlet cihazı parçalanmış
değildir, daha da ötesi sistem içi dönüşümler
bağlamında sağlam bir burjuva demokratik devrimden
dahi söz etmek henüz mümkün değildir. Chavez’in
21. yüzyıl sosyalizmi (bu söylem oldukça bulanık
ve ne anlama geldiği belli olmayan bir yapıya
sahiptir) hedefi, yönünü sosyalizme dönmüş olması
bu gerçekliği değiştirmez. Darbe yapan ve daha
bir-iki yıl öncesine değin, ABD’yle çok yoğun
bağları olan (ki bu bağların gizli olarak ordu
içindeki güçler tarafından sürdürüldüğünden kuşku
duymamak gerek) bir ordu, ülke medyasının yüzde
doksanına sahip olan ve gücü henüz hiçbir noktada
kırılmamış bir oligarşi söz konusudur. Chavez
hareketinin kolayca boğulamaması güçlü emekçi
desteğinin yanı sıra, ülkenin dünya ekonomisi
açısından stratejik öneme sahip olan büyük petrol
rezervlerine sahip olmasından da kaynaklanıyor.
Venezüella’ya ekonomik ambargo kolayca gerçekleştirilebilecek
bir şey değil. Chavez’in Venezüella’sı artan petrol
fiyatları ve gelirleriyle kendini tahkim edebiliyor.
Üçüncü olarak, iktidarın gerçekten ele geçirilmesi
ve burjuva devlet cihazının parçalanmasını tümüyle
seçimler ve yasal değişiklikler yoluna bağlamış
Chavez hareketi, tüm barışçıl hayallerine karşın,
ABD emperyalizminin öncülüğünde oligarşi tarafından
tezgahlanacak bir nihaiyi hesaplaşmayı, bir iç
savaşı da hesaba katmak zorunda kalıyor. Özellikle
yoksul semtlerinde ordunun yanı sıra büyük halk
savunma birliklerinin oluşturulması ve silahlandırılması
bunun açık göstergesidir. Bu bir olasılık değildir,
Chavezin programını uygulamaya devam etmesi durumunda
kaçınılmaz bir durumdur. Siyasal iktidarın ele
geçirilmesi ve burjuva devlet cihazının parçalanarak,
halk iktidarının kurulması kaçınılmaz olarak,
bu amaçla halkın devrimci şiddetini gerektirir.
Dördüncü olarak, emekçi kitle hareketinin ve Chavez’i
iktidara taşıyan güçlerin örgütlenmesi sürecini
Chavez’in başkan seçilmesi öncesi ve sonrası diye
ikiye ayırmak mümkün. Chavez’in başkan seçilmesinden
önceki süreçte esas olarak ne işyerlerinde ne
de semtlerde güçlü birleşik bir emekçi halk örgütlenmesinden
söz etmek mümkün değil, daha çok onu destekleyen
oldukça parçalı ancak büyük bir sol hareket var.
Chavez’in başkan seçilmesi sürecinin ardından
solun parçalı durumu devam etmesine karşın, özellikle
son yıllarda emekçi semtlerinde ve giderek işyerlerinde
yaygın bir halk örgütlenmesi yaratılıyor. Bu örgütlenmeler
hayatın her alanına müdahale eden ve giderek savunma
birimleriyle de yarı-askeri nitelik kazanan bir
yapıya sahip. Chavez’i destekleyen güçler de son
iki yıldır birleşik bir sol parti çatısı altında
birleşmeye çalışıyor. Hareket hem tabanda, hem
de tavanda daha birleşik ve örgütlü bir nitelik
kazanıyor. Sürecin bu yanı da özel bir dikkatle
izlenmek zorunda. Bu süreçten öğrenilecek bir
çok nokta söz konusu...
Bolivya’da Morales iktidarı Chavez gibi halkçı
bir sistem içi programa sahip. Morales militan
bir sendikacılık ve halk mücadeleleri geleneğinden
geliyor. Yönetime geliş süreci esas olarak bu
sendika ve halk mücadeleleri üzerinden yükselen
partisine ve ittifaklarına dayanıyor. Ancak Morales’in
henüz sahip olduğu programı sonuna değin gerçekleştirme
iradesine sahip olup olmadığı çok belirgin değil.
Buna rağmen, daha yönetimde iki yılı doldurmamış
olmasına rağmen, ABD emperyalizmi ve oligarşi
onun gücünü kırmak, ülkeyi bir kaosa sürüklemek
için, ülkenin büyük yeraltı kaynaklarının bulunduğu
kuzey bölgesini ülkeden ayırma çabası içine girmiş
durumda. Bolivya’da da halkçı programın derinleşmesine
bağlı olarak, ABD emperyalizminin ve oligarşinin
saldırılarının, bozgun planlarının derinleşeceği
ve sürecin kaçınılmaz olarak bir iç savaş yönüne
doğru evrileceği açıktır.
Toparlayacak olursak; Chavez ve Morales hareketleri,
yeni-sömürgeler açısından bir devrimci gelişmenin
tipik örneği olarak sunulacak örnekler olamazlar.
Reformist ve barışçıl mücadeleyi esas almış radikal
halkçı hareketlerdir karşımızda duran. Yüzünü
sosyalizme döndükçe emperyalizm ve oligarşinin
daha büyük ölçüde basıncı ve giderek şiddetiyle
yüz yüze kalacaklardır ve daha bugünden (yapılan
darbe, ya da ülkeyi bölmeye dönük çalışmalar ve
şu anda devreye sokulmuş olan benzeri planlar
nedeniyle) salt barışçıl mücadele araçlarıyla
iktidarın alınamayacağı, Venezüella’nın ya da
Bolivya’nın bırakalım tipik olanı temsil etmek,
istisna dahi olamayacakları apaçık ortadadır.
Seçimler yoluyla olmazsa şiddet yoluyla devrilmeye
çalışılacaktır. Ve gerek Chavez, gerekse Morales
kendi programlarına ilişkin tutarlı tutumlarını
sürdürürlerse iktidarın ele geçirilmesi için devrimci
şiddet kaçınılmaz olarak devreye girecektir.
Chavez ve Morales reformcu halkçı hedefler/programlar
temelinde ve barışçıl mücadeleler üzerinden mevcut
burjuva devlet aygıtını parçalamadan iktidara
gelen sol hareketlerin yanı sıra, belirli toplumsal
çelişki alanları üzerinden örgütlenmiş ve önemli
mücadele birikimleri yaratmış büyük halk hareketleri
de söz konusu. Arjantin’de 2000’lerin başında
ortaya çıkan işsizler hareketi ve Brezilya’daki
Topraksız Köylü Hareketi MST bunların başlıcaları.
Bu hareketler de esas olarak militan barışçıl
mücadeleler üzerinden gelişmiş hareketler. Ancak
bu, yürüttükleri mücadelenin tümüyle şiddetten
arınmış olduğu anlamına gelmiyor... Bu hareketler,
mücadele süreci içinde pek çok kez oligarşinin
paramiliter güçleriyle ve devlet güçleriyle şiddet
temelli çatışmalara girmiş ve onlarca şehit vermiş
hareketler... Öte yandan bu hareketler iktidarın
alınması hedefine sahip değiller. Arjantin’de
kriz sürecinde işsizlik ve açlıkla yüz yüze kalmış
olan ve kentlerin yoksul semtlerinde yaşayan yüz
binlerin militan hareketi söz konusu. İş ve yaşam
için ekmek temel talep durumunda. Bu amaçla yeni-sömürge
kapitalizmin can damarı olan ulaşım sistemini,
yolları kapatarak hedeflerine ulaşmaya, yaşamı
nispeten katlanır düzeye getirmeye çalışıyorlar.
Oto yolların kapatılarak trafiğin ve bu yoldan
tüm kapitalist meta dağıtımının felç edilmesinin
hayati önemi Arjantin’deki bu eylemler içinde
görüldü. Ayrıca büyük gösterilerle kendi taleplerini
dayatıyorlar. Bu hareket semtlerde yaşamı örgütleyen
daha büyük organizasyonlar yaratıyor. İşyerlerini
işgal ediyorlar ve çalıştırıyorlar. Bütün bunlar
yeni-sömürgelerde sık sık derinleşen milli krizin
yarattığı kronik işsizlik ve açlık karşısında
emekçilerin daha çok kendiliğinden mücadeleleri
içinde çıkan ve az çok kalıcılaşan militan hareketler.
Sorunu yaşayan tüm emekçileri kucaklayan, örgütleyen,
dayanışma ağı içinde toparlayan ve militan mücadeleler
yoluyla ekonomik ve sosyal haklar kazanmaya çalışan
hareketler. Geleneksel parti ve sendika aygıtlarının
dışında gelişen bu mücadeleler ve örgütlenmeler
hem emekçi halkın örgütlenmesinde ve mücadelesinde
yeni bir düzeyi ifade ediyor, hem de kentlerde,
özellikle yoksul emekçi semtlerinde devlet aygıtının
dışında halkın kendi kendisini yönetmesinin, yani
bir tür ikili iktidar durumunun küçük nüvelerini
oluşturuyorlar. Bu özellikleriyle gelecekteki
devrimci savaşımlar için önemli örnekleri durumundadırlar...
Ancak belirli bir kesim ya da çelişki alanına
ilişkin gelişen bu militan mücadele ve örgütlenmelerin
bütünlüklü bir devrimci savaşım modeli ya da kitle
mücadelesi oluşturmaktan uzak oldukları gerçeği
de göz ardı edilmemelidir. Bu hareketlerin önderliği
her ne kadar devrimci değişime karşı olmasalarda,
devrim hedefine/perspektifine sahip değiller.
O kadar ki, Ekvator’da köylü hareketi iktidarı
alacak konuma gelmesine karşın, bunu tercih etmemiş,
hükümeti büyük kitle eylemleri yoluyla devirmesine
rağmen, iktidarı burjuva siyasal güçlere bırakmıştır.
Sonuç olarak; bütün zayıflıklarına ve reformist
ve halkçılığı aşamayan programatik yaklaşımlarına
karşın, bu pratikleri doktriner bir yaklaşımla
bir kenara atamayız. Bu pratikler aslında yeni
tarihsel dönemde işçi sınıfı ve emekçi halk kesimlerinin
devrimci ve halkçı mücadelelerinin kendilerini
yeniden kurma mücadelelerinin değişik özgün biçimleridir.
Burun kıvırmaya ya da hemen bir kalem darbesiyle
hiçe saymaya karşı mesafeli durmak zorunludur.
Bu deneyimler 1990 sonrasında oluşan karanlığa
karşın emekçilerin aydınlık yüzünün ve pratiğinin
zayıf ve yetersiz de olsa dışavurumlarıdır. Bu
mücadeleleri yüzlerini sosyalizme döndükleri,
devrimcileştikleri, en azından anti-emperyalist
halkçı özelliklerini derinleştirdikleri ölçüde
eleştirel tarzda desteklemek ve bunlardan öğrenmek
devrimci sosyalizmin yaklaşımının temelini oluşturmalıdır/oluşturacaktır.
Bu, özgün ve sistem içi halkçı hareketlerin pratiğini,
devrimci mücadelenin yerine koyarak, bu deneyimlerin
bir biçimde tüm sömürge ve yeni-sömürgeler için
geçerli olduğunu iddia eden reformistlere karşı
ise çok açık biçimde karşı durmak zorunludur...
- Günümüzde silahlı mücadele pratikleri
1990’lar sonrasında devrimci mücadeleyi politik-askeri
eksende yürütmeyi sürdüren ya da bu dönemde savaşımı
başlatan devrimci hareketlerle, İslamcı ve ulusal
direniş hareketleri oldukça geniş bir yelpazeyi
oluşturuyorlar. Başta Kolombiya’da FARC ve ELN,
Peru’da MRTA ve PKP, Filipinlerde FKP, Sri Lanka’da
Tamil Elam Özgürlük Kaplanları (LTTE) isimli Tamil
halkının ulusal direniş hareketi, Filistin’de
FHKC ve FDHKC, Kürdistan’da PKK, Lübnan’da Hizibullah
vb.. esas olarak 1945-90 arası süreçte oluşmuş
ve/veya güç kazanmış, 1990 sonrası yeni tarihsel
dönemde ise varlıklarını koruyup geliştirmiş hareketler.
1990 sonrası yeni dönemde ortaya çıkan silahlı
direniş hareketleri ise Meksika’daki EZLN ve Nepal’daki
NKP-M dışında (ki bu iki hareket 1990 öncesinde
oluşmuş olmasına karşın, politik askeri mücadeleye
1990’larda başlamışlardır), Irak’da, Filistin’de,
Endonezya’daki Aceh bölgesinde ortaya çıkan daha
çok İslami ideolojik kimliği ağır basan ulusal
hareketler. Bunların yanı sıra, özellikle Afrika’da
Somali’den Nijerya’ya pek çok ülkede ortaya çıkan
kimi zaman dinsel, kimi zaman ulusal renkler taşıyan
ancak haklarında çok sınırlı bilgilerin olduğu
pek çok politik-askeri hareket bulunuyor.
1980’li yılların ikinci yarısından itibaren, özellikle
de 1990 başlarında dünya’daki pek çok devrimci
gerilla hareketinin çözülmesine bir biçimde sistem
içine dahil oluşuna tanık olduk. 1945-90 arası
tarihsel dönemin koşulları ve teorik/politik birikimi
üzerinden varolmuş bu hareketler, emperyalizm
ve reel sosyalist sistemin belirlediği dünya dengelerinin
değişiminin yarattığı karşı devrimci atmosfer
içinde kendilerini yeniden üretmeyi başaramayarak
ya dağıldılar, ya da sistem içi politik aktörlere
dönüştüler...
Devrimci Silahlı Hareketler
1990 başında reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte,
yeni bir tarihsel dönem başlarken bu sürece gelineceye
değin pek çok ülkede kök salmış, önemli başarılar
kazanmış devrimci silahlı hareketlerin önemli
bir bölümü tasfiye oldu. Devrimci nitelikler taşıyan
kimi ulusal kurtuluş hareketleri ise stratejik
dönüşler yaparak emperyalizmle uzlaştı ve sistem
içi güçlere dönüştüler. Buna rağmen, sömürge ve
yeni-sömürgelerin bir bölümündeki devrimci silahlı
hareketlerin bir bölümü ise ayakta kalmayı başardı,
hatta 1990’ların sonlarından itibaren yeniden
yükselişe geçtiler. Kolombiya’da Kolombiya Silahlı
Devrimci Güçler (FARC) ve Ulusal Kurtuluş Ordusu
(ELN), Peru’da Tupac Amaru Devrimci Hareketi (MRTA)
ve Peru Komünist Partisi (PKP), Filipinler’de
Filipinler Komünist Partisi (FKP), Filistin’de
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) ve Filistin
Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi (FDHKC), Kürdistan’da
PKK, bu hareketlerin başlıcalarını oluşturuyorlar.
Bunların yanı sıra, yeni tarihsel dönemde Meksika’da
EZLN, Nepal’de NKP-M büyük gerilla güçleri yaratarak
silahlı devrim hareketleri cephesini güçlendirdiler.
Bu hareketlerin Filistin’deki FHKC ve FDHKC dışında
kalan, tümü açısından varlıklarını korumalarını
dönem dönem yükselişler yaşamalarına karşın, pek
çok politik zaaflarının yanı sıra, devrimin stratejik
çizgisi bağlamındaki ana açmazları devrimci savaşı
kırlardan nihai sonucun alınacağı kentlere yayamamaları
oldu. Bu hareketlerin devrimin stratejik çizgisi
bağlamında izledikleri yol pek çok farklı özgünlükler
taşımalarına karşın, Çin ve Vietnam’daki kır temelli
uzun süreli savaş stratejisidir. Kapitalizm egemen
üretim ilişkisi haline gelmiş olmasına, ekonomik,
sosyal, kültürel vd.. açılardan toplumsal yaşamın
ağırlık merkezi kentlere kaymış olmasına rağmen
kentlerin temel bir savaş alanı ve işçi sınıfının
ve kent yoksullarının devrimin temel bir gücü
olarak ele alınmaması, kentlerde gerilla savaşı
üzerinden politik gündeme güçlü müdahalelerin
geliştirilememesi, bu yönlü güçlü bir teorik ve
politik irade ve pratik ortaya konmaması, kırlarda
büyük alanları kontrol eden bu devrimci güçleri
nihai sonuçtan uzak tuttu. Hiç kuşkusuz, bu güçlerin
kentler ve işçi sınıfı içinde sağlam mevziler
yaratma ve büyüme çabaları sürekli var. Ancak
kırlarda ve kentlerde birleşik bir mücadele yürütülmemiş
olması, uzun yıllar boyunca kentlerdeki çalışmaların
stratejik önemde görülmeyişi ve zayıf yürütülüşü,
düşmanın kentlerde çok güçlü bir denetim ağı oluşturması
ve böylece devrimci güçlerin daha sonra bu alanlara
giriş çabalarını oldukça vahşi saldırılarla engellemesi
için oldukça elverişli bir zemin yaratmıştır.
Sömürge ve yeni-sömürgelerde oligarşilerin devrimci
güçleri bastırma stratejisi olarak formüle edilen
düşük yoğunluklu savaş stratejisi ya da moda deyişle
asimetrik savaşın temel bileşenlerinden olan “alan
tutma”, yani gerilla hareketini belirli izole
alanlarda sınırlama yaklaşımı, sanıldığı gibi,
gerillayı kırda insandan arındırılmış, izole alanlarla
sınırlı bölgelerde tutmakla sınırlı değildir.
Bunun ilk uygulaması kentlerdeki faşist baskı
aygıtını, her türlü devrimci silahlı faaliyeti
anında en vahşi biçimlerde bastırmak temelinde
yeniden kurmak ve devrimci gerilla faaliyetinin
kentlerde varlık göstermesini engellemekti. Silahlı
devrimci hareketlerin kırlarda tutunup kentlere
yayılma çabası içine girdiklerinde karşılaştıkları
şey bu hazırlıklı baskı aygıtı oldu. Devrimci
güçler kentleri zorladıkça bu aygıt kendini hızla
yaygınlaştırdı ve güçlendirdi. Bu tablonun sonuçları
oldukça ağırdır; FARC’ın 90’lı yıllarda üstelik
barışçıl temelde kentlerde tutunma çabası binlerce
militanının sivil ve resmi faşist güçlerce katledilmesiyle
sonuçlanmıştır.
Yine PKK’nin 1990-95 arası süreçte kentlerde yaygın
bir gerilla örgütleme çabası devletin yoğun saldırılarıyla
boğulmuştur. Kentler sınırlı legal çalışma dışında
devletin yoğun ve yaygın şiddetiyle genel olarak
denetim altına alınmıştır. PKK özgülünde devrimci
gerilla savaşı stratejik denge aşamasına geçiş
aşamasında devletin uyguladığı topyekün savaş
ve alan tutma taktikleri sonucunda tıkanma yoluna
girmiştir. Kırlarda yeni ve etkin bir taktik düzeyin
yaratılamaması, kitle tabanının büyük yıkımlarla,
köy boşaltmalarla kırlardan sürülmesi, savaşı
kentlere yayma çabasının sınırlı şehir gerilla
faaliyetlerini aşarak etkili ve güçlü bir şehir
gerilla savaşına dönüşmemesi, PKK’de tıkanmalar
yaratmış, başkanının 1999’da yakalanarak esir
alındıktan sonra postmodern milliyetçi çizgiyi
savunmaya başlamasıyla birlikte, yürütülen silahlı
mücadele devrim hedefinden kaymış, sınırlı haklar
için diplomatik ve barışçıl çabaların eklentisi
haline gelmiştir.
1990 sonrası yeni tarihsel süreçte yine klasik
uzun süreli savaş stratejisini, yani kırları temel,
kentlerdeki çalışmayı tali olarak ele alan Nepal
KP-M, on yıllık bir süreçte ülkenin kırlarında
bir gerilla ordusu yaratmış ve bu alanlarda güçlü
bir denetim sağlamıştır. Ancak NKP-M savaşı kentlere
yaymaya, kentleri denetim altına almaya giriştiğinde
düşmanın baskı aygıtının duvarıyla karşı karşıya
kalmıştır. NKP-M bugün Nepal oligarşisiyle kimi
demokratik haklar karşılığında uzlaşmış, burjuva
siyasal sisteme entegre olma yoluna girmiştir.
Hiç kuşkusuz, bu sadece iktidarı almakta zorlanması,
kentlerde nihai darbeyi vurmaması ile ilgili bir
şey değil. Bu olguların varlığına karşın, bu tabloyu
ortaya çıkaran başka unsurlar da bulunuyor. NKP-M’nin
devrimin hedefini burjuva demokratik devrimle
sınırlamaktadır. NKP-M de dahil Maoist hareketlerin
savunduğu yeni demokratik devrim esas olarak burjuva
demokratik devrimin sınırlarını aşamayan niteliğe
sahiptir. ML’den uzak, sosyalizme uzak, halkçı
bir aşamalı bir devrim anlayışıdır. İktidarı tümden
kaybetme olasılığından çekinen Nepal oligarşisi
ve emperyalizm, NKP-M’nin burjuva demokratik devrimin
sınırlarını aşmayan istemleriyle uzlaşma yoluna
gitmiştir. NKP-M’nin uzlaşmasında bir diğer temel
faktör ise iktidarın tümden alınması durumunda
Hindistan ve ABD kaynaklı bir işgalle karşı karşıya
kalma kaygısıdır.
1994’de Meksika’da kent baskınlarıyla bir anda
tüm dünyanın gündemine oturan EZLN hareketi ise
daha baştan yerlilerin reform temelli kırlarda
konuşlanmış silahlı savunma hareketine dönüşmüştür.
Bu özelliği ile silahlı bir devrim hareketi karakteri
taşımaktan yoksundur.
Bu silahlı devrimci hareketlerin hemen hemen tümüne
yakın bir bölümü kentlerde politik açıdan gündem
yaratan güçlü ve yaygın bir gerilla mücadelesi
yaratamamalarına karşın, esas olarak barışçıl
mücadele eksenli büyük kitle hareketleri yaratmış
durumlardalar. PKK, NKP-M, FKP bu noktada kayda
değer örgütlenmeler yaratmış durumdalar. Ancak
bu hareketler esas olarak kırlardaki gerilla mücadelesini
desteklemenin ve politik kamuoyu yaratmanın ötesinde,
doğrudan iktidarın alınmasına dönük bir hedef
ve içeriğe sahip değiller. Bu nedenle, kırlarda
büyük bir silahlı mücadele pratiğine ve örgütlülüğüne
sahip olan bu devrimci güçler, kentlerde de ciddi
bir güce sahip olmalarına karşın, kentlerdeki
güçleri kırdaki savaşımla birleşen bir gerilla
faaliyetinin oldukça uzağındadır. Böylece kırda
gerilla temelli silahlı savaşım, kentlerde geleneksel
örgütsel araçlar ve mücadeleler üzerinden yürüyen
esas olarak barışçıl faaliyetler gibi parçalı
bir mücadele ve örgütlenme tablosu ortaya çıkmıştır.
İslamcı Silahlı Hareketler
Filistin, Lübnan ve Irak’ta esas olarak İslamcı
karaktere sahip olan anti-işgalci hedeflere kilitlenmiş
hareketler ise yukarıda kısaca irdelediğimiz silahlı
devrimci hareketlerden farklı bir mücadele stratejisine
ve kitle örgütlenmesi yapısına sahipler. Sol okur,
dünyanın çeşitli bölgelerinde faaliyet yürüten
silahlı devrimci örgütlere ve izledikleri stratejilerine
ilişkin az ya da çok bilgi sahibiyken, Filistin,
Lübnan ve Irak’da gelişen anti-işgal silahlı direnişler
hakkında daha sınırlı bilgilere sahip. Hem bu
nedenle, hem de bu hareketlerin izledikleri çizginin
kimi özgünlükler taşıması nedeniyle biraz daha
açarak irdelemek yararlı olacaktır.
Filistin ve Lübnan’da 1980’li yıllarda örgütlenmeye
başlayan Hamas ve Hizbullah, Irak’ta ise 2000’li
yıllarda ABD işgali sonrasında gelişen çeşitli
İslamcı örgütler, işgale karşı uzun süreli savaş
stratejisini temel almalarına karşın, bu stratejiyi
şehir ve kırlarda birleşik gerilla savaşı olarak
yürütüyorlar.
Filistin’de işgal karşıtı gerilla savaşı bu ülkenin
özgün yapısı nedeniyle esas olarak şehir gerilla
direnişi biçiminde sürüyor. Filistin’de hem Gazze’de,
hem de Batı Şeria’da nüfusun ezici bir bölümü
kentlerde toplanmış durumda. Öte yandan, bu bölgeler
kır gerillacılığı için gerekli olan jeopolitik
derinliğe sahip değiller. Çok küçük bir coğrafyada,
büyük ve kentlerde toplanmış bir nüfus yapısı
söz konusu. Bu küçük coğrafyanın kırlık bölgeleri
uzun süreli ve yaygın bir gerilla yapısını kaldıracak
niteliğe sahip değil. Savaşım kent ve kasabalarda
üslenmiş şehir gerillalarının İsrail işgal güçlerine
karşı küçük akınları biçiminde yürüyor. Tüm işgal
karşıtı direnişin belkemiğini gerilla oluşturuyor.
Filistin’de ciddi ve büyük gerilla hareketlerinin
tümü esas olarak silahlı propaganda faaliyetleri
üzerinden gelişme kaydetmiş ve prestij kazanmış
hareketler. Buna Hamas da dahildir... Hamas küçük
ve zayıf bir örgüt olma konumundan esas olarak
1990 yıllarda işgalcilere karşı gerçekleştirdiği
intihar saldırılarının şok edici-durum değiştirici
politik etkisi üzerinden kurtuldu. Filistin mücadelesi
politik-askeri savaş perspektifi üzerinden yürüyen
ve şehir gerillacılığını temel alan önemli örneklerden
biridir.
Bu noktada, 1990’lı yıllarda gelişen en önemli
silahlı mücadele deneyimlerinden biri olan Hamas’ın
izlediği strateji üzerinde biraz daha durmak gerekiyor.
Hamas, Mısır’daki Müslüman Kardeşler örgütünden
etkilenen Filistinli orta sınıftan gelen az sayıdaki
kişi tarafından 1980’lerde kurulduğunda küçük,
barışçıl mücadele üzerinden yürüyen ve etki gücü
az bir örgüttü. Hamas, bir yandan Filistin hareketi
içindeki sol ve ML etkiyi kırmak isteyen Suudi
Arabistan ve Körfez ülkelerindeki emirliklerden
maddi destek görürken, bir yandan da izlediği
barışçıl mücadele stratejisi nedeniyle İsrail
müsahamasını gördü. Buna rağmen 1980’lerin sonların
doğru başlayan I. İntifada’ya değin ciddi bir
gelişme göstermedi. Aynı dönemde Filistin’de içinde
Marksist kökenli unsurları barındırmasına rağmen
esas olarak burjuva milliyetçi çizgiye sahip olan,
mücadele stratejisi olarak Lübnan ve Filistin’de
konuşlanmış gerilla birliklerinin İsrail’e saldırıları
temelinde uzun süreli halk savaşı stratejisini
benimseyen Yaser Arafat önderliğindeki El Fetih
örgütü başat güç durumundaydı. Yine ML çizgiye
sahip olan FHKC (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi)
ve FDHKC (Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi)
örgütleri de, El Fetih gibi, Lübnan ve Filistin’de
konuşlanmış gerilla birliklerinin İsrail’e saldırıları
temelinde gelişen uzun süreli halk savaşı stratejisini
temel almaktaydılar. FHKC ve FDHKC’nin gelişmelerinde
ve ayakta kalmalarında motor rolünü 1970’li yılların
başından itibaren uluslararası çapta geliştirdikleri
uçak kaçırma, İsrail’in uluslararası temsilcilerinin
(elçiler vb..) öldürülmesi vb. gibi silahlı propaganda
eylemleri oynamaktaydı. Gazze ve Batı Şeria’da
1980 sonlarında başlayan I. İntifada’ya değin,
Filistin’de asıl politik-askeri güç esas olarak
bu üç örgüttü. Hamas ise çok sınırlı bir güce
ve etkiye sahipti. I. İntifada Filistin ulusal
kurtuluş hareketi içinde güç dengelerinin değişiminde
belirleyici rol oynadı. Hamas bu direnişe katılarak
ilk kez rüştünü ispat etti. Bir anti-işgal direniş
hareketi olduğunu gösterdi. I. İntifada sona erdiğinde,
El Fetih gerilla hareketini o dönem ABD önderliğinde
başlayan Oslo barış görüşmelerinin yani diplomatik
çabaların bir eklentisi hale getirdi. Aynı dönem
de, yani 1990 başlarında reel sosyalist ülkelerin
çöküşü ile birlikte, Filistin ulusal kurtuluş
hareketi en önemli maddi ve manevi desteğinden
de yoksun kalmıştı. FHKC ve FDHKC gibi devrimci
örgütler gerek intifada sırasında verdikleri ağır
kayıplar, gerekse reel sosyalist ülkelerin verdikleri
maddi ve manevi desteğin kesilmesiyle birlikte
ciddi bir güç kaybına uğradılar. İşte tam da bu
noktada, Hamas’ın yükselişi başladı. Hamas, Filistinlilere
asla kendi kaderini tayin hakkı vermeyen, Filistinlilerin
temel ulusal haklarının gasbı anlamına gelen barış
görüşmelerini reddetti. Yapılan barış anlaşmasının
1990 ortalarında çöküşüyle birlikte, Hamas, uzun
süreli gerilla savaşı temelinde İsrail kentlerinde
bombalı fedai eylemleri başlattı. Bunlar esas
olarak tipik silahlı propaganda eylemleriydi.
Bu eylemlerin asker sivil ayrımı yapılmadan gerçekleştiriliyor
olması, eylemlerin silahlı propaganda tarzıyla
gerçekleştiriliyor oluşu gerçeğini değiştirmez.
İsrail’in devasa savaş makinesi karşısında çaresiz
olan, her gün kadın çocuk genç demeden şehitler
veren Filistin halkı, İsrail’i şok eden ve bir
süre sonra çaresiz bırakan bu eylemleri sahiplendi.
(Hemen belirtelim devrimci sosyalist bir hareketin
savaş aygıtının doğrudan bir parçası olmayan sivil
kişilere yönelik eylemleri onaylaması mümkün değildir.
Ancak bu eylemlerin hedeflerini asla onaylamazken,
Filistin halkının yaşadığı trajedi ve çaresizlik
hali de göz önünde tutulmalıdır.) Hamas hızla
yükselişe geçti; kitlelerin sempatisi, güven ve
desteği çığ gibi büyüdü.
Hamas’ın büyümesi ve bugüne gelindiğinde başat
güç haline gelmesinde, El Fetih’in içinde girdiği
uzlaşmacı, ulusal mücadeleyi hak kırıntılarıyla
sınırlayıcı tutumu, devrimci güçlerin oldukça
zayıf düşmesi ve bu ortam içinde oldukça etkili
eylemler geliştirmesi belirleyici bir role sahiptir.
Ancak bu olgu tek başına Hamas’ın yükselişini
açıklayamaz. Hamas, aynı süreçte yeni tipte bir
toplumsal kitle hareketi de inşa etmiştir. Bugün
Filistin’de Hamas’ın oldukça derinlikli toplumsal
taban yaratmasında bu yeni tipteki kitle hareketi
de belirleyici rol oynamıştır. Hamas’ı 1990 sonrasındaki
silahlı direniş hareketleri içinde özgün hale
getiren de esas olarak bu kitle hareketi olmuştur.
Filistin’de El Fetih, FHKC, FDHKC ve diğer devrimci
ve ulusal kurtuluşçu güçlerin kitle örgütlenmesi
başlangıçtan günümüze değin, parti, gençlik örgütü,
sendikalar, gerilla örgütlenmesi gibi geleneksel
örgütsel aygıtlar ve bunların faaliyetleri üzerinden
biçimlenmiştir. Uzun süren, kurtarılmış bölge
kurma zeminlerinin olmadığı, kentlerde düşmanın
ağır baskısı altında, oldukça yoksul işçi, işsiz
ve kent yoksulları üzerinden yürüyen bir gerilla
savaşı sürecinde, emekçilerin yaşamlarını sürdürmeleri,
birliklerini korumaları, mücadelenin süreklilik
kazanması, ancak mücadelenin gündelik yaşamın
bütün alanlarını kapsamasına ve her emekçinin
doğrudan sorumluluk aldığı bir örgütlü yaşam ağının
kurulmasına bağlıydı. Hamas’ın asıl başarısı buradadır.
Hamas bir yandan geleneksel örgütsel ağları oluştururken,
bir yandan da günlük yaşamın bütün temel alanlarını
o alanlardaki emekçilerle birlikte yarattığı alternatif
örgütlenmeler, kurumlar vasıtasıyla örgütledi.
Eğitim, sağlık, üretim, tüketim ve yardım-destek
alanlarında yarattığı muazzam dayanışma ağı ve
kurumlarla alternatif bir yaşam kültürü ve iktidar
alanı yarattı. Binlerce doktoru, hemşireyi, sağlıkçıyı,
eğitimciyi, mühendisi, esnafı, zanaatkarı, işçiyi,
köylüyü, sanatçıyı tam yada yarı zamanlı gönüllü
olarak, onlarla birlikte yarattığı eğitim, sağlık,
üretim ve destek-dayanışma ağları ve kurumları
içinde örgütledi ve çalıştırdı. Bu faaliyet ağları
ve kurumları tüm halka hizmet sundu, emekçilerden
emekçilere büyük bir dayanışma örgütlenmesi oluştu.
Somut olarak örnekleyecek olursak; devrimci ve
ulusal kurtuluşçu örgütler güçlü oldukları 70’li
ve 80’li yıllarda Lübnan ve kısmen Filistin’de
sağlık ağını esas olarak gerillaya hizmet edecek
tarzda ve bundan artan zamanlarda halka hizmet
edecek tarzda örgütlerken, Hamas daha baştan örgütlü
sağlıkçılarını ve görev almak isteyen her sağlıkçıyı
tüm halka hizmet veren hastane ve sağlık kurumlarında
örgütledi. Sadece sağlık alanı değil, tüm alanlarda
halktan halka akan bir dayanışma ağı oluşturdu.
Hamas politik-askeri eylemleriyle kazandığı büyük
prestiji, bu örgütlenme ağıyla derinlikli bir
toplumsal örgütlenme ve mücadeleye dönüştürdü.
Hamas’ın Suudilerin ve Körfez ülkelerinin büyük
mali desteğiyle bunu gerçekleştirebildiği iddiası
kısmen doğru olmasına karşın, bu, asıl gerçeği
yani hayatın bütün alanlarını kucaklayan bir anti-işgal
uzun süreli savaş stratejisi kurduğunu değiştirmez.
Devrimci ve ulusal kurtuluşçu hareketler de 1970’li
ve ‘80’li yıllarda reel sosyalist ülkelerin büyük
mali ve manevi desteğine sahip olmalarına karşın
böylesine bütünlüklü bir savaş stratejisi oluşturamamış/oluşturamamışlardır.
Demek ki, asıl sorun her şeyden önce bütünlüklü
bir savaş stratejisi kurmakta düğümlenmektedir.
Lübnan’da faaliyet yürüten Hizbullah örgütü İsrail’e
karşı anti-işgal savaşını ve Lübnan içindeki örgütlülüğünü
Hamas’la hemen hemen benzer biçimde kuran örgütlerden
bir diğeridir. Hamas gibi 1980’lerin başlarında
kurulan Hizbullah, İran’ın ve Suriye’nin maddi
ve politik desteğiyle Lübnan’da Müslümanlar içinde
çoğunluğu oluşturan Şii’ler arasında hızla en
büyük örgütlenme haline geldi. Hizbullah, bir
yandan Şii’lerin Lübnan’daki temsilciliği rolü
kazanmaya çalışırken, bir yandan da İsrail’in
Lübnan’daki işgaline karşı uzun süreli savaş stratejisi
temelinde tavizsiz silahlı mücadele geliştirdi.
Geliştirilen silahlı mücadele şehirlerde ve kırlarda
birleşik bir savaş olarak gelişti. Bu bildik türden
bir birleşik savaş değildi. Ülkenin kırlarının
jeopolitik bir derinliğe sahip olmaması nedeniyle
kırlarda sürekli varlık gösteren bir gerilla ordulaşması
söz konusu değildi. Söz konusu olan, ağırlıklı
olarak şehirlerde ve kısmen köylerde üslenmiş
olan gerilla birliklerinin Lübnan’da üslenmiş
(kimi zaman İsrail topraklarına geçerek orada
bulunan) İsrail askeri güçlerine ve işbirlikçilerine
karşı oldukça sert ve etkili askeri operasyonlar
düzenlemesiydi.
1990’lara gelindiğinde ülkedeki Şii nüfus içindeki
en büyük örgütlü güçler olan sol eğilimli Emel
örgütü ve devrimci hareketler oldukça zayıflarken,
Hizbullah başat güç haline geldi. Sadece bu değil,
Hizibullah aynı zamanda, İsrail’e karşı gerçekleştirdiği
silahlı propaganda niteliğindeki az sayıdaki ancak
oldukça etkili eylemlerle ülkedeki başlıca anti-işgal
direniş hareketi oldu. 1990’lardan sonra neredeyse
tümüyle Hizbullah üzerinden yürüyen anti-işgal
silahlı mücadele sayesinde İsrail, çok küçük bir
toprak parçası dışında Lübnan’daki işgaline son
vermek ve işbirlikçisi faşist çetelerin işgal
bölgelerinde kurduğu yapıyı dağıtmak zorunda kaldı.
Böylece Hizbullah sadece Şii’lerin temsilcisi
olmakla kalmadı, aynı zamanda ülkenin işgalden
kurtuluşunu sağlayan güç olarak tüm Lübnanlılar
arasında da büyük bir prestije sahip oldu.
Hizbullah’ın gücü ve prestiji de sadece yürüttüğü
etkili silahlı mücadele ve başarılardan kaynaklanmıyor.
En az bunun kadar etkili olan diğer unsur, onun
da, Hamas gibi, geleneksel örgütsel biçimleri
ve kitle mücadelelerini aşan oldukça derinlikli,
günlük yaşamın bütün alanlarını kapsayan bir örgütlenme,
mücadele ve dayanışma ağı kurarak, mevcut sistemin
karşısında alternatif bir iktidar ağı yaratmasıydı.
Bu ağın önemi ve oynadığı rolün anlaşılması açısından
2006’da İsrail ile Hizbullah arasında yaşanan
büyük savaş oldukça önemli bir örnektir. 2006
yazında Hizbullah gerillaları İsrail topraklarına
sızarak bir askeri birliğe ağır darbeler vurup,
bir askeri de esir aldı. Sonrasında, İsrail Lübnan
topraklarını yeniden işgal etme ve Lübnan’ın özellikle
Şii bölgelerini harabeye çevirme operasyonuna
girişti. Böylece hem Lübnan topraklarının bir
bölümü işgal edilerek bir güvenlik bölgesi oluşturulacak
ve Hizbullah güçleri saldırıları Lübnan topraklarında
karşılanacak, hem de Hizbullah ağır biçimde darbelenecek
ve sivil bölgeleri harabeye çeviren saldırılarla
halk cezalandırılıp, Hizbullah’a destek vermelerinin
bedelinin pahalı olduğu gösterilip, Hizbullah’ın
halk desteği sınırlanacaktı. Hizbullah’ın ve devrimci
güçlerin ortak direnişiyle bu saldırının püskürtülmesi
sonrasında ortaya çıkan tablo aslında Hizbullah’ın
gücünün en önemli kaynaklarından birinin yarattığı
bu toplumsal örgütlenme ağı olduğunu göstermesi
bakımından çarpıcıydı. Hizbullah askeri açıdan
ciddi bir darbe almamıştı, İsrail ise son 30 yılın
en ağır askeri zayiatlarından birini vermiş, operasyon
başarısızlığa uğramıştı. Ancak sivil yerleşim
yerleri gerçekten de harabeye çevrilmişti. Sadece
Şii bölgeleri değil, ülkenin alt yapı tesisleri
büyük darbe almıştı. Ancak Hizbullah kitle desteğini
yitirmek bir yana, daha da büyüttü. Yıkılan Şii
bölgelerinde tüm halk Hizbullah’ın önderliğinde
günlük yaşamı hızla yeniden örgütledi. Bu noktada,
tüm halkın katıldığı dayanışma ağı, diğer örgütlenmeler
başat bir rol oynadı. Gazetecilerin yıkıntıların
içinde insanları traş eden bir berberle yaptıkları
röportaj, evler, işyerleri, yollar, köprüler,
elektrik santralleri yıkılmasına karşın, ayakta
duran, yıkılmayan, yıkılamayan şeyi; halkın kendi
öz örgütlülüğü ile yaşamı kurma iradesi ve pratiğini
gösteriyordu. Berbere traş karşılığında ne kadar
ücret aldığı ve Hizbullah’ın İsrail’e karşı gerçekleştirdiği
eylem sonrasında yaşanan yıkıma hakkında ne düşündüğü
soruları yöneltildiğinde verdiği yanıt bu irade
ve pratiğin ifadesiydi. Berber bir kuaför dükkanına
sahipti ve işyerinde ücret karşılığı traş yapıyordu.
İş saatleri sonrasında ise Hizbullah’ın öncülük
yaptığı dayanışma örgütlenmesinin bir parçası
olarak belli saatlerde yoksulları ücretsiz olarak
traş ediyordu. Herkes evleri yıkılanlara belli
bir örgütlülük içinde kapısını açmıştı. Dayanışma
ağı yıkımın aşılması için devreye girmişti. Her
insan bu dayanışma ağının bir parçasıydı ve yeteneğine,
işine, olanaklarına uygun olarak hem yıkımın ortadan
kaldırılması, hem de yoksulların, ihtiyacı olanların
ihtiyaçlarının karşılanması için örgütlü bir tarzda
harekete geçmişti. Bu örgütlü duruş ve dayanışma
sayesinde yaşanan baskı ve yıkıma karşın, direniş
iradesi ve pratiği büyümüştü. İşte İsrail tam
da burada yenilmişti...
Irak’taki işgal karşıtı anti-Amerikancı direniş,
yeni tarihsel dönemin en önemli silahlı direniş
pratiklerinden birini oluşturuyor. Çok kısa bir
sürede Saddam’ın düzenli ordu birliklerini yenen
ABD ve koalisyon ortakları, büyük bir çoğunluklu
yoksul emekçi halktan gelen ve işgal sonrasında
örgütlenen direnişçiler karşısında ciddi bozgunlar
yaşadı. Irak, (ABD işgalini olumlu karşılayan
Güney Kürdistan’ı ayırdığımızda) orta büyüklükte,
düşman güçlerinin gücü düşünüldüğünde kırlarda
büyük bir gerilla savaşı örgütlemek için gerekli
olan jeopolitik derinliğe sahip olmayan, önemli
bir bölümü çöllerle ve düz alanlarla kaplı nüfusun
önemli bir bölümünün kentlerde toplandığı bir
ülke.
Irak’taki işgal karşıtı Arap ulusal direnişi,
ABD emperyalizmi ve işbirlikçilerine önemli darbeler
vurmasına karşın, pek çok açıdan ciddi açmazlara
sahiptir. Her şeyden önce, İslamcı ve kısmen Arap
milliyetçisi politik önderliğe sahiptir, öncülük
esas olarak orta burjuvazinin elindedir. Bu yapısıyla
direniş anti-kapitalist niteliği sahip değildir.
Anti-emperyalist karakteri ise zayıftır, esas
olarak anti-işgal bir yapıya sahiptir. Yine demokratik
bir ulusal programı yoktur. Kürt ulusunun ve diğer
ulusal azınlıkların temel ulusal hakları, ülkenin
demokratik temelde kuruluşu vb. gibi temel demokratik
taleplerden yoksundur. Örgütsel olarak da oldukça
parçalı bir yapıya sahiptir. İslamcı ve burjuva
milliyetçi örgütlerden, aşiret federasyonlarına
değin uzanan oldukça farklı örgütlülükler söz
konusudur. Bütün bu olgular, bugün açısından,
direnişi zayıflatan ve nihai sonucu belirsizleştiren
önemli faktörlerdir.
Her şeye karşın, bugün Irak’taki anti-işgal silahlı
direniş, ABD’nin direniş içinde yer alan kimi
aşiretleri ve grupları satın almasıyla belli zayıflıklar
gösterse de, gücünü esas olarak korumaya devam
ediyor. ABD ve İngiltere gibi ulusal ve halk kurtuluş
mücadelelerine karşı büyük deneyime sahip olan
emperyalist güçlere, ortaklarına ve işbirlikçilerine
karşı, hem coğrafi olarak, hem de kitle ve savaşçı
gücü olarak böylesine yaygın bir şehir gerillacılığı
yaklaşık beş yıl gibi şehir savaşları açısından
uzun sayılabilecek bir süredir varlığını sürdürmeyi
başarmıştır. Sadece varlığını sürdürmekle kalmamış
işgalcilerin bir kısmının geri çekilmesini sağlamış,
ABD’nin ise işgali sürdürmek için Irak’taki gücünü
büyütmek zorunda kalmasına neden olmuştur. ABD
emperyalizmi işgal gücünü büyütmesine karşın,
savaşı sürdürme iradesi noktasında oldukça zorlanmaktadır
ve ABD oligarşisi içinde işgalin hem kayıplar,
hem de mali olarak büyük bir yük haline geldiğini
söyleyen kesimler gücünü arttırmaktadır.
Irak’taki direnişin yeni tarihsel süreçte dünya
devrim süreci açısından önemi esas olarak iki
noktada toplanmaktadır. Birincisi, direniş ABD
emperyalizmine önemli darbeler vurmakta, onun
işgal planlarının işlemez hale getirilebileceğini,
hatta yenilebileceğini açık biçimde göstermekte,
Ortadoğu’da atmayı düşündüğü yeni adımları ciddi
ölçüde engellemektedir. Kendini deyim yerindeyse
hikmetinden sual olunmaz süper güç olarak sunan
ABD emperyalizmi gelişkin bir programa ve örgütsel
yapıya sahip olmayan, parçalı ve oldukça sorunlu
bir yapıya sahip olan direniş güçleri karşısında
çakılıp kalmıştır. Direnişin ikinci çok önemli
yanı, izlediği stratejik çizginin ve savaşın ağırlık
merkezinin şehirler olmasıdır. Tarihte belki de
ilk kez işgal karşıtı yaygın bir silahlı direniş
hareketi, baştan itibaren kentlerde şehir gerillacılığı
temelinde gelişiyor. Direniş esas olarak şehir
gerillacılığı temelinde, kırsal alandaki gerilla
eylemleriyle birleşen uzun süreli savaş stratejisine
göre gelişiyor. İşgalin hemen ardından oluşan
hemen hemen tüm direniş örgütleri esas olarak
kent merkezli bir savaşım yürütüyorlar. Silahlı
direnişin en önemli gücü İslamcı örgütler ve bu
örgütlerin tabanını işçi sınıfı ve yoksullar oluşturuyor.
On binlerce şehir gerillası ve milis kentlerin
varoşlarını denetliyor, yaygın ve etkili eylemlerle
işgal güçlerine önemli darbeler vuruyorlar. Direnişin
ilk toparlayıcı adımları intihar eylemleri temelinde
işgal güçlerinin en önemli merkezlerinin vurulması
ve işbirlikçi güçlerin yöneticilerinin cezalandırılması
biçimindeki silahlı propaganda eylemleriyle atıldı.
Bu eylemler dünyanın en büyük savaş makinesi olan
ABD emperyalizminin darbelenebileceğini, etkinliğinin
zayıflatılabileceğini, işbirlikçi mekanizmanın
bir parçası haline gelenlerin ağır sonuçlarla
karşı karşıya geleceğini Irak’ın Arap halkına
gösterdi. Bu ilk adımlar oldukça geniş bir emekçi
kesiminin direnişe gerilla, milis ve politik aksiyoner
olarak katılmasının önünü açtı. Direniş hareketinin
kitle tabanını hangi örgütsel zeminlerde toparladığı,
toplumsal sorunların çözümüne Filistin’de Hamas,
Lübnan’da Hizibullah’ın yaklaştığı tarzda mı,
yoksa salt geleneksel örgütler yoluyla mı müdahale
ettiği konusunda somut bilgiler bulunmuyor. Ancak
yürütülen şehir gerilla faaliyetlerinin büyüklüğü
düşünüldüğünde oldukça büyük bir taban örgütlülüğü
oluşturulduğu kuşku götürmez. Öte yandan, Irak’ın
jeopolitik yapısının kır gerillacılığı açısından
uygun olmaması, kır proletaryasının ve yoksul
köylülüğün direniş dinamiğinin sürece zayıf katılmasının
direnişin soluklanmasında ve tüm ülke coğrafyasına
yayılmasında yarattığı/yaratacağı sorunlar önemli
bir problem durumundadır.
Bütün sorunlu yanlarına karşın, Irak’ta uzun süreli
savaş stratejisi temelinde şehir gerillacılığı
ekseninde gelişen anti-işgal direnişin varlığı
ve deneyimleri, şehirlerde ve kırlarda birleşik
bir uzun süreli savaş yürütme perspektifine sahip
devrimci güçler açısından oldukça önemli, büyük
derslerle dolu bir pratik durumundadır.
Afganistan’da yürütülen ABD öncülüğündeki işgale
karşı yürütülen direniş bu ülkenin toplumsal yapısının
ve yaklaşık otuz yıldır değişik biçimler alarak
süren savaşın yarattığı ortam nedeniyle esas olarak
kır temelli bir savaş olarak gelişiyor. Afganistan
yarı-feodal ilişkilerin egemen olduğu, nüfusun
ezici çoğunluğunun kırlarda yaşadığı, kentsel
altyapının önemli ölçüde tahrip edildiği, yeni-sömürgeci
gelişmenin dışında kalmış bir ülke. Bu ülkede
işgale karşı direnen güçlerin hiç bir demokratik
niteliği bulunmuyor. Sürmekte olan savaşın asıl
özgün yanı, bu ülkenin tüm Müslüman nüfusun çoğunlukta
olduğu ülkelerin önemli bir bölümünde silahlı
faaliyet yürüten, bir tür İslamcı enternasyonal
silahlı örgütlenme haline gelmiş olan El Kaide
için merkez üs işlevi görmesidir. Afganistan işgal
öncesinde El Kaide açısından bir tür kurtarılmış
bölge işlevine sahipti. Şu anda Afganistan kırsalının
küçümsenemeyecek bir bölümü yine El Kaide’nin
bu ülkedeki uzantısı olan Taliban’ın denetime
altına geçmiş bulunuyor. El Kaide, Afganistan
dışında faaliyet yürüttüğü ülkelerde ise ağırlıklı
olarak şehir gerilla faaliyetleri yürütüyor ve
bu faaliyetler bir tür silahlı propaganda tarzında
gerçekleştiriliyor. El Kaide’nin faaliyeti bir
yanıyla nüfusu ağırlıklı olarak Müslüman olan
ülkelerde yerel düzeyde Amerikancı yerli rejimleri
darbelemek, bu ülkelerdeki Amerikan hedeflerini
vurmak ve iktidarın alınmasına dönük silahlı faaliyetler
olarak gerçekleşirken, bir yanıyla ise başta ABD
olmak üzere emperyalist devletleri kendi ülkelerinde
şok edici eylemler biçiminde gelişiyor. Her iki
faaliyet alanındaki eylemler birbirini tamamlayıcı
olarak tasarlanıyor. Tüm coğrafyalara yayılmış
bu faaliyet tarzı, özellikle emperyalist hedeflerin
emperyalist ülkelerde güçlü vuruşlarla darbelenmesi,
bu güç gösterileri, bütün İslam ülkelerinde faaliyet
yürüten İslamcı örgütleri El Kaide’nin gücü etrafında
saflaştırıyor. Silahlı propagandanın saflaştırıcı,
toparlayıcı etkisi burada da etkisini gösteriyor.
ABD’nin yenilmezlik, kendi topraklarında vurulamazlık
efsaneleri bir darbeyi de bu eylemlerle yemiştir.
El Kaide’nin oldukça geniş, hatta küresel diyebileceğimiz
çaptaki silahlı faaliyetlerinin Afganistan’da
kırları, Pakistan’da kırlar ve şehirlerde birleşik
bir tarzı, çoğu İslam ülkesinde ve emperyalist
ülkelerde ise şehirleri temel alan ve daha çok
silahlı propaganda eylemleri tarzında gelişen
gerilla faaliyetleri zemininde uzun süreli stratejisini
üzerinden geliştiği görülüyor. Bu oldukça kompleks
silahlı mücadelenin sonuçlarının nasıl olacağını
tam olarak şimdiden kestirmek mümkün değil. Ancak,
El Kaide’nin ve onun uzantısı Taliban’ın ideolojik
ve politik çizgisinin gerici niteliğine karşın,
yürüttüğü silahlı faaliyet, dünya emperyalist-kapitalist
sisteminin hegemon devletlerine karşı, bir gerilla
hareketinin bugüne değin görülmemiş ölçüde yaygın
(dünya ölçeğinde), birleşik ve oldukça bir faaliyet
olması bağlamında özgün ve büyük derslerle doludur.
Günümüz Silahlı Mücadele Deneyimlerine İlişkin
Kısa Sonuçlar
- Sömürge ve yeni-sömürgelerde burjuva devlet
makinesinin parçalanarak yerine işçi sınıfı ve
diğer emekçi kesimlerin iktidarını kurmaya dönük
açık ve net irade koyarak gelişen mücadeleler
esas olarak şehir ya da kır eksenli veya her ikisini
birleşik tarzda ele alan gerilla mücadelesi temelinde
uzun süreli savaş stratejisi perspektifiyle gelişiyor.
Yeni tarihsel dönemde, sömürge ve yeni-sömürgelerde
devrimci bir partinin önderliğinde genel halk
ayaklanmasını esas alan bir büyük çıkış söz konusu
olmamıştır.
- Yeni tarihsel dönemde uzun süreli savaş stratejisi
temelinde gelişmiş bir devrimci savaş yürüten
devrimci örgütlerin, EZLN ve NKP-M dışında kalan
bölümü esas olarak emperyalizmin 3. bunalım döneminde
(1945-90 arası süreçte) ortaya çıkmış, güç kazanmış,
bu dönemin bakış açısı ile biçimlenmiş örgütlerdir.
Her biri farklı nesnel koşullar içinde ortaya
çıkan, farklı ideolojik çizgi ve hedefler üzerinden,
farklı deneyimler temelinde gelişen bu örgütlenmelerin
hemen hemen tümü uzun süreli savaş stratejisini
kırları temel alan, şehirlerdeki savaşımı ise
tamamlayıcı ve nihai darbeyi vuracak alanlar olarak
ele alan bir yaklaşımla kurgulamışlardır.
- Mücadele süreci içinde kırlarda ciddi birer
güç haline gelen bu silahlı devrimci hareketler,
savaşın ilerleyen aşamalarında savaşı kentlere
yaymak istediklerinde oligarşilerin tüm savaş
süreci boyunca kentlerde kurdukları ağır baskı
mekanizmalarının duvarına çarpmışlardır. Savaşın
eni-sonu kentlerin kapılarına dayanacağının bilincinde
olan oligarşiler, devrimci gerilla savaşımları
kentlerin kapılarına dayanmadan önce kurdukları
büyük baskı ağıyla, devrimci güçler kentlere giriş
yapmak istediklerinde baskı aygıtını harekete
geçirerek, gerilla güçlerinin kentlere yayılma
çabalarını önemli ölçüde sınırlayabilmişlerdir.
Bu deneyimlerin hemen hemen tümünde kent mücadelesi
önemli ölçüde legal çalışmaların dar sınırlarına
hapsolmuş durumdadır. Kırlarda büyük güç haline
gelen, ancak kentlerde nihai darbeyi vuramayan
devrimci silahlı güçler düşmanla yenişememe, pat
durumu nedeniyle ciddi sarsıntılar yaşayabilmekte,
zaman zaman ise politik hedefler ya da pratik
mücadele bağlamında büyük gerilemelerle/kırılmalarla
yüz yüze gelebilmektedirler. Savaşımın daha baştan
itibaren şehirlerde ve kırlarda birleşik bir gerilla
savaşı olarak gelişmemesi, silahlı ve barışçıl
mücadele biçimlerinin bütünselliğinin yaratılmaması,
bugün sürmekte olan devrimci silahlı savaşımların
devrimin stratejik çizgisi bağlamındaki en önemli
handikapı durumundadır.
- Bu handikap ve yarattığı tıkanma durumu ve
1990 sonrası dünya tablosunun çözümlenerek devrimci
çizginin yeni tarihsel döneme uygun olarak yeniden
kurulması noktasında yaşanan sorunların toplamından
ötürü, silahlı devrimci güçlerin küçümsenemeyecek
bir bölümünde savaşı burjuva devlet makinesinin
parçalanıp demokratik halk iktidarı veya sosyalist
devrimle sonuçlandırma hedefini bulanıklaştırıcı
yaklaşımlara sürükleyebilmektedir. Sistemin parçalanmadan
demokratikleştirilebileceği fikrinden hareket
eden barış görüşmelerine dahil olma ve başkaca
çeşitli yollardan gelişen uzlaşma çabaları bu
durumun tipik örnekleridir.
- Yeni tarihsel dönemde, sömürge ve yeni-sömürgelerde
silahlı devrimci güçlerin dışında da, özellikle
de Ortadoğu’da (Filistin, Lübnan, Irak, Afganistan
ve El Kaide), ideolojik argümanlarını İslamı referans
alarak kuran, genellikle orta burjuvazinin önderlik
ettiği, işçi sınıfı ve yoksullar içinde geniş
bir taban bulan ve silahlı devrimci güçlerin devrimin
stratejik çizgisi olarak esas aldıkları uzun süreli
savaş stratejisini temel alan (bu anlamda devrimci
güçlerden öğrenen) yeni kuşak bir dizi silahlı
hareket de ortaya çıkmıştır.
- Yeni kuşak İslamcı silahlı hareketlerin tümüne
yakın bir bölümü gerilla savaşını baştan itibaren
esas olarak şehirleri temel alarak geliştiriyorlar
ve kırlarda da daha sınırlı ölçekte de olsa faaliyet
yürütüyorlar. Faaliyetleri önemli ölçüde silahlı
propaganda eylemlerine dayanıyor. Bu eylemler
ekseninde geniş kesimleri içinde önemli bir sempati,
güven ve destek yaratmış durumdalar. Bu deneyimler
tüm gerilla savaşı deneyimleri içinde ilk kez
bu denli yaygın (binlere, kimi zaman on binlere
ulaşan şehir gerillasının kesintisiz ve günlük
olarak çok sayıda eylem gerçekleştirmesi), etkili
ve uzun süreli bir şehir gerilla faaliyetinin
gerçekleştirilmesi anlamına geliyor. Böylece şehir
gerillasının kır gerillacılığıyla birleşerek uzun
süreli savaşın temel bir bileşeni olarak sürekliliğinin
korunabileceği, etkin ve yaygın olarak yürütülebileceği
pratik olarak da gösteriliyor.
- Yeni kuşak İslamcı silahlı hareketlerin yürüttükleri
şehir gerilla savaşının sürekliliğinin sağlamada
en önemli faktörlerden biri barışçıl tüm faaliyet
biçimlerini de etkin biçimde kullanmaları, yani
silahlı ve barışçıl faaliyetlerin bütünselliğini
yaratmalarıdır. Bu faaliyetler geleneksel barışçıl
faaliyetlerin (barışçıl/legal ajitasyon propaganda
ve medya araçlarının, gösterilerin, sendikal ve
ekonomik faaliyetlerin, vb.. kullanımı) yaygın
ve etkin kullanımının yanı sıra, yeni ve bu hareketlerin
geniş emekçi kesimler içinde kökleşmesinde belirleyici
önem taşıyan faaliyet biçimlerini de içermektedir.
Bu yeni faaliyet biçimleri, emekçilerin yaşam
ve çalışma alanlarında eğitimden sağlığa, barınmadan
ortak üretim ve paylaşıma, yardım-destek çalışmalarına
değin uzanan yaygın dayanışma faaliyetlerinin
gerçekleştirilmesini, öz yönetim aygıtlarının
kurulmasını ve böylece emekçilerin yaşamının tümünü
kapsayan kuşatıcı bir mücadele ağının da kurulmasını
da kapsamaktadır. Bu yoldan, kentlerin emekçi
bölgelerinde silahlı mücadelenin öncülüğünde alternatif
iktidar alanları yaratılmakta, bir tür ikili iktidar
durumu yaşanmaktadır.
- Yeni tarihsel dönemde sömürge ve yeni-sömürgelerde
hala varlığını sürdüren devrimci silahlı mücadeleler
önemli kazanımlar yaratmış olmalarına karşın,
devrimin stratejik çizgisi bağlamında önemli tıkanmalarla
yüzyüzedirler. Ancak her şeye karşın, bu mücadeleler
devrimci silahlı savaşımın işçi sınıfı ve emekçi
halkın devrimci savaşımı geliştirmesinin bir hayal
olmadığını, silahlı savaşımın yeni tarihsel dönemin
bütün karanlığına rağmen, sömürge ve yeni sömürgelerde
işçi sınıfı ve emekçilerin hayata en etkin müdahale
yolu olduğunu gösteriyorlar. Sadece bunlar değil;
büyük kırsal nüfusa sahip olan ve kır savaşları
için jeopolitik derinliğine sahip olan ülkelerde
kır gerillacılığının kırlarda sonuç almanın (bir
ülkenin tümünde iktidarı ele geçirmek için artık
kesinlikle yeterli olmadığını göz ardı etmeden)
başlıca yolunu olduğunu, aynı zamanda kır gerillasının
şehir mücadelesi açısından da önemli bir toparlanma,
nefes alma, eğitim alanı olduğunu açıkça göstermektedirler.
Devrimci, hatta ilerici bir dinamiğe sahip olmamalarına
karşın, daha çok ABD ya da İsrail işgalinin söz
konusu olduğu ülkelerde anti-işgal, anti-Amerikancı
politikalar ekseninde kökleşen İslamcı silahlı
hareketler devrimci sosyalist hareketler tarafından
formüle edilen uzun süreli savaş stratejisi temelinde
önemli ve özgün savaş pratikleri geliştirmektedirler.
Şehir gerillacılığı ekseninde kır gerillacılığıyla
birleşen bir savaşımın temel alındığı bunun barışçıl
mücadelelerle bütünleştirildiği, toplumsal yaşamın
bütün alanlarında dayanışmayı ve yaşamın bütününü
örgütlemeyi esas alan bir ikili iktidarın geliştirildiği
bu mücadeleler, yeni tarihsel süreçte devrimin
stratejik çizgisi bağlamında yeni ve özgün unsurları
oluşturuyorlar.
- Sömürge ve yeni-sömürge ülkelerdeki silahlı savaşımların
tümü üzerinden baktığımızda, bu ülkeler açısından
genel ve tipik diyebileceğimiz çarpıcı, bütünlüklü
bir mücadele deneyimi henüz ortaya çıkmamıştır.
Deneyimler devrimin stratejik çizgisi bağlamında
önemli birikimler yaratmış olmasına karşın, bu birikimlerin
dersleri üzerinden bütünlüklü bir stratejik çizginin
formüle edilebildiğini ve bunun güçlü bir pratiğinin
geliştirilebildiğini söylemek mümkün değildir.
***
Devrimci sosyalist hareketin 1970’lerin başlarında
Kesintisiz Devrim broşürlerinde formüle ettiği
devrimin stratejik çizgisine ilişkin perspektif,
yeni tarihsel dönemin mücadeleleri tarafından
da pek çok yönüyle doğrulanmaktadır.
Tam da bu noktadan itibaren, yeni tarihsel dönemin
bu deneyimlerinin ışığında devrimimizin stratejik
çizgisine ilişkin bakış açımızı ön açılımlar bağlamında
da olsa yeni bir düzeye taşımayı hedefleyen açılımlarımızı
ortaya koyabiliriz.
|