Bir 1 Mayısı daha geride bıraktık. Öncesi ve
sonrasında yaşananlarla günlerce konuşulan 1 Mayıs,
şimdilik yavaş yavaş gündemden düşüyor. Uzun erimli
sınıfsal mücadele döneminin sadece bir fotoğrafı
birçok soruyu ve cevabı önümüze koydu.
Bu sürecin en medyatik iki kelimesi ise “Orantı(lı)sız
güç” oldu. Bu iki kelime üzerine kamuoyunda birçok
laf edildi. Bütün bu yorum kargaşasının perdesi
aralandığında ise ortaya sözcük anlamlarından
çok farklı bir tablo çıkmaktadır. 1 Mayıs gibi
kitle gösterilerinde ortalığın dumana boğulması,
daha sonra bu duruma kamuoyunun tepki vermesi
somut bir olgu olarak karşımızda duruyor.
Orantılı veya orantısız gücün anlamı birçok açıdan
değerlendirilebilir. Bu iki kelimecik de son yıllarda
durumu yumuşatma, tartışılır kılma ve toplumsal
bilincin içini boşaltma taktiğinin en net görülen
ifadesidir. Ortalıkta dolaşıp kafa bulandıran
bu iki kelime, çıplak gözle şunu ifade eder: “şiddetin
kademelendirilmesi”. Daha açık ifade etmeye çalışırsak,
bu kavram, şu ön kabulün bir sonucudur: Devletin
şiddeti hoş görülmelidir!
Dozaj ya da “orantı” meselesini de elbette devlet
değil, eylemcilerdir. Çünkü eylemciler, 1 Mayıs
gibi olaylarda devletin çizdiği sınırı geçmekte
ve devlet de bu yüzden “orantılı” şiddetten, “orantısız”
şiddete geçmektedir. Burada gözlerden saklanmaya
çalışılan gerçek devlet terörünün genel olarak,
kural olarak meşru görülmesidir. Devlet, kitlelere
karşı şiddet uygulayabilir ve uygulamalıdır. Burada
dikkatli olması gereken hakkını arayan emekçiler,
öğrenciler, vb.dir. Orantılı ya da orantısız olsun,
şiddetin uygulayıcıları her şartta tam takım hazırdır.
Onların belli bir anda ne yapacakları, ne kadar
şiddet uygulayacakları, bir emre bakar bazen de
bakmaz. Emekçiler rahat durmalı, kaşınmamalıdır!
Yoksa, tam da İstanbul Valisi’nin 1 Mayıs öncesi
sözünü ettiği “orantılı şiddet” uygulaması, bir
anda “orantısız şiddet”e dönebilir. O zaman neler
olduğunu da biliyoruz: Gaz bombaları havada uçuşur
(hastahaneler de nasibini alır), yerde yatanlar
tekmelenir, vb.... Devletin polisi görevini layıkıyla
yerine getirmiştir. Böylece bir şehir, devlet
terörü tarafından işgal altına alınır. Başbakanından,
Bakanına hepsi teker çıkıp emekçilere saldırıyı
sahiplenirler. Terörist “emekçiler” gazla, copla
dağıtılmış, bozguna uğratılmış, ayakların başı
yönetmesinin önü alınmıştır!
Şimdi vereceğimiz bir başka örneğin ise iki açıdan
önemi var, birincisi tarih belleğimizi güncellemek,
ikincisi ise, orantı(lı)sız gücün tarihsel sürekliğini
göstermek. Tarih 14 Ağustos 1993…Kars’ın Digor
ilçesi… 3 bin kişi yürüyüş yapmak ister. İlçeye
girişte toplanan kitle polis ve jandarma tarafından
durdurulur. Burada tepelere yerleştirilen özel
timciler “görevlerini” yerine getirirler; 17 ölü,
63 yaralı! Haklarında soruşturma açılan polisler
sonunda serbest bırakılırlar. Radikal yazarı Yıldırım
Türker’in yazısında anlattığı gibi, devletin AİHM’e
sunduğu deklarasyon aynen şöyledir: “Hükümet,
mevcut Türk mevzuatına ve böylesi eylemleri önleme
hususundaki kararlılığına rağmen aşırı güç kullanımı
neticesinde ölümle sonuçlanan münferit olaylardan
üzüntülüdür. Ölümle sonuçlanan aşırı ve orantısız
güç kullanılmasının, sözleşmenin 2. maddesinin
ihlalini oluşturduğu kabul edilmektedir. Hükümet
gelecekte yaşama hakkına saygı gösterilmesi, soruşturmaların
etkin bir şekilde yapılması yükümlülüğü dahil
olmak üzere gerekli talimatları yayımlamayı ve
tedbirleri almayı üstlenmektedir.”
İki ayrı vukuat, tek sonuç ve yine aynı iki kelime:
“Orantısız güç!”
1 Mayıs 2008’de cehenneme çevrilen bir kent ve
Digor’da 14 Ağustos 1993, 17 ölü!
“Orantılı güç” neydi peki? 1 Mayıs’da daha az
tekme ve Digor’da örneğin 10 ölü mü?
Ya da bazen Tayyip’in İsrail’in katliamları üzerine
yarım ağızla söylediklerini duyarız; “orantısız
güç kullanan İsrail…” Orantılı olanı nedir? Füzeyle
ev bombalayıp beş çocuk yerine üç çocuk öldürmek
mi?
Nasıl ve neresinden inceltirseniz inceltin, halklara
savaş açanların zulmü meşrulaşmaz.
Yapmamız gereken şey ise çok açık; medyanın kılıf
bulma çabalarını ve uydurma kavramları bir yana
bırakıp, şu gerçeği görmek ve ona uygun davranmaktır:
Egemen sınıfların baskı ve zulüm aracı olan devlet,
düzene karşı çıkan güçlere karşı şiddet kullanmak
için vardır. Varlık nedeni budur. Ve dolayısıyla
daha iyi bir dünya isteyen, mevcut insanlık dışı
sömürü sistemini sona erdirmek isteyenler de bu
şiddete karşı direnme, kendi devrimci şiddetini
ortaya koyma hakkına sahiptir. Orantılı ya da
orantısız şiddet değil, haklı ya da haksız şiddet
vardır. Devrimci halk hareketi, kendi militan
çizgisini, sömürü düzenine karşı mücadele etmenin
meşruiyeti üzerine kurar; medyanın kuyumcu terazisiyle
ölçüp biçtiği orantılar üzerine değil.
Bu kadar basit ve bu kadar açık!
|