Türkiye aylardır türlü boydan ve soydan hırsızların,
işbirlikçilerin iktidar kavgalarıyla çalkalanırken
dergimizin bu sayısını -bir hayli gecikmeyle-
çıkarıyoruz. Bu arada sözde “büyük savaş” ara
sıra hız keserek, kimi zaman keskinleşerek sürüyor.
Son olarak AKP’yi kapatmayan ama burnunu sürten
Anayasa Mahkemesi kararı gündeme düştü ve borsada,
işbirlikçi patron örgütlerinde havai fişeklerle
ve tabii yine “uyarı”larla karşılandı: Kimse uçlara
gitmesin, herkes ortadan yürüsün!
Başka türlüsü de beklenmiyordu aslında. Ortalıkta
tek ciddi bir alternatif bile yokken, bütün neoliberal
projelerin, bütün Ortadoğu hesaplarının öksüz
bırakılması düşünülemezdi. Bu açıdan kapatmama
kararı sürpriz olmadı. Yine de kapatma davasını
açanlar AKP’nin oylarına üç-beş puan daha eklemeyi
başardılar.
Hesaplaşmanın diğer ayağında duran Ergenekon iddianamesi
ve davası ise daha şimdiden tam bir ucuz komedi
haline dönüşmeye başladı bile. Hatta artık buna
bir iddianame ve dava demek bile doğru değil;
akıl almaz bağlantıları ucuca ekleyen kocaman
bir komplo teorisi var ortada. Birlikte bakkal
dükkanı bile açılamayacak adamların fotoğrafları
“darbe şefleri” olarak örgüt şemalarında bir araya
getiriliyor, yanına PKK ve devrimci örgütler hakkında
şu eski ucuz iddialar ekleniyor ve bunun büyük
bir “temizlik” ve “demokrasi” hareketi olduğuna
inanmamız isteniyor.
“Tarihi günler” yaşadığımız söyleniyor her iki
taraftan da… İki taraf da “cahil” vatandaşların
bu “tarihi olayı” o kadar da umursamayıp işine
gücüne bakmasını büyük ayıp olarak görüyor. Bu
tiyatronun gerçek olmadığını, emekçilerin gerçek
gündemine denk düşmediğini söyleyen aykırı sesler
ise bütün tarafların ittifakı ile eziliyor; bu
ortaoyunu içinde yer almayı reddeden herkes “inatçı
fanatik” damgasını yiyor.
Karmaşa ve Yalınlık: Ortada mı Duruyoruz?
Artık bir şeyi öğrendik: Burjuva dünyasında bir
mesele bize gereğinden fazla ve şüphe çekici biçimde
“düz” olarak gösteriliyorsa, onun göründüğünden
daha karışık olduğunu düşünmeliyiz.
Aynı dünyada olanlar bize inanılmaz bir karmaşa
içersinde, tam bir labirent gibi sunuluyorsa da,
bir emekçinin yapması gereken şey, tam da işte
o noktada “düz siyaset” izlemektir. “Düz siyaset”in
ölçüsü ise bellidir: Bütün olup bitenlere bakıp
sorulacak şu basit soru yeterlidir; bunlar hangi
sınıfların temsilcileri? Şu ya da bu meselede
kavgalar edip ortalığı toza dumana bulasalar da
üzerinde anlaştıkları en temel politikalar neler?
Biz herhangi bir biçimde basit haklarımızı aramak
için sokağa çıktığımızda tepemize kim biniyor?
Kürtlerin en basit taleplerini dahi her seferinde
kim kana buluyor? vb. vb… Bilmem kaç sayfalı iddianamelerin,
medyanın “azzz sonra”lı komplo labirentlerinin
içinde boğulmadan doğru sorularla yürürsek eğer
varacağımız yer, büyük bir sadelik ve yalınlıktır.
Önümüze çıkan düşman, Ahmed Arif’in “bunlar engerekler
ve çıyanlardır” diye tarif ettiği bir toplamdır
ve ancak bunların tümünü yok ettiğimizde özgür
ve insanca bir yaşama kavuşacağımız açıkça ortadadır.
“Ama” diyorlar bize, “ortada duramazsınız ki!”
“Bu bir demokrasi meselesi” diyor bir taraf, Taksim’de
“ayaktakımı”nı coplayanların koltuğuna sığınarak;
“bu bir rejim meselesi” diyor diğerleri, rejim
dediği şeyin mezarlıklar üzerine kurulmuş olduğunu
örtbas ederek…
“Ortada duramazsınız!”
İki taraf da “askerlik şubeleri” açmışlar her
köşeye, ekmeği gitgide küçülen biz emekçileri
ordularına kayıt etmek için. Oraya çağırıyorlar
bizi.
Liberal çetenin en kurnaz elemanlarından biri,
Murat Belge, geçenlerde bir yazısını Bolşeviklere
övgülere ayırıyor ve bir yerinde şöyle diyor:
“Diyelim Narodnikler hükümet kurmuş, icraatlarından
biri de Okrana’nın (Çarlık Rusya’sındaki istihbarat
ve işkence örgütü) insanlık dışı etkinliklerini
teşhir etmek. Lenin, Bu bizi ilgilendirmiyor diyor
ve Rusyada kapitalizmin gelişmesini incelemeye
devam ediyor.”
Çok “zekice”(!) görünüyor. Ülkesi karmakarışıkken
“lüzumsuz” işlerle uğraşan “kıt zekalı” teorisyenlerle
dalga geçiyor aklınca. Şüphesiz aynı “zeka”yı
Kemal Okuyan da gösterebilir ve benzer bir örneği
o da tersinden vererek “ortada durmanın hafifliğinden
vazgeçmemizi” isteyebilirdi.
Peki ne söylenmek isteniyor bize? M. Belge’yi
çok önemsediğimizden değil ama söylediği şey bugünlerdeki
tipik bir durumu yansıtıyor, o bakımdan anlamlı.
Ne söyleniyor bize? Devrimler tarihinin en dürüst
ve içten özgürlük savaşçıları olan Narodnikler
ile işbirlikçi AKP’nin kıyaslanması hoş tabii;
uyduruk Ergenekon davası komedisi ile Okrana’nın
temizlenmesi işini kıyaslamak da öyle. Geçiyoruz
bunu. Burada söylenen şu: Öyle sınıf diyerek ortalarda
gezinmek olmaz; memlekette önemli şeyler oluyorsa
eğer, somut siyaset yapacaksınız. Ve eğer böyle
yapacaksanız, “armudun sapını üzümün çöpünü bırakın”,
“gerçekçi” olun ve gelin bizim askerlik şubemizin
önünde sıraya dizilin!
Daha fazla uzatmadan, çok somut olarak önce şunu
söylemek gerekiyor: “Somut siyaset” yapmak, devrimciler
ve emekçiler bakımından, mevcut tabloya mutlaka
dahil olmak anlamına gelmez. Hiçbir koşulda! Yani,
tarihte bazen devrimcilerin ve emekçilerin bir
siyasi tabloya müdahale edemediği ya da müdahalesinin
yetersiz kaldığı durumlar olur; gözler önünde
bir çarpık ve kirli oyun sahnelenmektedir ama
devrimciler ve emekçiler bu oyunu bozamamaktadırlar;
evet, bu durumlar üzücü ve acıdır; ama yine de,
en elverişsiz noktada bile, devrimciler ve emekçiler
“boşta kalmamak” adına ortalıktaki dalaverelerin
sıradan bir parçası olmaya mahkum değildirler.
Böyle bir mantık, emekçileri her zaman başka sınıfların
çıkarları için savaşan ve her seferinde aldatılan
bir konuma sürükler.
Yani, daha net söyleyelim: M. Belge’nin “bir toplumun
tarihinin en çetrefil bir anında, Jules Verne’in
Aya Seyahat romanını okumak” diye alaya aldığı
durum, doğrudur ya da yanlıştır ama evet, bu bile,
bu kadarı bile, işbirlikçi uşakların arkasına
secde etmekten bir milyon kez daha onurludur.
Peki gerçek durum böyle midir? Elbette değil.
Bu coğrafyanın devrimcileri (Ergenekoncuların
mitinglerine katılanları artık devrimci saymak
mümkün değil elbette) ve en azından emekçilerinin
bir bölümü, hiç de “ortada” durmamakta, yaşanan
gelişmelere ilgisiz davranmamaktadırlar. Devrimci
sosyalistlerin ve başka bir dizi devrimci hareketin
tutumu, bu ortaoyununun figüranı olmamak ve emekçilerin,
ezilenlerin safında yer almak onların sözünü söylemek,
onların çıkarlarını savunmaktır. Yeterlidir ya
da yetersizdir ama bu tutum, bugünün en doğru
tutumudur. Ayrıca, altını çizerek söylemek gerekiyor;
bu “iki taraf”ın dışında bir “üçüncü” taraf olmak
da değildir. Gerçek tablo böyle değildir. Gerçekte
önümüzde, temel meselelerde, (ekmeğimizin küçültülmesi,
sesimizin boğulması, Kürtlerin imha ve inkar edilmesi,
vb.) tümüyle uzlaşan tek bir cephe var ve biz
onun tam karşısında duruyoruz. Söz konusu olan
şey, bu anlamda aslında iki cephedir: Onlar ve
biz! Onların cephesinde birileri, safralarından
kurtulmak için bağırsaklarını boşaltıyorsa, bizim
ortaya çıkan o şeyin içinde debelenmemiz gerekmez.
Devrimciler, kitlelere ulaşmak için kanal arıyorlar,
kanalizasyon değil!
Ücretli Emek, Sermaye ve İstikrar/Kriz Problemi
Bilindiği gibi, “Ücretli Emek ve Sermaye” kitabı,
basit bir dille işçilere kapitalizmi anlatan bir
broşürdür. Ama, tümünü okuyup bitirdiğinizde,
aslında Marx’ın amacının tam da politik olduğunu
anlarsınız. Aslında okuduğunuz şey, reformizme
ve boş hayallere karşı bir broşürdür. Her satırda
ısrarla altı çizilen olgu, anlatılan bu işleyişin,
yani kapitalizmin reforme edilemeyeceği, bu sistem
tümüyle ortadan kaldırılmadıkça “adil” ve “insani”
bir uygarlık düzeyinin yaratılamayacağıdır. Bu
amaçla kitap, okurun üzerine yüklendikçe yüklenir;
Marx işçilerin aklına gelebilecek soruları kendi
sorar ve yanıtlar, böylece ortada kaçacak bir
delik bırakmaz. Bu sorulardan en önemlisi de,
işçilerle kapitalistlerin çıkarlarının, kaderlerinin
aynı olup olmadığıdır ve Marx bu soruyu kesin
bir biçimde yanıtlar.
2008 Ağustosunda günümüzün moda kavramlarına uyarlayarak,
aynı soru şöyle sorulabilir: İşçi sınıfı istikrar
ister mi? İstikrar, yani mevcut durumun korunması
ya da bu durumun gelişmesinin önemli bir sapmaya
uğramadan, krizlere düşmeden devam etmesi hali,
patronların olduğu kadar işçilerin de çıkarına
olan bir durum mudur? Tek işçi açısından ve emekçilerin
çoğunluğu açısından bugünkü koşullarda bu sorunun
yanıtı “evet”tir. Bu yanıtın “evet” olması, işçinin
halinden memnun olduğu anlamına gelmez, yani bu
esasen yanılsamalı bir bilinçtir ve kendi derinliğinde
güçlü bir “hayır”ı barındırır. Ama çok basit bir
nedenden ötürü günlük pratikte bu sorunun yanıtı
“evet” olur; çünkü işçi, hepimiz ve herkes gibi,
kendisinin ve ailesinin yaşamına ilişkin bir “risk
hesabı” yapar. Bu hesabın temel denklemi ise,
halk deyişiyle “değip değmeme” noktasında düğümlenir.
Yani bir greve, bir direnişe ya da bir devrime
katılmak söz konusu olduğunda işçi, bu harekete
katılarak kendisinin ve ailesinin geleceğini riske
atmanın sonucuna değecek olmadığını hesaplar.
Bu ayıp değildir, proleter ahlakı diye soyut bir
kavramla ele alabir iş olup bileceğimiz bir durum
da değildir. Çünkü biliriz ki, eğer ortada ona
güven veren bir tablo varsa, açlığı da, yokluğu
da, işsizliği, hatta katledilmeyi de göze alır
ve yürür. Böyle durumlarda işçi, düzen cenahının
bir istikrar içinde olması arzusuna sahip değildir;
“yıkılan yıkılsın” diye düşünür ve kendisi de
zaten yıkma eyleminin bir bileşeni olma isteğine
sahiptir.
Ama eğer, bir kriz hali ya da statükoyu yerinden
oynatacak bir durum, sadece onu ve ailesini mahvedecek
sonuçlar doğuracaksa, bu statükoya alternatif
olan güçler ona güven telkin etmiyorsa, sokağa
çıkmayı değil evde oturmayı tercih edecek, hatta
daha da kötüsü kendi derindeki öfkesini boşaltmak
için yanlış amaçlar ve yanlış bayraklarla sokağa
çıkacaktır.
İşte bütün bu yaygaraların arasında devrimcilerin,
özel olarak devrimci sosyalizmin temel meselesi
budur, gözünü diktiği kutup yıldızı budur. Emekçilerin
memnuniyetsizliklerini basitçe vurgulamak değil,
onların içinde, onlarla birlikte bu öfke ve tepkinin
ifadesi olmak, onların kendilerine güvenlerini
yeniden inşa edecek bir odak noktasını yaratmak,
onları yoksulluğun “istikrar”ına razı olan bir
konumdan, adım adım sokağın, direnişin ve nihayet
devrimin risklerini göze alan bir konuma taşımaktır.
Bu, ortaoyunlarını bitiren, herkesi kendi bayrağının
altında bir araya gelmeye zorlayan bir durumdur.
Bugünkü çıkar kavgalarının bir emekçilerin sessizliğini
veri alan bir “rahatlık” ortamında yapıldığı açık
değil mi? Çok basit: Bir konsolosluk olayı bile
tümünü nasıl da alabora ediverdi birden? Amaçları,
yapanların kimlikleri, vb. ayrı bir sorun elbette,
ama bu bile, bu kadarı bile nasıl da işbirlikçi
uşaklık gösterilerine yol açtı? Ya bir de Mahir
Çayan bu kentin sokaklarında boy gösterse ne yapacaklar?
Kritik Sorun: An ve Gelecek…
Burada devrimci sosyalistlerin ve bütün devrimci
güçlerin, emekçilerin kritik sorunu, güncellikle
gelecek arasında kurulması gereken uyumdur.
Özel olarak devrimci sosyalizm açısından söylersek,
geleceğe yönelik uzun vadeli program ve planlarımızla,
günlük süreçlerde önümüze çıkan politik sorunları
uygun mücadele biçimleriyle yanıtlamak arasında
bir paralellik yaratmak zorundayız. Ne birinden
ne ötekinden vazgeçebiliriz. Kendimize özgü amaçlarımız
ve stratejik perspektifimizden, onun adımlarından,
ihtiyaçlarından bir an olsun vazgeçemeyiz. Ama
öte yandan, hayattan, hayatın önümüze çıkardığı
güncel sorunlara ilgisiz kalamayız, onlara somut
yanıtlar üretmekten geri duramayız. Bu ikisini
birbirini besleyen, birbirine ilerleten süreçler
olarak ele almaya mecbur ve mahkumuz.
Bugünün ihtiyacı, güncelliğin ihtiyacı da, bazı
toplantılarda ifade ettiğimiz gibi, önümüzdeki
karışıklık içinde bizim tutumumuzu açıklamakla
yetinmek değildir. Bu, önemlidir ama yetersizdir.
Yani sadece biz şuradayız, şu tutumdayız diyen
bir yoldan çok, bu durduğumuz yeri somut olarak
ifade eden bir pratiğin yolunu arayıp bulmak zorundayız.
Emekçi halkın gerçek gündemini ve gerçek arzularını
ifade eden, böylece bütün kavgacı kardeşlerin
yüzünü açığa çıkaran, onların hangi çıkarların,
hangi sınıfların temsilcisi olduklarını açığa
vurmaya zorlayan yollar bulmak zorundayız. Bu
bakımdan biz, örnek olsun, bugünkü kavgaya ilişkin
tutum ifade edici bir mitingin yerine doğrudan
Tuzla’yı, doğrudan İncirlik’i, doğrudan zamları
ve yoksulluğu merkeze alan bir çizgiyi daha fazla
önemseriz. Yeni bir kriz dalgası emperyalist sistemi
sararken ve devrimci gelişmelerin önünde sınırsız
imkanlar açılırken yönümüzü dönmemiz gereken nokta
tam da burasıdır.
Son söz, Lenin’e ait. Fazla klasik bulunabilir
belki ama bize ihtiyacımız olan şeyi söylüyor
Lenin:
“Reform ve ilerleme şampiyonları, ne kadar barbarca
ve çürümüş görünürse görünsün, her eski kuruluşun,
belirli egemen sınıfların zorlamasıyla ayakta
durduğunu görmedikçe, her zaman eski düzenin savunucularının
oyununa geleceklerdir. Ve bu sınıfların direnişini
kırmanın ancak bir tek yolu vardır; bu da, çevremizdeki
toplumun içinde, eskiyi silip atabilecek ve yeniyi
yaratabilecek kuvveti oluşturabilen -ve toplumsal
durumları yüzünden oluşturmak zorunda olan- güçleri
bulmak ve bu güçleri savaşım için bilinçlendirmek
ve örgütlemektir.”
Başka yolumuz yok ve biz bu yolda artık sıçramalarla
yürümek zorundayız.
.
|