Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

60. Sayı - Temmuz-Ağustos 2008

Türkiye aylardır türlü boydan ve soydan hırsızların, işbirlikçilerin iktidar kavgalarıyla çalkalanırken dergimizin bu sayısını -bir hayli gecikmeyle- çıkarıyoruz. Bu arada sözde “büyük savaş” ara sıra hız keserek, kimi zaman keskinleşerek sürüyor. Son olarak AKP’yi kapatmayan ama burnunu sürten Anayasa Mahkemesi kararı gündeme düştü ve borsada, işbirlikçi patron örgütlerinde havai fişeklerle ve tabii yine “uyarı”larla karşılandı: Kimse uçlara gitmesin, herkes ortadan yürüsün!
Başka türlüsü de beklenmiyordu aslında. Ortalıkta tek ciddi bir alternatif bile yokken, bütün neoliberal projelerin, bütün Ortadoğu hesaplarının öksüz bırakılması düşünülemezdi. Bu açıdan kapatmama kararı sürpriz olmadı. Yine de kapatma davasını açanlar AKP’nin oylarına üç-beş puan daha eklemeyi başardılar.
Hesaplaşmanın diğer ayağında duran Ergenekon iddianamesi ve davası ise daha şimdiden tam bir ucuz komedi haline dönüşmeye başladı bile. Hatta artık buna bir iddianame ve dava demek bile doğru değil; akıl almaz bağlantıları ucuca ekleyen kocaman bir komplo teorisi var ortada. Birlikte bakkal dükkanı bile açılamayacak adamların fotoğrafları “darbe şefleri” olarak örgüt şemalarında bir araya getiriliyor, yanına PKK ve devrimci örgütler hakkında şu eski ucuz iddialar ekleniyor ve bunun büyük bir “temizlik” ve “demokrasi” hareketi olduğuna inanmamız isteniyor.
“Tarihi günler” yaşadığımız söyleniyor her iki taraftan da… İki taraf da “cahil” vatandaşların bu “tarihi olayı” o kadar da umursamayıp işine gücüne bakmasını büyük ayıp olarak görüyor. Bu tiyatronun gerçek olmadığını, emekçilerin gerçek gündemine denk düşmediğini söyleyen aykırı sesler ise bütün tarafların ittifakı ile eziliyor; bu ortaoyunu içinde yer almayı reddeden herkes “inatçı fanatik” damgasını yiyor.

Karmaşa ve Yalınlık: Ortada mı Duruyoruz?
Artık bir şeyi öğrendik: Burjuva dünyasında bir mesele bize gereğinden fazla ve şüphe çekici biçimde “düz” olarak gösteriliyorsa, onun göründüğünden daha karışık olduğunu düşünmeliyiz.
Aynı dünyada olanlar bize inanılmaz bir karmaşa içersinde, tam bir labirent gibi sunuluyorsa da, bir emekçinin yapması gereken şey, tam da işte o noktada “düz siyaset” izlemektir. “Düz siyaset”in ölçüsü ise bellidir: Bütün olup bitenlere bakıp sorulacak şu basit soru yeterlidir; bunlar hangi sınıfların temsilcileri? Şu ya da bu meselede kavgalar edip ortalığı toza dumana bulasalar da üzerinde anlaştıkları en temel politikalar neler? Biz herhangi bir biçimde basit haklarımızı aramak için sokağa çıktığımızda tepemize kim biniyor? Kürtlerin en basit taleplerini dahi her seferinde kim kana buluyor? vb. vb… Bilmem kaç sayfalı iddianamelerin, medyanın “azzz sonra”lı komplo labirentlerinin içinde boğulmadan doğru sorularla yürürsek eğer varacağımız yer, büyük bir sadelik ve yalınlıktır. Önümüze çıkan düşman, Ahmed Arif’in “bunlar engerekler ve çıyanlardır” diye tarif ettiği bir toplamdır ve ancak bunların tümünü yok ettiğimizde özgür ve insanca bir yaşama kavuşacağımız açıkça ortadadır.
“Ama” diyorlar bize, “ortada duramazsınız ki!”
“Bu bir demokrasi meselesi” diyor bir taraf, Taksim’de “ayaktakımı”nı coplayanların koltuğuna sığınarak; “bu bir rejim meselesi” diyor diğerleri, rejim dediği şeyin mezarlıklar üzerine kurulmuş olduğunu örtbas ederek…
“Ortada duramazsınız!”
İki taraf da “askerlik şubeleri” açmışlar her köşeye, ekmeği gitgide küçülen biz emekçileri ordularına kayıt etmek için. Oraya çağırıyorlar bizi.
Liberal çetenin en kurnaz elemanlarından biri, Murat Belge, geçenlerde bir yazısını Bolşeviklere övgülere ayırıyor ve bir yerinde şöyle diyor: “Diyelim Narodnikler hükümet kurmuş, icraatlarından biri de Okrana’nın (Çarlık Rusya’sındaki istihbarat ve işkence örgütü) insanlık dışı etkinliklerini teşhir etmek. Lenin, Bu bizi ilgilendirmiyor diyor ve Rusyada kapitalizmin gelişmesini incelemeye devam ediyor.”
Çok “zekice”(!) görünüyor. Ülkesi karmakarışıkken “lüzumsuz” işlerle uğraşan “kıt zekalı” teorisyenlerle dalga geçiyor aklınca. Şüphesiz aynı “zeka”yı Kemal Okuyan da gösterebilir ve benzer bir örneği o da tersinden vererek “ortada durmanın hafifliğinden vazgeçmemizi” isteyebilirdi.
Peki ne söylenmek isteniyor bize? M. Belge’yi çok önemsediğimizden değil ama söylediği şey bugünlerdeki tipik bir durumu yansıtıyor, o bakımdan anlamlı. Ne söyleniyor bize? Devrimler tarihinin en dürüst ve içten özgürlük savaşçıları olan Narodnikler ile işbirlikçi AKP’nin kıyaslanması hoş tabii; uyduruk Ergenekon davası komedisi ile Okrana’nın temizlenmesi işini kıyaslamak da öyle. Geçiyoruz bunu. Burada söylenen şu: Öyle sınıf diyerek ortalarda gezinmek olmaz; memlekette önemli şeyler oluyorsa eğer, somut siyaset yapacaksınız. Ve eğer böyle yapacaksanız, “armudun sapını üzümün çöpünü bırakın”, “gerçekçi” olun ve gelin bizim askerlik şubemizin önünde sıraya dizilin!
Daha fazla uzatmadan, çok somut olarak önce şunu söylemek gerekiyor: “Somut siyaset” yapmak, devrimciler ve emekçiler bakımından, mevcut tabloya mutlaka dahil olmak anlamına gelmez. Hiçbir koşulda! Yani, tarihte bazen devrimcilerin ve emekçilerin bir siyasi tabloya müdahale edemediği ya da müdahalesinin yetersiz kaldığı durumlar olur; gözler önünde bir çarpık ve kirli oyun sahnelenmektedir ama devrimciler ve emekçiler bu oyunu bozamamaktadırlar; evet, bu durumlar üzücü ve acıdır; ama yine de, en elverişsiz noktada bile, devrimciler ve emekçiler “boşta kalmamak” adına ortalıktaki dalaverelerin sıradan bir parçası olmaya mahkum değildirler. Böyle bir mantık, emekçileri her zaman başka sınıfların çıkarları için savaşan ve her seferinde aldatılan bir konuma sürükler.
Yani, daha net söyleyelim: M. Belge’nin “bir toplumun tarihinin en çetrefil bir anında, Jules Verne’in Aya Seyahat romanını okumak” diye alaya aldığı durum, doğrudur ya da yanlıştır ama evet, bu bile, bu kadarı bile, işbirlikçi uşakların arkasına secde etmekten bir milyon kez daha onurludur.
Peki gerçek durum böyle midir? Elbette değil. Bu coğrafyanın devrimcileri (Ergenekoncuların mitinglerine katılanları artık devrimci saymak mümkün değil elbette) ve en azından emekçilerinin bir bölümü, hiç de “ortada” durmamakta, yaşanan gelişmelere ilgisiz davranmamaktadırlar. Devrimci sosyalistlerin ve başka bir dizi devrimci hareketin tutumu, bu ortaoyununun figüranı olmamak ve emekçilerin, ezilenlerin safında yer almak onların sözünü söylemek, onların çıkarlarını savunmaktır. Yeterlidir ya da yetersizdir ama bu tutum, bugünün en doğru tutumudur. Ayrıca, altını çizerek söylemek gerekiyor; bu “iki taraf”ın dışında bir “üçüncü” taraf olmak da değildir. Gerçek tablo böyle değildir. Gerçekte önümüzde, temel meselelerde, (ekmeğimizin küçültülmesi, sesimizin boğulması, Kürtlerin imha ve inkar edilmesi, vb.) tümüyle uzlaşan tek bir cephe var ve biz onun tam karşısında duruyoruz. Söz konusu olan şey, bu anlamda aslında iki cephedir: Onlar ve biz! Onların cephesinde birileri, safralarından kurtulmak için bağırsaklarını boşaltıyorsa, bizim ortaya çıkan o şeyin içinde debelenmemiz gerekmez. Devrimciler, kitlelere ulaşmak için kanal arıyorlar, kanalizasyon değil!

Ücretli Emek, Sermaye ve İstikrar/Kriz Problemi
Bilindiği gibi, “Ücretli Emek ve Sermaye” kitabı, basit bir dille işçilere kapitalizmi anlatan bir broşürdür. Ama, tümünü okuyup bitirdiğinizde, aslında Marx’ın amacının tam da politik olduğunu anlarsınız. Aslında okuduğunuz şey, reformizme ve boş hayallere karşı bir broşürdür. Her satırda ısrarla altı çizilen olgu, anlatılan bu işleyişin, yani kapitalizmin reforme edilemeyeceği, bu sistem tümüyle ortadan kaldırılmadıkça “adil” ve “insani” bir uygarlık düzeyinin yaratılamayacağıdır. Bu amaçla kitap, okurun üzerine yüklendikçe yüklenir; Marx işçilerin aklına gelebilecek soruları kendi sorar ve yanıtlar, böylece ortada kaçacak bir delik bırakmaz. Bu sorulardan en önemlisi de, işçilerle kapitalistlerin çıkarlarının, kaderlerinin aynı olup olmadığıdır ve Marx bu soruyu kesin bir biçimde yanıtlar.
2008 Ağustosunda günümüzün moda kavramlarına uyarlayarak, aynı soru şöyle sorulabilir: İşçi sınıfı istikrar ister mi? İstikrar, yani mevcut durumun korunması ya da bu durumun gelişmesinin önemli bir sapmaya uğramadan, krizlere düşmeden devam etmesi hali, patronların olduğu kadar işçilerin de çıkarına olan bir durum mudur? Tek işçi açısından ve emekçilerin çoğunluğu açısından bugünkü koşullarda bu sorunun yanıtı “evet”tir. Bu yanıtın “evet” olması, işçinin halinden memnun olduğu anlamına gelmez, yani bu esasen yanılsamalı bir bilinçtir ve kendi derinliğinde güçlü bir “hayır”ı barındırır. Ama çok basit bir nedenden ötürü günlük pratikte bu sorunun yanıtı “evet” olur; çünkü işçi, hepimiz ve herkes gibi, kendisinin ve ailesinin yaşamına ilişkin bir “risk hesabı” yapar. Bu hesabın temel denklemi ise, halk deyişiyle “değip değmeme” noktasında düğümlenir. Yani bir greve, bir direnişe ya da bir devrime katılmak söz konusu olduğunda işçi, bu harekete katılarak kendisinin ve ailesinin geleceğini riske atmanın sonucuna değecek olmadığını hesaplar. Bu ayıp değildir, proleter ahlakı diye soyut bir kavramla ele alabir iş olup bileceğimiz bir durum da değildir. Çünkü biliriz ki, eğer ortada ona güven veren bir tablo varsa, açlığı da, yokluğu da, işsizliği, hatta katledilmeyi de göze alır ve yürür. Böyle durumlarda işçi, düzen cenahının bir istikrar içinde olması arzusuna sahip değildir; “yıkılan yıkılsın” diye düşünür ve kendisi de zaten yıkma eyleminin bir bileşeni olma isteğine sahiptir.
Ama eğer, bir kriz hali ya da statükoyu yerinden oynatacak bir durum, sadece onu ve ailesini mahvedecek sonuçlar doğuracaksa, bu statükoya alternatif olan güçler ona güven telkin etmiyorsa, sokağa çıkmayı değil evde oturmayı tercih edecek, hatta daha da kötüsü kendi derindeki öfkesini boşaltmak için yanlış amaçlar ve yanlış bayraklarla sokağa çıkacaktır.
İşte bütün bu yaygaraların arasında devrimcilerin, özel olarak devrimci sosyalizmin temel meselesi budur, gözünü diktiği kutup yıldızı budur. Emekçilerin memnuniyetsizliklerini basitçe vurgulamak değil, onların içinde, onlarla birlikte bu öfke ve tepkinin ifadesi olmak, onların kendilerine güvenlerini yeniden inşa edecek bir odak noktasını yaratmak, onları yoksulluğun “istikrar”ına razı olan bir konumdan, adım adım sokağın, direnişin ve nihayet devrimin risklerini göze alan bir konuma taşımaktır. Bu, ortaoyunlarını bitiren, herkesi kendi bayrağının altında bir araya gelmeye zorlayan bir durumdur. Bugünkü çıkar kavgalarının bir emekçilerin sessizliğini veri alan bir “rahatlık” ortamında yapıldığı açık değil mi? Çok basit: Bir konsolosluk olayı bile tümünü nasıl da alabora ediverdi birden? Amaçları, yapanların kimlikleri, vb. ayrı bir sorun elbette, ama bu bile, bu kadarı bile nasıl da işbirlikçi uşaklık gösterilerine yol açtı? Ya bir de Mahir Çayan bu kentin sokaklarında boy gösterse ne yapacaklar?

Kritik Sorun: An ve Gelecek…
Burada devrimci sosyalistlerin ve bütün devrimci güçlerin, emekçilerin kritik sorunu, güncellikle gelecek arasında kurulması gereken uyumdur.
Özel olarak devrimci sosyalizm açısından söylersek, geleceğe yönelik uzun vadeli program ve planlarımızla, günlük süreçlerde önümüze çıkan politik sorunları uygun mücadele biçimleriyle yanıtlamak arasında bir paralellik yaratmak zorundayız. Ne birinden ne ötekinden vazgeçebiliriz. Kendimize özgü amaçlarımız ve stratejik perspektifimizden, onun adımlarından, ihtiyaçlarından bir an olsun vazgeçemeyiz. Ama öte yandan, hayattan, hayatın önümüze çıkardığı güncel sorunlara ilgisiz kalamayız, onlara somut yanıtlar üretmekten geri duramayız. Bu ikisini birbirini besleyen, birbirine ilerleten süreçler olarak ele almaya mecbur ve mahkumuz.
Bugünün ihtiyacı, güncelliğin ihtiyacı da, bazı toplantılarda ifade ettiğimiz gibi, önümüzdeki karışıklık içinde bizim tutumumuzu açıklamakla yetinmek değildir. Bu, önemlidir ama yetersizdir. Yani sadece biz şuradayız, şu tutumdayız diyen bir yoldan çok, bu durduğumuz yeri somut olarak ifade eden bir pratiğin yolunu arayıp bulmak zorundayız. Emekçi halkın gerçek gündemini ve gerçek arzularını ifade eden, böylece bütün kavgacı kardeşlerin yüzünü açığa çıkaran, onların hangi çıkarların, hangi sınıfların temsilcisi olduklarını açığa vurmaya zorlayan yollar bulmak zorundayız. Bu bakımdan biz, örnek olsun, bugünkü kavgaya ilişkin tutum ifade edici bir mitingin yerine doğrudan Tuzla’yı, doğrudan İncirlik’i, doğrudan zamları ve yoksulluğu merkeze alan bir çizgiyi daha fazla önemseriz. Yeni bir kriz dalgası emperyalist sistemi sararken ve devrimci gelişmelerin önünde sınırsız imkanlar açılırken yönümüzü dönmemiz gereken nokta tam da burasıdır.
Son söz, Lenin’e ait. Fazla klasik bulunabilir belki ama bize ihtiyacımız olan şeyi söylüyor Lenin:
“Reform ve ilerleme şampiyonları, ne kadar barbarca ve çürümüş görünürse görünsün, her eski kuruluşun, belirli egemen sınıfların zorlamasıyla ayakta durduğunu görmedikçe, her zaman eski düzenin savunucularının oyununa geleceklerdir. Ve bu sınıfların direnişini kırmanın ancak bir tek yolu vardır; bu da, çevremizdeki toplumun içinde, eskiyi silip atabilecek ve yeniyi yaratabilecek kuvveti oluşturabilen -ve toplumsal durumları yüzünden oluşturmak zorunda olan- güçleri bulmak ve bu güçleri savaşım için bilinçlendirmek ve örgütlemektir.”
Başka yolumuz yok ve biz bu yolda artık sıçramalarla yürümek zorundayız.



.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19