“İnsanlar, her zaman, siyasetteki aldatmaların
ve aldanmaların aptal kurbanları olmuşlardır ve
bütün ahlaksal, dinsel, siyasal ve toplumsal sözler,
bildiriler ve vaadler arkasındaki şu ya da bu
sınıfın çıkarlarını aramayı öğrenmedikleri sürece
de, böyle kalacaklardır.”
Lenin, Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Öğesi
Aylardır Türkiye’de bir Ergenekon fırtınası esiyor.
Türkiye’nin hiçbir zaman sakin akmayan ve her
zaman sekiz sütunluk manşetlerle heyecan yaratan
medya ırmakları artık iyice gemi azıya almış halde.
Kitlelerin zihni dört bir yandan kuşatılıyor,
kimse ne düşüneceğini, neyi nasıl yorumlayacağını
bilmiyor. Mevcut düzenin yargılama üzerine bütün
yasaları ihlal edilmiş durumda. Herkes her şeyi
biliyor, herkes her konuda konuşuyor. Televizyonlar,
gazeteler hem savcı hem yargıç konumuna geçmiş
halde. Bütün kurallar alt üst olmuş halde, hesaplaşma
düzenin kendi yasalarını da zorluyor.
Aslında bir anlamda tarihsel günler de yaşanıyor.
Basit bir “sahte gündem” yaratma ve “kitlelerin
zihnini bulandırma” operasyonunun ötesinde yeni-sömürge
Türkiye’nin siyasi geleceğini biçimlendirmek isteyen,
bu siyasi gelecek içersinde direksiyon başında
olan güçleri yeniden yapılandırmak isteyen işbirlikçi
fraksiyonlar alttan alta ya da açıktan kıyasıya
bir kavgayı yürütüyorlar ve bunu emekçilere de
dayatıp onlardan taraf olmasını istiyorlar. Bir
tarafta eski yada yeni emperyalist ilişkilere
temelde hiçbir itirazı olmayan ama sahte bir “ulusalcılık”
edebiyatıyla muslukları kendi elinde tutmak isteyen,
bunun için sol değerleri bile en utanmazca kullanmaktan
çekinmeyen işbirlikçiler…
Diğer yanda, neoliberalizmle ve azgın bir baskı
düzeniyle sisteme uyumlu bir İslami düzeni bir
araya getirmeyi hedefleyen işbirlikçiler…
Belli bir açıdan baktığımızda aslında ortada iki
yada daha çok taraf olduğu bile şüpheli. Yıllardır
emperyalizmin ve işbirlikçi patronların çıkarları
doğrultusunda Türkiye’nin emekçi halklarına kan
kusturanlar, nerede bir parçacık devrimci uyanış
görseler kanla ve barutla üstüne çullananların
bugün aralarında yaptıkları inisiyatif savaşları,
onların tümüyle ayrı kamplarda durdukları anlamına
gelmiyor.
Bütün bu olup bitenlerin demokrasi ile hiç ilgisinin
olmadığı ise çok kesin.
Nasıl AKP’ye “kapatma davası” açarak onu geriletmek
isteyenler böylece “demokrasiyi koruma ve kollama”
amacından uzaksalar, zaten sistem tarafından dışlanmış
olan eski kontra şeflerini, katilleri ve faşist
çetecileri toparlayıp ciddi ve yakın bir darbe
tehlikesiyle bizi ürkütenlerin de “demokrasi”yle
ilgisi yoktur.
Yeni-sömürge Türkiye’de faşizm, yürürlükteki işbirlikçi
sömürü düzeninin yapısal bir unsurudur ve bu topraklar
üzerindeki her küçük kıpırdanmanın, bu ister Kürt
ulusal hareketi olsun, isterse emekçilerin basit
hak arama eylemleri, bastırmak konusunda düzenin
bütün unsurları tam bir mutabakat içindedir. Belediye
işçilerinin en sıradan yürüyüşüne bile saldıranlarla,
1 Mayıs’ı gaza bulayanlarla mezralarda Kürt köylülerini
katledip çukurlara gömenler arasında cinayet,
katliam ve baskı konusunda en küçük bir uzlaşmazlık
yoktur. Yol kenarlarında Kürt yurtseverlerinin
kafalarına kurşun sıkanların 1 Mayıs ablukasına
bir itirazı olmadığı gibi Taksim işgalcilerinin
de kontra çetelerinin “vatan için” yaptığı kirli
işlere itirazı yoktur.
Ortalıkta karışıklık gibi görünen şey ise aslında
bir başka açıdan bakıldığında son derece sade
ve yalındır. İddianamelerin labirentlerinde kaybolmazsak
eğer, medyanın yarattığı bilgi kirlenmesi içinde
çamurlara bulanmazsak, gözümüzü dürüst bir emekçinin,
emeğini satarak yaşayan insanların bakış açısından
ayırmazsak, göreceğimiz tablo yalın ve sadedir.
Bugün önümüze sürülen tablo, inanılmaz ölçüde
kirlidir ve yalanlarla doludur. Bir anlamda zaten
dava da dava olmaktan çıkmış, herkesi ve her şeyi
kapsayan, bu topraklarda değerli ne varsa tümünü
kirletmeye çalışan, emekçi kitleleri her türlü
mücadele biçimine yabancılaştırmak isteyen bir
genel atmosfer haline dönüşmüştür. Deniz’lerden
Mahir’lere bütün devrimci geçmişi bir tür “komplo”
olarak resimleyen, ölüm orucu eylemini bile kirletmeye
çalışan, Kürt coğrafyasında ve burada günümüzün
ve yarının bütün devrimci eylemlerini, genel olarak
halkın mücadelesini “büyük komploların bir parçası”ymış
gibi gösteren bu tiksinti verici çamur yığını
her gün ekranlardan, gazete köşelerinden üstümüze
püskürtülüyor. Bunun için her türlü alçakça ve
aşağılık yalan mubah sayılıyor.
Bu kadar kirli ve karışık bir tablo içinde her
emekçinin kendi yaşamında durduğu o basit gibi
görünen yer, aslında en sade ve en yalın yerdir.
Her emekçinin kendisine sorduğu ve sorması gereken
basit soru şudur: Bunlar, tümü, hepsi, kimin adamları?
Kimin çıkarları için savaşıyorlar? Hangi sınıfların
çıkarlarını temsil ediyorlar? Çıkardıkları yasalarla
yada yaptıkları eylemlerle; uyguladıkları politikalarla
yada kullandıkları katil silahlarla hangi sınıfları
koruyorlar, kimin uşaklığını yapıyorlar? Bizim
soframızdaki ekmeğin küçülmesinde rolleri ne?
Yıllardır bu ülkeyi yeni-sömürgeleştirenler, bütün
yer altı ve yer üstü zenginliklerini emperyalizme
satanlar kimler? Bu toprakların Ortadoğu halklarına
bir saldırı üssü gibi kullanılmasındaki payları
ne? 1977’de canımıza okuyan alçaklarla nasıl bir
bağlantıları var? Maraş’ta Sivas’ta dumanı hala
tüten cesetlerimizi kimler çiğnedi? Bu topraklarda
yüz yıldır her zaman devletin kirli organizasyonları,
katliam örgütleri oldu ve her birisi tasfiye edildiğinde
yenisi hemen kuruldu.
Aylardır bizi bu meselede saf tutmaya çağıran
iktidar dalkavuğu liberallere de, sözde “ulusalcılık”
adına bizi “şeriatçılara karşı mücadeleye” çağıranlara
da aynı soruları yüksek sesle sormalıyız.
“Darbecilere karşı ayağa kalkalım” çağrılarıyla
bizi “demokrasi” mücadelesine çağıranlara sormalıyız:
Nasıl bir darbeymiş bu? Bu toprakların en işbirlikçi
ve en kanlı baskı örgütü olan ordunun kendi bordasından
fırlatıp attığı, kendi kurumlarının içinden gözaltına
alınmalarına izin verdiği bu döküntü asker eskileri
ve onların yardakçıları gerçekten bir darbe tehdidi
midir; yoksa gerçekte özel bir darbeye gerek bırakmayan
kanlı bir zulüm ve baskı düzeni mi asıl tehlikedir?
İşçi sınıfına “ayak takımı” diyenler mi bizi “demokrasi”ye
kavuşturacak?
“Vatanı kurtaralım” çağrılarıyla bizi yıllardır
“irticaya karşı mücadeleye” çağıranlara sormalıyız:
Nasıl bir tehlikeymiş bu? Korumak için and içilen
şu malum “Cumhuriyet Rejimi” kaç bin yoksul insanı
toprağın altına gömdü şimdiye dek? 1915’ten başlayarak
kaç hayatı söndürdü? Türkiye’yi yeni-sömürgeleştiren,
emekçi kitleler her ayağa kalktığında cuntalarla
on binlerce insanın hayatını karartan, bu toprakların
en yiğit evlatlarını idam sehpalarına çıkartanlar,
devlet çiftliklerinin arazilerini Kürt mezarlığına
döndüren azgın kontra şefleri hangi rejimi korumak
istiyorlar?
Ve en önemlisi, bütün bunların tümüne birden sormalıyız:
Tuzla’da bütün gemileri kızıla boyayan işçi kanı
sizi ilgilendiriyor mu? Davutpaşa’da sona eren
kısacık yaşamlar sizin pis kavgalarınızın neresinde
duruyor? Her gösteride İncirlik kasabasının kapısında
kazma saplarıyla bekleyen ve arkadaki Amerikalı
katillerin muhafızlığını yapan jandarma hangi
devletin askeridir? Diyarbakır’da çocuk göstericilerin
kolunu kırarken kameraya poz veren polisler hangi
bakanlığa bağlıdır?
Ve siz, tümünüz, hepiniz birden, kimin, hangi
sınıfın hizmetindesiniz?
Biz emekçiler, kendi sınıfımızın bayrağı altındayız?
Sizin altında saf tuttuğunuz çok yıldızlı bayrak
kimin bayrağıdır?
Biz, Filistinli savaşçıların yoldaşıyız; sizin
kapılarda karşılayıp öptüğünüz, kirli silahlarını
kullandığınız Siyonist yoldaşlarınız kimler?
Biz emekçileriz, bu toprakların, bu topraklar
üstündeki bütün değerlerin sahibi biziz.
Kimsenin bizi “kurtarmasına” yada “korumasına”
ihtiyacımız yok!
Biz, evet, biz, hem bu toprakları, hem de kendimizi
sizin tümünüzden kurtaracağız!
Özgür topraklar üzerinde, bütün bu kirli oyunlardan
temizlenmiş yepyeni ve insanca yaşanan bir ülke
kuracağız! Ancak siz, tümünüz, hepiniz bu topraklardan
defedildiğinizde, efendilerinizi de alıp çekip
gittiğinizde gerçekten bir bayram yaşayacağız.
Bizi kendi safınıza çağırmayın!
Bizi kendi ordunuza asker yazmayın!
Para kaynakları şüpheli gazetelerde boy gösteren
ve kuyruklarına basılınca “özgürlük” çığlıkları
atan liberal çetecilerin laflarına karnımız tok.
“Ortada durmayalım” edebiyatıyla AKP karşıtlığı
üzerinden “ulusalcılara” göz kırpan, hatta hızını
alamayıp elde bayrak miting alanlarına koşan sosyal-şoven
solculara da kapımız kapalı.
Bizim safımız emekçi halkların safıdır.
Evet, biz bu işte tarafız; özgür bir ülke ve insanca
yaşam için halkın tarafındayız.
1971’de yakalandığında zamanın içişleri bakanı
Deniz Gezmiş’i “pejmürde kılıklı adam” diye aşağılamak
istemişti ve “bakın suratına kıyafetine, bu adam
halk kurtuluş ordusunun kahraman kumandanıymış”
demişti.
Deniz’in yanıtı çok netti: “Evet!”
Ve bu yanıt hala geçerli…
Biz hala kendi ordumuzun askeriyiz, kendi bayrağımızın
altında, kendi iktidarımız için yürüyoruz…
.
|