Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

60. Sayı - Temmuz-Ağustos 2008


“İnsanlar, her zaman, siyasetteki aldatmaların ve aldanmaların aptal kurbanları olmuşlardır ve bütün ahlaksal, dinsel, siyasal ve toplumsal sözler, bildiriler ve vaadler arkasındaki şu ya da bu sınıfın çıkarlarını aramayı öğrenmedikleri sürece de, böyle kalacaklardır.”
Lenin, Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Öğesi

Aylardır Türkiye’de bir Ergenekon fırtınası esiyor. Türkiye’nin hiçbir zaman sakin akmayan ve her zaman sekiz sütunluk manşetlerle heyecan yaratan medya ırmakları artık iyice gemi azıya almış halde.
Kitlelerin zihni dört bir yandan kuşatılıyor, kimse ne düşüneceğini, neyi nasıl yorumlayacağını bilmiyor. Mevcut düzenin yargılama üzerine bütün yasaları ihlal edilmiş durumda. Herkes her şeyi biliyor, herkes her konuda konuşuyor. Televizyonlar, gazeteler hem savcı hem yargıç konumuna geçmiş halde. Bütün kurallar alt üst olmuş halde, hesaplaşma düzenin kendi yasalarını da zorluyor.
Aslında bir anlamda tarihsel günler de yaşanıyor. Basit bir “sahte gündem” yaratma ve “kitlelerin zihnini bulandırma” operasyonunun ötesinde yeni-sömürge Türkiye’nin siyasi geleceğini biçimlendirmek isteyen, bu siyasi gelecek içersinde direksiyon başında olan güçleri yeniden yapılandırmak isteyen işbirlikçi fraksiyonlar alttan alta ya da açıktan kıyasıya bir kavgayı yürütüyorlar ve bunu emekçilere de dayatıp onlardan taraf olmasını istiyorlar. Bir tarafta eski yada yeni emperyalist ilişkilere temelde hiçbir itirazı olmayan ama sahte bir “ulusalcılık” edebiyatıyla muslukları kendi elinde tutmak isteyen, bunun için sol değerleri bile en utanmazca kullanmaktan çekinmeyen işbirlikçiler…
Diğer yanda, neoliberalizmle ve azgın bir baskı düzeniyle sisteme uyumlu bir İslami düzeni bir araya getirmeyi hedefleyen işbirlikçiler…
Belli bir açıdan baktığımızda aslında ortada iki yada daha çok taraf olduğu bile şüpheli. Yıllardır emperyalizmin ve işbirlikçi patronların çıkarları doğrultusunda Türkiye’nin emekçi halklarına kan kusturanlar, nerede bir parçacık devrimci uyanış görseler kanla ve barutla üstüne çullananların bugün aralarında yaptıkları inisiyatif savaşları, onların tümüyle ayrı kamplarda durdukları anlamına gelmiyor.
Bütün bu olup bitenlerin demokrasi ile hiç ilgisinin olmadığı ise çok kesin.
Nasıl AKP’ye “kapatma davası” açarak onu geriletmek isteyenler böylece “demokrasiyi koruma ve kollama” amacından uzaksalar, zaten sistem tarafından dışlanmış olan eski kontra şeflerini, katilleri ve faşist çetecileri toparlayıp ciddi ve yakın bir darbe tehlikesiyle bizi ürkütenlerin de “demokrasi”yle ilgisi yoktur.
Yeni-sömürge Türkiye’de faşizm, yürürlükteki işbirlikçi sömürü düzeninin yapısal bir unsurudur ve bu topraklar üzerindeki her küçük kıpırdanmanın, bu ister Kürt ulusal hareketi olsun, isterse emekçilerin basit hak arama eylemleri, bastırmak konusunda düzenin bütün unsurları tam bir mutabakat içindedir. Belediye işçilerinin en sıradan yürüyüşüne bile saldıranlarla, 1 Mayıs’ı gaza bulayanlarla mezralarda Kürt köylülerini katledip çukurlara gömenler arasında cinayet, katliam ve baskı konusunda en küçük bir uzlaşmazlık yoktur. Yol kenarlarında Kürt yurtseverlerinin kafalarına kurşun sıkanların 1 Mayıs ablukasına bir itirazı olmadığı gibi Taksim işgalcilerinin de kontra çetelerinin “vatan için” yaptığı kirli işlere itirazı yoktur.
Ortalıkta karışıklık gibi görünen şey ise aslında bir başka açıdan bakıldığında son derece sade ve yalındır. İddianamelerin labirentlerinde kaybolmazsak eğer, medyanın yarattığı bilgi kirlenmesi içinde çamurlara bulanmazsak, gözümüzü dürüst bir emekçinin, emeğini satarak yaşayan insanların bakış açısından ayırmazsak, göreceğimiz tablo yalın ve sadedir. Bugün önümüze sürülen tablo, inanılmaz ölçüde kirlidir ve yalanlarla doludur. Bir anlamda zaten dava da dava olmaktan çıkmış, herkesi ve her şeyi kapsayan, bu topraklarda değerli ne varsa tümünü kirletmeye çalışan, emekçi kitleleri her türlü mücadele biçimine yabancılaştırmak isteyen bir genel atmosfer haline dönüşmüştür. Deniz’lerden Mahir’lere bütün devrimci geçmişi bir tür “komplo” olarak resimleyen, ölüm orucu eylemini bile kirletmeye çalışan, Kürt coğrafyasında ve burada günümüzün ve yarının bütün devrimci eylemlerini, genel olarak halkın mücadelesini “büyük komploların bir parçası”ymış gibi gösteren bu tiksinti verici çamur yığını her gün ekranlardan, gazete köşelerinden üstümüze püskürtülüyor. Bunun için her türlü alçakça ve aşağılık yalan mubah sayılıyor.
Bu kadar kirli ve karışık bir tablo içinde her emekçinin kendi yaşamında durduğu o basit gibi görünen yer, aslında en sade ve en yalın yerdir. Her emekçinin kendisine sorduğu ve sorması gereken basit soru şudur: Bunlar, tümü, hepsi, kimin adamları? Kimin çıkarları için savaşıyorlar? Hangi sınıfların çıkarlarını temsil ediyorlar? Çıkardıkları yasalarla yada yaptıkları eylemlerle; uyguladıkları politikalarla yada kullandıkları katil silahlarla hangi sınıfları koruyorlar, kimin uşaklığını yapıyorlar? Bizim soframızdaki ekmeğin küçülmesinde rolleri ne? Yıllardır bu ülkeyi yeni-sömürgeleştirenler, bütün yer altı ve yer üstü zenginliklerini emperyalizme satanlar kimler? Bu toprakların Ortadoğu halklarına bir saldırı üssü gibi kullanılmasındaki payları ne? 1977’de canımıza okuyan alçaklarla nasıl bir bağlantıları var? Maraş’ta Sivas’ta dumanı hala tüten cesetlerimizi kimler çiğnedi? Bu topraklarda yüz yıldır her zaman devletin kirli organizasyonları, katliam örgütleri oldu ve her birisi tasfiye edildiğinde yenisi hemen kuruldu.
Aylardır bizi bu meselede saf tutmaya çağıran iktidar dalkavuğu liberallere de, sözde “ulusalcılık” adına bizi “şeriatçılara karşı mücadeleye” çağıranlara da aynı soruları yüksek sesle sormalıyız.
“Darbecilere karşı ayağa kalkalım” çağrılarıyla bizi “demokrasi” mücadelesine çağıranlara sormalıyız: Nasıl bir darbeymiş bu? Bu toprakların en işbirlikçi ve en kanlı baskı örgütü olan ordunun kendi bordasından fırlatıp attığı, kendi kurumlarının içinden gözaltına alınmalarına izin verdiği bu döküntü asker eskileri ve onların yardakçıları gerçekten bir darbe tehdidi midir; yoksa gerçekte özel bir darbeye gerek bırakmayan kanlı bir zulüm ve baskı düzeni mi asıl tehlikedir? İşçi sınıfına “ayak takımı” diyenler mi bizi “demokrasi”ye kavuşturacak?
“Vatanı kurtaralım” çağrılarıyla bizi yıllardır “irticaya karşı mücadeleye” çağıranlara sormalıyız: Nasıl bir tehlikeymiş bu? Korumak için and içilen şu malum “Cumhuriyet Rejimi” kaç bin yoksul insanı toprağın altına gömdü şimdiye dek? 1915’ten başlayarak kaç hayatı söndürdü? Türkiye’yi yeni-sömürgeleştiren, emekçi kitleler her ayağa kalktığında cuntalarla on binlerce insanın hayatını karartan, bu toprakların en yiğit evlatlarını idam sehpalarına çıkartanlar, devlet çiftliklerinin arazilerini Kürt mezarlığına döndüren azgın kontra şefleri hangi rejimi korumak istiyorlar?
Ve en önemlisi, bütün bunların tümüne birden sormalıyız: Tuzla’da bütün gemileri kızıla boyayan işçi kanı sizi ilgilendiriyor mu? Davutpaşa’da sona eren kısacık yaşamlar sizin pis kavgalarınızın neresinde duruyor? Her gösteride İncirlik kasabasının kapısında kazma saplarıyla bekleyen ve arkadaki Amerikalı katillerin muhafızlığını yapan jandarma hangi devletin askeridir? Diyarbakır’da çocuk göstericilerin kolunu kırarken kameraya poz veren polisler hangi bakanlığa bağlıdır?
Ve siz, tümünüz, hepiniz birden, kimin, hangi sınıfın hizmetindesiniz?
Biz emekçiler, kendi sınıfımızın bayrağı altındayız?
Sizin altında saf tuttuğunuz çok yıldızlı bayrak kimin bayrağıdır?
Biz, Filistinli savaşçıların yoldaşıyız; sizin kapılarda karşılayıp öptüğünüz, kirli silahlarını kullandığınız Siyonist yoldaşlarınız kimler?
Biz emekçileriz, bu toprakların, bu topraklar üstündeki bütün değerlerin sahibi biziz.
Kimsenin bizi “kurtarmasına” yada “korumasına” ihtiyacımız yok!
Biz, evet, biz, hem bu toprakları, hem de kendimizi sizin tümünüzden kurtaracağız!
Özgür topraklar üzerinde, bütün bu kirli oyunlardan temizlenmiş yepyeni ve insanca yaşanan bir ülke kuracağız! Ancak siz, tümünüz, hepiniz bu topraklardan defedildiğinizde, efendilerinizi de alıp çekip gittiğinizde gerçekten bir bayram yaşayacağız.
Bizi kendi safınıza çağırmayın!
Bizi kendi ordunuza asker yazmayın!
Para kaynakları şüpheli gazetelerde boy gösteren ve kuyruklarına basılınca “özgürlük” çığlıkları atan liberal çetecilerin laflarına karnımız tok. “Ortada durmayalım” edebiyatıyla AKP karşıtlığı üzerinden “ulusalcılara” göz kırpan, hatta hızını alamayıp elde bayrak miting alanlarına koşan sosyal-şoven solculara da kapımız kapalı.
Bizim safımız emekçi halkların safıdır.
Evet, biz bu işte tarafız; özgür bir ülke ve insanca yaşam için halkın tarafındayız.
1971’de yakalandığında zamanın içişleri bakanı Deniz Gezmiş’i “pejmürde kılıklı adam” diye aşağılamak istemişti ve “bakın suratına kıyafetine, bu adam halk kurtuluş ordusunun kahraman kumandanıymış” demişti.
Deniz’in yanıtı çok netti: “Evet!”
Ve bu yanıt hala geçerli…
Biz hala kendi ordumuzun askeriyiz, kendi bayrağımızın altında, kendi iktidarımız için yürüyoruz…



.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19