Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

60. Sayı - Temmuz-Ağustos 2008

1993’ten beri her 2 Temmuz sürecinde, Alevilikle ilgili tartışmalar yeniden canlanır. Aslında bu yıl Tayyip Erdoğan’ın Muharrem orucu iftarı atağıyla başlayan bir dizi tartışma olmuş ve kapanmıştı. İçinde bir parçacık olsun dürüstlük barındırmayan bu ucuz politik numara Alevi çevrelerinde tepkiyle karşılanmış, hatta AKP milletvekili olarak bu işleri organize eden Reha Çamuroğlu gibileri bile önce esip gürleyip daha sonra da AKP’deki değişmeyen yaklaşımlardan ötürü “hayal kırıklığı” yaşadığını söylemişti. En son olarak 2 Temmuz öncesinde ise Cem Vakfı başkanı İzzettin Doğan’ın Fetullah Gülen’i öven röportajı yayınlanmış ve böylece şimdiye dek üstü kapalı gibi duran ilişkiler de bir parça açığa çıkmıştı.
Doğrusu gerici cephedeki bu Alevi “aşkı” ilgi çekicidir… Bir yandan, örneğin “oruç açma” ya katılan Diyanet İşleri Başkanı, “Cemevleri ibadet yeri olamaz” deyerek resmi ideolojinin gereğini yaparken, hatta buna bağlı “hukuksal kararlar” oluşurken, diğer yandan da Alevilee yönelik ilgi artmakta ve her çevreyi kapsamaktadır. Üstelik bu siyasi ilgi, AKP ve CHP ile de sınırlı değildir. Fethullah Gülen’ den Namık Kemal Zeybek’e, kontra-faşist Muhsin Yazıcıoğlu’na kadar Aleviliğe özünde düşman olan, dahası dökülen Alevi kanından sorumlu olan herkes, Alevilik üzerine söz etme hakkını kendinde bulmakta, Alevilikle bağ kurmaya çalışmaktadır.
AKP’nin bu ilgisi ikiyüzlüce ve asimile etmeye yöneliktir; bu gerçeği “oruç açma” yemeğinden bir gün sonra Bülent Arınç, bir TV programında itiraf etmiştir. CHP’nin geleneksel politikası ise her zaman Alevileri istismar etmek ama onlar için tek bir çöpü bile yerinden kımıldatmamak şeklindedir. Bu politika ne Maraş’ta, ne Sivas’ta kıyımları engellemediği gibi yıllar boyunca Aleviler lehine küçücük bir düzenleme bile yapmamıştır. Yani yıllardır sahte bir laiklikle, Alevi burjuvalar aracılığı ile Alevileri kendine bağlayan CHP’nin ikiyüzlülüğü AKP’den geri kalır değildir. Alevilerin bütün taleplerini bastıran, yok sayan oligarşinin bu partileri, Alevileri “oy deposu” olarak görmekte ve siyasal egemenlik mücadelelerinde onları bir araç olarak algılamaktadırlar.

Toplumsal Süreçlerden Kopuk Bir Alevilik Yoktur
Burada Alevilik üzerine uzun bir tarihsel özet yapmak durumunda değiliz elbette. Ama Alevi inanış ve kültürünün, Anadolu’da İslamiyet’ten önce de var olduğunu söylemek mümkündür. İlkel kabile ilişkileri içinde filizlenen, insanı merkeze alan, insan sevgisi üzerine kurulan Alevilik, örneğin ilk sınıflı toplum olan kölecilik üzerine kurulan Doğu Roma/Bizans İmparatorluğu tarafından yok edilmek istenmiş, tıpkı daha sonra Osmanlı imparatorluğu döneminde olduğu gibi, “sapkın inanç” olarak tanımlanmıştır. Eşitlikçi, dayanışmayı ön plana alan Alevilik, tam da bundan dolayı, sadece Bizans imparatorluğu tarafından değil, Türklerin Anadolu’ya gelmesi ve İslamiyeti benimsemeleri ile Anadolu’da kurulan çeşitli imparatorluklar tarafından da ezilmiş, özelikle Osmanlı imparatorluğun yükselme döneminden sonra yok sayılmış, sayısız kıyıma uğramıştır. Dinsel motiflerle hareket etseler de, aslında uğradıkları haksızlık ve eşitsizliğe karşı daha özgür bir toplum özlemi içinde olan Aleviler, tarih boyunca sayısız ayaklanmaya kalkışmışlardır. Kıyımlardan, ateşlerden geçen Alevilik, Anadolu’da bir çok din ve inançtan etkilenmiş, toplumsal dayanağı ezilen yoksullar olmuştur.
Daha doğrusu, aslında Engels’in Almanya’daki köylü ayaklanmaları üzerine söyledikleri Anadolu ayaklanmalarının çoğu için geçerlidir. Engels’in yerinde olarak belirttiği gibi açlıktan kırılan köylü kitlelerinin daha iyi ve eşitlikçi bir dünya düşü, “o zamanlar” kendisini “aykırı” dinsel akımlar aracılığı ile ifade etmiş, modern sosyalizmin henüz ortaya çıkmadığı ve çıkamayacağı koşullarda bu inanışlar ezilenlerin biricik ayaklanma ideolojisi olarak belirmiştir. Hatta genel olarak dinlerin ana akımından, yani hakim mezhepsel güçten ayrı duran, onunla çatışan ve bu yüzden de “sapkın” olarak adlandırılan eğilimlerin çoğu kez toplumun ezilen kesimlerinin duygularını ifade ettiği söylenebilir. Alman köylü ayaklanmalarındaki bir dizi katı Hıristiyan mezheple Alevilik ve hatta ondan önceki Ortadoğu inanışlarının aralarında bu bakımdan benzerlikler vardır.
Öte yandan, elbette bugün yekpare bir Alevilikten söz edilemez. Anadolu’da Türkler, Kürtler, Araplar, Arnavutlar ve diğer ulusal topluluklar içinde çeşitli biçimlerde görülen Alevlik, sınıfsal bir ayrışma geçirmiş, insanlar üretim araçları karşısındaki konumları ve düzenden almış oldukları paya göre farklı konumlara ulaşmışlardır. Yani Aleviler, kendi farklı eğilimlerini taşırken, mevcut yeni-sömürge kapitalizminin koşulları dışında, soyut ve kapalı bir alanda değil, bu üretim ve bölüşüm ilişkileri içinde, kapitalizme özgü tüm sınıfsal ilişkileri yaşamakta ve sınıflara ayrışmaktadırlar. Bazı kesimleri ile işbirlikçi tekelci burjuva, burjuva ya da orta burjuva olan Aleviler, emperyalizme bağımlı yeni-sömürge düzeninin bir parçası durumundadırlar; işçi, kent ve kır yoksulu, küçük burjuva, aydın olanlar ise emperyalizm ve oligarşi ile şu ya da bu düzeyde çelişki içindedirler.
Alevilik süreç boyunca en çok Kemalizm tarafından istismar edilmiştir. Kemalizm, Türklük temelinde ulus devletin inşasıdır. Ama sadece bu değil, Kemalizm aynı zamanda sahte bir laikliğin de savunucusudur. Bir yandan, “laiklik” adına din ve vicdan özgürlüğünü sınırlarken, diğer yandan ise Osmanlı İmparatorluğu’ndan devraldığı Şeyhülislamlık kurumunu Diyanet İşleri adı altında Sünni temelde örgütler. Laiklik, genel bir tanımla din ve devlet işlerinin ayrılmasıdır; ama “Diyanet İşleri” devletin bir kurumudur. Bu kurum, her inanç sahibinden toplanan vergilerle, sadece egemen dinsel inanç olan Sünni-İslam mezhebine hizmet eder, onun gelişmesini destekler ve düzene karşı muhalefeti dinle bastırmaya çalışır. Bu anlamda, Kemalizm, sadece “Türklük” temelinde başta Kürt ulusu olmak üzere, diğer ulusal toplulukların inkarı üzerinde yükselmez; aynı zamanda, sahte bir “laiklik” ilkesi ile egemen ideolojinin dinsel biçimi olan Sünni-İslam’a dayanır, bu mezhep dışında diğer din ve inanç sahiplerini inkar eder, onlara karşı düşmanlıkları kışkırtır.
Dahası, Dersim ve Koçgiri isyanlarında olduğu gibi, Kürt ve Aleviler Kemalizm’in inkarcı ve imhacı politikasından nasibini alır, ama yine de bu sahte laiklik Alevileri düzene bağlamada bir araçtır.
Emperyalizme bağımlı kapitalizmin gelişmesi Osmanlı döneminde, 1838’lerde başlar. Ancak 2. Paylaşım Savaşı sonrasında, yani 3. Bunalım Dönemi’nde, Kemalist sürecin birikimi üzerinden yeni bir aşamaya sıçrar. Bu sürecin temel unsuru yeni-sömürgeciliktir. Bu süreçte, Kemalizm döneminde egemen olan ticari kapitalizm, emperyalizme bağımlı biçimde sanayi kapitalizme dönüşmüş ve bu temelde 1960 sonrası sınıfsal ayrışmayı hızlandırmıştır. Artık kapitalist pazar etrafında, kapitalizme ait modern sınıflar, yani burjuvazi ve proletarya, sadece ekonomik alanda değil, siyasal yaşamda da varlıklarını ortaya koymaktadırlar. Bu süreç, kırsal alanda daha çok içine kapalı toplumsal ilişkileri kentlere taşımış, çarpık bir kentleşme olgusunu ortaya çıkarmıştır. Doğal olarak aynı süreç, daha önceleri kırsal alanda yaşamlarını devam ettiren Alevilerin kentsel yaşamın bir parçası olmasını beraberinde getirmiştir. Böylece Aleviler içinde de sınıfsal ayrışma hızlanmış, önemli bir kısmı işçi sınıfı ve kent yoksullarına dönüşürken, kapitalist pazar etrafında, oligarşi ile çeşitli bağlar kurup burjuvalaşanlar olmuştur. Bugün çok az bir kesimi tekelci burjuva konumda yer alsa da, bununla çeşitli bağlar içinde olan burjuvalar ve orta burjuvalar vardır; Polat Holding, Flokser Grubu (Rafet, Rasim, Yasin Tükek kardeşler), İzzettin Doğan, Ertuğrul Aslan, İmam Altınbaş, A. Haydar Veziroğlu, F. Altun, vb. bunlardan bir kaçıdır. Bu sınıfın özünde Alevilik sorunu yoktur. Bunlardan bazılarının Fethullah Gülen ile bağları olduğu da bilinmektedir. Alevilik bu sınıf için, yani burjuva sınıf için sömürünün bir aracıdır.
Bu ayrışma, elbette siyasal alanı da kapsamıştır. Örneğin 1960’larda Türkiye Birlik Partisi(TBP), dönemin genel sol uyanışını Aleviler içinde, Alevilik temelinde dışavurumu olarak şekillenmiştir. O dönemde Alevilere dönük saldırı ve katliamlara tepki olarak alevi küçük burjuvazisi tarafından esasen sol yaklaşımla örgütlenmiş bir partidir. 1970’lerde ise aynı parti anti-faşist tutumun bir parçası olmuştur. Kuşkusuz devlet bu partiyi denetim altına almak için generalleri vb. partiye sızdırmış, böylece genel Kemalist çerçeve korunmuş ama öte yandan tam olarak oligarşinin kontrolüne de alınamamıştır. 1990’lardaki Barış Partisi girişimi ise aslında TBP’nin silik bir kopyası gibidir. Daha doğrusu genel olarak 1960-70’lerdeki durum üzerine şu söylenebilir; toplumsal hareketin gelişen yüzü ve temposu, dört başı mamur bir asimilasyona tam olarak izin vermemiştir. Niyetlerden de bağımsız olarak objektif durum böyledir. Bu açıdan, 1990’lar sonrasındaki asimilasyon çabaları, kitle hareketinin düşüş koşulları içinde oligarşi açısından daha anlamlı ve daha sonuç alıcı olabilmiştir.
Nitekim, Alevilere dönük asıl asimilasyon çabası 28 Şubat harekatından sonra başlamıştır. Cem vakfının taarruzu ve diğer şeylerin asıl startı bu tarihte verilmiştir. MHP’nin artan ilgisi, Alevi gençlere sınırlı da olsa orduda subay olma kapılarının açılması, Alevi türkülerinin TRT’de daha fazla yer alması vb. hep bu sürecin bir parçasıdır. Böylece, özellikle önlerinin açılmasını isteyen, sisteme daha fazla dahil olmayı amaçlayan Alevi orta sınıflarını hedefleyen çabalar hızlandırılmış, bu kesimlerin gerici duyguları harekete geçirilmiş, bu kesimden yükselen birkaç büyük burjuvanın inisiyatifi geçerli kılınmaya çalışılmıştır.
Esasen Sünni Türklük, işin başından beri Alevi Türklerin ve Alevi-Sünni tüm Kürtlerin ekonomik ve siyasal alandan dışlanması anlamına geliyordu. Elbette bu tam bir dışlama, yani açık hukuki ve siyasal kararlarla gelen bir dışlama değildi; ancak devletin ve oligarşinin açık tutumuydu. Aleviler, siyasetten, yüksek bürokrasiden, ordudan, yüksek mahkemelerden, vb. kritik her türlü devlet görevinden sürekli ve sistematik biçimde uzak tutulmuşlardı. Bu tutum bugün de esasen değişmiş değildir. Ancak süreç içersinde özellikle orta sınıflardan Alevilerin sisteme daha fazla dahil olma çabası, bir ölçüde karşılık görmüş ve Cem vakfı gibi gerici girişimler bir anlamda devletin ajan faaliyeti olarak ortaya çıkmışlardır.
Öte yandan bu süreç, yani kapitalizmin gelişmesi, sınıfsal ayrışma ve sınıf mücadelesini düzeyine bağlı olarak işçi, kent ve kır yoksulu, küçük burjuva Alevilerin sol ve devrimci hareketle daha yakın bağlar kurmasına yol açmıştır. Hiç şüphesiz burada tayin edici unsur, sınıfsal zemindir, dahası bu süreçte eşitlik ve özgürlük taleplerinin sosyalizmle birlikte kitlesel dillendirilmesidir.
1970 ve 1980’li yıllar bu açıdan önemli bir süreçtir. Bunu gören oligarşi, bu sürecin önünü kesmek için, bir dizi manipülasyona girişmiş; inkar edemediği Aleviliği, asimile ederek, düzene bağlama çabası vermiştir. 1980 sonrası, Özelikle de 84 devrimci atılımı ile büyüyen Kürt ulusal kurtuluş savaşı karşısında, oligarşinin Alevilere özellikle el attığı bilinmektedir; Alevi inanç sahipleri, Kürt karşıtlığı içinde düzene bağlanmak istenmiştir.
Popüler milliyetçi dalga üzerinden şovenist histeriye dahil edilmek istenen özellikle Türk Alevilerin bir bölümünde sınırlı da olsa MHP’ye kayma gözlenmiş, Aleviliğin taşıdığı tüm dinamiklere yabancı olan bu eğilim sınırlı bir gelişme sağlamıştır. Kısacası, Aleviler özellikle Alevi orta sınıflarının bir bölümü tarafından sisteme çok değişik biçimlerde bağlanmaya çalışılmaktadır.
İşte hem sınıfsal, hem de siyasal zeminde görülen bu ayrışma, bugün Aleviler içinde daha boyutlu tartışılmaktadır. Görüldüğü gibi, tek bir Alevilik yoktur; düzen içi Alevilik ve demokratik Alevi hareketi bu ayrışmada iki ana eksendir; kimi zaman “Alevilik İslam içinde mi, dışında mı”, kimi zaman “diyanetten ödenek ayrılsın mı ayrılmasın mı”, kimi zaman son “oruç açma” sürecinde yaşanan tartışmalar gibi çeşitli biçimlerde bu ayrışma dışa vurmaktadır.

Sosyalist Hareketin Gündeminde Alevilik var mı?
Proletarya, kapitalizmin yarattığı evrensel bir sınıftır ve nihai amacı, sömürünün, sınıfların, devletin olmadığı komünizmdir. Ancak, bu amaca ulaşmanın yolu, proletaryanın egemen sınıf konumuna yükselmesinden geçer; sosyalizm, proletaryanın, kendi kurtuluşunu tüm insanlığın kurtuluşuna bağlayan, bu temelde proletaryanın egemen sınıf konuma yükseldiği toplumsal sistemdir. Proletarya egemen sınıf konumuna yükselerek aynı zamanda kendi varlık koşullarına yönelir, kendini yok eder. Sosyalizm, cins, ırk, din ayrımlarını tümden reddeder. Sosyalizm, sınıf savaşımının yeni biçimde devam etmesi demektir; bundan dolayı, sınıfsal ve toplumsal zeminde, en yüksek biçimi kapitalizm altında görülen, cins, ırk, ulus, din ayrımlarına karşı sistemli bir mücadele verir, bu farklılıkları bu evrensel kimlikle düzenler.
Böylesi evrensel bir kimlik ve bakış açısı, sosyalizmin tek başına sınıfsal çelişkilerle kendini sınırladığı anlamına gelmez; sorunu böyle dar bir yerden bakmak, durumu kaba yorumlamaktır. Tarihin motoru sınıf mücadelesidir, ama sınıf mücadelesi, başka çelişkilere kaynaklık eder ve başka çelişkileri yok saymaz; ulusal, dinsel, cinsler arası çelişkiler vb vardır ve sosyalizm tüm bu çelişkilerin çözüm bunduğu toplumsal sistemdir.
Hiç şüphesiz, böylesi bir genel yaklaşım, önümüze çıkan sorunları çözmek için bize bir bakış açısı verir, ama bununla sınırlı bakış, sorunları çözmez . Nitekim, hem reel sosyalizm deneylerinde bu çerçevede bir yaklaşım sık sık tekrar edilmiş ama sorunların tam çözüme kavuşmadığı yaşanarak görülmüştür. Aynı biçimde, Türkiye sol ve devrimci hareketi ya da başka bir ifade ile genel olarak sosyalist hareket, böylesi bir yaklaşımı uzun yıllar ifade etse de, bu bütünün başka parçalarına yönelik uzun yıllar somut politikalar üretememiştir. Sosyalist hareket tarihsel süreç içinde, sadece sınıfsal kurtuluş için değil, diğer ulusal ve kültürel kimlik sahiplerinin, ezilenlerin kurtuluşu için, sınıfsal zemini temel alarak siyasal açılımlar yapmak, buna uygun taktikler geliştirmek zorundadır. Kürt ulusal sorunu bu coğrafyada tarihsel bir sorundur, ama 1920’lerde ortaya çıkan sosyalist hareket bu sorununa doğru bir çözüm sunamamıştır, hatta TKP örneğinde olduğu gibi, sosyal şovenizm söz konusudur; bu açıdan sosyalist hareket özürlüdür. Alevilik, bu ülkede demokratik bir sorundur, ama sosyalist hareketin gündemine de, ne kadar doğru ya da yanlış biçimde ele alındığından bağımsız olarak son 10-15 yılda girmiştir.
Daha önce sık sık ifade ettiğimiz gibi, 71 silahlı devrim hareketi sosyalist harekette bir dönüm noktasıdır; 1965-70 TİP ve MDD süreçlerini yaşayan devrimci ve sosyalist hareket bu süreçte, bir dizi kopuşla yeni bir aşamaya sıçramıştır. Bu süreçte, evrimci ve kalkınmacı sosyalizm anlayışları bir yana atılmış, resmi sosyalizmle araya mesafe konmuş; devrimi her şeyin merkezine koyarak, başta strateji sorunları olmak üzere, bir dizi sorunda yeni bir anlayış geliştirilmiştir. Bu süreç, aynı zamanda, sosyalist bir söylemle her sorunun çözülmediği; çözüm için, sosyalizm temelinde diğer sorunların güncellik kazandığı, bu temelde arayışların yoğunlaştığı süreçtir. Kürt ulusunun özgürlük sorunu bunun başında gelmiştir. Daha önceleri Kürt sorununun “kalkınma” ve “geri kalmışlık” sorunu olarak görüldüğü, hatta 1925-40 Kürt ayaklanmalarının “emperyalist kışkırtma” olarak ele alındığı bilinmektedir. Ama Kürt sorunu, bu süreçte, sosyalist hareketin gündemine kalıcı olarak girmiş ve siyasal bir karakter kazanmıştır. Bu süreçte sorun, devrimci harekette hala önemli ölçüde Misak-ı Milli sınırları içinde, “büyük abi-küçük kardeş” ilişkileri içinde ele alınmaktadır; hatta TİP ve TKP örneğinde olduğu gibi Kürtler ulus değil “azınlık” olarak görülmektedir. Ama özelikle 1975 sonrasında Kürt hareketi kendisini ayrı bir örgütlenme içinde tanımlayıp harekete geçtiğinde, sorun daha yakıcı hal almış, 84 atılımıyla başlayan süreç, serhildanlarla ilerleyerek İmralı süreçlerine dek uzanmıştır. Bugün ise sorun bölgesel gelişmelerle birlikte yeni boyutlar kazanmıştır.
Alevilik ise 1970-80’li yıllarda başlı başına bir sorun olarak sosyalist hareketin gündeminde değildir. Daha doğrusu, Alevilik aslında sürekli saldırıya uğrayan ve solla özdeşleştirilerek kıyımlara uğratılan bir olgudur, Alevilere yönelik en kanlı ve en kirli işler sınıf mücadelesinin yükseldiği bu dönemde gerçekleşmiştir. Ama yine de Kürt sorunu ulusal-demokratik bir sorun olarak daha yakıcı olurken, demokratik bir sorun olan Alevilik sistematik bir bakışa konu olmamış, programatik bir sorun olarak değil, devrimci gelişmeyi mayalandıran ve bu yüzden de katliama uğratılan bir kesim olarak ele alınmıştır. Daha doğrusu programatik olarak bir dini inanç topluluğunun devrim sürecinde nasıl ele alınacağı, bu topluluğun -toplulukların- durumlarının nasıl düzenleneceği ciddi olarak uzun boylu düşünülmemiştir.
Ama çok daha sonraları, sosyalist hareketin geriye düştüğü, postmodernizmin geliştiği bir tarihsel süreçte, 1980 sonrası, Alevilik sosyalist hareketin ilgi duyduğu bir konu olmuş, 1990’larda bu ilgi büyümüştür. Bu süreç, dikkat edilirse kentleşmenin yoğunlaştığı bir süreçtir ve demokrat Alevi hareketi, daha çok sınırlı demokratik taleplerle canlanmaya başlamıştır. Bir yandan demokratik taleplerle Alevilik güncelleşirken, diğer yanda ise, Alevi burjuvalar aracılığı ile Alevilik, düzene bağlanmak istenmektedir. Böylesi bir süreçte, sosyalist hareketin bir kesiminde Aleviliğe karşı “mesafeli” bir duruş söz konusudur, tıkanma içinde olan başka kesimlerde ise Aleviliğe adeta “sosyalist” misyonlar yükleyerek ilişkilenme bir eğilim olmuştur. Böylece “Alevilik” sol ve sosyalist hareketin gündeminde bu kez iki yönlü olarak yer almaya başlamıştır.

Çözüm Devrimde ve Sosyalizmdedir
Bu topraklar, farklı ulus ve inanç sahiplerinin, bunlara özgü kültürlerin binlerce yıllar birlikte yaşadığı, birbirinden etkilendiği, hatta egemen güçler tarafından birbirine karşı kışkırtıldığı, kıyımların yaşandığı, bundan dolayı da “kavimler kapısı” olarak tanımlanan bir coğrafyadır. Ancak, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, TC’nin kuruluşu ve bunun üzerinde oluşan siyasal rejimlerde; ne 2. Paylaşım Savaşı öncesinde, ne de sonrasında yeni sömürgecilik üzerinde yükselen dönemde resmi ideoloji, bu farklılıkları gözeten bir demokratik anlayışı içermez.
1945 öncesinde olduğu gibi, yeni sömürgecilik döneminde de daha önceki sürecin tüm gerici yanlarını devralarak kurumlaşan sömürge tipi faşizm, bu farklılıkları yok sayan, ulusal ve dinsel inançları inkar eden, bu temelde demokratik talepleri, kimlikleri imha ve asimilasyon politikaları ile kendine benzetmeye çalışan, tekçi, şovenist, diktatör bir yaklaşım üzerine kuruludur. Bu topraklarda burjuva demokratik devrimlerin konusu olan hiçbir sorun çözülmemiş, tam tersine tarihsellik içinde tümden çözümsüzleşmiş, karmaşık hale gelmiştir. Ulusal sorunda, başta Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı olmak üzere, diğer ulusal toplulukların demokratik hakları yok sayılmış, bastırılmıştır; öte yandan resmi ideoloji sadece Türklüğe de dayanmamış, bununla birlikte Sünni İslam’ı da temel alarak Aleviler, Nasuriler, Yezidiler, Hıristiyanlar, vb. yok sayılmış, katliamlara uğramıştır.
Emperyalistlerin isteği ile Lozan antlaşmasında, örneğin Hıristiyanlar “azınlık” olarak tanımlanmışsa da yaşamda bunun karşılığı olmamıştır ya da sınırlı olmuştur; ama öte yandan Aleviler hiçbir zaman “azınlık” bile olamamışlardır. Başta özgürce ibadet edip, kendi kimliklerini ifade etmeleri olmak üzere tüm haklarından yoksun olmuşlardır. Yani, ulusal alanda “tekçi” ve asimilasyon politikaları, din ve vicdan özgürlüğü alanında da “tekçi” ve asimilasyoncudur. Nasıl tüm Kürtler “Türk” olarak tanımlanıp ulusal demokratik hakları yok sayılmışsa, tüm Aleviler de “Sünni İslam” içinde görülmüş, demokratik ve kültürel hakları yok sayılmıştır. Resmi ideoloji sahipleri sık sık “ulusumuzun/ halkımızın % 99’u Müslüman’dır” cümleleri kurarlar; böylece aslında yine Aleviler ve diğer inanç sahiplerini yok sayarlar. Bütün bunlar hep inkarcı ve asimilasyoncu politikalarından, resmi ideolojiden kaynaklanır.
Burada soru şudur: devrimci sosyalizm, bu demokratik sorunu nasıl ele almaktadır?
Burada bazı temel çizgilerle sorunun çerçevesini çizmekte, ele almakta yarar vardır.
Öncelikle ifade edelim; Alevilik, kendini dinle sınırlayan bir kimliği aşmakta, binlerce yıllık yaşam biçimi ve kültürle kendini ifade etmektedir. Bu açıdan, sorun sadece Alevilerin nasıl ibadet edecekleri, cem evlerinin ibadet yeri sayılıp sayılmayacağını aşan niteliktedir; bu inanç sahiplerinin kendi kültür ve yaşam biçimlerini özgürce yaşaması ve ifade etmesidir, bu hakkın güvenceye alınmasıdır.
Bu inanç ve kültür, durağan değil, toplumsal süreçlerle yeniden biçim alan, dinamik, her koşulda kendini yeniden üreten bir inanç ve kültürdür. Bu inanç ve kültürün birinci yanı, nihayetinde bir dini inanış olmasıdır ve her dinde olduğu gibi, Alevilikte de mistik yanlar vardır, bunlar bugün esas olarak gerici bir rol oynamaktadır. Ama öte yandan Alevilik, ezilen yoksulların inancı olarak gelişmiş, tarih boyunca egemen sınıflara karşı muhalif olmuştur ve içinde demokratik-kültürel öğeleri barındırmıştır. Eşitlikçi, dayanışmacı, zalime karşı mücadeleyi ve insanı merkeze alma, laiklik vb. gibi öğeler başta gelir. Bundan dolayı, bizim için, Aleviliği bütün görerek, onu “sosyalizm” derecesine çıkarmak ya da “halkımızın değerleri” olarak tümden benimsemek söz konusu olamaz. Biz onun demokratik, yani eşitlikçi, dayanışmacı, özgürlükçü, mücadeleci, laik yanlarına önem veririz, ama tüm bu demokratik yanları, modern ve evrensel bir sınıf olan işçi sınıfının bakış açısı ile, yani ideolojik kimliğimiz olan Marksizm-Leninizm ile yeniden üretiriz. Her yeniden üretim, eski olanı bire bir almaz, ondan beslenir, ama onu aşar; dahası, tam da evrensel bir bakış açısı ve kimliğimizden dolayı, biz, Aleviliğin gerici, mistik yanlarına karşı mesafe koyarız, bu yanlara karşı ideolojik mücadele yürütürüz. Biz bu topraklarda tüm ilerici, demokratik kültürel unsurlara önem veririz; çünkü biz bu topraklarda mücadele ediyoruz, bu toprakların ürettiği başkaldırı, direnişlerle besleniyoruz. Bu topraklarla hiç ilişkisi olmayan, en keskin “komünist” söylem bizim işimiz değildir.
Biz devrimimizin önündeki her sorunu, işçi sınıfının bakış açısı ve ideolojisi ile ele alırız; işçi sınıfının çıkarlarından başka özel bir çıkarımız yoktur. Kaba bir “sınıfçılık” ya da “işçicilik” bizim işimiz olmadığı gibi, işçi sınıfının öncülüğünü bir yana atan “halkçılık” da bizim işimiz değildir; sınıftan değil, sınıfsallıktan hareket ederiz. Devrimimizin önündeki hiçbir sorunu yok sayamayız, bu sorunları “atlayarak” amaçladığımız toplumu kuramayız. Bu topraklarda yeni bir toplumu, sosyalizmi inşa edeceksek ve bunu şu bildiğimiz insanlarla yapacaksak, her demokratik soruna sahip çıkarız, bu sorunları sosyalizme bağlarız.
Bundan dolayı, ezilen inanç ve kültür sahipleri olan, bu toplumun önemli bir kesimini oluşturan Alevilerin tüm demokratik talepleri devrimimizin içeriğinde yer alır. Biz bu demokratik talepleri savunuruz, bu taleplerin elde edilmesi için mücadele ederiz. Bu talepler, cem evlerinin resmi ibadet alanı olarak kabulünden tutalım, Alevi kimliğinin her alanda (eğitim, toplumsal yaşam, vb…) özgürce tanımlanmasına kadar tüm demokratik talepleri kapsar ve bunlar Alevilerin doğal hakklarıdır.
Bu talepler, teorik olarak, kapitalizm sınırları içinde, siyasal özgürlük, din ve vicdan özgürlüğü ekseninde çözülebilir. Ama sadece yoksul Aleviler değil, başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm ezilenler bu demokratik talepler için mücadele etmeden, hiç biri çözülemez, elde edilemez. Dahası, emperyalizme bağımlı yeni-sömürge düzeni, emperyalizm ve işbirlikçi oligarşi, bu sorunu her gün yeniden üretmekte, sorunun çözümü değil, sorunun kaynağı olmaktadır. Tam da bundan dolayı, kapitalizm sınırları içinde teorik olarak çözülebilecek olan bu sorun, pratikte asla tam çözüme kavuşmaz. Tüm diğer demokratik sorunlar gibi, bu sorununda tam ve gerçek çözüm, ancak ve ancak, sorunların kaynağı sınıfa, sisteme yönelerek, kapitalizmi kurutarak mümkündür. Bir kısmı devrimden önce, bir kısmı devrim sürecinde, bir kısmı da devrim sonrası çözülebilecek olan bu talepler, ancak sosyalizmle güvence altına alınabilir.
Eşitlik ve özgürlük, ilk kez burjuvazi tarafından, burjuva demokratik devrimleri sürecinde şiar haline getirilmiştir. Ama burjuvazi, bu şiarları unutalı çok oldu, o bu şiarları işçi sınıfının tarih sahnesine çıkması ve kendi devrimi için mücadele etmesinden bu yana bir yana attı. Bugün bu şiar, hatta sadece bugün değil, tüm emperyalizm çağında, işçi sınıfının elindedir. Eşitlik ve özgürlük işçi sınıfının elinde yeni bir anlam kazanmıştır ve tüm demokratik sorunların çözümünde anahtardır. Eşitlik ve özgürlük isteyen, bu temelde demokratik taleplerinin gerçekleşmesi için mücadele eden Alevilerin çıkarı, işçi sınıfı önderliğinde gelişen halk devrimindedir.
Devrim işçi sınıfının, yoksulların, halkın bayramıdır. Bu ülkede, Alevi, Sünni, Süryani, Hıristiyan, vb. her inançtan, Türk, Kürt, Çerkez, Arap, vb. her ulustan işçilerin, yoksulların, halkın çıkarı ortaktır ve devrim bu bileşik, ortak mücadele ise zafere ulaşacaktır. Biz kimseye özel olarak özgürlük lütfedecek değiliz. Özgürlük isteyenler, demokratik haklar isteyenler bizzat kendileri sokağa çıkıp ne istediklerini söyleyecek ve istediklerini de alacaklardır. Bu bağlamda “ortak mücadele” her zaman ve her koşulda tek bir örgüt anlamına gelmez; ama bütün mücadele kanallarının tek bir kanalda buluşturulması anlamına gelir.
Sonuçta emperyalizm bu ülkeden tümden söküp atılmadan, onun toplumsal dayanağı olan işbirlikçi oligarşi yıkılıp, tüm ekonomik, siyasal, kültürel damarları kurutulmadan ne bağımsızlık, ne özgürlük, ne demokrasi, ne de insanca bir yaşam olabilir. Özgürlük, demokrasi ve insanca yaşam için, işçilerin birliği, farklı ulus ve inanç sahiplerinin kardeşliği zaferimiz için zorunludur. Devrimci sosyalizmin değişmez ilkesi son derece yalındır: Bu topraklarda özgür, eşit, kardeşçe olmayan hiçbir ilişkiyi tanımayız, kabul etmeyiz.
Alevi işçiler, yoksullar, aydınlar, halk, kendi burjuvazisi dahil tüm sınıf düşmanlarına, emperyalizme ve oligarşiye karşı mücadele ile bağımsız, demokratik, sosyalist bir ülke insanca yaşamı kurabilir. Siyasal özgürlükler, din ve vicdan özgürlüğü başta olmak üzere, işçileri, yoksulları, aydınları, halkımızı teslim alan, yaşam alanlarını sınırlayan tüm sorunların gerçek ve tam çözümü için, birleşelim, örgütlenelim, mücadele edelim.
Aleviler dahil her inanç sahibinin, her ezilen, ayrımcılığa uğrayan topluluğun kurtuluşu buradan geçmektedir.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19