Türkiye’nin özellikle son yirmi yılda yaşadığı
genel restorasyon sürecinin belli bir olgunlaşma
noktasına geldiği günümüzde, tarımsal yapı ve
köylü katmanlarının devrimci süreçteki rolü üzerine
tartışmalar yeniden güncellik kazanıyor. Özellikle
IMF ve Dünya Bankası dayatmalarıyla oluşan tasfiye
durumu, kökenleri cumhuriyetin kuruluşuna dek
giden tarımsal yasaların değiştirilmesi, tarımsal
üretimin geçmiş dönemlerde hiç olmadığı ölçüde
küreselleşmiş sermayenin ihtiyaçlarına bağlanması
ve bunun yarattığı, yaratabileceği hoşnutsuzluk
dalgası, konuyu dikkat çekici kılıyor.
60’lı ve 70’li yıllar itibarıyla büyük çoğunluğu
yerel tefeciler-tüccarlar üzerinden geleneksel-sağcı
partilere bağlanan, bir bölümü ise yörelere ve
durumlara bağlı olarak devrimci güçlerin etkinlik
alanı içinde kalan küçük köylülüğün, bugün içinde
bulunduğu vahşi tasfiye sürecinde politik tutumunu
nasıl belirleyeceği, daha doğrusu bu belirlemenin
hangi faktörlerin etkisiyle gerçekleşeceği, özel
bir önem kazanmıştır. Ecevit’in “kahramanlık gösterileri”
yaptığı 1974 “haşhaş ekim yasağı”(1) günlerinden
bu yana köprülerin altından çok suların aktığı,
emperyalist sistemin doğrudan müdahalelerinin
artık neredeyse doğallaştığı ve mikrofon uzatılan
her küçük üreticinin IMF Türkiye Masası şefinin
adını bir çırpıda telaffuz edebildiği koşullarda,
soruna yeniden bakmak, en azından doğru bir bakışın
verilerini ortaya koymak bugün zorunludur.
Şüphesiz tarımsal yapıdaki üretim ilişkilerinin
niteliği ve köylü katmanlarının devrimci mücadele
içindeki yeri üzerine yapılan teorik tartışmalar
Türkiye bakımından yeni değildir. Üzerinde yaşadığımız
coğrafyanın bir bölümü itibarıyla zaman zaman
ulusal sorunun da bir parçası olan kırsal potansiyel
sorunu, 60’lardan beri solda yoğun biçimde tartışılmış,
çoğu zaman da stratejik saptamaların konusu olarak
gündeme gelmiştir. Biz, bu yazının amacı ve sınırları
bakımından doğrudan böyle bir tartışmaya girmeyi
ve buna bağlı olarak kesin belirlemeler ortaya
koymayı hedeflemiyoruz; bu yazı kapsamında yapmaya
çalışacağımız şey, sorunun son yıllardaki, daha
doğru bir ifadeyle yeni dönemdeki manzarasını
genel olarak ortaya koymak ve bazı ön-sonuçlar
çıkarmak olacaktır. Kırsal alandaki gelişmeler
ve bunların politik etkisi üzerine daha yetkin
bir çalışma, tabi ki önümüzdeki sayılarda Sosyalist
Barikat’ın sayfalarında yer alacaktır; bir bakıma
daha güncel sayılabilecek olan bu çalışma ise
okurumuz tarafından bir ön-hazırlık olarak algılanmalıdır.
Üç dönem-üç politika
Yine de güncel olana gelirken, geçmişe dönük çok
kısa bir gezinti yapmak ve bir özet çıkarmak mümkündür.
Böyle bir kısa gezinti boyunca ilk göze çarpan
şey ise kırsal alan bakımından Türkiye’nin (bugünü
de kapsayan) üç esas aşamadan geçtiğidir.
Cumhuriyetin özellikle ilk yirmi yılını kapsayan
ilk aşama, bu alandaki statükoların ve ittifakların
korunduğu, radikal herhangi bir sıçrama yaşanmaksızın
(ki bu tarihsel bakımdan artık mümkün de değildir)
kapitalist birikimin oluşturulduğu bir çizgiyle
tarif edilebilir. “Bizde büyük araziye kaç kişi
maliktir? Bu arazinin miktarı nedir? Tetkik edilirse
görülür ki, memleketimizin genişliğine nazaran
hiçkimse büyük araziye malik değildir. Binaenaleyh
bu arazi sahipleri de himaye edilecek insanlardır”
(2) diyen ve “Ağalara toprak reformunu anlatmak
imkânsız. Bu reformu ele almak, bütün ağaları,
eşrafı kaybetmek demektir. Şimdilik toprak reformu
defterini kapadık” (3) belirlemesiyle durumu yeterince
açık biçimde ortaya koyan M. Kemal ve kadrosu,
zaman zaman iniş çıkışlar gösterse de bu esas
hattan ayrılmamışlardır. Böylece bir yandan işin
esası olan büyük toprak mülkiyeti korunurken,
diğer yandan da Osmanlı’dan devralınan toprak
hukuku düzene konulmuş, Medeni Kanun ve Kadastro
ile mevcut statüko yerine oturtulmuştur. 1925’te
“aşar” vergisinin kaldırılarak etkisiz bir nakdi
verginin konulması, büyük çiftliklerin kurulması,
tarım makineleri ithalatındaki kolaylıklar, 1924’de
Ziraat Vekaleti’nin kuruluşu ve daha sonra “Hayvan
Islahı Kanunu”ndan “Buğday Kanunu” ve “Zirai Mücadele
Kanunu”’na kadar bir dizi hukuk düzenlemesi, aynı
doğrultudadır.
Bu dönemin tarımla ilgili gelişmelerini uzun uzun
anlatmak gerekmiyor aslında. Bunun yerine, çok
büyük bir rahatlıkla şu söylenebilir: Toprak Mahsulleri
Ofisi’nden Zirai Donatım Kurumu’na dek bugün var
olan bütün tarımsal kurumlar, tarıma dayalı fabrikaların
büyük çoğunluğu, bir bölümü son dönemlerde değiştirilmiş
olan tarıma ilişkin bütün yasalar, tarıma yönelik
eğitim kurumlarının hemen hepsinin temel yapıları,
bu dönemin ürünüdür ve esas olarak dönem, bu anlamda
da bir “düzenleme” ve “kuruculuk” dönemidir. Tarımın
tartışılmaz ve yoğun ağırlığı bütün süreci belirlemektedir
ve aslında bu, politik ittifaklar anlamında da
bir statükonun ifadesidir. 1927 yılı verilerine
göre Türkiye’nin 13,6 milyon olan nüfusun %75’i
köylerde yaşamakta, %2,1’i sanayide çalışmakta,
%1,9’u ticaretle uğraşmaktadır. Tarım yapılan
alanlar 4,4 milyon hektardır ve feodal işleyişin
adeta simgesi sayılabilecek hububat tarımı hakimdir.
Öte yandan, 1927’de tarıma dayalı işletmeler,
toplam sanayi üretiminin de %65’ini üretmektedir;
keza dış ticaret bakımından da benzeri bir manzara
söz konusudur.
Ve tabii, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bir
dizi hukuksal-kurumsal düzenlemenin yapıldığı
dönem boyunca dokunulmayan tek şey mülkiyet yapısıdır.
1933-34 yıllarında “toprakların tapusuz kısmını
devlete mal eden” ve Ziraat Vekaleti ile Devlet
Şurası tarafından reddedilen birinci, CHP parti
grubunda kabul edilmeyen ikincisi, 1941-42 yıllarında
sonuçsuz kalan üçüncüsü ve nihayet 1945’te hazırlanıp
yasalaşmayan “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Tasarısı”
hep aynı dönemin ürünleridir ve hiçbir biçimde
hayata geçmemişlerdir.
1950’ler sonrasında yeni-sömürgeci ilişkilerin
gelişmesiyle başlayan ikinci aşama ise, esas olarak
ithal ikameci yoldan yürüyen “kalkınma hamlesi”yla
karakterize olmuş, emperyalizmle bütünleşerek
gelişen kapitalist ilişkiler gitgide tarımı daha
çok etkisi altına almıştır. Kapitalist altyapının
ve haberleşme-ulaşım ağlarının çoğunun zemininin
yaratıldığı bu dönem, feodal ilişkilerin hukuken
ve politik ittifaklar anlamında korunduğu ama
alttan alta da tedrici olarak çözüldüğü bir dönemdir.
Tarımsal mekanizasyon, sanayi bitkilerinin yaygınlaştırılması
ve tarım-pazar ilişkisinin kesinleştirilmesi,
tarımdaki birikimlerin işbirlikçi kapitalist ilişkilere
geçişinin temellerinin oluşması, toprağın mülkiyetindeki
yoğunlaşma ve milyonlarca insanın kentlere savruluşu,
karakteristik çizgilerdir. Tarımsal ürün destekleme
politikasının da en yoğun biçimde uygulanması
bu döneme denk düşer; 1960’lara dek 11 olan desteklenen
ürün sayısı 29’a çıkarılır. Büyük toprak ağaları
ve artık hatırı sayılır güçlere erişen tarım kökenli
kapitalist işletmeleri yoğun biçimde desteklenerek
politik ittifaklar da korunmakta, buna karşın
çok kısa süren bir “balayı”ndan sonra küçük üreticilerin
gitgide yoksullaştığı ve topraksız köylülerin
artarak patlama unsuru haline geldiği bir süreç
yaşanmaktadır. Bu arada Türkiye, hiçbiri yasalaşmayan
Toprak Reformu tasarıları bakımından gerçek bir
şöhrete sahiptir; 1935-1971 arasında tam 13 adet
tasarı özenle hazırlanıp yine aynı özenle rafa
kaldırılmıştır.
Ve elbette, denizin suyunun bitmesi de pek uzun
sürmemiştir. 70’lere doğru gelinirken emperyalist
sistemin tıkanışı, yeni sömürgeci ilişkilerin
zorlanmaya başlaması, tarımı da darboğaza sokmuştur.
Uzun süre yüksek tutulabilen ürün alım fiyatları
hızla düşerken, tarım girdileri fiyatları kapitalist
pazarın daralmasına bağlı olarak artmakta ve derinleşen
kriz koşullarında tarım, kurtulunması gereken
bir yük haline gelmektedir.
Olgunlaşmış biçimlerini bugün gözlemleyebildiğimiz
üçüncü aşama, bu anlamda aslında 1980’lerde başlayan
bir restorasyonun ürünüdür ve başlangıç noktası
aşağı yukarı 24 Ocak 1980 programına denk düşmektedir.
Emperyalist merkezlerin açık dayatmasıyla hazırlanan
ve ancak bir askeri cunta şartlarında gerçekleştirilebilen
24 Ocak programı, bütün emekçi kesimlere yönelik
bir saldırı olmasının yanında, tarıma yaklaşım
bakımından da kesin bir değişikliği simgeler.
Örneğin, 1980 sonrasında, desteklenen ürün sayısı
hızla azaltılarak 1985’te 13’e, 1990’da 9’a inmiştir.
Destekleme alım fiyatları iniş-çıkışlı bir rota
izlerken, tarımın piyasa koşullarına tabi olmasını
sağlayan politikalar hayata geçirilmiş, dış ticaret
korumacılığı azaltılarak girdi sübvansiyonları
kaldırılmıştır. Tarım piyasalarını düzenleyici
kamu kurumları etkisizleştirilerek özelleştirme
kapsamına alınırken bazılarının sahip oldukları
“tekel” gücüne son verilmiştir. 1960’lı yılların
moda deyimi olan “karma ekonomi” kavramı giderek
tarihe karışmış, tekelci burjuvazinin kesin ve
net egemenliği inşa edilirken politik anlamda
da bir hesaplaşma yaşanmıştır.
Örneğin, toplam sabit sermaye yatırımları içerisinde
tarıma ayrılan pay 60’lı yıllarda %13.5-%11.1
arasında iken 1999’a gelindiğinde %5’e kadar düşmüştür.
Tarıma verilen yatırım teşvik belgelerinin tüm
sektörler içindeki payı 1993-98 yılları ortalaması
%1.2’dir ve bu seramik sanayi için verilen teşvik
belgelerinden (%1.3) bile azdır.
Bu dönem, daha ayrıntılı olarak inceleyeceğimiz
gibi artık yalnızca oligarşi içi bir sorun olarak
büyük toprak sahipleriyle kopuşma bakımından değil,
tarımın bizzat kendisinin tasfiyesi bakımından
da çok trajik bir aşamanın kapısını aralamıştır.
Tarımda yıllık büyüme hızı ortalaması 1950-78
arasındaki dönemde yılda %3-3.5 iken 1963-80 yılları
arasında %1.8’e, 1989-98 yılları arasında %1.3’e
inmiştir. 1980’de 15,8 milyon olan büyükbaş hayvan
sayısı 1996’da 11,8 milyona, 48,6 milyon olan
küçükbaş hayvan sayısı da 42 milyona düşmüştür.
Sonuçta, özellikle 90’lardan sonra ayrıntılara
ilişkin kararların bile emperyalist finans kurumlarının
direktiflerine bağlandığı bir ortamda tarımsal
alan bir bütün olarak dünya pazarının ritmine
ve isteklerine bağlanmış, tarım sorunu ile emperyalizm
sorunu tarihte görülmemiş biçimde içiçe geçmiştir.
Yeni süreç ve küresel tahakküm
Özellikle yazımızın ilgi alanına giren bu yeni
süreç ya da üçüncü aşama, 80’lerde başlatılan
adımların belirli bir olgunlaşma evresi olarak
görülebilir. Sermayenin serbestçe dolaşımı için
bütün ulusal sınırların delik deşik edilmesi ve
sınırsız-kesin egemenlik biçimlerinin yaratılması
anlamına gelen emperyalizmin yeni süreci, daha
önceki sayılarımızda kapitalist iş örgütlenmesinin
ve emperyalist sömürünün yeni biçimleri bakımından
ele alınmıştı. Aynı sürecin tarım bakımından ifade
ettiği anlam ise, genel eğilimden çok bağımsız
değildir. Sermaye dolaşımının önündeki bütün engelleri
ortadan kaldıran “yeni” politik ve ekonomik düzen,
tarımsal alanda da sömürüyü kısıtlayan tüm sınırları
tasfiye etmeyi hedeflemiştir; böylece yeni sömürge
ülkeler bakımından tarım sektörü eski modeldeki
konumundan daha geriye doğru itilirken doğrudan
emperyalist mekanizmanın parçası haline getirilmiştir.
Uruguay Roundu olarak da anılan GATT’ın (Tarifeler
ve Ticaret Anlaşması) 8. Tur toplantıları, bu
politikaların belirlenip dayatıldığı en önemli
kurumsallık olmuştur. 1985’te başlayıp 7.5 yıl
süren toplantılar dizisinin sonunda varılan anlaşma,
genel gümrük indiriminin yanında, tarımdaki korumacı
önlemlerin kaldırılmasını da karara bağlamıştır.
Türkiye’nin de imzaladığı çok taraflı anlaşmaya
göre, tarımsal destekleme bütçeleri 6 yılda %36
oranında azaltılacak, çiftçi koruma sistemleri
kaldırılacak ve desteklenen ürünlerin ihracat
hacmi %21 azaltılacaktı. Başlangıçta nisbeten
“yumuşak” hükümler taşıyan bu koşullar, daha sonradan
IMF ve DB tarafından yapılan müdahaleler ve dayatmalarla
daha da ağırlaştırılmış, MAI anlaşmasıyla özellikle
yeni sömürge ülkelerin bütün ticari sistemleri
(ve bu arada tarım) emperyalist “hukuk”un parçası
yapılmıştır. O kadar ki, DTÖ’nün kuralları içersinde,
bir ülkenin tamamen kendine yeterli olduğu ürünlerde
bile %5 ithal mecburiyeti getirilmiş, tohum ve
ilaç alanında kesin tescil uygulamasına geçilerek
lisanssız tohumu “hırsızlık” sayan yeni bir düzen
yaratılmıştır.
Bu uluslararası kapsam içinde, Türkiye bakımından
sürecin bir anlamda miladı sayılan 24 Ocak 1980
kararları, daha doğrusu kararların arkasındaki
emperyalist finans kurumlarının direktifleri,
son derece açıktır ve üç maddede özetlenebilir:
tarım ürünleri taban fiyatlarının düşük tutulması,
tarımsal desteklemelerin azaltılması veya kaldırılması
ve tarım girdilerinin fiatlarının dolara endeksli
olarak serbest bırakılması...
Bu, özelleştirme furyasının 83’lerde başlayan
ilk adımlarıyla birlikte düşünüldüğünde, tarıma
yönelik sistemli bir saldırının başlangıcıdır
ve aslında tekelci burjuvazinin 12 Mart 1971’de
deneyip geri adım attığı bir hesaplaşmanın yeni
aşamasıydı. Tekellerin “kaynakları hortumlayan
ama vergi filan vermeyen” tarım kesimi konusunda
neredeyse otuz yıldır ima yoluyla dile getirip
durduğu “asalaklık” suçlaması, ilk kez gerçekten
yaşamın içinde somut bir programatik anlam kazanıyordu.
Böylece, tarımsal üretim kapasitesi düşürülecek,
tohum, gübre, ilaç, akaryakıt, makine gibi çiftçinin
almak zorunda olduğu girdilerin fiyatları dolara
endekslenerek sürekli biçimde yükseltilecek, tarımsal
kredilerin faiz oranları yükseltilirken bunun
karşısında ürün bedelleri düşük tutulacaktı. Bu
arada, tarımsal ürünlerin ithalatı üzerindeki
kısıtlamalar kaldırılırken, yeni bir pazarın da
kapıları açılmış olacaktı. Elbette bütün bunlar,
“hain bir plan”ın uygulamaları değil, tıkanan
sistemin geldiği noktada yeni-sömürgeci ilişkinin
değişen boyutlarının zorladığı koşullardı.
Emperyalist direktifler ve “niyet mektupları”
80’lerden beri geliştirilen ama zaman zaman politik
nedenlerle de uygulamaları kısmen geciken bu politikaların
en açık görünümleri, 1999 sonrasında ortaya çıkmıştır.
Özellikle Aralık 1999 ile Aralık 2000 arasındaki
bir yıllık süreçte 2000-Programı çerçevesinde
IMF ve DB’na sunulan 5. Niyet Mektubunda tarıma
ilişkin verilen taahhütlerin yeni sürecin temellerini
oluşturmuştur. 2000 Programı çöktüğünde imdada
yetişen 2001 Programı ve ünlü Derviş kapitülasyonları
da tarımla ilgili olarak aynı mantığın devamı
anlamına gelmiştir. 15 Mart 2001’de açıklanan
“Programın Genel Stratejisi” metninde ya da 14
Nisan 2001’de açıklanan “Güçlü Ekonomiye Geçiş
Programı” metninde “acil yasal düzenlemeler” başlığı
altında ortaya konulanlar da aynı çerçevededir.
Görülmektedir ki, Yapısal Uyum Programı’nın en
önemli ayağı, tarımın tamamen emperyalist pazara
bağlanmasını içermektedir.
9 Aralık 1999 tarihinde IMF’ye verilen ana Niyet
Mektubu’nda açıkça, “Reform programımızın orta
vadeli amacı var olan destekleme politikalarını
safhalar halinde ortadan kaldırmak ve fakir çiftçileri
hedef alan doğrudan gelir desteği sistemi ile
değiştirmektir” denilmekte ve daha sonra DB’na
verilen 10 Mart 2000 tarihli Niyet Mektubu’nda
da “Tarım alanında, hükümet, büyümenin desteklenmesi
ve tarımsal destekleme politikalarının bütçe ve
tüketiciler üzerindeki yükünün azaltılması için
geçmişe kesin bir set çekme niyetindedir. Orta
vadeli hedef, hükümetin sübvanse ettiği girdi,
kredi ve temel mahsullerdeki fiyat desteklerine
dayanan mevcut sistemin, zaman içerisinde küçük
çiftçileri giderek daha fazla hedefleyecek doğrudan
gelir desteği programı ile değiştirilmesidir”
ifadeleri yer almaktadır.
Aynı metinde, “tarımsal reform programı, devletin
tarımsal üretim ile tarımsal sanayi üretiminde
doğrudan bir rol almaktan çekilmesine yönelik
orta vadeli hedef doğrultusunda, sektördeki devlet
varlıklarının ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesini
kapsamaktadır” denilerek, tarımdaki büyük tasfiyenin
ve özelleştirmenin güvenceleri verilmektedir.
Niyet mektuplarının şimdiye kadarki “destekleme
politikası”nı hedef tahtasına koyması, tekelci
burjuvazinin 30 yıllık rüyası düşünüldüğünde dışsal
nedenlerin ötesinde içsel çıkarlar bakımından
da rastlantı değildir. Örneğin, 9.12.1999 tarihli
Niyet Mektubundaki geçmişe dönük eleştiriler,
adeta herhangi bir TÜSİAD kodomanının ağzından
çıkmış gibidir. “Halihazırda uygulanmakta olan
tarımsal destekleme politikaları fakir çiftçilere
destek sağlamanın en düşük maliyetli yöntemi değildir”
gibi makul görünen noktalardan başlayıp, [bu uygulama]
“fakir çiftçilerden çok zengin çiftçilere fayda
sağlamaktadır” gibi “sosyal içerikli” cümlelere
dek uzanan bu eleştiriler, sonuçta “bütün bunların
ötesinde, bu politikalar, son yıllarda ortalama
olarak GSMH’nın %3’ü gibi bir maliyet ile vergi
mükellefleri üzerine yük getirmektedir” cümleleriyle
meselenin özüne gelmektedir!
Bütün mektupların favori kavramı ise “rasyonalizm”dir.
“Geçiş döneminde tarım politikaları rasyonalize
edilecektir”, “Hükümet, doğrudan gelir desteği
sistemi hazırlıklarının yanı sıra tarımsal destekleme
politikalarını rasyonel hale getirme çabalarını
hızlandırmaktadır” gibi laflar mektuplarda ardı
ardına sıralanmakta ve böylece “tasfiye” kavramı
“rasyonalizasyon” kavramının arkasına gizlenmektedir.
Direktiflerin ve verilen güvencelerin en temel
noktası ise “Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri’nin
(TSKB) bağımsız kurumlar haline dönüştürülmesi”dir.
“TSKB’lerin işletilmesinde bütün öncelik haklarının
ve hükümetin rolünün ortadan kaldırılması” hedefi,
“politik müdahalelerin/partizanlığın önlenmesi”
gibi halka şirin görünen bir siyasi demogojiyle
sunulsa da gerçek amaç, bu alanın çökertilmesi
ve emperyalist piyasanın doğrudan hakimiyetinin
sağlanmasıdır. Üstelik bu konularda da aynen diğer
özelleştirme uygulamalarında olduğu gibi bol bol
çarpıtma örneklerine rastlanmış, hiçbir biçimde
zarar etmeyen kurumların batmış gibi gösterilmesi,
kolayca önlenebilir zararların kasıtlı biçimde
önlenmemesi türünden sahtekarlıklar sık sık gözlenmiştir.
18 Aralık 2000’de, IMF’ye verilen üçüncü ek niyet
mektubunda da aynı şeyler “tarım politikalarının
reformunda, tüm dolaylı destek politikalarından
2002 sonuna kadar kademeli olarak vazgeçilmesi
ve doğrudan gelir desteği (DGD) sisteminin uygulanmasına
geçilmesi amaçlanmaktadır” şeklinde ifade edilmekte
ve dünyada benzeri görülmemiş bir hızla çok kapsamlı
değişikliklerin garantisi verilmektedir.
Gerçekten de, 2000 yılı içinde program doğrultusunda
önemli mesafeler de katedilmiş, örneğin tüm TSKB’leri
yeniden yapılandıracak bir Yeniden Yapılandırma
Kurulu’nun oluşturulması tamamlanmış; tahıllardaki
dış ticaret korumasında indirim başlatılmış, destekleme
alımları için ödenen fiyatların hedeflenen enflasyonu
aşmayacağı taahhüdüne kriz koşullarına rağmen
uyulmuştur.
“Destekleme”nin hakkından gelmek için
Niyet mektuplarının tarımı desteklemenin sona
erdirilmesine ilişkin bölümleri son derece açıktır.
Fiyat garantisiyle destekleme alımlarının, girdi
desteğinin, kredi desteğinin, prim desteğinin
2 yıl içinde tamamen ortadan kaldırılması, buna
ilişkin tüm kurumsal mekanizmanın özelleştirme-tasfiye
yoluyla sistemden çıkarılması, TSKB’lerin tedricen
işlevsizleştirilmesi ve bu kurumların sınai tesislerin
tasfiyesi ve nihayet tarım ürünlerine yönelik
ithalat koruma oranlarının yüzde 45’ten yüzde
5 düzeyine çekilerek anlamsızlaştırılması mektuplarda
ayrıntılarıyla tanımlanmış ve araçları, aşamaları
belirlenmiştir.
Fiyatlar alanında, alım fiyatlarının hedeflenen
enflasyona endekslenmesi, buğday fiyatlarının
Şikago Borsası fiyatları referans alınarak oluşturulması,
TMO satış fiyatlarının maliyetleri karşılayacak
düzeyde tutulması, 2002’de destekleme fiyatı açıklanmaya
son verilmesi;
Alımların sınırlanması bakımından, şekerpancarı
kotalarının belirlenmesi, Tütünde destekleme alımının
2001’de sona erdirilmesi, TMO stoklarının azaltılması;
Mali destek sınırlamaları olarak, Şeker Fab.A.Ş’nin
zararlarının karşılanmasının bütçeye konulan sabit
ödeneği aşmaması, yağlı tohum ve bitkilerde destek
primlerinin sınırlandırılması, çay budama tazminat
ödemelerinin azaltılması ve bütçe ödenekleriyle
sınırlandırılması; girdi (gübre) desteğinin nominal
olarak sabit tutularak tedricen tasfiyesi, TSKB’lere
devletçe “herhangi bir mali destek sağlanamayacağı”nın
yasa hükmü yapılması, Ziraat Bankası’nın kredi
sübvansiyonu toplam maliyetinin 1999’a göre yarı
yarıya düşürülmesi ve bu amaçla ZB tarımsal kredi
faizlerinin %60-65 düzeyindeki oranlarının gösterge
faiz hadlerine eşit oluncaya kadar düşürülmemesi;
Özelleştirme hedefleri olarak, orta vadede devletin
tarımsal üretim ile tarımsal sanayi üretiminde
doğrudan bir rol almaktan çekilmesi, Türkiye Şeker
Fabrikaları Anonim Şirketi’nin 2002 sonuna dek
tümüyle satılması, TEKEL fabrikalarının Özelleştirme
İdaresi’ne devri, alkollü içkiler kanununun değiştirilerek
alanın özel sektöre açılması, Tütünde destekleme
alımına son verecek, tütün alımında ihale mekanizmasını
oluşturacak tütün kanununun çıkarılması, Ziraat
Bankası’nın 4-5 yıl içinde satılması, en geç 4.5
yıllık bir süre içinde özelleştirilmesi, ÇAYKUR
işletmelerinin özelleştirilmesi, TZDK, TİGEM,
TÜGSAŞ, İGSAŞ’ın özelleştirme kapsamında değerlendirilmesi
ve TSKB’lerenin tedricen özelleştirilmesi gibi
maddeler (belki okura inanılmaz gelecektir ama)
IMF’ye verilen Niyet Mektupları’nda ayrıntılarıyla
yer almıştır.
Üstelik aynı mektuplar uyarınca “Kooperatif ve
birliklere (...) devlet veya diğer kamu tüzel
kişilerinden herhangi bir mali destek sağlanamayacağı”
kesin bir yasa maddesi haline getirilmiş, örneğin
banka sektörü bakımından akıllardan bile geçirilmeyen
bir katı “liberalizm” tarım alanı için uygun görülmüştür.
Doğrudan gelir desteği: Bir tür rüşvet
IMF’ye verilen Niyet Mektupları’nda en çok sözü
edilen uygulamalardan biri olan Doğrudan Gelir
Desteği (DGD) ise önü kesilmesi gereken tarım
alanlarında oluşacak tepkileri geçici olarak engellemeyi
amaçlayan bir tür rüşvettir. 14 Mart 2000 tarihinde
yürürlüğe giren yasa uyarınca, destekleme sistemlerinin
kaldırılmasının yaratacağı tepkilere karşı bir
geçiş uygulaması getirilmiş, 200 dönümden az araziler
için neredeyse karşılıksız denebilecek bir biçimde
tapu sahiplerine dönüm başına 10 milyon TL ödenmesi
kararlaştırılmıştır. Bir kaç yıl içinde tamamen
kaldırılacak olan bu uygulama, IMF’nin direktifidir
ve dünyanın hiçbir ülkesinde tek başına uygulanmamaktadır.
DGD ödemelerinin, 200 dönüme kadar arazi miktarı
için dönüm başına 10 milyon lira olarak yapılacağı,
5 dönümün altında arazisi olana ise 5 dönüm üzerinden
ödeme yapılacağı belirtilmiştir. Buna göre 5 dönümlük
arazisi olan bir çiftçinin alacağı destek 50 milyon
lira, 200 dönümlük bir araziye sahip çiftçinin
ise 2 milyar liradır. Geri dönüşsüz hibe biçiminde
yapılan bu parasal yardım, uzun süreli de değildir.
Yani bir süre sonra, tarıma istenilen biçim verildiğinde,
IMF ve oligarşi bu yükten kurtulacaklar ve geriye
milyonlarca işsiz kalacaktır.
Öte yandan, doğal olarak yerel kayıtlar üzerinden
yapılan bu ödemeler, kısa sürede tarımla ilgisiz
insanları, arazi spekülatörleri, konut yapı kooperatifleri,
kuyumcu, mühendis, avukat, doktor, tüccar, otelci,
un fabrikatörü, serbest meslek sahiplerini harekete
geçirmiş, sonuçta uygulama genel bir arpalığa
da dönüşmüştür. Öyle ki daha ilk pilot uygulamada,
başvuru sayısı, beklenenin üç katı olabilmiştir.
Tarımı değil, tarım yapmamayı özendiren bu sistem
sonucu, bir yıl içersinde 995 trilyon lira ödeme
yapılmıştır. AB ülkelerinde ve ABD’de ancak diğer
girdi, pazar destekleriyle birlikte uygulanan
sistem, Türkiye’de kasıtlı olarak üretim ve verimlilik
referanslarından uzak tutulmuştur. Rastgele değil,
çokuluslu şirketlerin çökertilmesini emrettikleri
alanlara yöneltilen bu uygulamanın maliyeti ise
yine iç borçlanma yoluyla vergilerden ve başka
kaynaklardan çıkmaktadır. Kısacası, kotalarla,
düşük fiyatlarla belli alanlarda tarım yapmaları
engellenen üreticiler, bir süreliğine bu rüşvetle
oyalanacaklar ve sonuçta her şey bittiğinde ortada
boş araziler ve kentlere yığılmaya devam eden
topraktan kopmuş kitleler kalacaktır.
Sonuçlar ve olası gelişmeler
Yapmaya çalıştığımız bu kısa özetten de anlaşıldığı
gibi, 1970’li yıllardan itibaren temelleri atılan
ve 1990’lar boyunca olgunlaştırılan yeni süreç
kapsamında tarımsal alan, kilit sektörlerden birini
oluşturmakta ve hem dünya ölçeğinde hem de Türkiye’deki
uygulamalar açısından ciddi incelemeleri hak etmektedir.
Sermaye dolaşımı ve sömürünün önündeki bütün engelleri
ortadan kaldırmayı hedefleyen “küreselleşmiş soygun
düzeni”, bu anlamda dünyayı adeta büyük (ve şüphesiz
Ortaçağ’dakinden çok farklı anlamda) bir “derebey
çiftliği” gibi tasarlamakta, “ortakçılar”, “tarım
işçileri” ve kaderi çiftlik sahibinin/tüccarın
insafına kalmış “küçük çiftçiler”den oluşan bu
düzenleme içinde, doğa ve insan kaynaklarının
tüketilmesi pahasına da olsa kârı azamileştirmeye
yönelmektedir.
Bu gelişmelerin sonuçları (en azından şimdiki
veriler üzerinden) değerlendirildiğinde, Türkiye
açısından (hatta belki yeni sömürge ülkelerin
çoğu için) yapılabilecek anlamlı saptamalardan
biri, tarım sorununun artık ağırlıklı olarak toprak
mülkiyetinin paylaşımıyla ilgili bir sorun olmaktan
öteye geçtiği ve doğrudan emperyalizmle ilgili
bir sorun haline geldiğidir. Gerçekten de, tarihte
örneği görülmemiş ölçüde yoğunlaştırılan, en küçük
ayrıntılara dek uzanan bir çokuluslu şirketler
hegemonyası, dünyanın birçok köşesinde ve Türkiye’de
kendine-yeterli, kısmen kapalı yapıları dağıtmakta
ve kırsal alanların her metrekaresini ve her ürünü,
kullanılan her girdiyi dolaysız biçimde denetim
altına alma hedefine doğru ilerlemektedir ve bu
noktada, köylü katmanlarının ve küçük tarım üreticilerinin
tepkilerinin gelecekteki biçimlerinin daha fazla
anti-emperyalist/anti-kapitalist tutumlara doğru
kayması beklenebilir. Türkiye bakımından 60’lı
yıllardaki ETÜS (Ege Tütün Üreticileri Sendikası)
ya da Fındık, vb mitingleri döneminin tekrarlanmasını
beklemek belki bugün için erkendir ama sistemle
karşı karşıya gelen toplumsal kesimler bakımından
esas sorunun devrimci iradenin yokluğu koşullarındaki
güvensizlik olduğu unutulmamalıdır. Bu iradenin
kendisini ortaya koyması halinde, kırsal alanda
emperyalizm ve yerli oligarşinin politikalarından
zarar gören kitlelerin daha aktif olması mümkündür.
Bugünlerde bağımsız çıkışlarla ya da sağ partilerin
manipülasyonuyla tepkileri ifade eden yığınlar,
bütün düzen temsilcilerinin aynı politikaların
arkasında durduğunu gitgide daha çok farketmektedirler
ve bu durum, kırlarda ciddi devrimci faaliyetlerin
önünü açmaktadır.
Emperyalist politikaların tarımda yarattığı yıkımın
gerçek sonuçlarının bir süre sonra kendisini daha
açıkça ortaya koyacağı düşünülürse, bu çürütücü
politikaların pek yakında kentlere eskisinden
çok daha fazla sayıda insanı yığması da beklenebilir.
60’lı yıllardaki büyük dalganın ardından gelen
90’ların Kürt göçüyle sarsılan metropoller, büyük
bir olasılıkla bu kez de boşaltılmış-kurutulmuş
tarım alanlarından akan işsizler kitlesiyle yeniden
biçimlenmek zorunda kalacaktır. Ki, bu da şüphesiz
devrimci hareketin gündemine alması gereken bir
durumdur; çünkü her yeni dalganın eğer devrimci
bir özümseme kapasitesiyle karşılanamıyorsa büyük
bir lümpenleşme eğilimi yarattığı deneyimlerle
bilinmektedir.
Ve nihayet, son yirmi yılda düzen cephesinde yaşanan
bir dizi hesaplaşmanın oligarşinin bileşimini
büyük ölçüde homojenleştirdiği ve tarımdaki gelişmelerin
de bu saflaşmayı artırdığı söylenebilir. Mezopotamya
ayağı bakımından, yöresel feodal egemenliklerin
törpülendiği savaş süreci zaten yeterince “temizlik”
anlamına gelmiştir. 50’li, 60’lı yıllar boyunca
bölgede “altın devirler” yaşayan büyük yerel güçlerin
bir bölümü savaş süresince ulusal dinamik tarafında
yer aldıkları için “malum” yöntemlerle zayıflatılır
ve etkisizleştirilirken, düzen cephesinde yer
alanlar da aslında “koruculuk” rütbesine düşerken
bir yandan rantlar sağlamışlar ama diğer yandan
da topraktan kaynaklanan güçlerinin bir bölümünü
yitirmişlerdir. Batı’da ve orta kesimlerde ise
işler uzun süredir kapitalizmin oyun kurallarıyla
yürümektedir ve artık iktidara bir biçimde ortak
olabilecek çapta iktisadi-politik güce sahip feodal
ailelerin varlığından söz edilememektedir. “Küreselleşmiş”
sömürü düzeninin tarımın bütün ayrıntılarına hakim
olmaya başladığı yeni süreçte, bu tür güçlerin
iyice törpüleneceği ve oligarşik diktatörlüğün
tekelci burjuvazi ekseninde tamamen saflaşacağı
kesin gibidir; hatta bu sürecin büyük ölçüde tamamlandığı
bile söylenebilir. Şüphesiz bu durum, devrimci
mücadele açısından herhangi bir potansiyel içermemektedir;
ama böylece ortaya çıkabilecek bir “kaybetmişler”
potansiyelinin düzen içi muhalefet kanallarına,
yer yer İslami kanallara akması mümkün görünmektedir.
Sonuçta, ne olursa olsun, tarımdaki emperyalist
zorbalığın sonuçlarının genel toplumsal yapı bakımından
ağır olacağı; bugünkü ve gelecekteki IMF-DB operasyonlarının
yeni toplumsal katmanları düzenin kenarına, lanetlenmişler
tarafına doğru iteceği kesindir. Ve bu durum,
devrimci hareket bakımından ciddi olanaklar yaratmaktadır.
Yeter ki, devrimci hareket, kitlelerle arasındaki
esas sorunu, “güven” sorununu aşabilsin, bunun
için ciddi adımlar atabilsin...
Dipnotlar:
(1) 1974’teki Ecevit iktidarı sırasında, ABD’nin
verdiği “haşhaş ekiminin yasaklanması” emri, uzunca
bir süre tartışılmış ve sonuçta “ekim alanlarının
sınırlanması ve denetlenmesi” formülüyle tatlıya
bağlanmıştı.
(2) Söylev ve Demeçler, Akt. İsmail Cem, Türkiye’de
Geri Kalmışlığın Tarihi.
(3) S.Sertel, “Roman Gibi”, sf:76, Akt. Y. Küçük
|