“İnsan tacirleri 46 kişiyi ölüme götürdü.”
Artık neredeyse her ay en az bir defa gazetelerde
böyle bir haber okuyoruz; talihsiz insan öyküleri
televizyon ekranlarını kaplıyor ve toplu olarak
“insan tacirlerini lanetleme” ayinleri yapılıyor…
Olay artık komedi filmlerindeki “Münih yerine
İstanbul’a adam indirme” esprisini çoktan aştı;
artık insanlar doğrudan doğruya ölüme gidiyorlar
ve bütün yaşanan facialara rağmen bunu ısrarla
yapmaktan da vazgeçmiyorlar. Bu satırların yazıldığı
anda da Ege sahillerine yeni cesetler çıkarılıyor
olabilir. Iraklılar, Kürtler, Pakistanlılar, Filistinliler…
Vicdanını neoliberalizmin ameliyat masasında aldırmış
olanlar için mesele gayet basit; sahil güvenlik
devriyelerini artıralım, olsun bitsin!
Ama sorunun gerçek boyutları hiç de o kadar basit
değil.
Yalnızca 2007 yılında Ege Denizi’nde ölen insan
sayısı 82 kişi; ve 102 kişi de kayıp!
Merkezi İzmir’de bulunan İnsan Hakları Gündemi
Derneği (İHGD)’nin raporuna göre 1994-2007 yılları
arasında Ege Denizi’nde 410 kişi hayatını kaybederken,
402 kişi de kaybolmuştur. Ayrıca Sahil Güvenlik
Komutanlığı raporuna göre, yalnızca 2007’de kaza
geçirmeden yakalanıp durdurulan insan sayısı 4
bin 692 kişi… Bütün bu engelleri aşarak başarıya
ulaşanları da tahminen hesapladığımızda yalnızca
Ege’de önümüze çıkan tablo on bin rakamına denk
düşmektedir. Ki, buna kara sınırları dahil değildir.
Daha geçenlerde İran sınırında donarak ölen 7
kişinin kurtlar tarafından parçalanmış cesetleri,
tablonun başka bir yönünü anlatıyor.
Ve tabii bütün bunlara Türkiye’deki toplamı bir
milyonu aşan yabancı kaçak işçiler, organları
çalınarak satılan insanlar, köle çocuklar ve fuhuş
alanı da dahil edilmelidir.
Yeni Dünya Düzeninin Kirli Yüzü: İnsan Ticareti
Elbette sorun yalnızca Türkiye ile ilgili değil.
Aslında sorunun gerçek boyutları özellikle son
30 yılda bütün dünyayı sarmış durumda. Yerinden
yurdundan edilmiş milyonlarca yoksul insan bugün
büyük emperyalist ülkelerin metropollerinde yaşıyor;
öyle ki BM raporlarına göre dünyadaki her 35 kişiden
birinin şu ya da bu nedenle göçmen olduğu ifade
ediliyor. VE tabii çoğu kez bu rakamlar ülkelerin
içinde gerçekleşen büyük göç dalgalarını dikkate
almıyor.
Çocuklar ve kadınlarla ilgili durum ise ciddi
bir insanlık trajedisi haline gelmiş durumda.
Uluslararası Çocuk Fonu UNICEF’in yaptığı bir
araştırmaya göre, dünyada her yıl 1 milyondan
fazla çocuk insan tacirleri tarafından satılıyor.
Tüm dünya genelinde her yıl 1.2 milyon çocuk tarım,
madencilik, ev hizmetleri ve fuhuş sektöründe
çalıştırılmak üzere satılıyor ve bunların büyük
çoğunluğu Orta Avrupa, Asya ve Afrikalı.
Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi’nin
(UODC) raporuna göre bir bütün olarak insan ticareti
konusunda en kilit ara halkalardan biri Türkiye.
Raporda, insan tacirlerinin kaçırdıkları insanları
en çok Belçika, Almanya, Yunanistan, İsrail, İtalya,
Japonya, Hollanda, Tayland, Türkiye ve ABD’ye
getirdikleri vurgulanıyor. Türkiye, raporda insan
kaçakçılığı konusunda “Yüksek seviyede geçiş ülkesi”
olarak tanımlanıyor. Ayrıca Türkiye “orta seviyede”
göç kaynağı olarak da bir başka rütbeye sahip!
Ve tabii rapora bakıldığında sorunun asıl mağdurlarının
kadınlar olduğu görülüyor. Dünyada bir biçimde
satılan, kaçırılan her 100 kişiden 77’sinin kadın,
14’ünün çocuk ve 9’unun erkek olduğu bildiriliyor.
Yerini Yurdunu Terk Etmek…
Elbette soruna böyle rakamlar dünyasından bakıldığında
sadece hukuki bir yaklaşıma ulaşmak ve bütün suçu
“insan tacirleri” ve mafyanın üzerine yıkmak mümkün.
Zaten resmi güçler de böyle yapıyor. Kimse yakalananlara
neden ülkelerini terk ettiklerini sormuyor; sorulan
tek soru “kime kaç para verdin” oluyor. Böylece
her seferinde birkaç ah vah çekildikten sonra
her şey unutuluyor, her şeyin üstü örtülüyor.
Oysa gerçekte artık herkesin bildiği gibi bütün
sorun, küresel kapitalist soygunun dünya çapında
yarattığı tahribatla ilgilidir. Kimse keyfinden
ya da sıradan sebeplerle yerini yurdunu terk etmiyor.
Bu anlamda belki de işin en son halkasını bu insanları
kandırarak ölüme terk eden şebekeler oluşturmaktadır.
Şüphesiz bu ahlaksız çeteler umutsuz insanların
durumlarını kullanarak büyük servetler kazanıyorlar;
ama işin bu yönüne bakarken halkların yoksulluğunun
ve umutsuzluğunun gerçek sorumlusu olan asıl çeteyi,
yani emperyalizmi görmemek son derece yanlıştır.
1990’larla başlayan yeni tarihsel sürecin manzarası
bu bakımdan tam bir felakettir. Kayda değer bir
insani olgu üretmeksizin dünyanın en ücra köşelerini
dolaşan emperyalist sermaye, özellikle dibe itilmiş,
gözden çıkarılmış ülkeleri yoksulluğun batağında
boğmakta, bu ülkeleri, insani bakımdan olduğu
kadar ekolojik bakımdan da yaşanamaz hale getirmektedir.
Bu koşullar altında tek yaşam umudu olarak gözlerini
Batı metropollerine diken yoksul halkların göçü
anlaşılabilir bir olgudur. Yerini yurdunu terk
eden milyonlarca insan yollara düşmekte, önemli
bir bölümü yollarda yaşamını yitirirken, sonuçta
her nasılsa “hedefe varanlar”ı ise en ağır işler,
aşağılanma ve ırkçılık beklemektedir.
Örneğin bugün, dünyadaki toplam gıda üretim potansiyelinin
10,5 milyar insanın sağlıklı beslenmesine yetebileceği
hesaplanmaktadır. Ama buna karşın 800 milyon insan
resmen açtır ve yılda 11 milyon çocuk açlıktan
ölmektedir. Bugün dünya nüfusunun yarısı, yani
3 milyardan fazla insan günde 2 dolardan daha
az, 1,5 milyar insan da 1 dolardan daha az bir
gelirle “yaşıyor”. Buna karşılık dünya nüfusunun
yüzde 10’u, dünya toplam gelirinin yüzde 70’ini
alıyor.
Afganistan’da günlük ortalama gelir 44 cent, Etiyopya
ve Kongo’da ise 27 centtir. Doğu Asya ve Pasifik
ülkelerinde yaşayan 267,1 milyon kişi, Doğu Avrupa
ve Orta Asya ülkelerinde yaşayan 17,6 milyon kişi,
Latin Amerika ve Karayipler’de yaşayan 60,7 milyon
kişi, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yaşayan 6 milyon
kişi, Güney Asya’da yaşayan 521,8 milyon kişi,
Sahra altı Afrika’da yaşayan 301,6 milyon kişi,
günde 1 dolardan daha az gelirle yaşamını sürdürüyor.
Dünya Bankası ve IMF’nin sahnede olduğu 50 yılı
aşkın sürede yoksulluk giderek artmıştır. Dünyanın
en yoksul ülkelerinde kişi başına düşen gelir,
1970-1985 yıllarında zengin ülkelerdeki kişi başına
gelirin yüzde 3,1’i düzeyindeyken, bu oran 1990’ların
sonunda yüzde 1,9’a dek düştü. Ve tabii bu oran,
ülkeler arası ortalama gelir uçurumunu bize anlatır;
yoksul ülkelerde de zengin-yoksul uçurumunun olduğu
hesaba katılırsa durumun çok daha vahim olduğu
görülür.
Ve öte yandan dünyadaki en zengin 500 kişinin
toplam yıllık geliri, en yoksul 416 milyon kişinin
toplam gelirinin üzerinde bulunuyor. Aşırı yoksulluğu
gidermenin faturasının ise 300 milyar dolar dolayında
olduğu tahmin ediliyor. Bu da, dünya nüfusunun
en zengin yüzde 10’luk kısmının toplam gelirinin
yüzde 2’si bile etmiyor.
İşte tablo budur…
Umutsuz insanları kucaklarında çocuklarıyla birlikte
ölümün kucağına iten manzara budur. Ve bu manzara
devam ettiği sürece sahil güvenlik denizden daha
çok ceset toplayacak, sağ yakalananları ise koyacak
yer bulunamayacaktır.
Dünya, bu insanlık dışı düzene mahkum ve mecbur
değildir.
Herhalde söylenebilir, en kötü devrim, bu rezillikten
iyidir.
.
|