Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

59. Sayı - Nisan/Mayıs 2008

Aylardır tekelci kapitalizmin merkezleri kriz korkusuyla, daha doğrusu mevcut krizin genel bir çöküntüye dönüşmesi korkusuyla yatıp kalkıyor. Kriz meselesinin “biraz da psikolojik etkenlerle büyüdüğünü” düşünen ve bu yüzden her zaman mümkün olduğunca temkinli davranan finans patronları bile artık ağızlarının kilidini çözmüşler. Herkes büyük bir rahatlıkla krizden, neoliberal düzenin temel varsayımlarının çöktüğünden ve “1929 krizinden daha beter bir durumun ortaya çıktığından” ve “olayın kontrol edilemez hale geldiğinden” söz ediyor.
Aslında belki de 1929 krizini ve Keynes’i anımsayarak işe başlamakta yarar var.
Bilindiği gibi 1929’da başlayan ve 1930’lu yıllar boyunca devam eden kapitalizmin büyük krizi, ABD ve Avrupa’yı (ve doğal olarak bütün dünyayı) uzun süre sarsmış, bir ucu faşizme ve 2. Paylaşım Savaşı’na dek uzanan yıkıcı etkiler yaratmıştı. Büyük kriz, özellikle ABD’de en çok sanayileşmiş şehirleri vurmuş, bu kentlerde bir işsizler ve evsizler ordusu yaratmış, tarım ve sanayi neredeyse çökme noktasına gelmişti. Ünlü iktisatçı Keynes’in bu süreçte yaptığı ise aslında kapitalizmin -Marks tarafından çok önceden açıklıkla tespit edilmiş bulunan- gerçeğini bir kez daha “keşfetmek” ve buna uygun politikalar önermekten ibaretti. “Keşfedilen” gerçek, kapitalizmin anarşik yapısı ve “kapitalist piyasanın kendi kendisini dengelemesinin mümkün olmadığı”ydı. Arz-talep, üretim-tüketim, fiyatlar-faizler gibi unsurların kendi kendine işleyeceği, daha doğrusu “piyasanın gizli eli”nin bu işleri kendiliğinden bir düzene sokacağı yolundaki tez, aslında zaten başındanberi kocaman bir yalandı ve en önemlisi de bu yalan üzerine kurulu düzen, eğer müdahale edilmezse her kriz döneminde ayaklanmalardan ve devrim tehlikesinden kurtulamıyordu. Çünkü krizler, işçi sınıfının “herkes kazanıyor” yalanını en iyi kavradığı ve bütün uzlaşma köprülerini söküp attığı, gücünü açığa çıkardığı zamanlar oluyordu. Bu anlamda Keynes’in ve onun New Deal (Yeni Düzen) politikalarını uygulayan Roosvelt gibi ABD başkanlarının yaptığı, kapitalizmi kendi yıkıcılığından korumaya çalışmak, devlet müdahalesiyle talebi, ve yatırımları güçlendirmek, tüketim dengelerini kuracak iş olanakları ve gelir kaynakları yaratmaktı.
Daha sonraları, II. Paylaşım Savaşının ardından emekçilerin baskısı ve sosyalist sistemin yarattığı korkuyla beslenen bir süreçte, kapitalist devletin ekonomiye müdahalesi ve “sosyal” kurumları -mecburen- ayakta tutması alışılmış bir uygulama haline geldi. Ancak bu durum, 1970’te yeniden ortaya çıkan krize dek nispeten korunabildi ve 1970’ler sonrasında artık sömürü düzeninin mevcut haliyle sürdürülebilmesinin olanaksızlığı bir kez daha ortaya çıktı. Bu noktada sistem, yeni arayışlara girdi ve şu eski “piyasanın gizli eli” tezi bir kez daha parlatılıp ortaya sürüldü. Yeni zamanların ekonomi peygamberi Milton Friedman, “işletme sahiplerinin görevi sosyal proje üretmek değil, kar sağlamaktır” derken aslında yüz yıllık bir yalanın perdesini yırtmış oluyordu. Sonuçta 1980’lerdeki restorasyonun özü, en azgın gericilikle birlikte yürütülen yeni-liberal bir saldırıydı. ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher hükümetlerinde simgelenen bu politika, devleti sosyal kurumları bakımından “küçültülmesini” ve “serbest piyasa” işleyişinin önündeki engellerin kaldırılmasını içeren vahşi bir programı içeriyordu. “Altta kalanın canı çıksın” prensibine göre işleyen ve “rekabetin insan doğasına en uygun düzen olduğu” yolundaki ideolojik saldırıyla da desteklenen bu politika, daha sonraları 1990’larda reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte çığırından çıkmış bir yağma düzenine dönüştü. Bu kez, inanılmaz büyüklükte bir coğrafya tekellerin av alanı haline gelmişti ve üstelik emperyalist hegemonyayı tehdit eden, sınırlayan bir politik güç de ortadan kalkmıştı.
Bu koşullarda, özellikle 90’lı yıllar boyunca müthiş bir şımarıklıkla birlikte neoliberal politikalar eski “piyasa” masallarını besledi durdu. Devletin kapitalist ekonomideki rolünün gereksizliği üzerine koca bir yalan, bütün dünyaya yutturulmaya çalışıldı; öyle ki solda bile yarı-anarşizan teoriler bu temel üzerinde türedi.
Ne var ki, bu şenlik ve şımarıklık havası uzun sürmedi. Tekellerin sözcüleri yeni krizin başlangıç tarihini 2007 ortaları olarak ifade etseler de aslında gerilim 2000’lerin başında belirmeye başladı. Her şeyden önce yeni tarihsel süreçle birlikte ortaya çıkan büyük insani-sosyal yıkım emekçilerin ve yoksul halkların ilk çöküş şaşkınlığını atlatarak isyana yönelmesine neden oluyor, bitirildiği sanılan toplumsal hareket geleneği yeniden canlanıyordu. Dünyanın dört bir köşesinde milyonlarca emekçi sokaklardaydı; özellikle yeni-sömürgelerde kurulan yeni sömürü modelleri bu patlamaların en başta gelen nedeniydi.
Öte yandan yavaş yavaş yağma alanlarının da sınırına geliniyordu. Aynı anda hem kapitalist ekonomi sıkışıyor hem de reel sosyalizmin yokluğu koşullarında hegemonya savaşı kızışıyordu. Restorasyon boyunca bütün dünya ekonomisini büyük bir kumar masasına çeviren emperyalist tekellerin yarattığı tablo artık kapitalist ekonominin bile taşıyamayacağı kadar akıldışıydı. Örneğin 2007 yılına gelindiğinde, dünyanın toplam gerçek geliri 45 trilyon dolar olarak hesaplanırken, ortalıkta gezen kredi miktarı 516 trilyon dolara ulaşmıştı. Yine 2007’de bir günlük döviz ticareti miktarı 3.2 trilyon dolara ulaşmıştı ki, bu bir günlük somut mal ticaretinin yüzlerce katı büyüklüğünde bir rakamdı. Yani trilyonlarca dolarlık bir hayali meblağ, her gün bir o yana bir yana savrulup duruyor, sahipleri tarafından kontrol edilemeyen bir laboratuar yaratığı gibi dünyada geziniyordu. Böylece, normal-klasik sanayi üretimiyle kıyaslanamayacak kadar çok para kazanılıyordu evet, ama tablo tam anlamıyla “bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete” tablosuydu. Üstelik, en önemlisi, böylece kurulan yeni dünya sistemi, o kadar çok iç içe geçmiş, o kadar çok karmaşık hale gelmişti ki, binlerce iplikle ve düğümlerle birbirine bağlanmış olan finans piyasalarındaki hangi kırılmanın ne kadarlık bir alanı etkileyeceğini düzenin sahipleri bile tahmin edemiyordu.
Ve tabii bu arada aynı süreçte dünyanın kardeşçe ve uzlaşma içinde sömürülemeyeceğinin de ilk işaretleri ortaya çıkıyor, reel sosyalizmin yokluğu koşullarında hegemonya savaşı da yükselmeye başlıyordu. Bütün dünyayı “herkese açık av alanı” olarak şekillendirme düşü, 1997’de Asya kriziyle ilk darbeyi yemişti zaten. Daha o günlerden başlayarak 1929 krizinin hayaleti dünya piyasalarında dolaşmaya başlamıştı. 2001 durgunluğu ve hegemonya krizi, 11 Eylül sonrasındaki hegemonya atakları… Hep arkası arkasına geldi ve krizi derinleştirmekten başka bir işe yaramadılar.
İşte tam da bu zamanlarda ABD’den ilk sinyaller gelmeye başladı. ABD ev piyasalarında başlayan mali sarsıntı, hızla kredi piyasalarına, oradan bankalara, bankalardan banka dışı mali piyasalara sıçradı, Avrupa’ya bulaşmaya başladı. Bu sırada dünya borsaları arasındaki dalgalanmaların şiddeti arttı, son 70 yılın en yüksek düzeyine ulaştı. ABD ekonomisi durgunluğa girdi, İngiltere, Almanya, Japonya ekonomileri sallanmaya başladı. ABD-AB merkez bankaları ilk aşamada piyasalara bir triyon dolardan fazla para bastılar, Amerikan Merkez Bankası (FED) faizleri altı kez indirdi ama yine de sorun aşılamadı. Artık son 30 yılın olağan çözümleri işlemiyordu. FED 1929’dan bu yana ilk kez banka sektörü dışındaki finans kurumlarını kurtarmaya başladı. FED, giderek bankaların şüpheli alacaklarını devralma, faizleri düşürme, banka sektörü dışındaki finans kurumlarını kurtarma, ABD hane halkına kişi başına 600 dolarlık çek gönderme, nihayet doğrudan desteklediği, denetlediği kurumlarla batık ipotekleri devletleştirme noktasına gelmişti. Öyle ki, krizin ilk patlak verdiği Ağustos 2007’den sonra geçen 9 ayda ABD ekonomisinin kalbi olan Wall Street’te çalışan 34 bin kişi işinden çıkarılmıştı! Başlangıçta yalnızca bir kredi sorunu gibi görünen kriz, ABD’de yaşayan 28 milyon kişiyi hükümet tarafından verilecek olan gıda karnelerine bağlamaktaydı. Özellikle otomotiv ağırlıklı Michigan eyaletinde 2008 başında her 8 kişiden biri devlet tarafından verilen gıda karnelerini kullanıyordu ve bu 2000 yılındaki rakamın tam iki katıydı!
“Serbest piyasa rüyası öldü!” ABD’deki genel tablo böyle özetleniyordu. The Economist dergisi ise liberalizmin eski tekerlemesini hatırlatan bir cümleyle özetliyordu durumu. : “Bırakınız batsınlar, ama dünya ekonomisini batıracak kadar batmasınlar”
Ve tabii ki bütün gözler, doğal olarak ABD ekonomisindeydi. Çünkü ABD ekonomisi, IMF verilerine göre, bugün hala dünya ekonomisinde toplam tüketimin %25’ini, toplam ithalatın %19.7’sini gerçekleştiriyordu ve bu, Amerika topraklarında olan hiçbir şeyin orada kalamayacağının bir kanıtıydı.

Sosyal Yıkımın Derinleşmesi ve Felakete Doğru Gidiş
Dünya Bankası başkanı Robert Zoellick’in acil çağrısı da tam bu günlerde ajanslarda yerini buldu. Zoellick, zengin ülkelerin hızla hareket ederek, Birleşmiş Milletler’e bağlı Dünya Gıda Programı’na 500 milyon dolar aktarmaları gerektiğini söylüyor ve artan gıda fiyatlarının yoksul ülkelerde 100 milyon kişiyi daha açlığa itebileceği, bunun sonucunda da ayaklanmaların patlayabileceği uyarısında bulunuyordu.
Dünya halklarının yoksulluğundan sorumlu bu kurumun başı elbette boşuna konuşmuyordu. Aynı günlerde dünyanın dört bir yanında hemen hepsi de açlıktan kaynaklanan ayaklanmalar, protestolar başlamıştı bile.
Haiti’de artan hayat pahalılığı, yolsuzluklar, gasp ve hırsızlıklar, temel besin maddelerinde yaşanan kıtlık ve Birleşmiş Milletler askerlerinin ülkedeki varlığı nedeniyle patlayan gösterilerin ilk haftasında 5 kişi katledildi ve göstericiler 8 Nisan’da başkanlık sarayına saldırma noktasına geldiler. Mısır’da ise Mahalla tekstil işçilerinin grev kararıyla başlayan olaylar polis saldırısıyla birlikte bir ayaklanmaya dönüştü ve daha ilk günlerde 7 işçi yaşamını yitirdi. Bölgenin hastaneleri yaralılarla dolu ve tutuklananların sayısı bilinemez haldeydi. Geçtiğimiz haftalarda ayrnı türden işaretler, Güney Afrika, Endonezya, Bengaldeş, Tunus ve Filipinler’den de gelmeye başladı. Yükselen gıda fiyatlarına karşı isyanın dünyanın diğer bölgelerine sıçramasından korkan zenginler ise bugünlerde toplantı üstüne toplantı yapıyorlar. O kadar ki, Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick, “konuyu G-8 toplantısında ele alalım” diyen İngiltere Başbakanı Gordon Brown’a “çok geç kalınmış olur. G-8 toplantısı Haziranda ve içtenlikle söylemek isterim ki o kadar bekleyemeyiz” diyor.
Bütün bunları anlamak için son birkaç ayın ya da yılın verilerinden bir parça kopmak ve yeni tarihsel süreçteki genel-küresel yoksullaşmayı göz önüne almak gerekir. Çünkü bugünkü derinleşen kriz tablosu, son yirmi yılda iyice belirginleşen uçurumla yakından ilgilidir. Bu uçurumdur ki, milyonlarca insanı açlıktan, hatta susuzluktan ölüme sürüklerken sayıları birkaç yüzü geçmeyen süper zenginleri zirveye taşımıştır. Öyle ki, bunların arasında orta halli beş-altı ülkenin milli gelirinden fazla servete sahip asalaklar vardır.
Bu koşullar altında, bir yandan kapitalist kriz, diğer yandan yine kapitalizmin ürünü olan küresel ısınmanın vurduğu ağır kuraklık darbeleri son bir yıldır tarımsal ürünlerdeki bütün dengeleri alt üst etmiş, milyonlarca insanın daha derin bir açlığa mahkum edilmesi sonucunu doğurmuştur. Temel gıda ürünleri olan buğday, pirinç ve mısır fiyatlarının yükselmesinin son 3 yılda tüm gıda fiyatlarının yüzde 83 artmasına yol açtığını belirten Dünya Bankası’na göre, geçen yıl buğday ve pirinç fiyatları iki kattan fazla artmıştır.Yalnızca Mart 2007-Mart 2008 döneminde mısırın fiyatı yüzde 31, pirincin fiyatı yüzde 74, soyanın fiyatı yüzde 87 ve buğdayın fiyatı yüzde 130 yükselmiş durumdadır.
Üstelik, son derece tiksinti verici bir not olarak kaydedilmeli; bu fiyat artışlarının bir bölümünün nedeni de tarım ürünlerinden bazılarının, özellikle de mısırın biyo-yakıt olarak benzin üretiminde kullanılmaya başlanmasıyla ilgilidir. Siz aç kalın ama bizim depolarımız dolsun!
Sonuçta artık dünyadaki birçok kurum yöneticisi, yakında insanlığı büyük açlık dalgalarının beklediğini açıkça söylüyor. Bunlardan en açık sözlü olanı ise herhalde Deutsche Bank’ın üst düzey müdürlerinden Michael Lewis olmalı: “Gıda fiyatları arttıkça dünyanın varsılları ve yoksulları arasındaki uçurum daha da artacak. Çatışma da, eninde sonunda, sanayileşmiş ülkelerle gelişmekte olan dünya arasında yaşanacak.”

İşler Nereye Varacak? Kapitalizm “Akıllanabilir” mi?
Sonuç olarak, bugün gelinen noktanın kapitalizmin olağan, gelip-geçici krizlerinden biri olmadığı kesin görünüyor. Bugün gelinen nokta, tam olarak söylersek eğer, şımarıklıkla çıplak gerçek arasındaki bir dönemeç noktasıdır. 1980’lerden başlayarak 1990’larda hız kazanan restorasyon, bütün şımarıklık ve pervasızlığını 1990’larda göstermiş, 2000’lerin başından itibaren de tıkanma sinyalleri vermeye başlamıştır. 2008 ise artık bütün o afra tafranın bittiği yıldır. Hem sistemin kendi mekanizmalarının çökmesi bakımından, hem de sistem karşıtı güçlerin mücadeleleri bakımından 2008, yeni tarihsel sürecin kendi gerçekliğiyle yüzleştiği bir yıl olmuştur ve olacaktır. Bundan sonrası ise artık daha zorlu bir dönem olacaktır. Bir yandan korkunç büyüklükte bir para piyasası yaratan sistem, bu asalakça işleyişin esiri olmuştur. Öte yandan ise kapitalist sömürü ağına dahil edilen muazzam büyüklükteki bir coğrafya paylaşılmış ama artık bu paylaşım da kavga sinyallerini vermeye başlamıştır. Ve nihayet, 1990’danberi büyük bir fiziki ve ideolojik şiddet altında tutulan dünyanın yoksul halkları bir adım öne çıkmakta ve sistemin tekerine çomak sokmaktadır.
Yani nereden bakılırsa bakılsın, bugünkü tablo tıkanma tablosudur. Mevcut krizin şu ya da bu cephesinde geçici rahatlamalar yaratabilirler ya da yaratamazlar; bu önemli değil. Bataklık yeterince derindir ve kuruması da pek mümkün görünmemektedir. Bugün bastırılan ya da bastırılmış gibi görünen, yarın daha beter bir şekilde patlayacaktır.
Burada sorulması gereken sorulardan biri herhalde şu olmalı: Kapitalizm, bu büyük kriz karşısında “takkeyi önüne koyup” düşünüp taşınıp bir çözüm üretebilir mi?
Ya da daha temel bir soru şöyle sorulabilir: Kapitalizm bir akıl düzeni midir?
Aynı soru, belki şöyle daha da ayrıntılandırılabilir: Bugünkü neoliberal kumar makinesinin sakıncalarını görerek akıllanan dünyanın efendileri, örneğin Keynesçiliğe ve “sosyal devlet” gibi bütün o diğer eski moda politikalara geri dönüş yaşayabilirler mi? Yeni seçilecek ABD yönetimi bunun bir adımı olabilir mi, vs. vs… Örneğin Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick’in kapitalist devletlere yaptığı “New Deal uygulamaları başlatın, yoksa sonumuz hayırlı olmayacak” uyarısı gerçeğe uygun mudur?
Bütün bu soruları yanıtlarken, her şeyden önce kapitalizmle “akıl” arasında karmaşık bir ilişki olduğunu bilmek gerekiyor. Bu ilişki gerçekten karmaşıktır; çünkü kapitalist düzen, neticede yüzlerce ideolog, teorisyen ve yönlendirici düzeyde politikacılarla kuşatılmış, onların öngörü ve uygulamalarından etkilenen bir işleyişe sahiptir. Yani kapitalist düzenin yönlendirici unsurları, tekellerin ve finans kurumlarının yöneticileri ve kapitalist devlet mekanizmaları, önlerine çıkan sorunlar üzerine düşünen ve çözümler üreten bir yapıya sahiptirler. Yani salt teorik olarak bakarsak ve ayrıca düzen karşıtı güçlerin sürece müdahale etmediği “steril” bir ortam hayal edersek, bu unsurların oturup makul sonuç ve çözümlere varacağını düşünebiliriz. Ama öte yandan, bizzat kapitalizmin kendisi, onun içsel dinamikleri ve işleyiş kuralları, aklı dışlayan bir yapıya sahiptir. Tek tek insanların iradelerinden bağımsız olarak kapitalist sistem, bütün vezirlerini dinleyen ama kendi bildiğini okuyan bir padişah gibidir. Yani herhangi bir burjuva iktisatçısı mantık yolundan hareketle “kamu fonlarının güçlendirilmesi ve sosyal devletin yeniden inşası”nı önerirse, bu, kamu alanlarının tatlı karlarını cebine indiren kapitalistlerin bu lezzetten vazgeçeceği anlamına gelmez. Herhangi bir teoriysen, krize çözüm olarak “tam istihdam-kitle üretimi yapan büyük fabrika” düzenine dönüşü önerirse, bu, parçalanmış üretimini dünyanın dört bir yanına yayarak kar oranlarını yüksekte tutan tekellerin tutumunda ciddi bir değişiklik yapmaz, yapamaz. Yani, kapitalizmin aklı vardır evet, ama bu akıl, bildiğimiz anlamda “şu yoldan gidersek iyi olur” aklı değildir. Çünkü kapitalizmin davranış çizgisini besleyen asıl unsur, onun doğasında var olan kar hırsı ve sermayenin genişletilmesi amacıdır. Ayrıca hiç unutulmamalıdır; her kriz -bütün o ağlama sızlamaları bir yana bırakırsak- tekellerin en azından bir bölüğü için karlı çıkılan bir dönemdir de.
Dolayısıyla kapitalizmin bir krizden, “akıllanmış”, “imana gelmiş” olarak çıkmasını beklemek doğru değildir. Yirminci yüzyıl boyunca olup bitenleri, savaşları, yıkımları bir parça anımsamak bile bunu anlamak için yeterlidir. Muhtemelen bugünkü kriz de bir parça yardımseverlik gösterileriyle ya da ABD vatandaşlarına karşılıksız para dağıtmak, fazla para basmak gibi yöntemlerle karşılanacak, ama bu yollarla sistemin temel yönelimleri değişmeyecektir. Bunun yerine beklenmesi gereken, bütün dünyada ekonominin daha fazla askerileşmesi, şovenist dalgaların yükseltilmesi ve hem yeni-sömürgelerde hem de emperyalistlerin çıkarlarının çeliştiği yerlerde çatışma öğelerinin yayılmasıdır. “Serbest piyasa düşünün ölmesi” gibi laflar da aslında fazlaca abartılıdır; çünkü sözü edilen şey aslında bir “düş” değil, herkesin bal gibi farkında olarak sürdürdüğü bir yalandır. Tarihin hiçbir döneminde gerçek anlamda bir “gizli el” mevcut olmamıştır ve kapitalist devlet her zaman şu ya da bu şekilde ekonominin bir parçası olarak süreçte rol almıştır.

Kriz ve Fırsatlar…
Öyleyse bu süreçten bekleyebileceğimiz şey, kapitalist dünyanın “aklı başına gelerek” kendi işleyişinde önemli değişiklikler yapması değil, daha fazla saldırganlaşması, kar oranlarını yükseltmek için mevcut üretici güçlerin tahrip edilmesi dahil her türlü yolu denemesidir.
Bu ise, kuşkusuz halkların tepkilerini ve mücadelelerini kışkırtan bir unsur olacaktır.
Elbette hemen not etmek gerekiyor; kriz ile devrimci kitle hareketinin yükselişi arasında mutlaka otomatik bir ilişki yoktur ve olamaz. Artan yoksullaşmanın emekçi kitlelerin tepkilerini artıracağı kesindir ama bu tepkilerin nereye kanalize olacağı büyük ölçüde dünya sosyalist hareketinin ve tek tek ülkelerdeki devrimci hareketlerin ideolojik-pratik performanslarına bağlı olacaktır. Bu performansın düşük olduğu her durumda, kitlelerin tepkilerinin ırkçılık, yabancı düşmanlığı, bölgesel savaşların beslediği şovenist dalgalar ve radikal İslamcı akımlar tarafından yutulması mümkündür.
Buna karşın, yine de her ayaklanma, çaresizce ve çılgınca yapılmış olsa da, hiçbir önderliğe sahip olmasa da her zaman politik güçler biriktirir. Politik öz, bütün o kanlı günlerden geriye kalır ve süzülerek akar. Geçenlerde Haiti’de başbakanı koltuğundan eden kitle hareketinde olduğu gibi kitleler, deyim yerindeyse “kuvvet yoluyla istediğini yaptırmanın tadını” alırlar ve bunu gelecek mücadeleler için belleklerinde saklarlar. Bunlar önemli şeylerdir,
Duruma Türkiye açısından baktığımızda ise AKP kurmaylarının bütün o “bize bir şey olmaz” tekerlemelerine karşın krizin yansımaya başladığını söyleyebiliriz. Krizin başladığı gündenberi Türkiye piyasasından çekilen yabancı “sıcak” para miktarı küçümsenecek gibi değildir. 2007 sonu itibariyle 107 milyar dolar olan toplam yabancı para değeri, üç ayda yüzde 24 oranında azalarak 81.4 milyar dolara inmiştir. Yabancıların mülkiyetindeki hisse senetlerinin Aralık 2007’de 70.3 milyar dolar olan değeri, 28 Mart itibariyle 47.3 milyar dolara inmiş, yabancıların hisse payları, anılan dönemde yüzde 32.6 oranında gerilemeyle 22.9 milyar dolar değer yitirmiştir.
Bütün bunlar ciddi işaretlerdir ve AKP hükümetinin 4 yıldır dönem avantajlarını da kullanarak kurduğu kısmi dengeleri alt üst etmeye başlamıştır. “Panik yok” edasındaki bakanların aksine Merkez Bankası sürekli uyarılarda bulunmakta, diğer yandan da özellikle gıda alanında sıkıntı büyümektedir.
İşlerin iyice karışması durumunda ise hükümetin sallanması ve yeni alternatiflerin aranması mümkündür ve zaten kenarda tutulan Abdüllatif Şener gibilerine ısınma turları attırılmaktadır. Öte yandan krizin etkilerini savuşturmak için şovenist histerinin yeni dalgalarla körüklenmesi ya da sahte siyasi çalkantıların artırılması da muhtemel gelişmelerdir.
İşçi sınıfı ve devrimciler açısından ise durum farklıdır. Biz, işin başındanberi salt kriz bekleyici bir tutumun safça ve oportünist bir tutum olduğunu söylüyoruz, söylemeye devam edeceğiz. Türkiye, sürekli ve yapısal bir krizi kesintisiz olarak yaşamaktadır ve ona müdahale etmek en önemli devrimci görevdir. Ancak öte yandan, mevcut krizin derinleşerek ekonomiyi ve sosyal hayatı sarsmasının da duruma küçümsenemeyecek etkilerinin olacağı tartışmasızdır. Türkiye’de ya da dünyanın herhangi bir yerinde krizin derinleşme noktalarının en kritik yanı, devrimci iradi güçler ile kitleler arasındaki ilişkiye yeni bir biçim vermesidir. Bu türden her çalkantı, emekçi ve yoksul kitlelerin sola, devrimcilere bakışını etkiler; devrimcileri yanında göremeyen emekçilerdeki güven kırılması artabileceği gibi, gösterilecek küçük performanslar bile bu ilişkiyi bir parça onarabilir. Bütün bunlar önemlidir. Tek tek her işçi, zor zamanlarında gerçek dostunun kim olduğu konusunda deneyimler edinir, şovenist kışkırtmadan, vs. kaynaklanan önyargıları kırılır, büyük çaplı hareketlerde ise kendi yıkıcı gücünün tadına varır… Bütün bunlar, uçuk teorisyenlerin iddia ettiği gibi devrim durumunun olgunlaşması anlamına gelmez; ayrıca tam olarak kendiliğinden de gerçekleşmez. Her yerde ve her zaman devrimci iradenin devreye girmesi kesin bir zorunluluktur.
Bugünün ve yarının somut görevi de budur. Kriz bize de gelsin üstüne binelim tuhaflığından uzak olmak; ama öte yandan her çalkantının içinde, emekçilerin yanında saf tutmak, onlarla pratik içinde pratik bağlar kurmak… Öncülük çok konuşarak ya da kartvizit göstererek kazanılan bir şey değildir; sınıfın içine girmek, onun bütün yaşam alanlarında var olarak birikimleri birbirine eklemek gereklidir. Devrimci sosyalist hareketin görevi de bundan başkası değildir. Bugün kurulan her bağ, atılan her temel yarının mücadelesinin sağlam zeminleri olacaktır.


.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19