Aylardır tekelci kapitalizmin merkezleri kriz
korkusuyla, daha doğrusu mevcut krizin genel bir
çöküntüye dönüşmesi korkusuyla yatıp kalkıyor.
Kriz meselesinin “biraz da psikolojik etkenlerle
büyüdüğünü” düşünen ve bu yüzden her zaman mümkün
olduğunca temkinli davranan finans patronları
bile artık ağızlarının kilidini çözmüşler. Herkes
büyük bir rahatlıkla krizden, neoliberal düzenin
temel varsayımlarının çöktüğünden ve “1929 krizinden
daha beter bir durumun ortaya çıktığından” ve
“olayın kontrol edilemez hale geldiğinden” söz
ediyor.
Aslında belki de 1929 krizini ve Keynes’i anımsayarak
işe başlamakta yarar var.
Bilindiği gibi 1929’da başlayan ve 1930’lu yıllar
boyunca devam eden kapitalizmin büyük krizi, ABD
ve Avrupa’yı (ve doğal olarak bütün dünyayı) uzun
süre sarsmış, bir ucu faşizme ve 2. Paylaşım Savaşı’na
dek uzanan yıkıcı etkiler yaratmıştı. Büyük kriz,
özellikle ABD’de en çok sanayileşmiş şehirleri
vurmuş, bu kentlerde bir işsizler ve evsizler
ordusu yaratmış, tarım ve sanayi neredeyse çökme
noktasına gelmişti. Ünlü iktisatçı Keynes’in bu
süreçte yaptığı ise aslında kapitalizmin -Marks
tarafından çok önceden açıklıkla tespit edilmiş
bulunan- gerçeğini bir kez daha “keşfetmek” ve
buna uygun politikalar önermekten ibaretti. “Keşfedilen”
gerçek, kapitalizmin anarşik yapısı ve “kapitalist
piyasanın kendi kendisini dengelemesinin mümkün
olmadığı”ydı. Arz-talep, üretim-tüketim, fiyatlar-faizler
gibi unsurların kendi kendine işleyeceği, daha
doğrusu “piyasanın gizli eli”nin bu işleri kendiliğinden
bir düzene sokacağı yolundaki tez, aslında zaten
başındanberi kocaman bir yalandı ve en önemlisi
de bu yalan üzerine kurulu düzen, eğer müdahale
edilmezse her kriz döneminde ayaklanmalardan ve
devrim tehlikesinden kurtulamıyordu. Çünkü krizler,
işçi sınıfının “herkes kazanıyor” yalanını en
iyi kavradığı ve bütün uzlaşma köprülerini söküp
attığı, gücünü açığa çıkardığı zamanlar oluyordu.
Bu anlamda Keynes’in ve onun New Deal (Yeni Düzen)
politikalarını uygulayan Roosvelt gibi ABD başkanlarının
yaptığı, kapitalizmi kendi yıkıcılığından korumaya
çalışmak, devlet müdahalesiyle talebi, ve yatırımları
güçlendirmek, tüketim dengelerini kuracak iş olanakları
ve gelir kaynakları yaratmaktı.
Daha sonraları, II. Paylaşım Savaşının ardından
emekçilerin baskısı ve sosyalist sistemin yarattığı
korkuyla beslenen bir süreçte, kapitalist devletin
ekonomiye müdahalesi ve “sosyal” kurumları -mecburen-
ayakta tutması alışılmış bir uygulama haline geldi.
Ancak bu durum, 1970’te yeniden ortaya çıkan krize
dek nispeten korunabildi ve 1970’ler sonrasında
artık sömürü düzeninin mevcut haliyle sürdürülebilmesinin
olanaksızlığı bir kez daha ortaya çıktı. Bu noktada
sistem, yeni arayışlara girdi ve şu eski “piyasanın
gizli eli” tezi bir kez daha parlatılıp ortaya
sürüldü. Yeni zamanların ekonomi peygamberi Milton
Friedman, “işletme sahiplerinin görevi sosyal
proje üretmek değil, kar sağlamaktır” derken aslında
yüz yıllık bir yalanın perdesini yırtmış oluyordu.
Sonuçta 1980’lerdeki restorasyonun özü, en azgın
gericilikle birlikte yürütülen yeni-liberal bir
saldırıydı. ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher
hükümetlerinde simgelenen bu politika, devleti
sosyal kurumları bakımından “küçültülmesini” ve
“serbest piyasa” işleyişinin önündeki engellerin
kaldırılmasını içeren vahşi bir programı içeriyordu.
“Altta kalanın canı çıksın” prensibine göre işleyen
ve “rekabetin insan doğasına en uygun düzen olduğu”
yolundaki ideolojik saldırıyla da desteklenen
bu politika, daha sonraları 1990’larda reel sosyalizmin
çöküşüyle birlikte çığırından çıkmış bir yağma
düzenine dönüştü. Bu kez, inanılmaz büyüklükte
bir coğrafya tekellerin av alanı haline gelmişti
ve üstelik emperyalist hegemonyayı tehdit eden,
sınırlayan bir politik güç de ortadan kalkmıştı.
Bu koşullarda, özellikle 90’lı yıllar boyunca
müthiş bir şımarıklıkla birlikte neoliberal politikalar
eski “piyasa” masallarını besledi durdu. Devletin
kapitalist ekonomideki rolünün gereksizliği üzerine
koca bir yalan, bütün dünyaya yutturulmaya çalışıldı;
öyle ki solda bile yarı-anarşizan teoriler bu
temel üzerinde türedi.
Ne var ki, bu şenlik ve şımarıklık havası uzun
sürmedi. Tekellerin sözcüleri yeni krizin başlangıç
tarihini 2007 ortaları olarak ifade etseler de
aslında gerilim 2000’lerin başında belirmeye başladı.
Her şeyden önce yeni tarihsel süreçle birlikte
ortaya çıkan büyük insani-sosyal yıkım emekçilerin
ve yoksul halkların ilk çöküş şaşkınlığını atlatarak
isyana yönelmesine neden oluyor, bitirildiği sanılan
toplumsal hareket geleneği yeniden canlanıyordu.
Dünyanın dört bir köşesinde milyonlarca emekçi
sokaklardaydı; özellikle yeni-sömürgelerde kurulan
yeni sömürü modelleri bu patlamaların en başta
gelen nedeniydi.
Öte yandan yavaş yavaş yağma alanlarının da sınırına
geliniyordu. Aynı anda hem kapitalist ekonomi
sıkışıyor hem de reel sosyalizmin yokluğu koşullarında
hegemonya savaşı kızışıyordu. Restorasyon boyunca
bütün dünya ekonomisini büyük bir kumar masasına
çeviren emperyalist tekellerin yarattığı tablo
artık kapitalist ekonominin bile taşıyamayacağı
kadar akıldışıydı. Örneğin 2007 yılına gelindiğinde,
dünyanın toplam gerçek geliri 45 trilyon dolar
olarak hesaplanırken, ortalıkta gezen kredi miktarı
516 trilyon dolara ulaşmıştı. Yine 2007’de bir
günlük döviz ticareti miktarı 3.2 trilyon dolara
ulaşmıştı ki, bu bir günlük somut mal ticaretinin
yüzlerce katı büyüklüğünde bir rakamdı. Yani trilyonlarca
dolarlık bir hayali meblağ, her gün bir o yana
bir yana savrulup duruyor, sahipleri tarafından
kontrol edilemeyen bir laboratuar yaratığı gibi
dünyada geziniyordu. Böylece, normal-klasik sanayi
üretimiyle kıyaslanamayacak kadar çok para kazanılıyordu
evet, ama tablo tam anlamıyla “bindik bir alamete
gidiyoruz kıyamete” tablosuydu. Üstelik, en önemlisi,
böylece kurulan yeni dünya sistemi, o kadar çok
iç içe geçmiş, o kadar çok karmaşık hale gelmişti
ki, binlerce iplikle ve düğümlerle birbirine bağlanmış
olan finans piyasalarındaki hangi kırılmanın ne
kadarlık bir alanı etkileyeceğini düzenin sahipleri
bile tahmin edemiyordu.
Ve tabii bu arada aynı süreçte dünyanın kardeşçe
ve uzlaşma içinde sömürülemeyeceğinin de ilk işaretleri
ortaya çıkıyor, reel sosyalizmin yokluğu koşullarında
hegemonya savaşı da yükselmeye başlıyordu. Bütün
dünyayı “herkese açık av alanı” olarak şekillendirme
düşü, 1997’de Asya kriziyle ilk darbeyi yemişti
zaten. Daha o günlerden başlayarak 1929 krizinin
hayaleti dünya piyasalarında dolaşmaya başlamıştı.
2001 durgunluğu ve hegemonya krizi, 11 Eylül sonrasındaki
hegemonya atakları… Hep arkası arkasına geldi
ve krizi derinleştirmekten başka bir işe yaramadılar.
İşte tam da bu zamanlarda ABD’den ilk sinyaller
gelmeye başladı. ABD ev piyasalarında başlayan
mali sarsıntı, hızla kredi piyasalarına, oradan
bankalara, bankalardan banka dışı mali piyasalara
sıçradı, Avrupa’ya bulaşmaya başladı. Bu sırada
dünya borsaları arasındaki dalgalanmaların şiddeti
arttı, son 70 yılın en yüksek düzeyine ulaştı.
ABD ekonomisi durgunluğa girdi, İngiltere, Almanya,
Japonya ekonomileri sallanmaya başladı. ABD-AB
merkez bankaları ilk aşamada piyasalara bir triyon
dolardan fazla para bastılar, Amerikan Merkez
Bankası (FED) faizleri altı kez indirdi ama yine
de sorun aşılamadı. Artık son 30 yılın olağan
çözümleri işlemiyordu. FED 1929’dan bu yana ilk
kez banka sektörü dışındaki finans kurumlarını
kurtarmaya başladı. FED, giderek bankaların şüpheli
alacaklarını devralma, faizleri düşürme, banka
sektörü dışındaki finans kurumlarını kurtarma,
ABD hane halkına kişi başına 600 dolarlık çek
gönderme, nihayet doğrudan desteklediği, denetlediği
kurumlarla batık ipotekleri devletleştirme noktasına
gelmişti. Öyle ki, krizin ilk patlak verdiği Ağustos
2007’den sonra geçen 9 ayda ABD ekonomisinin kalbi
olan Wall Street’te çalışan 34 bin kişi işinden
çıkarılmıştı! Başlangıçta yalnızca bir kredi sorunu
gibi görünen kriz, ABD’de yaşayan 28 milyon kişiyi
hükümet tarafından verilecek olan gıda karnelerine
bağlamaktaydı. Özellikle otomotiv ağırlıklı Michigan
eyaletinde 2008 başında her 8 kişiden biri devlet
tarafından verilen gıda karnelerini kullanıyordu
ve bu 2000 yılındaki rakamın tam iki katıydı!
“Serbest piyasa rüyası öldü!” ABD’deki genel tablo
böyle özetleniyordu. The Economist dergisi ise
liberalizmin eski tekerlemesini hatırlatan bir
cümleyle özetliyordu durumu. : “Bırakınız batsınlar,
ama dünya ekonomisini batıracak kadar batmasınlar”
Ve tabii ki bütün gözler, doğal olarak ABD ekonomisindeydi.
Çünkü ABD ekonomisi, IMF verilerine göre, bugün
hala dünya ekonomisinde toplam tüketimin %25’ini,
toplam ithalatın %19.7’sini gerçekleştiriyordu
ve bu, Amerika topraklarında olan hiçbir şeyin
orada kalamayacağının bir kanıtıydı.
Sosyal Yıkımın Derinleşmesi ve Felakete Doğru
Gidiş
Dünya Bankası başkanı Robert Zoellick’in acil
çağrısı da tam bu günlerde ajanslarda yerini buldu.
Zoellick, zengin ülkelerin hızla hareket ederek,
Birleşmiş Milletler’e bağlı Dünya Gıda Programı’na
500 milyon dolar aktarmaları gerektiğini söylüyor
ve artan gıda fiyatlarının yoksul ülkelerde 100
milyon kişiyi daha açlığa itebileceği, bunun sonucunda
da ayaklanmaların patlayabileceği uyarısında bulunuyordu.
Dünya halklarının yoksulluğundan sorumlu bu kurumun
başı elbette boşuna konuşmuyordu. Aynı günlerde
dünyanın dört bir yanında hemen hepsi de açlıktan
kaynaklanan ayaklanmalar, protestolar başlamıştı
bile.
Haiti’de artan hayat pahalılığı, yolsuzluklar,
gasp ve hırsızlıklar, temel besin maddelerinde
yaşanan kıtlık ve Birleşmiş Milletler askerlerinin
ülkedeki varlığı nedeniyle patlayan gösterilerin
ilk haftasında 5 kişi katledildi ve göstericiler
8 Nisan’da başkanlık sarayına saldırma noktasına
geldiler. Mısır’da ise Mahalla tekstil işçilerinin
grev kararıyla başlayan olaylar polis saldırısıyla
birlikte bir ayaklanmaya dönüştü ve daha ilk günlerde
7 işçi yaşamını yitirdi. Bölgenin hastaneleri
yaralılarla dolu ve tutuklananların sayısı bilinemez
haldeydi. Geçtiğimiz haftalarda ayrnı türden işaretler,
Güney Afrika, Endonezya, Bengaldeş, Tunus ve Filipinler’den
de gelmeye başladı. Yükselen gıda fiyatlarına
karşı isyanın dünyanın diğer bölgelerine sıçramasından
korkan zenginler ise bugünlerde toplantı üstüne
toplantı yapıyorlar. O kadar ki, Dünya Bankası
Başkanı Robert Zoellick, “konuyu G-8 toplantısında
ele alalım” diyen İngiltere Başbakanı Gordon Brown’a
“çok geç kalınmış olur. G-8 toplantısı Haziranda
ve içtenlikle söylemek isterim ki o kadar bekleyemeyiz”
diyor.
Bütün bunları anlamak için son birkaç ayın ya
da yılın verilerinden bir parça kopmak ve yeni
tarihsel süreçteki genel-küresel yoksullaşmayı
göz önüne almak gerekir. Çünkü bugünkü derinleşen
kriz tablosu, son yirmi yılda iyice belirginleşen
uçurumla yakından ilgilidir. Bu uçurumdur ki,
milyonlarca insanı açlıktan, hatta susuzluktan
ölüme sürüklerken sayıları birkaç yüzü geçmeyen
süper zenginleri zirveye taşımıştır. Öyle ki,
bunların arasında orta halli beş-altı ülkenin
milli gelirinden fazla servete sahip asalaklar
vardır.
Bu koşullar altında, bir yandan kapitalist kriz,
diğer yandan yine kapitalizmin ürünü olan küresel
ısınmanın vurduğu ağır kuraklık darbeleri son
bir yıldır tarımsal ürünlerdeki bütün dengeleri
alt üst etmiş, milyonlarca insanın daha derin
bir açlığa mahkum edilmesi sonucunu doğurmuştur.
Temel gıda ürünleri olan buğday, pirinç ve mısır
fiyatlarının yükselmesinin son 3 yılda tüm gıda
fiyatlarının yüzde 83 artmasına yol açtığını belirten
Dünya Bankası’na göre, geçen yıl buğday ve pirinç
fiyatları iki kattan fazla artmıştır.Yalnızca
Mart 2007-Mart 2008 döneminde mısırın fiyatı yüzde
31, pirincin fiyatı yüzde 74, soyanın fiyatı yüzde
87 ve buğdayın fiyatı yüzde 130 yükselmiş durumdadır.
Üstelik, son derece tiksinti verici bir not olarak
kaydedilmeli; bu fiyat artışlarının bir bölümünün
nedeni de tarım ürünlerinden bazılarının, özellikle
de mısırın biyo-yakıt olarak benzin üretiminde
kullanılmaya başlanmasıyla ilgilidir. Siz aç kalın
ama bizim depolarımız dolsun!
Sonuçta artık dünyadaki birçok kurum yöneticisi,
yakında insanlığı büyük açlık dalgalarının beklediğini
açıkça söylüyor. Bunlardan en açık sözlü olanı
ise herhalde Deutsche Bank’ın üst düzey müdürlerinden
Michael Lewis olmalı: “Gıda fiyatları arttıkça
dünyanın varsılları ve yoksulları arasındaki uçurum
daha da artacak. Çatışma da, eninde sonunda, sanayileşmiş
ülkelerle gelişmekte olan dünya arasında yaşanacak.”
İşler Nereye Varacak? Kapitalizm “Akıllanabilir”
mi?
Sonuç olarak, bugün gelinen noktanın kapitalizmin
olağan, gelip-geçici krizlerinden biri olmadığı
kesin görünüyor. Bugün gelinen nokta, tam olarak
söylersek eğer, şımarıklıkla çıplak gerçek arasındaki
bir dönemeç noktasıdır. 1980’lerden başlayarak
1990’larda hız kazanan restorasyon, bütün şımarıklık
ve pervasızlığını 1990’larda göstermiş, 2000’lerin
başından itibaren de tıkanma sinyalleri vermeye
başlamıştır. 2008 ise artık bütün o afra tafranın
bittiği yıldır. Hem sistemin kendi mekanizmalarının
çökmesi bakımından, hem de sistem karşıtı güçlerin
mücadeleleri bakımından 2008, yeni tarihsel sürecin
kendi gerçekliğiyle yüzleştiği bir yıl olmuştur
ve olacaktır. Bundan sonrası ise artık daha zorlu
bir dönem olacaktır. Bir yandan korkunç büyüklükte
bir para piyasası yaratan sistem, bu asalakça
işleyişin esiri olmuştur. Öte yandan ise kapitalist
sömürü ağına dahil edilen muazzam büyüklükteki
bir coğrafya paylaşılmış ama artık bu paylaşım
da kavga sinyallerini vermeye başlamıştır. Ve
nihayet, 1990’danberi büyük bir fiziki ve ideolojik
şiddet altında tutulan dünyanın yoksul halkları
bir adım öne çıkmakta ve sistemin tekerine çomak
sokmaktadır.
Yani nereden bakılırsa bakılsın, bugünkü tablo
tıkanma tablosudur. Mevcut krizin şu ya da bu
cephesinde geçici rahatlamalar yaratabilirler
ya da yaratamazlar; bu önemli değil. Bataklık
yeterince derindir ve kuruması da pek mümkün görünmemektedir.
Bugün bastırılan ya da bastırılmış gibi görünen,
yarın daha beter bir şekilde patlayacaktır.
Burada sorulması gereken sorulardan biri herhalde
şu olmalı: Kapitalizm, bu büyük kriz karşısında
“takkeyi önüne koyup” düşünüp taşınıp bir çözüm
üretebilir mi?
Ya da daha temel bir soru şöyle sorulabilir: Kapitalizm
bir akıl düzeni midir?
Aynı soru, belki şöyle daha da ayrıntılandırılabilir:
Bugünkü neoliberal kumar makinesinin sakıncalarını
görerek akıllanan dünyanın efendileri, örneğin
Keynesçiliğe ve “sosyal devlet” gibi bütün o diğer
eski moda politikalara geri dönüş yaşayabilirler
mi? Yeni seçilecek ABD yönetimi bunun bir adımı
olabilir mi, vs. vs… Örneğin Dünya Bankası Başkanı
Robert Zoellick’in kapitalist devletlere yaptığı
“New Deal uygulamaları başlatın, yoksa sonumuz
hayırlı olmayacak” uyarısı gerçeğe uygun mudur?
Bütün bu soruları yanıtlarken, her şeyden önce
kapitalizmle “akıl” arasında karmaşık bir ilişki
olduğunu bilmek gerekiyor. Bu ilişki gerçekten
karmaşıktır; çünkü kapitalist düzen, neticede
yüzlerce ideolog, teorisyen ve yönlendirici düzeyde
politikacılarla kuşatılmış, onların öngörü ve
uygulamalarından etkilenen bir işleyişe sahiptir.
Yani kapitalist düzenin yönlendirici unsurları,
tekellerin ve finans kurumlarının yöneticileri
ve kapitalist devlet mekanizmaları, önlerine çıkan
sorunlar üzerine düşünen ve çözümler üreten bir
yapıya sahiptirler. Yani salt teorik olarak bakarsak
ve ayrıca düzen karşıtı güçlerin sürece müdahale
etmediği “steril” bir ortam hayal edersek, bu
unsurların oturup makul sonuç ve çözümlere varacağını
düşünebiliriz. Ama öte yandan, bizzat kapitalizmin
kendisi, onun içsel dinamikleri ve işleyiş kuralları,
aklı dışlayan bir yapıya sahiptir. Tek tek insanların
iradelerinden bağımsız olarak kapitalist sistem,
bütün vezirlerini dinleyen ama kendi bildiğini
okuyan bir padişah gibidir. Yani herhangi bir
burjuva iktisatçısı mantık yolundan hareketle
“kamu fonlarının güçlendirilmesi ve sosyal devletin
yeniden inşası”nı önerirse, bu, kamu alanlarının
tatlı karlarını cebine indiren kapitalistlerin
bu lezzetten vazgeçeceği anlamına gelmez. Herhangi
bir teoriysen, krize çözüm olarak “tam istihdam-kitle
üretimi yapan büyük fabrika” düzenine dönüşü önerirse,
bu, parçalanmış üretimini dünyanın dört bir yanına
yayarak kar oranlarını yüksekte tutan tekellerin
tutumunda ciddi bir değişiklik yapmaz, yapamaz.
Yani, kapitalizmin aklı vardır evet, ama bu akıl,
bildiğimiz anlamda “şu yoldan gidersek iyi olur”
aklı değildir. Çünkü kapitalizmin davranış çizgisini
besleyen asıl unsur, onun doğasında var olan kar
hırsı ve sermayenin genişletilmesi amacıdır. Ayrıca
hiç unutulmamalıdır; her kriz -bütün o ağlama
sızlamaları bir yana bırakırsak- tekellerin en
azından bir bölüğü için karlı çıkılan bir dönemdir
de.
Dolayısıyla kapitalizmin bir krizden, “akıllanmış”,
“imana gelmiş” olarak çıkmasını beklemek doğru
değildir. Yirminci yüzyıl boyunca olup bitenleri,
savaşları, yıkımları bir parça anımsamak bile
bunu anlamak için yeterlidir. Muhtemelen bugünkü
kriz de bir parça yardımseverlik gösterileriyle
ya da ABD vatandaşlarına karşılıksız para dağıtmak,
fazla para basmak gibi yöntemlerle karşılanacak,
ama bu yollarla sistemin temel yönelimleri değişmeyecektir.
Bunun yerine beklenmesi gereken, bütün dünyada
ekonominin daha fazla askerileşmesi, şovenist
dalgaların yükseltilmesi ve hem yeni-sömürgelerde
hem de emperyalistlerin çıkarlarının çeliştiği
yerlerde çatışma öğelerinin yayılmasıdır. “Serbest
piyasa düşünün ölmesi” gibi laflar da aslında
fazlaca abartılıdır; çünkü sözü edilen şey aslında
bir “düş” değil, herkesin bal gibi farkında olarak
sürdürdüğü bir yalandır. Tarihin hiçbir döneminde
gerçek anlamda bir “gizli el” mevcut olmamıştır
ve kapitalist devlet her zaman şu ya da bu şekilde
ekonominin bir parçası olarak süreçte rol almıştır.
Kriz ve Fırsatlar…
Öyleyse bu süreçten bekleyebileceğimiz şey, kapitalist
dünyanın “aklı başına gelerek” kendi işleyişinde
önemli değişiklikler yapması değil, daha fazla
saldırganlaşması, kar oranlarını yükseltmek için
mevcut üretici güçlerin tahrip edilmesi dahil
her türlü yolu denemesidir.
Bu ise, kuşkusuz halkların tepkilerini ve mücadelelerini
kışkırtan bir unsur olacaktır.
Elbette hemen not etmek gerekiyor; kriz ile devrimci
kitle hareketinin yükselişi arasında mutlaka otomatik
bir ilişki yoktur ve olamaz. Artan yoksullaşmanın
emekçi kitlelerin tepkilerini artıracağı kesindir
ama bu tepkilerin nereye kanalize olacağı büyük
ölçüde dünya sosyalist hareketinin ve tek tek
ülkelerdeki devrimci hareketlerin ideolojik-pratik
performanslarına bağlı olacaktır. Bu performansın
düşük olduğu her durumda, kitlelerin tepkilerinin
ırkçılık, yabancı düşmanlığı, bölgesel savaşların
beslediği şovenist dalgalar ve radikal İslamcı
akımlar tarafından yutulması mümkündür.
Buna karşın, yine de her ayaklanma, çaresizce
ve çılgınca yapılmış olsa da, hiçbir önderliğe
sahip olmasa da her zaman politik güçler biriktirir.
Politik öz, bütün o kanlı günlerden geriye kalır
ve süzülerek akar. Geçenlerde Haiti’de başbakanı
koltuğundan eden kitle hareketinde olduğu gibi
kitleler, deyim yerindeyse “kuvvet yoluyla istediğini
yaptırmanın tadını” alırlar ve bunu gelecek mücadeleler
için belleklerinde saklarlar. Bunlar önemli şeylerdir,
Duruma Türkiye açısından baktığımızda ise AKP
kurmaylarının bütün o “bize bir şey olmaz” tekerlemelerine
karşın krizin yansımaya başladığını söyleyebiliriz.
Krizin başladığı gündenberi Türkiye piyasasından
çekilen yabancı “sıcak” para miktarı küçümsenecek
gibi değildir. 2007 sonu itibariyle 107 milyar
dolar olan toplam yabancı para değeri, üç ayda
yüzde 24 oranında azalarak 81.4 milyar dolara
inmiştir. Yabancıların mülkiyetindeki hisse senetlerinin
Aralık 2007’de 70.3 milyar dolar olan değeri,
28 Mart itibariyle 47.3 milyar dolara inmiş, yabancıların
hisse payları, anılan dönemde yüzde 32.6 oranında
gerilemeyle 22.9 milyar dolar değer yitirmiştir.
Bütün bunlar ciddi işaretlerdir ve AKP hükümetinin
4 yıldır dönem avantajlarını da kullanarak kurduğu
kısmi dengeleri alt üst etmeye başlamıştır. “Panik
yok” edasındaki bakanların aksine Merkez Bankası
sürekli uyarılarda bulunmakta, diğer yandan da
özellikle gıda alanında sıkıntı büyümektedir.
İşlerin iyice karışması durumunda ise hükümetin
sallanması ve yeni alternatiflerin aranması mümkündür
ve zaten kenarda tutulan Abdüllatif Şener gibilerine
ısınma turları attırılmaktadır. Öte yandan krizin
etkilerini savuşturmak için şovenist histerinin
yeni dalgalarla körüklenmesi ya da sahte siyasi
çalkantıların artırılması da muhtemel gelişmelerdir.
İşçi sınıfı ve devrimciler açısından ise durum
farklıdır. Biz, işin başındanberi salt kriz bekleyici
bir tutumun safça ve oportünist bir tutum olduğunu
söylüyoruz, söylemeye devam edeceğiz. Türkiye,
sürekli ve yapısal bir krizi kesintisiz olarak
yaşamaktadır ve ona müdahale etmek en önemli devrimci
görevdir. Ancak öte yandan, mevcut krizin derinleşerek
ekonomiyi ve sosyal hayatı sarsmasının da duruma
küçümsenemeyecek etkilerinin olacağı tartışmasızdır.
Türkiye’de ya da dünyanın herhangi bir yerinde
krizin derinleşme noktalarının en kritik yanı,
devrimci iradi güçler ile kitleler arasındaki
ilişkiye yeni bir biçim vermesidir. Bu türden
her çalkantı, emekçi ve yoksul kitlelerin sola,
devrimcilere bakışını etkiler; devrimcileri yanında
göremeyen emekçilerdeki güven kırılması artabileceği
gibi, gösterilecek küçük performanslar bile bu
ilişkiyi bir parça onarabilir. Bütün bunlar önemlidir.
Tek tek her işçi, zor zamanlarında gerçek dostunun
kim olduğu konusunda deneyimler edinir, şovenist
kışkırtmadan, vs. kaynaklanan önyargıları kırılır,
büyük çaplı hareketlerde ise kendi yıkıcı gücünün
tadına varır… Bütün bunlar, uçuk teorisyenlerin
iddia ettiği gibi devrim durumunun olgunlaşması
anlamına gelmez; ayrıca tam olarak kendiliğinden
de gerçekleşmez. Her yerde ve her zaman devrimci
iradenin devreye girmesi kesin bir zorunluluktur.
Bugünün ve yarının somut görevi de budur. Kriz
bize de gelsin üstüne binelim tuhaflığından uzak
olmak; ama öte yandan her çalkantının içinde,
emekçilerin yanında saf tutmak, onlarla pratik
içinde pratik bağlar kurmak… Öncülük çok konuşarak
ya da kartvizit göstererek kazanılan bir şey değildir;
sınıfın içine girmek, onun bütün yaşam alanlarında
var olarak birikimleri birbirine eklemek gereklidir.
Devrimci sosyalist hareketin görevi de bundan
başkası değildir. Bugün kurulan her bağ, atılan
her temel yarının mücadelesinin sağlam zeminleri
olacaktır.
.
|