Burjuva politika alanı bugünlerde yine çok hareketli.
Bir yandan “sınır ötesi” maceraların sonuçları
üzerine sert tartışmalar ve kapışmalar sürdürülürken,
diğer yandan da AKP ile karşıtları arasındaki
“Türban Savaşları” bitip tükenmek bilmiyor. Öyle
görünüyor ki, Abdullah Gül’ün tam da kara harekatı
günlerinde kargaşaya getirerek anayasa değişikliğini
onaylaması da sorunu çözmeyecek; şimdi de malum
Anayasa Mahkemesi turları ve diğer meseleler gündeme
gelecek.
Aslında üniversitelerdeki “türban” sorununun yeni
olmadığı biliniyor. Yeni olan şey, bu süreçte
kendisini yeterince “güçlü” hisseden hükümetin
ilk kez somut adım atarak “kapıları aralama” girişiminde
bulunmasıdır. YÖK Başkanlığı ve bileşiminde de
şu ana kadar bir mesafe alındığı anlaşılıyor.
Öte yandan hükümet, Yargıtay yasası ve başka alanlarda
da değişiklikler yaparak politik etkinliğini genişletmek
eğiliminde görülüyor.
Önümüzdeki günlerin bu konuda hangi gelişmelere
gebe olduğunu şu anda bilmiyoruz. İnisiyatif savaşlarının
bu konu üzerinden ne kadar kızışacağı, genel şovenist
tablo ve Kürt savaşındaki skandalların bu meseleyi
ne kadar geri iteceği de henüz tam olarak belli
değil. Ama olaylar nasıl gelişirse gelişsin devrimci
güçlerin de bu konularda bir tutum sahibi olma
ihtiyacı kendini hissettiriyor.
Geçtiğimiz ay, bu konuda ilginç gelişmelere sahne
oldu. Önce belli özel üniversitelerde örgütlenmiş
olan “liberaller çetesi” yayınladığı bildirilerle
hükümeti desteklediğini açıkladı. Bu, her zaman
yekpare gibi görünen akademik dünyanın çatlatılması
anlamına geliyordu. Sonra bu kesimin bir bölümü
kendini geri çekti. Bu arada solda da karışıklıklar
oldu. Tahmin edilebileceği gibi TKP gibileri kendilerini
anti-türban cepheye yazdırdılar, öteden beri kendilerini
“özgürlükçü” ve “sivil” tarafta görenler ise zaten
bu sorunu “çözülmesi gereken” bir haksızlık olarak
görüyorlardı!
Buna karşın devrimci kesimlerin çoğunda ve bu
arada Devrimci Sosyalist Harekette ise bu tartışmaların
kitlelerin “gerçek gündeminin saptırılması anlamına
geldiği” görüşü ağırlıktaydı ve böyle bir gündem
maddesinin içine dalıp gitmek genel olarak doğru
bulunmuyordu.
Şüphesiz bu, doğru bir görüş ve tutumdu; gerçekten
de olan buydu ve devrimcilerin gündem çubuğunu
başka yönlere bükmesi ciddi bir görevdi. Ancak
öte yandan, böyle bir bakış, bu alana ilişkin
bir düşünme eksikliğine ya da bir “düşünme tembelliği”ne
de yol açtı. Sonuçta bu gündem çarpıtması “hangi
manken kiminle evlendi” türünden bir çarpıtma
değildi; tarihsel, ideolojik ve politik temelleri
olan bir tartışma ve hesaplaşmayı da içinde barındırıyordu.
Yani gündeme balıklama dalmak elbette doğru değildi
ve değildir; ama bu, devrimcilerin bu konuda bir
tutuma sahip olduğu, olması gerektiği gerçeğini
ortadan kaldırmamaktadır.
Öncelikle, mesele yalnızca türban meselesi ya
da “öğrenim özgürlüğü” gibi sahtekarca bir talep
değildir.
Burada, uzun yıllardır, ta yeni-sömürgeci kapitalistleşmenin
başlangıcından beri emperyalizmle ilişkilerden
çöplenen, giderek palazlanan, zaman zaman uç davranışlar
ve partilerle temsil edilse de esas olarak sinsi
ve hesapçı bir tarzda gelişen muazzam bir dinci
gericilik hareketini görmezlikten gelmek mümkün
değildir. Bütün “küçük”leri ve ara grupları bir
yana koysak bile bugün 90 ülkede 500 okul açabilecek
kapasiteye erişmiş olan CIA ajanı bir cemaat şeyhini
görmezlikten gelmek artık mümkün değildir.
Tam da bu noktada şöyle biraz geriye çekilip meseleye
tarihsel açıdan çok çok kısaca bakmak, durumu
daha iyi anlamamıza ve kendi pozisyonumuzu belirlemememize
yardımcı olacaktır.
Bilindiği gibi uygarlık tarihi, genel olarak aşamalara
ayrılır. Antik çağ bunlardan biridir örneğin ve
bugün bile bilimin kullandığı bir dizi tez ve
buluş o günlere aittir. Daha sonra gelen Ortaçağ
ise yoğun bir karanlıkla resmedilebilir herhalde.
Ortaçağı utangaç biçimlerde zorlayan Rönesans’ın
ardından ise kapitalizmin şafağı ve Aydınlanma
gelir. Bir anlamda Aydınlanma, kapitalizmin özgür
gelişimi için neye ihtiyaç varsa onların ideolojik
olarak düzenlenmiş listesi gibidir: Pozitif bilimlerin
ve deneyin kesin biçimde öne çıkışı, skolastik
düşüncenin yerine özgür düşüncenin geçişi, kilise
egemenliğinin yıkılışı ve şu ya da bu biçim altında
dinsel etkiden arınmış devletlerin doğuşu, vb.
vb…
Ama bu çığır açıcı ilerici düşüncelerle kapitalizm
arasındaki ilişki aslında bir balayı gibidir.
Pek kısa sürede, kapitalizm yerine oturdukça ve
işçi sınıfı can havliyle sokaklara çıkarak burjuva
devrimden daha fazlasını istemeye başladıkça,
burjuva düşüncesi geriye çark ederek dini gericilikle
uzlaşmalara girişir; çünkü sonuçta kapitalizmin
buna ihtiyacı vardır.
Tam da bu noktada Marks ve Engels, burjuva Aydınlanma’sına
eklenen değil, artık çürümekte olan bu uygarlığı
temellerinden eleştiriye tabi tutan, onu devrimci
biçimde aşarak yeni bir uygarlık düzeyini, Komünizmi
tanımlayan bir müdahale yaparlar. Böylece aslında
yeni türden bir “Aydınlanma”nın temellerini atarlar.
Tekelci kapitalizm ise bu anlamda tam tamına bir
“karşı-devrim” anlamına gelir. Artık, Aydınlanma’nın
ışığından kesin biçimde geri dönülmüş, demokrasiden
özgürlüklere, kültürden bilime dek her alanda
her şey kesin biçimde mali oligarşinin gerici
sultası altına sokulmuştur.
Ama, bir “sıkıntı” ve “üzüntü” kaynağı da aynı
dönemin ürünüdür: Ekim Devrimi ve sonraki yetmiş
yıl boyunca onu izleyen devrimler… Bütün dünyayı
sarsan ve insanlığın ilerici düşünsel mirasını
yeniden sahiplenerek yükselten devrimci cephe,
gerici emperyalist düşünce dünyası için gerçekten
de ciddi bir sıkıntı oluuşturmuştur. Bu dönemde
emperyalizm bir yandan her ülkede ve her yerde
en gerici sınıf ve ideolojilerle işbirliği yaparken,
diğer yandan “teknoloji” düzeyine indirerek sakatladığı
bilime de sahte bir tavırla sarılmak zorundadır;
aynen “sosyal devlet” uygulamalarına mecburen
sarıldığı gibi…
Reel sosyalizmin tasfiye olduğu yeni tarihsel
süreç işte en çok bu bakımdan emperyalizm için
bir şans ve rahatlıktır. Böylece muazzam teknolojik
ilerlemelerle atbaşı giden uçsuz bucaksız gerici
düşüncelerin kapısı sonuna dek açılmış, vahşi
neoliberalizmle insan iradesini değersizleştiren
postmodernizm koşullarında kelimenin tam anlamıyla
bir “Yeni Ortaçağ” başlatılmıştır. Bu “Yeni Ortaçağ”ın
eskisinden farkı, kâr hırsıyla davranan kapitalizmin
vahşi bir üretim-tüketim düzeni ile en kör ve
gerici ideolojik düşünceleri bir arada kapsaması,
böylece büyük bir insani yıkım pahasına yaratılan
muazzam servetlerin ve lüksler dünyasının korkunç
bir yoksulluk ve açlıkla, en kör inançlarla örtüşmesidir.
Bu kısa özeti niye yapıyoruz? Şunun için: Devrimci
Sosyalist Hareketin önüne koymuş bulunduğu Devrimci
Yenilenme süreci, çoğu kez bizde de yanlış anlaşıldığı
gibi sadece bir “politik atılım” anlamını taşımıyor.
Bu süreç, Yeniden İdeolojik Kuruluş’tan Yeni Bin
Yılın Bilimsel Sosyalist Aydınlanması’nı yaratma
hedefine kadar uzanıyor. Kuşkusuz esas olarak
uluslar arası sosyalist hareketin ortak görevi
olan bu hedef, bilimin yeniden insanlıkla buluşturulması
ve insanın bütün yetenek ve potansiyellerinin
sonuna dek özgürleştirilmesi, yani, yeni bir uygarlık
düzeyi olarak komünizm anlamına geliyor.
İşte şimdi, tam burada durarak yazımızın başlığındaki
soruyu yanıtlayabiliriz: Evet, Devrimci Sosyalizmin,
bu konuda bir tutumu var!
Devrimci Sosyalist Hareket, yeni bir Bilimsel
Sosyalist Aydınlanma yaratmak isteyen, bunun için
dünya devrimci hareketine kendi mütevazı katkılarını
sunmayı görev kabul eden bir akım olarak, asla
ve hiçbir zaman dinsel gericiliğe, dini düşünceyi
bilimin ve insanın kendi kaderine hakim olması
isteğinin önüne çıkaran bir ideolojiye karşı (konjonktürel
nedenlerle de olsa) yakınlık duymaz, onunla bir
arada duramaz. Son derece açık: Yeni bin yılın
Aydınlanma’sını yaratmak isteyenler, 1789’un gerisinde
her ne varsa onun tam karşısındadırlar.
1789 Aydınlanması, insanlığın şafak çizgisidir.
1848’in Komünist Manifestosu insanlığın kendi
kaderini değiştirme eyleminin başlangıcıdır.
1917 Ekimi, dünyayı değiştirmek isteyenlerin açtığı
kapıdan gezegenimize ışık çubuklarının girdiği
tarihtir.
Ve nihayet, 2000’lerin Bilimsel Sosyalist Aydınlanması,
Yeni Ortaçağ’ın karanlık sisinin dağıtılması görevinin
adıdır.
Devrimci Sosyalist Hareket, kesinlikle dinci gericiliğin
tam karşısında durur. Hiç tereddüt etmeden ve
hiç taviz vermeden durduğu yer orasıdır. Bu, dini
inançlara sahip işçilerle, emekçilerle bir arada
yürümeyeceği, onları dışlayacağı anlamına gelmez;
ama bir ideoloji olarak dini gericilikle de hiçbir
ortak yanı yoktur.
Üstelik Devrimci Sosyalist Hareket, sadece bu
bakımdan değil, bu hakim dini eğilim, bir başka
dini eğilimi ezip sık sık katliamlara uğrattığı
için de söz konusu gericiliğin tam karşısındadır.
Devrimci Sosyalist Hareket, bu ülkede cayır cayır
yakılan insanları unutma hakkına sahip değildir;
bu insanları yakanları, kurşunlayanları ve yarın
da aynı şeyleri gönül rahatlığıyla yapabilecek
olanları kendisine ne dost sayar ne de bunların
“özgürlük” çığlıklarına, “insan hakları” ajitasyonlarına
kulak verir.
Ama yine Devrimci Sosyalist Hareket, altını kalın
kalın çizerek söylüyoruz; bugün bize dayatılan
“gericilik” tanımının sadece ve sadece dincileri
(ve özellikle Müslüman toplumlarını) kapsamasını
asla kabul etmez. Biz, emperyalizm tarafından
son yirmi yılda dayatılan ve işbirlikçilerin de
“çağdaşlık” adına üzerine atladığı bu tek yönlü
“gericilik” tanımını reddeder ve yeni tarihsel
süreçte ortaya çıkan postmodern-neoliberal Ortaçağ
cehennemini dinsel gericilikten bin kat daha tehlikeli
buluruz. İnsan iradesini ve dünyayı değiştirme
amacını aşağılayan, onun daha iyi, daha adil ve
daha özgür bir dünya için mücadele etme isteğini
çürüterek insanın insanlaşmasının önünde kara
bir engel gibi duran postmodern gericiliğin bir
“çağdaşlık” olarak kutsanmasından tiksinti duyar.
Devrimci Sosyalist Hareket, Usame Bin Ladin ile
Bush arasında, çember sakallı kuran kursu hocaları
ile Holding üniversitelerinin “esnek üretim” hayranı
işletme profesörleri arasında, petrol sarhoşu
Suudi şeyhleri ile “insanlık aşığı” Bill Gates
arasında tercih yapmak, gericilik-ilericilik çizgisini
giyim-kuşam, vs. üzerinden çizmek zorunda değildir!
Bize göre bu çizgi, milyonlarca insanın kanıyla
beslenen asalaklarla, dünyanın lanetlileri arasından,
işte tam da oradan geçiyor. Siz, kenelerin durduğu
taraftaysanız, ister cübbe giyin ister takım elbise,
can düşmanımızsınız; yok siz ezilenlerin, yoksulların
tarafındaysanız eğer, ellerimiz ellerinizdedir!
Ayrıca, evet, Devrimci Sosyalist Hareket, Pentagon’dan
emir alan uşakların anladığı anlamda laik de değildir.
Biz, Marksistiz ve “dinin devlet işlerine karışmaması”
gibi sahte bir sloganı benimsemeyiz. Devrimci
halk iktidarımız da resmi din diye bir şeyi gözetmez;
isteyenin istediği biçimde ibadet etmesini önlemez;
ama dini devlete karıştırmamakla kalmaz, devleti
de dine karıştırmaz.Bu kadar açık! Bu kadar net!
Camiye giden Camiye, Kiliseye giden Kiliseye!
Ama bize fikrimizi sorarsanız; 150 yıl önce Komünist
Marnifesto’da yazacağımızı yazdık… Ona ekleyecek
bir şeyimiz yok!
Kimse bize “öğrenim özgürlüğü” adı altında sinsi
planlarını dayatmasın; biz AB hayranı “aydıncıklar”
gibi safdil değiliz!
Kimse bizim kafamızı “rejim elden gidiyor” diye
şişirmesin; biz, evet, bugünkü kapitalist “rejimin”,
bugünkü faşist “rejimin”, bugünkü “Şemdinli” rejiminin
bir an önce “elden gitmesini” ve bir daha da asla
geri gelmemesini istiyoruz; zaten devrimimizin
amacı da budur!
Biz devrimciyiz; neysek oyuz, onu da söyleriz.
Dürüstlüğümüzü de herkes bilir. Bizim kendi ahlakımız
var ve ondan bir milim sapmayız. Yalan yok! Sahtekarlık
yok! Din ticareti yok! Kimsenin ibadetine müdahale
de yok!
Biz özgür bir ülkede, insan gibi yaşamak istiyoruz.
Memleketin kanını iliğini sömürenlerin hortumlarını
keseceğimizi şimdiden açıkça ilan ediyoruz.
Dostumuz belli! Düşmanımız belli!
Düşmanlarımız korksun bizden!
Dostlarımıza ise şimdiye kadar “senin dini inancın
nedir” diye hiç sormadık; öyle bir alışkanlığımız
yok!
Hepsi bu kadar işte; bu kadar açık ve yalın!
.
|