Mart ayının ortalarına doğru geliyoruz… Bahar
geliyor, Newroz geliyor, 1 Mayıs’a dek uzanan
canlı ve hareketli günlerin kapısı açılıyor.
Ocak ve Şubat’ı hep kapkara manşetlerle geçirdik.
Dünyada bu kadar çok medya organına sahip bir
başka ordu olmasa gerektir. Gerçekten de durum
tam bir felaketti ve utanç vericiydi. “Çapulcu”
oldukları baştan ilan edilmiş olan “bir avuç”
insana karşı her gün jetler havalandı, televizyonlarda
birtakım binaların nasıl havaya uçurulduğunu izledik.
Daha sonra da “Kandil’in fethedilmesi” seferi
başladı. Ordu bile böyle ilan etmemişti hedefi
ama basın yine de “gitmişken Bağdat’ı da alalım,
olsun bitin” havasındaydı. 8 gün sonra gerisin
geri dönüldüğünde ise “sıkı dost” gibi görünenler
bile kapıştılar. ABD mi emir verdi? arkasında
büyük bir komplo mu var? vs. vs…
Bu arada hiç kimse, bu geri dönüşün gerillanın
direnişi karşısında bir “başarısızlık” anlamına
geldiğini tartışmadı bile; “düşman kaynaklar”dan
bilgi aktarmak ise zaten baştan yasaklanmıştı.
Yani, ABD işgali altındaki bir ülkede elbette
ABD’nin izin verdiği kadar ve onun belirlediği
kurallar içinde iş yaparsın, bu bellidir; ama
yine de bu sekiz günün bilançosu nedir? Gerilla
yöntemleriyle savaşan bir gücün, böyle askeri
operasyonlar ile yok edildiği ya da geriletildiği
dünyanın herhangi bir ülkesinde görülmüş müdür?
Yani o kadar ki, Genelkurmay Başkanı bile zaman
zaman psikolojik savaş kurallarını unutup “siz
gidin de bir gün kalın bakalım orada” gibi laflar
etmek zorunda kaldı. Sonuç olarak, lafı uzatmaya
hiç gerek yok; olan şey, küçük çaplı bir Sarıkamış
felaketinin eşiğinden geri dönüştür. Ünlü “gittim
gördüm yendim” deyişi, bu olay için “gittim yenildim
geldim” şeklinde yeniden düzenlenebilir.
Harekat sonrasında ABD’li yetkililerin “müzakere”
lafları da, Talabani’nin aşağılanma gösterisine
dönüşen ziyareti de hiç öyle büyük komplolar değildir.
İşin ta en başından beri Kürt ulusal hareketinin
ezilmesi ve sonra da “makul” Kürtlerle dalavereler
çevrilmesi; hatta PKK’nin bu noktaya düşürülmesi
planları vardır ve bunlar gizli de değildir.
Talabani’nin aşağılanması ise ayrı bir derstir.
Son günlerde bütün emekçi halkların ezberlemesi
gereken bir ders var: “Bağımsız”(!) Kosova! Bir
aydır Kosova’da meydanlara toplanan binlerce insan,
bayraklar sallayarak “bağımsızlığı” kutluyorlar.
Amerikan bayraklarıyla! Kosova’nın başkenti Priştine’nin
en büyük bulvarının adı Bill Clinton Bulvarı;
bu bulvarı kesen diğer bulvarın adı ise eski başkan
yardımcısının adını taşıyor: Al Gore Bulvarı!
Bütün bunlar, “Kosova Sırptır Sırp Kalacak” diye
çığırtkanlık yapan Sırp ırkçılarına haklılık kazandırmıyor
ve Kosova’nın Arnavut halkının ille de Sırbistan’a
bağlı yaşamak zorunda olmalarına bir kanıt oluşturmuyor.
Ama şu bir kez daha anlaşılıyor: Bağımsızlık,
bağımsızlıktır! Yarım bağımsızlık olmaz; olursa
da kimseye hayrı olmaz. Yarım bağımsızlık, sizin
“bağımsızlığınıza” bir başkasının ortak olduğu,
ipotek koyduğu bir bağımsızlıktır. Siz, bir ülkeyi
işgal ederek 1 milyon insanın kanına girenlerin
“himmetiyle” cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturursanız;
azarlanmayı, aşağılanmayı, kendi kardeşlerinize
karşı kullanılmayı hak edersiniz.
Şu bir kez daha anlaşılıyor: bugünün dünyasında
ulusal olanı da dahil hiçbir demokratik sorun,
sosyalizmin dışında bir yerde tam olarak çözülemiyor.
Hiç çözülemiyor değil; ama tam çözülemiyor ve
eninde sonunda dikiş yerlerinden patlayan bir
yara gibi kanamaya başlıyor.
Öte yandan biz, madem ki şu anda şu ya da bu bölgede
sosyalist bir çözüm yok, öyleyse herkes şimdilik
sömürgeci efendilerine itaat etsin, tutsak yaşasın
demiyoruz. Bizim tutumumuz açık: Biz dünyanın
hangi köşesinde olursa olsun, eşit, kardeşçe,
özgür olmayan hiçbir ilişkiyi kabul etmeyiz ve
etmeyeceğiz! Biz dünyanın hangi köşesinde olursa
olsun uluslar ve halklar nasıl yaşamayı istiyorlarsa
öyle yaşasınlar diyoruz. Kimseye esareti öğütlemiyoruz.
Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’na bugünlerde
kolayca kefen biçenler ucuz sosyal şovenistlerdir;
17 bin NATO askerinin işgalinde olan, kanunları
emperyalist hukukçular tarafından yazılan Kosova
bile, bu ucuz şovenizmi haklı çıkarmaz; Kosova’nın
Yugoslavya zamanından beri çözülememiş bir ulusal
sorun olduğunu bilmeyenler tarih konusunda cahildirler.
Bu cahilliğin, yıllarca yakasında “orak-çekiç”
olan Sırp polisinden küfür yiyen, insan yerine
bile konulmayan bir Kosovalının duygularını anlaması
da mümkün değildir. Biz sosyalistiz, enternasyonalistiz,
bu temele dayanarak ve bu yüzden sözümüzü söylüyoruz;
yoksa ne Sırp milliyetçilerinin, ne Halepçe katili
Baas canilerinin ne de inkâr ve imha dışında yol
bilmeyen Türkiye şovenizminin ezilen ulusların
davranışlarını yargılama hakkı yoktur!
Güney Kürdistan’daki durum Kosova’ya mı benziyor?
Hayır, elbette değil, zaten ülkeler ve durumlar
arasında böyle benzerlikler de olmaz. Ama mesele
şu: Özdemir Asaf’ın şiirinden uyarlayarak söyleyelim:
“Bağımsızlık paylaşılmaz / Paylaşılırsa bağımsızlık
olmaz!” Yani kim gerilla cesetlerinin başın tüneyerek
“akbabalık” rolü kapacağını ve böylece “temizlenmiş”
olan meydanda Kürt siyaseti yapacağını umuyorsa;
kim kendi kardeşinin katline aracılık yapıyor
ya da sesini çıkarmadan bunu seyrediyorsa, ona
bu dünyada rahat yoktur. Çünkü, Kürdün ölüsü dirilir;
her şey bitse bile, bugün Diyarbakır’ın ara sokaklarında,
İstanbul’un varoşlarında yaşayan yoksul çocuklar,
dönüp yeniden Fis köyüne giderler, yeniden kendilerine
bir yol ararlar. Bir Newroz’u çıplak gözle izlemeyenler
bunu asla bilemez; orada Jeeplerini uzaklara park
edip alana gelenler de vardır; kilometrelerce
yolu yürüyerek gelenler de… Jeep’in rahatlığına
alışanlar belki yarın yorulurlar; ama yürüyenlerin
ayakları yola alışkındır, onlar daha çok yol yürürler
özgürlük için…
Newroz budur; Kürdün gerçeği de budur.
Öte yandan bu topraklar, herkesin keyfinin yerinde
olup de tek derdin “ayrılıkçılık” olduğu topraklar
da değildir. Her yıl Forbes Dergisi’nde yayınlanan
dünyanın en zengin patronları listesine yeni olarak
kaç Türkün girdiğine bakın; dönüp bir de Tuzla’da
o yıl kaç kişinin öldüğüne bakın; arada simgesel
anlamda bir doğru orantı vardır. Ne kadar zenginlik
ve servet; o kadar iş cinayeti ve o kadar yoksulluk,
işsizlik… Hiçbir alavere dalavere, basındaki “kahraman
Mehmetçik” manşetleri, harekatın gürültüsü arasında
imzalanan Türban değişikliği ve yarattığı tartışmalar
bu yalın gerçeği ortadan kaldırmıyor. Bütün ekonomik
işleyişi emperyalist direktiflere bağlayan ve
zaten bunun için kurulmuş olan hükümet, neyin
arkasına sığınırsa sığınsın, insanlara bilfiil
34 yıl çalışarak nasıl emekli olunabileceğini
açıklayamıyor. Çünkü bu memlekette bu süreyi tam
olarak sigortalı geçirmiş bir “örnek işçi”ye rastlanılamıyor!
Çünkü bu miktardaki bir emeklilik süresi, aslında
işçinin “gönüllü”(!) olarak patronuna “sen beni
sigorta yapma kardeşim” demesi anlamına geliyor.
Forbes listesine her yıl yeni asalaklar ekleyen
hükümet, sosyal güvenlik sisteminde “kara delik”
meselesini de açıklayamıyor. Nedir “kara delik?”
Patronların ödemedikleri primler değil mi? Peki
“gerekirse Kandil’i fethederim” diyen o “müthiş”
siyasi irade, bu adamların kapısına dayanıp neden
“ver bakalım şu parayı” diyemiyor? Davutpaşa ya
da Levent, Zap’tan Kandil’den daha mı uzak? Tekel
medyasının habercileri son zamanlarda iş katliama
dönüşünce Tuzla’yı uğrak yeri yapıverdiler; peki
hükümetin bizzat kendisi gidip patronlara “burada
kaç kişi var, kaçı sigortalı, sen kaç para prim
ödedin bu ay” sorularını niye soramıyor?
Çünkü, yüz yıl önce söylendiği gibi, her sınıf
“kendi bayrağının altında” yürüyor; her sınıf
kendi çıkarlarını koruyor.
Çünkü, yüz elli yıl önce söylendiği gibi, devlet,
egemen sınıfların baskı ve zulüm aracıdır; adalet
ve denge aracı değil…
İşte bu çıplak gerçeklerin dünyasında Newroz günlerine
giriyoruz, Kızıldere’yi yeniden iliklerimizde
duyuyoruz.
Asıl perspektiflerimizi unutmadan, ufkumuzu daraltmadan,
hayatın, günlük pratiğin içinde yürüyüşümüzü sürdürüyoruz,
sürdüreceğiz. Bizim işimiz zor. Çünkü biz, bu
uzun vadeli perspektifleri saatlerimizi durdurarak
tartışma yolunu seçmedik; devrimci pratiği erteleyerek
plan-program yapma “rahatlığını” tercih etmedik.
Çünkü bunun bir “rahatlık” değil, aslında risk
olduğunu biliyoruz, tarihten öğrendik.
Yolumuz bu yüzden aydınlıktır. Tıkanan her noktayı
aşarak, oluşan her düğümü çözerek yürüme yeteneğine
ve iradesine sahibiz.
Öyleyse, özgür bir ülke, insanca yaşam hedefiyle
bir kez daha ileri!
.
|