Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

57. Sayı - Ocak-Şubat 2008

Giriş:
Yeni bir yılın ilk ayını yaşadığımız şu günlerde 2007 yılını bir an göz önüne getirirsek, bir kaç ana başlığın ön plana çıktığını görürüz. Bunlardan biri, başta Hrant Dink cinayeti olmak üzere, ulusal ve dinsel kimlikler üzerinde milliyetçiliğin kışkırtılması ile birlikte faşist-kontra çetelerin yapmış oldukları saldırı ve linç girişimleridir. Bir diğeri, 22 Temmuz seçimleri ile yeni bir biçim alan oligarşi içi çelişkilerin derinleşmesi, darbe tehditlerine ve karşılıklı restleşmelere kadar varan boyuttur. Ve nihayet, bir üçüncüsü, bütün bunları da etkileyerek güncel yaşamda her gün yeniden üretilen Kürt ulusunun özgürlüğü sorunu...
22 Temmuz seçimleri oligarşi içi çelişkilere yeni bir biçim vermiştir. Çıkar ve sömürü ilişkileri üzerinden şekillenen, siyasal egemenlikten pay almaya dayalı bu çelişki elbette ortadan kalkmamıştır ama yeni bir düzeyde yeni bir biçim almıştır. Daha çok Cumhurbaşkanlığı seçimleri ekseninde bir çatışmaya dönüşen bu çelişkiler, zaten biraz da sanal olarak tırmandırılmıştı. Ama seçimler ortaya bir sonuç çıkardı ve bu çelişkileri sanal olarak büyütmenin zeminleri bir ölçüde ve bir süreliğine daraldı. Yeni bir konsensüs ile sömürü ve egemenlik biçimleri sürdürülmesi, dahası “ortak düşmanlara” karşı kapsamlı bir savaş konseptinin devreye sokulması gündemleşti. Gerçekten de bir anda her şey kendi mecrasına döndü, o ünlü “Cumhuriyet mitingleri” gerilerde kaldı; düzen güçleri işçi ve emekçileri sömürmede, Kürt ulusunun özgürlük isteğini bastırmada, devrimci hareket ve Kürt hareketini tasfiyede anlaştılar. Ara sıra “sert” çıkışlar ve “türban” gibi ataklar olsa da bu çelişkiler şimdilik önemli olmaktan çıktı, özellikle Kürt düşmanlığının yanında “teferruat”a dönüştü. Zaten esasında düzen cephesindeki inisiyatif savaşları hangi düzeye varırsa varsın, hem Kürt meselesinde, hem de IMF yasaları gibi diğer temel sorunlardaki uzlaşmayı çok fazla etkilemiyordu.
Şimdi hatırlayan var mı bilmiyoruz, 22 Temmuz seçimleri aşağı yukarı bir ay süren yalancı bir “demokrasi” rüzgarı esmişti; artık o da kalmadı, yerini savaş tamtamları aldı. Şimdi başka bir rüzgar var; Kürtlere karşı güç ve “kararlılık” gösterisi, dağların nasıl bombalandığı, nasıl zafer kazanıldığı yalanları... Doğrusu oligarşinin bu sanal “zafer”lere de ihtiyacı vardır; bu “zafer”leri arkasına alarak, psikolojik savaş argümanlarını sınırsızca kullanarak, zorla, inkar ve imha ile sorunu çözeceğini sanıyor.
Ama yanılıyorlar. Oligarşi tarih boyunca hep bu yöntemle sorunu çözdüğünü sandı ve yanıldı; hiç ders almadı, yeniden yanılıyor, dahası sorunu derinleştiriyor.

Yeni Bir Strateji Var mı?
Aslında bu sorunun yanıtı ikilidir. Evet yeni bir “strateji” vardır, bir planlama yapılmıştır; ama öte yanda bu “strateji”, temel unsurlar açısından hiç yeni değildir; Kürt meselesindeki 80 yıllık politikanın devamıdır.
2007 yılı boyunca sürdürülen büyük bir yalan ve psikolojik savaş çabasıyla yeni bir saldırı stratejisi güncelleşmiştir. 5 Kasım 2007 tarihli Bush-Erdoğan görüşmesi bu bakımdan Kürtler için yeni bir döneme işaret etmektedir. ABD emperyalizmi ve oligarşinin bu kirli ittifakına Güney’deki Kürt işbirlikçi önderlikleri de ortak edilmektedir. Zaten Bush, “PKK, ortak düşmanımız” derken onlar adına da konuşuyordu. Bu tarihten sonra, Barzani’nin kimi zaman feodal tutuculuktan beslenen, kısık düzeyde “aykırı” sesi duyulsa da, Kürt işbirlikçi önderliği söylemini tümden değiştirdi. Bu kirli, Kürdü çözen, Kürdü Kürde düşman eden senaryo, emperyalizmin onayı ile güncelleşti. Bu yeni konsept sadece emperyalizm ve oligarşi, hatta Güney Kürt işbirlikçi önderliği ile de sınırlı değildir; bu senaryonun içinde İran ve Suriye gericiliği de vardır ve durum bu açıdan eski süreçlerden farklılıklar göstermektedir. Öte yandan bu konsept, kendi içinde yanılsama içeren söylemleri de içermektedir. Örneğin, 5 Kasım 2007 görüşmesinin “verilen- alınan” hesapları içinde ABD emperyalizmin “siyasal çözüm” istediği bile dillendirilmektedir. Üstelik bu, “tarihsel bir fırsat” olarak sunulmaktadır; on yıllardır çözülmeyen bu sorun, “yakalanan bu tarihsel fırsatla”, yani Güney’e yönelik saldırıyla çözülecektir! Her gün TV ekranlarında pompalanan yalanlar eşliğinde sorun “kökü dışarıda” bir saldırı gibi sunulmakta ve askeri harekatla çözüleceği vaatleri savrulmaktadır. “Kapsamlı bir plan” olarak tanımlanan bu çerçeve önce politik olarak çiziliyor, sonra içeriği bombalamalar ve psikolojik savaş eşliğinde doldurulmaya çalışılıyor.
Yani bu saldırı dalgası ne sorunu çözmek içindir, ne de aslında yenidir. Kürt ulusunun özgürlüğü açısından ortada “yeni” bir şey yoktur; tam tersine, yapılan şey bastırılıp düzen içine çekilemeyen Kürt ulusal taleplerinin ve direniş dinamiklerinin bastırılması, sömürgeciliğin derinleştirilmesinden ibarettir. Bunun adı kimi zaman “topyekun savaş” olarak konuluyor, kimi zaman ise, Büyükanıt’ın bizzat dile getirdiği ve yönettiği “özel/psikolojik savaş” olarak tanımlanıyor. Bu, Kürt sorununda önemli bir kavşak olan İmralı süreci sonrasında yaşanan ideolojik ve politik kırılma ve Kürt yurtsever hareketinin “barış” için geri çekilmesi sonucu kısmen yoğunluğunu kaybeden savaşın, yeniden büyümesinden başka bir şey değildir. Dahası, “düşük yoğunluklu savaş”ın sadece Kuzey’de değil, Güney’de de yoğunlaşmasıdır.
“Düşük yoğunluklu savaş”ın mimarı ABD emperyalizmidir ve sömürge savaşlarında bir doktrin olarak geliştirdiği, örneğin Vietnam’da uyguladığı bilinmektedir. Bugün Afganistan ve Irak’taki açık işgallerde yürüttüğü çizgi de budur. Elbette bütün bu emperyalist deneyimlere oligarşinin 1925 sonrası geliştirdiği sömürgecilik deneyini, özelikle de son 25 yıllık savaş sürecini de eklemek gereklidir. Bu kısaca, “ezerek çözme” yöntemidir; şiddet ve çıplak terör eksen yapılarak siyasal, psikolojik, hukuksal, ekonomik boyutlar da sürece eklenir. Bu topyekun savaş konseptinde bir yandan şiddet tırmandırılır ve kitleselleştirilirken diğer yandan medya kullanılarak yalan ve kontra haberler, birbirini izleyen “dosyalar” kitlelerin üzerine boca edilir, göstermelik bir kaç sözde ekonomik adım (bunu yol, okul olarak okuyun) atılır ve “pişmanlık yasası” da hukuksal boyut olarak araya sıkıştırılır. İşte, “kapsamlı plan” olarak şişirilen çizgi budur.
Bu planın çok boyutlu olarak 1993’lerde de uygulandığı bilinmektedir. Dağda gerillanın alan tutması ve şehirlerdeki serhıldan karşısında geliştirilen bu “topyekun savaş” binlerce kontra cinayeti, yaygın ve kitlesel işkence ve tutuklama, insanlık dışı “kelle avcılığı”, Güneye yönelik saldırılar, dayatılan “pişmanlık yasası”, meclisteki Kürt temsilcilerin yaka-paça tutuklanması vb. biçiminde yaşanmıştır ve sonuçları hala bellekten silinmemiştir. Bugün dağlar bombalanıyor, gerillaya yönelik tüm savaş hukuku yok sayılıp kimyasal silah bile kullanılıyor; bunlar önceden de yaygın biçimde yapıldı, hatta kesik başlarla hatıra resimleri de çekildi. Bugün DTP’ye karşı, linç kampanyaları örgütleniyor, Kürt vekillerin meclisten atılması için hukuki gerekçeler oluşturuyor; bunlar da yeni değildir. Geçmişte de Kürt ulusunun temsilcileri meclisten atıldı, 10 yılı aşkın süre cezaevlerinde tutuldu. Bugün dağlara Kürtçe-Türkçe “pişman ol, devlete sığın” bildirileri atılıyor, “terör örgütü çözülüyor” yalanları pompalanıyor; bunlar da eskiden yapılmış ve dağ taş bildiri ile donatılmıştı. Bugün “pişmanlık yasası” bir tür “af” gibi sunulmaya çalışılıyor; bu da pek yeni sayılmaz, şimdiye kadar bu yöntemin kaç kez denendiğini düzen temsilcileri bile anımsamıyor. Hatta aslında tüm bu politikaların, 1925-40 isyanlar sürecinde, örneğin 1938 Dersim isyanı sürecinde de hemen hemen benzer söylemlerle uygulandığı bilinmektedir.
Yani sonuçta oligarşinin Kürt sorununu çözmek için aslında “yeni” bir stratejisi yok; olan şey, “topyekun savaş” ya da “düşük yoğunluklu savaş” stratejisinin, bugün yeni argümanlarla yeniden biçimlendirmektedir.
Burada soru şudur: Bu saldırı politikaları püskürtülebilir mi?
Bu sorunun yanıtı, devrimci hareket ve Kürt yurtsever hareketin konumuna, direniş dinamiklerine bağlıdır. Hemen ifade edelim, çok ciddi zemin kaymalara rağmen, devrimci hareketinin ve Kürt yurtsever hareketinin bu saldırıları püskürteceğine inanıyoruz. Kolay olmayacaktır, ama bu başarılabilir, bu dinamizm vardır.
Bu açıdan, 2008 yılı önemlidir. Türkiye devrimi ve Kürtlerin özgürlük taleplerine tasfiye dayatılmaktadır; bu, sınıf mücadelesinin yoğunlaşması anlamına gelmektedir. Şiddetlenen sınıfsal ve ulusal çelişkiler zemininde eski ve yeni çatışacak, birçok şey yeniden harmanlanacak ve yeniden biçim alacaktır. Hatta sol ve devrimci hareket için yeni yol ayrımları ortaya çıkacak; Kürt ulusal sorunu bu süreçte başlı başına, temel bir unsur olacaktır.

Emperyalizm Kürt Sorununu Çözemez
Yukarıda ifade ettik: 5 Kasım 2007 tarihi, sembolik olarak ifade edersek, Kürtler içinde bir yol ayrımıdır. Emperyalizm, özelikle ABD emperyalizmi, “yeni dünya düzeni” ile başlattığı 1. Ortadoğu savaşında Güney Kürtlerini kullanmış ve en son 2. Ortadoğu savaşında, yani Irak işgalinde de Saddam gericiliğinin yıkılmasını sağlamıştır. Saddam gericiliğinin yıkılması, Güney Kürtleri için yeni kapılar açmış, dahası Afganistan ve Irak işgali, Büyük Ortadoğu Projesi(BOP) temelinde bu kesime yeni roller yüklemiştir. Ancak biçilen bu rol ve böylece girilen ulusal süreç, emperyalizmin bölgesel çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde diğer sömürgeci güçlerle de çelişki halindedir. İşte 5 Kasım 2007 görüşmesi, bu çelişkinin sınırlarını ifade etmektedir.
Bu sınır şudur: Emperyalizmin Ortadoğu politikalarında, özelikle Irak’ın işgalinde, hatta giderek yeni-sömürgeleşmesinde Güney Kürtleri rol alabilir; ama bu durum, tüm Kürdistan için model olamaz, diğer parçalarda sömürgecilik, inkar ve imha politikaları devam etmelidir. Kürdistan özgürlük mücadelesinde önemli bir rol oynayan, her şeye rağmen hala bir direniş odağı olan yurtsever hareketin tasfiyesi konusunda yapılan anlaşma ve “sınır ötesi harekat” tam da budur.
Bu aynı zamanda, emperyalizmin Kürt sorununu çözmek bir yana, sömürgeciliğin asıl kaynağı olduğunu belgeler. Küt ülkesinin dört parçaya bölünmesi ve bu temelde sömürgeleştirilmesi, 1. Paylaşım Savaşı sonrasında İngiltere ve bölge güçleri tarafından örgütlenmiştir. Sadece Kürdistan değil, tüm Ortadoğu, kimi zaman cetvelle çizilen sınırlarla yeniden paylaşılmış, bugünkü statü oluşmuştur. 2. Paylaşım Savaşı sonrasında ise emperyalist-kapitalist sistem içinde ABD emperyalizminin önderliği, Ortadoğu’nun da yeniden biçim almasına yol açmış, başta İsrail ve Türkiye olmak üzere gerici iktidarlar ABD emperyalizmine dayanmıştır. Daha sonra reel sosyalizmin çözülmesi, emperyalizmin Ortadoğu’ya yönelmesini hızlandırmıştır ve bugün BOP olarak tanımlanan kapsamlı bir proje ile Ortadoğu yeniden paylaşılmaktadır. Emperyalizm, bu çerçevede, bölgede kangrene dönüşmüş ulusal sorunları “çözme” vaatlerinde bulunmuş, hatta saldırılarında gerekçe olarak bunu kullanmıştır. Ancak, örneğin aynı süreçte ilk sırada olan Filistin sorunu çözülmediği gibi, emperyalizmin nasıl bir “çözüm” peşinde olduğunu göstermesi açısından öğreticidir. Emperyalizm ulusal sorunları çözmez, bu sorunlara kaynaklık eder; eğer bir yerde emperyalistler “ulusal sorun” ya da “insan hakları”ndan bahsederlerse, orada bu sorunu kendi çıkarları için kullandıkları kesindir. Nitekim Güney Kürtleri sorunu da emperyalizm açısından tam bu yaklaşıma tabidir.
Tarihsel deneyler göstermiştir ki, emperyalizm çağında ulusal sorunlar iki temelde çözüm bulur. Ya emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı, proletaryanın önderliğinde proleter/devrimci çözüm; ya da istisnai olarak, çoğu kez emperyalistler arası çelişkilerden yararlanarak veya bir emperyalist güce dayanarak ortaya çıkan burjuva önderlikli çözüm.... Bu, gerçek çözüm değildir; belki bir burjuva uluslaşma süreci yaşanır, ama sonuçta yeniden emperyalizme bağlanmak ve o ulus ya da halkın köleleştirilmesi kesindir. Güneyde Kürtler için böylesi bir “çözüm” teorik olarak mümkündür, hatta bu temelde adımlar da atılmıştır, ama bu tutum emperyalizmin bölge politikaları için payanda olma, bu onursuzluğu paylaşma, hatta giderek yeni-sömürgecilikle yeniden köleleşme demektir.
Hepsi bu; daha fazlası değil...
Ama öte yandan sorun göründüğünden de daha karmaşıktır. Güney Kürdistan’da oluşan Kürt yönetimini emperyalizmin işbirlikçiliği ile birlikte düşünmek ne kadar doğru ise, bundan hareketle, Güney Kürtlerinin kendi yönetimini ve uluslaşma için kurumlarını yok saymak, buna karşı çıkmak da o kadar yanlıştır.
Hatırlanmalıdır; emperyalizmin Ortadoğu’ya yönelik işgal saldırısı özellikle Kürt liberalleri cephesinde “sömürgecilik parçalandı, statükolar bozuldu” gerekçesi bir hayli destek bulmuştu. Hatta “demokratik emperyalizm” gibi laflar da duyulmuştu zaman zaman. Yaşanarak görüldü, artık bu tür saçmalıklardan kimse söz etmiyor. Emperyalizm, Kürtler için özgürlük değil, sömürgeciliğin devamı ya da bölge politikaları ile uyumlu olduğu ölçüde inceltilmiş sömürgeciliktir. Emperyalizmin çıkarları, dört parçada sömürgeleştirilmiş bu ülkenin bütünlüğü, hele de bunun demokratik bir temelde inşa edilmesi ile çelişir. Emperyalizm dünyanı hiçbir yerinde böylesi bir çözümden yana olmamıştır; tam tersine sömürgeciliğin kaynağıdır, bağımsız ve demokratik bir Kürt ülkesi için en büyük düşmandır. Sömürgecilikten kurtuluş, ancak ve ancak emperyalizme karşı mücadeleden geçmektedir. Emperyalizmi hedeflemeyen bir mücadele, gerçek bir ulusal kurtuluş yaratamaz. Bağımsız-birleşik-demokratik bir ülke, Kürt ulusu için gerçek bir uluslaşma ve diğer uluslarla eşit ve özgür ilişkiler kurma zeminidir. Bu stratejik hedefin gerçekleşmesi, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı mücadeleden geçer.
Kürtler bunu yaşayarak bir kez daha görmektedirler

İmralı Süreci ve Tezleri İflas Etmiştir
Kürt ulusu ve Kürt devrimcilerinin, sosyalistlerinin özellikle son 10 yılı dikkatle gözden geçirme zamanı gelmiştir.
Kürt yurtsever hareketi, siyasal alanda yer aldığından bu yana çeşitli evrelerden geçmiş; bir çok ulusal harekette olduğu gibi, ilk çıkış programı ile geldiği yer arasında büyük değişimler yaşamıştır. Devrimci ve Marksist bir temelde ortaya çıkan yurtsever hareket, bugün bu niteliklerinden uzaklaşmıştır; bunları sadece ve sadece bir “taktik yönelim” olmaktan öte sınıfsal, stratejik yönelim olarak değerlendirmek gereklidir.
Yurtsever hareket, ilk zamanlarda, ideolojik grup düzeyinde ortaya çıktığında üzerinde Türkiye devrimci hareketi ve özellikle P-C’ nin güçlü etkisinin olduğu bilinmektedir; hatta hareket bu ilişkiler içinde çıkıp ilk örgütsel adımlarını atmıştır. Kuruluşun gerçekleştiği parti sürecinin ideolojik belgesi, aynı zamanda bir manifesto niteliğinde olan “Kürdistan Devriminin Yolu”dur. Tüm bu belgelere ve ana tezlere baktığımız zaman görülecektir ki, sol içi çatışma gibi kimi yanlışları olsa da, ideolojik düzlemde yurtsever hareket Marksisttir, devrimcidir.
Daha sonraları, 12 Eylül açık faşizm süreci, sadece Türkiye Devrimci Hareketi ve Türkiye devrimi için değil, aynı zamanda ayrı ve bağımsız örgütlenme içinde olan Kürt devrimci hareketi için de yenilgi anlamına gelmiştir. Ancak bu süreçte yurtsever hareket, farklı bir yol izlemiş, “geri çekilme” taktiği ile bazı güçlerini korumuş, dahası bu “geri çekilme” devrimci atılım için hazırlık süreci olmuştur. Böylece 1984 devrimci atılımı sömürgeciliğe karşı ilk ciddi direniş, Kürdün ezilmişliğine “ilk kurşun” olarak tarihte yerini almıştır. 1984 atılımı, hareketi yeni bir düzeye taşımış; Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisine bağlı olarak, kır gerilla savaşı temelinde devrimci gelişimin yolunu açmış, sonuçta 1990’larda serhildanlara kadar gelinmiştir. Bir yandan gerilla savaşı yayılırken diğer yandan kitle hareketi büyümüş, ulusal kurtuluş hareketi kitleselleşmiş, ulusal bilinç yükselmiş, kendi kurumlarını inşa etmiştir. Bu sürecin toplamı, ideolojik düzeyde bazı eleştirilerimiz olsa da muazzam gelişme yıllarıdır. Ancak, 1990 sonrası, özelikle reel sosyalizmin çözülmesi ve pompalanan liberal rüzgar, ulusal harekete yansımış, buna paralel olarak ideolojik tasfiye uç vermiştir.
Yani İmralı’da geliştirilen ve yurtsever harekete yön veren siyasal proje “birden” ortaya çıkmamış, 1993’lerde giderek belirginleşmeye başlamıştır. Ama yine de İmralı süreci, yurtsever hareket için nitel bir değişim, devrimcilikten reformizme, devrimci ulusal hareketten postmodern harekete geçiştir. İmralı süreci, kaba bir teslimiyetçilik değildir; her şeyin, tüm devrim kazanımlarının ideolojik, moral, siyasal düzeyde geriletilmesi ve yeni dünya düzeni ile bütünleşme çabasıdır. Bu çaba, ideolojik düzeyde Marksizmden tümden kopma, liberalizmi teorize etme, örgütsel düzeyde “barış” hedefi ile legalleşme, politik düzeyde ise bağımsız-birleşik-demokratik ülke hedefini bir yana atma ve “demokratik cumhuriyet” projesi ile düzene eklenme çabası olarak ortaya çıkmıştır. Bu aynı zamanda, Kürt hareketinde yeni bir dönemdir ve bu süreç Kürt liberal burjuvazisinin önderliğinde adımlanmıştır. Bu süreç, her gün ortaya atılan ve artık Kürtlerin de takip etmekte zorlandığı “yeni” tezlerle, tam bir kafa karışıklığı ve bilinç bulanıklığı ile devam etmiştir. Bizim de artık izlemekte bir anlam görmediğimiz bir dizi kavram ve tez (ki bunlar daha önce çeşitli liberallerin dillendirdiği eklektik tezlerdir ) düzen içi arayışları ifade etmiştir.
Sonuçta gelinen noktada “demokratik cumhuriyet”, “konfederalizm”, “anayasal vatandaşlık”, “demokratik emperyalizm”, “devletsiz demokrasi” vb. gibi tüm tezler iflas etmiştir. Ne demokratik cumhuriyet söz konusu olmuş, ne Güneydeki Kürt oluşumu karşısında geliştirilen “konfederalizm” ve “anayasal vatandaşlık” gerçekleşmiş, ne de “af” karşılığında silahların bırakılması talepleri karşılık bulmuştur. 9 Şubat komplosunun mimarı ABD emperyalizmidir; Kenya operasyonunu CIA yapmış, A. Öcalan’ı TC oligarşisine teslim etmiştir. Ama buna rağmen emperyalizme karşı tutum almaktan geri duran, “Ortadoğu’daki statüleri bozdu” diyerek emperyalist işgale destek veren, Kürt isyanlarını yererek Kemalizm’i öven, vb. bu tezlerin çeşitli açılımları ortaya çıkmış ve bugün tümü de iflas etmiştir.
Politik stratejiler “beklentilere”, “taktiğe”, “olabilirliklere”, “hayallere” göre değil, somut tarihsel ve siyasal süreçlere göre belirlenir; günlük değil dönemsel olarak ele alınır. Strateji ile taktik iki farklı içeriğe sahiptir; strateji hedefleri ve bu hedeflere giden ana yönelimi/yolu ifade eder, taktik ise araçları ve buna uygun örgütleri tanımlar. Amaç ile araç arasında güçlü bağ olmak zorundadır. Ama İmralı sürecinden sonra yurtsever hareket tüm bunları baş aşağı etmiştir. Bundan kurtulmak, devrim temelinde bir yenilenme eylemiyle devrimci ulusal hareketi yeniden inşa etmek, kafa karışıklıklarını bir yana atarak yürümek Kürt ulusunun özgürlük mücadelesinde devasa bir kazanım olacaktır. Bu hareketin tarihi, devrimci çizginin oldukça güçlü olduğu bir tarihtir; son 10 yılda kaybedilenleri bu tarih içinde bulmak ve yaşanılan yeni tarihsel dönemde bunları yeniden üretmek ve geliştirmek mümkündür.
Kürt devrimci sosyalistleri bunu başarmalıdır.

Demokrasi Beklentileri Hayaldir
Sonuçta liberal çevrelerin yaydığı, yurtsever hareketi derinden etkileyen demokrasi hayalleri ve beklentileri iflas etmiştir.
Teorik ve siyasal düzeyde, emperyalist çağda, burjuva demokrasisi mümkün müdür; ya da yeni tarihsel süreçte bir dönemin burjuva demokrasisinin en gelişmiş olduğu ülkelerde bile, bu “demokrasi” nasıl bir biçim almıştır? Bu sorular, başlı başına, ayrıntılı yanıtlar içeren sorulardır ve yanıtları, daha en baştan bu “demokrasi” hayallerine güçlü bir yanıt oluşturur, ama biz şimdilik bunu bir yana bırakalım. Sonuçta bu ülkede burjuva demokrasisi bile hiçbir zaman kurulamamıştır ve bu durum demokrasi mücadelesini önemli kılmaktadır. Elbette devrimci anlam taşıyan ve ancak bir devrim yoluyla başarıya ulaşabilecek olan demokrasi mücadelesi ile burjuva demokrasisi beklentisi arasında bilimsel bir bağ yoktur, ama coğrafyamızdaki soluk aldırmaz faşizmin bu beklentiyi kışkırttığı da doğrudur. Ayrıca bu beklenti, AB gibi emperyalist oluşumlar tarafından da kışkırtılmaktadır. Daha bundan bir kaç yıl önce, AB ile yapılan ortaklık anlaşmasını “demokratik devrimin tamamlanması” olarak ilan edenleri hatırlıyoruz. Bugün de AB’nin “demokrasi getireceğine” inananların sayısı az değildir ve bu beklentilere çoğu kez Kürtler de katılmış, en çok da Kürt liberallerinin pompaladığı bir “demokrasi” hayali hep gündemde olmuştur.
Sonuçta tüm bunların bir anlamının olmadığı yaşam içinde görüldü. Ne AB ve ABD emperyalizmi “demokrasi” getirdi, ne yeni-sömürgecilik üzerinde yükselen faşizm “demokratikleşti”, ne de başta Kürt ulusal sorunu olmak üzere demokratik sorunlar, kapitalizmin sınırları içinde bir çözüme kavuştu.
Teorik olarak bakıldığında ulusal talepler sorunu başta olmak üzere demokrasinin bazı sorunlarının kapitalizm sınırları içinde çözülmesi elbette mümkündür. Düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü, basın özgürlüğü, ana dilde eğitim, Kürtçe’nin serbestliği ve başka bir dizi kültürel hak için -yine teorik olarak- bir devrim gerekmeyebilir. Teorik olarak bu mümkündür, ama pratik olarak bu çözümler bile devrim hedefine bağlanmış bir dizi mücadeleyi gerektirir. Bu mücadele olmadan kapitalizm sınırları içinde bile bunları elde etmek mümkün değildir. Bunlar devrim programına bağlanmadığında bir santim bile yol alınamaz; yeni-sömürgeci faşizm koşullarında bu kadarını bile devrimci bir çizgi olmaksızın çözemezsiniz.
O halde, “devletin demokratikleşmesi” ya da başka bir ifade ile hiç bir zaman demokratik bir niteliği olmamış olan “cumhuriyetin demokratikleşmesi” söz konusu değildir. Emperyalizm ve işbirlikçi oligarşi demokrasiyi budar, demokrasinin tüm sorunlarını yeniden ve yeniden üretir, bunlara kaynaklık eder. Demokrasiyi kazanmak için, emperyalizm ve oligarşinin sadece siyasal egemenliğine değil, tüm egemenlik biçimlerine son vermek gereklidir. Demokrasi bir devrim sorunudur, Kürt sorunu dahil tüm demokratik sorunlar, bu mücadele içinde, bu anlayışa bağlı olarak çözülebilecektir.
Kürtler için gerekli olan da hayaller değil, özgürlük için mücadeledir; pratik yaşamın ortaya koyduğu da budur.

Dayatılan Tasfiyedir, Çözüm Devrimdir
Bugün Kürtlere dayatılan tam bir tasfiyedir. Üstelik bunun sadece ve sadece yurtsever harekete dayatıldığını düşünmek de yanılgıdır; tasfiye edilmek istenen tüm direniş odaklarıdır, hem yurtsever hareket hem de Türkiye Devrimci hareketidir.
Kürt sorunu, devrimimiz için, herhangi bir “dışsal” sömürge sorunu değildir; bu sorun devrimimizin demokratik karakterindeki en önemli unsurdur. Kürt ulusunun yaşadığı bir coğrafya vardır; bu coğrafyada Kürtler binlerce yıldır yaşamaktadır. Ancak bu ulus ve coğrafya parçalanmış, her bir parça ayrı ayrı sömürgeleştirilmiştir. Parçalanmış ve sömürgeleşmiş bir ülke ve ulus gerçeği kabul edilemez; Kürtler kendi ülkelerinde birleşik ve özgür yaşama hakkına sahiptir ve bu hakkın kullanılması sadece Kürtler için değil, başta Türkler olmak üzere Ortadoğu’daki tüm halklar için yararlıdır, eşitlik ve özgürlük temelinde halkların kardeşliği ancak bu temel üzerinde yükselir. Öte yandan tüm tarihsel süreç ve en önemlisi de yeni-sömürge kapitalizminin gelişmesi, iki halkı birbirine yakınlaştırmış, sınıfsal eksende ortak paydalar oluşturmuştur. Böylece, iki ülke ve halk iç içe geçmiş, iki ülke devrimleri arasında güçlü bir bağ ortaya çıkmıştır.
Devrimimiz, iki temel sorunu çözerek sosyalizmi kesintisiz inşa edecektir: birincisi emperyalizme karşı bağımsızlık sorunu, diğeri ise faşizme karşı demokrasi sorunu. Bu iki sorun birbirinden bağımsız değildir; tam tersine iç içe, birbirini besleyen iki sorundur. Emperyalizme karşı her alanda tavır almadan, her alanda bağımsızlık ilan edilemeden, faşizmin ekonomik ve siyasal kaynakları tümden kurutulmadan, demokrasi kurulamaz. Yani, bu ülkede emperyalizmi tümden söküp atma, yeni sömürgecilik üzerinde yükselen faşizmi tasfiye etme, aynı zamanda kesintisiz olarak sosyalizme geçiş için mücadele demektir; demokrasi, halkın söz, yetki ve karar sahibi olduğu halk demokrasisi ancak bu mücadelenin sonucu kurulabilir. Kürt sorunu dahil tüm sorunların kaynağı emperyalizm ve onun çocuğu olan işbirlikçi tekelci burjuvazidir, oligarşidir; faşizm, böyle bir diktatörlüğün yapısal unsurudur. Kürt sorununun demokratik bir sorun olması ve ancak Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı temelinde çözülmesi tam da bundandır. Kürt sorunu, demokrasi sorunun kendisi değildir, ama demokrasi sorunun en önemli unsurudur.
Sonuçta bu coğrafyada iki ülke ve iki ulus gerçeği vardır, bu gerçeği gözetmeyen tüm yaklaşımlar halkların kardeşliği ve mücadelesinde bir zayıf nokta oluşturur. Ancak öte yandan birleşik, ortak bir cephede mücadele, birbirini besleyen devrimler için zorunludur. Ortak düşmana karşı iki halkın ortak cephede, eşitlik ve özgürlük temelinde birleşik mücadelesi; sadece bugüne kadarki tüm önyargıları yıkmakla kalmaz gerçek çözümü de sağlar.
Ulusal sorun gibi demokratik sorunlar, siyasal ve tarihsel süreçlere bağlı olarak ele alınır ve sorunu çözümüne hangi sınıfın önderlik yaptığı önemlidir. Ezilen ulus burjuvazisi kendi sınıfsal çıkarları temelinde, kendi ulusal pazarı için ulusal soruna önderlik yapmak ister; bu yüzden de emperyalizme karşı genel bir tutum yerine sadece ve sadece kısmi siyasal bağımsızlıkla ilgilenir. Proletarya ise bundan tamamen farklı olarak, emperyalizme ve kapitalizme yönelir, siyasal bağımsızlıkla yetinmez, bunu her alanda bağımsızlık ve sosyalizme bağlar. Burada, “ulusal sorun” temelinde, iki farklı sınıfın talepleri üst üste düşebilir. Eğer ulusal hareket burjuvazinin talepleri ile kendini sınırlarsa ulusal özgürlük mücadelesi “barış” noktasını aşamaz, emperyalizme ve kapitalizme tavır alamaz. Filistin’de El-Fetih’in, İmralı süreciyle yurtsever hareketin geldiği nokta budur. Ama sık sık vurguladığımız gibi, bu yol kurtuluş getirmemekte, demokratik taleplerin savunulmasını bile önlemektedir.
Bugün ulusal sorunda burjuvazinin değil, yoksul Kürtlerin rolü, tam da sınıfsal gerçeklerden dolayı oldukça önemlidir. Liberal burjuva yaklaşımın duruma hakim olması ve milliyetçi kimi motiflere rağmen, yurtsever hareketin hala demokratik mevzide olması, oligarşi için “yakın tehlike” olması, modern bir sınıf olarak Kürt proletaryası ve emekçilerin soruna sahip çıkmasındandır. Unutulmamalıdır ki, Kürtlerin bugünkü özgürlük mücadelesi, örneğin 1925-40 sürecinden tümden farklı olarak, sosyalizmin güçlü etkisi ile modern sınıfların ortaya çıktığı bir süreçte, 1970 sonrasında ortaya çıkmış ve bu özgürlük mücadelesine Kürt yoksulları önderlik etmiştir.

Anti-Emperyalist Görünümlü Ulusalcılık Üzerine
Bu gerçeklerin unutulması Kürt cephesinde liberal savrulmalar yaratırken, diğer tarafta, yani Türkiye solunda da tehlikeli “ulusalcılık” biçimlerini beslemektedir.
Politikada ve hayatta en kötü ve en tehlikeli yanlış, içinde genel doğruları da barındıran yanlıştır.
Yani birileri, “ülkemizdeki asıl sorun emperyalizmdir” derse, bu elbette doğrudur. Hatta genel olarak emperyalizm bütün bölge ve dünya halkları için temel sorundur, asıl düşmandır. Her koşulda devrimci mücadelenin esas savaş çizgisi, emperyalizm ve işbirlikçilerini hedefler, hedeflemelidir.
Ama buradan bir adım öteye geçerek, coğrafyamızdaki bütün sorunları tek bir maddeye indirgediğinizde işler karışır. Bu coğrafyanın bütün siyasal tablosu, tek bir olgu üzerinden açıklanamaz. Daha da ileri giderek, “ülkemizi ABD’ye böldürtmeyeceğiz” diye manşetler atıp, pankartlar taşıdığınızda, artık girdiğiniz yer bir mayın tarlasıdır ve sosyal şovenizmin kapıları ardına kadar açılmıştır.
Özellikle TKP’de odaklanan ama başka bazı siyasal yapıların da daha utangaç biçimlerle dahil oldukları bu düşünme biçimi, her şeyden önce doğru değildir, gerçeğe uygun değildir. Perinçekçi komplo teorisyenlerinin ürettiği ürettiği tür iddiaların aksine ABD emperyalizmi, Türkiye sınırları içinde bir Kürdistan amacına sahip değildir. Bu, açıkçası mahalle kahvelerinin gerici-şoven sohbetine uyum sağlama çabasıdır. ABD’nin ve genel olarak emperyalistlerin, hatta tarihteki eski sömürgecilerin de zorlandıkları yerlerde “böl-yönet” politikası güttükleri ve bunu bir bölgede, bir ülkede hakimiyet kurmanın aracı olarak düşündükleri doğrudur. Hiç uzağa gitmeye gerek yok, Sovyetler Birliği’nin yaşadığı dönemde, Amerika’nın Sesi radyosunun Orta Asya’daki bütün topluluklara ayrı ayrı kendi dillerinden nasıl hitap ettiği ve “ulusların özgürlüğü” adına nasıl provokasyonlar gerçekleştirdiği bilinmeyen şeyler değildir. Örneğin şu anda Küba’da es kazara sıkıntı çeken bir etnik topluluk keşfedilse, ABD’nin bu “özgürlük mücadelesi”nin üzerine hemen atlayacağı kesindir. Yani emperyalizm, çıkarlarını korumak için her zaman bu tür yollara başvurur, başvurmuştur. Nitekim Saddam’a karşı harekete girişirken Güney Kürdistanlı önderleri yanına çekmeyi amaçlamış, bunu da başarmıştır. Ama aklı başında, bu toprakları tanıyan herkesin bildiği gibi Türkiye cephesinde işler farklıdır ve Amerika’nın bugün Türkiye topraklarını “bölerek” bir “Kürdistan” yaratma çabası içinde olduğunu düşünmek için gerçeği tümüyle zorlamak gereklidir. Tersine ABD, bölgede PKK türü toplumsal destek sahibi bir direniş gücünün varlığını istememekte, bu tür bir hareketin taşıdığı potansiyel tehlikeyi görmekte ve bir yandan oligarşiye açık destek sunarken, diğer yandan da bu hareketi yozlaştırıp çürütmek, ehlileştirmek için ayrıca akıllar vermektedir.
İkincisi, bugünkü durum hiç de öyle yalnızca “anti-emperyalist” çerçeveye sığacak kadar dar değildir. Ortadoğu’da bir Kürt ulusu ve bir Kürt ulusal sorunu vardır. TKP’nin sık sık unuttuğu basit gerçek budur. Bu sorun, yani Kürt insanının özgürce yaşama isteği, Bush ne düşünürse düşünsün vardır. Hatta bu sorun, bizzat Kürt hareketine önderlik edenlerin de sübjektif iradelerinin ötesinde bir durumdur. Dört parçaya bölünmüş bir ülkenin insanları, dört parçada da ezilen ulus durumundadırlar ve bu durum, Ortadoğu’nun en ciddi sorunlarından biridir. Hiç kimse “esas hedef şudur ya da budur” diyerek böylesi bir yakıcı gerçeği yok sayamaz. Yani sorun basit ve düz değil, karmaşık ve çetrefillidir. Emperyalizme karşı mücadele Türk ve Kürt halkları dahil olmak üzere Ortadoğu’daki bütün emekçilerin asli görevidir, evet, ama yüz yıldır çözülmeden gelen ve her seferinde katliamlarla bastırılan bu sorunun çözümü de bu görevin bir bileşenidir. Hem bu sorunu, hem de sorunun acı çeken muhatabını yok sayarak ya da onlara “az bekleyin, o meseleyi de çözeceğiz” diyerek yürüyemezsiniz. Onların siyasi iradesine ipotek koyamazsınız.
Üçüncüsü de budur işte. Kürdün siyasi iradesine ipotek koymak, onu kendi reformist dükkanına çağırmak… “Ülkeyi böldürmemek”te kararlı olanlar, sonuçta Kürt emekçilerini “ortak düşman emperyalizme karşı mücadeleye” çağırırlarken onların ulusal iradesini yok saymakta, Misak-ı Milli sınırlarını aşmayan bir ufuk darlığıyla dört parçalı bir ülkenin yaşadığı trajediyi hesaba katmamaktadır. Sonuçta, Kürt sorununun çözümü konusunda merak edilecek bir şey yoktur! Her şeyi bilen TKP önderliği, arada, “geçerken” bu meseleyi de halledecektir! Ne ulusların kendi kaderini tayin hakkı, ne ayrı örgütlenme hakkı, ne de ayrılma hakkı… Varsa yoksa Yurtsever Cephe! Gelin ve kurtulun!
Türkiye solundaki “Kürtleri anti emperyalizm yoluyla kurtarma eğilimi” kuşkusuz TKP ile sınırlı değildir; ayrıca bu eğilimin sahipleri böyle bir projeyle Kürtleri yanlarına çekeceklerine de aslında inanmamaktadırlar. Asıl sorun, TKP’nin ve benzerlerinin üzerine oturdukları tabanla ilgilidir; söylenenler “ulusalcı” fikirlerin etkisi altındaki bu tabanı tatmin eden şeylerdir. Bu yüzdendir ki sınır ötesi harekat günlerinde yapılan bir gösteride TKP “ülkemizi ABD’ye böldürtmeyeceğiz” sloganını öne çıkarmaktadır; işin Türkçesi, pankarttaki sloganla onun arkasında duran insanların siyasal tutumu ve fikirleri uyum içersindedir ve aynı insanların örneğin “yaşasın Kürt halkının özgürlüğü” gibi bir pankartın arkasında durması oldukça zor görünmektedir. Bu nedenle TKP bir dizi gösteri ve eylemde (Hırant Dink’in cenazesi gibi) birileriyle aynı fotoğraf karesinde görülmemeye özen göstermekte, deyim yerindeyse “tabanına saygılı”(!) davranmaktadır.
Sonuç olarak, emperyalizm ve oligarşiye karşı ortak mücadele cephesi perspektifi ile kendini dünyanın merkezi gören “kurtarıcılık” biçimleri arasında dağlar kadar fark vardır. Biri, halkların özgürlük ve örgütlenme iradelerine saygı duyan ve halkların birleşik cephesini daha üst düzeyden bir perspektifle örmeyi amaçlayan bir anlayış iken, diğeri bulanık bir “anti-emperyalizm/yurtseverlik” söylemi altında bu iradeyi yok sayan, daha doğrusu ulusal sorunun bizzat kendisini teferruat düzeyine indirgeyen bir yaklaşımdır. Biri enternasyonalizmi öne çıkarırken, diğeri “bayrak” ve “cumhuriyeti savunma” gibi tezler üzerinden üstü kapalı bir sosyal-şovenizmi örgütlemektedir.

Tıkanmaya Karşı Devrimci Çözüm
Daha önce de belirttiğimiz gibi bugün gelinen noktada süreç, artık herkese bir yol ayrımını dayatmakta, Kürt devrimcilerini de Türkiye devrimci hareketinin bileşenlerini de bir kez daha düşünmeye zorlamaktadır. Emperyalizm ve sömürgeci oligarşinin dayattığı kapsamlı bir tasfiyedir; bu tasfiye Kürt hareketini fiziki olarak tümüyle yok etmenin ötesinde onu halktan tecrit etmeyi, yalnızlaştırmayı, çürüterek diz çöktürmeyi amaçlamaktadır. Evet, ortada tarihsel açıdan baktığımızda “yeni bir strateji” yoktur belki ama bu kez uygulanan proje çok daha kapsamlı ve inceliklidir, arkasında duran güçlerin ittifak düzeyi de daha yüksektir. Örneğin bir yandan Kürt vekillerin tasfiyesi için çalışılırken diğer yandan Kürt illerinde AKP’nin daha fazla parlatılması hedeflenmekte, TÜSİAD toplantısının Diyarbakır’da yapılması gibi hareketlerle “ortak yüklenme” atmosferi yaratılmaktadır.
Bu saldırıya karşı dil serbestliği ve bazı kültürel haklarla kendini sınırlayan bir strateji çözüm üretemez; bu tasfiye girişimi, emperyalizm ve oligarşi cephesiyle uzlaşma arayışları içinde de püskürtülemez. Bir kez daha ortaya çıkan gerçek, Kürt ulusal hareketinin bölgenin emekçi halklarından başka bir dostunun olmadığı ve olamayacağıdır.
Öte yandan, meşru bir hak olan ezilenlerin şiddetinin politik amaçtan uzak, hedef gözetmeyen bir biçimde örgütlenmesi de son derece zararlıdır. Böylesi bir sorumsuzluk, tam da “yeni” stratejik çizginin amaçlarına hizmet etmektedir. Bu saldırının püskürtülmesi, iki ülke iki devrim temelinde bileşik bir mücadele ile, halkların kardeşliğinin her adımda emekle örülmesi ile mümkündür. Bu açıdan, Kürt yurtseverlerinin epeydir bir kenara attıkları devrimci yönelime yeniden dönmeleri, yeni tarihsel dönemde Türkiyeli emekçi sınıflar ve devrimci yapılarla yeniden güçlü bağlar kurmaları, sadece Kürt halkı için değil, devrimimiz için de büyük bir kazanım olacaktır.
Devrimci sosyalistlerin temel ilkesi proletarya enternasyonalizmidir. Bu, tüm dünyada devrimci sosyalistlerin her şeyden önce ve her şeyin başında gözettikleri ilkedir ve biz bu ilkeye sıkı sıkı sarılıyoruz; başta Kürt devrimci sosyalistleri olmak üzere dünyanın neresinde olursa olsun her devrimci sosyalistten de bunu bekliyoruz. Bizim durduğumuz yer burasıdır; dün buradaydık, bugün buradayız, hep burada olacağız. Kürt devrimci sosyalistlerini, bu enternasyonal zeminde kavgayı ve devrimleri büyütmeye çağırıyoruz.

Devrimci Eylem Halka Karşı Sorumluluktur
Bilindiği gibi devrimci sosyalist hareket, Kürt ulusal hareketinin özellikle 1990'ların ikinci yarısından beri geliştirdiği eylem çizgisini defalarca eleştirmiş, her vesileyle bu konudaki görüşlerini ifade etmiştir. Bir süredir metropollerde geliştirilen apolitik ve sorumsuz eylemlerin bir yandan emekçilerin meşru şiddet hakkına zarar verdiğini, hem de şovenizmi tetiklemek isteyen güçlere malzeme yarattığını da çeşitli biçimlerde söylemiştik.
En son olarak Diyarbakır'da gerçekleştirilen eylem de esas olarak aynı sorumsuz ve özensiz çizginin devamıdır. Askeri personele zarar verme gerekçesiyle şehrin en işlek bölgesinde yapılan eylem, tam tersine halktan insanlara, öğrencilere zarar vermiş, sonuçta ortaya acı bir görüntü çıkmıştır. Öyle ki, "araştırmacı gazeteci"lerin kuşkusuz polisten aldıkları bilgilere göre, ölen ve yaralananlardan bazılarının aileleri yurtsever harekete katılım gösteren ailelerdir. Yalnızca bu kadarı bile trajedinin büyüklüğünü göstermeye yeterlidir.
Olaydan sonra Kürt ulusal hareketinin çeşitli merkezlerinden yapılan açıklamalarda olayın "kontrol dışı" gruplar tarafından gerçekleştirildiği ve tasvip edilmediği belirtilse de bu durum, ölenleri geri getirmemiş, gerçeği değiştirmemiştir.
Bu vesileyle bir kez daha ve son derece net olarak söylemekte yarar görüyoruz: Devrimcilik ve ulusal kurtuluşçuluk iddiasındaki hiçbir güç, halka zarar veren, kontrolsüz ve sorumsuz eylemler yapma hakkına sahip değildir. Silah ve her türlü zarar verici nesne, sahiplerine ve kullanıcılarına siyasi ve ahlaki sorumluluk yükler. Bizler, sözgelimi dinci gericiliğin temsilcisi olan örgütlerden böyle bir sorumluluk beklemeyebiliriz. Sonuçta onlar, tamamen ayrı kulvardan yürüyen, hayata, ölüme, insana bakışı tümüyle farklı yapılardır. Ancak devrimcilik ve ulusal kurtuluşçuluk, bu iddianın sahiplerini farklı kılar, farklı sorumluluklarla donatır. Dolayısıyla bu iddiaya sahip yapılarla ilgili beklenti, doğal olarak daha farklı olur.
Öte yandan, Kürt ulusal hareketinin her seferinde olayları açıklarken "Kürt gençlerinin öfkesi" ya da "kontrol dışı gruplar" gibi gerekçeler öne sürmesi de tatmin edici değildir; doğru da değildir, üstelik zaman zaman kışkırtıcıdır. Yakın tarihteki en kritik dönemeç noktası olan Çetinkaya olayından beri sürdürülen "savaşın dehşetini metropollere taşıma ve böylece Kürt sorununu gündemleştirme" politikası, şu ana kadar şovenizmin yükselişinden başka bir sonuç vermemiştir. Şovenizmin her koşulda yükselme potansiyeline sahip olduğu söylenebilirse de, bu, ona özel olarak malzeme sağlamayı haklı çıkarmaz.
Son dönemeçte, bütün emperyalist ve sömürgeci güçlerin ağır basıncı altında yaşayan Kürt ulusal hareketinin artık bölgenin emekçi halklarından başka dostunun olmadığı bir kez daha ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Kürt hareketi, kendisini halklardan tecrit etmeyi amaçlayan yeni politikalara katkıda bulunan bu çizgiyi kesin biçimde terk etmek, meşru eylem çizgisinde emekçilerin duygularıyla buluşmak durumundadır.
Bu açıdan, şimdiye dek olan bitenlerin ciddi bir muhasebeden geçirilmesi ve hiçbir teknik gerekçeye başvurmadan yanlışların mahkum edilerek meşru eylem çizgisinin yeniden inşası yalnızca Kürt ulusal hareketi için değil, bir bütün olarak Ortadoğu açısından hayati öneme sahiptir.
Devrimci sosyalist hareketin beklentisinin ötesinde doğru ve akla uygun olan budur.

Yaşasın Halkların Kardeşliği ve Devrimci Dayanışması!


.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19