Giriş:
Yeni bir yılın ilk ayını yaşadığımız şu günlerde
2007 yılını bir an göz önüne getirirsek, bir kaç
ana başlığın ön plana çıktığını görürüz. Bunlardan
biri, başta Hrant Dink cinayeti olmak üzere, ulusal
ve dinsel kimlikler üzerinde milliyetçiliğin kışkırtılması
ile birlikte faşist-kontra çetelerin yapmış oldukları
saldırı ve linç girişimleridir. Bir diğeri, 22
Temmuz seçimleri ile yeni bir biçim alan oligarşi
içi çelişkilerin derinleşmesi, darbe tehditlerine
ve karşılıklı restleşmelere kadar varan boyuttur.
Ve nihayet, bir üçüncüsü, bütün bunları da etkileyerek
güncel yaşamda her gün yeniden üretilen Kürt ulusunun
özgürlüğü sorunu...
22 Temmuz seçimleri oligarşi içi çelişkilere yeni
bir biçim vermiştir. Çıkar ve sömürü ilişkileri
üzerinden şekillenen, siyasal egemenlikten pay
almaya dayalı bu çelişki elbette ortadan kalkmamıştır
ama yeni bir düzeyde yeni bir biçim almıştır.
Daha çok Cumhurbaşkanlığı seçimleri ekseninde
bir çatışmaya dönüşen bu çelişkiler, zaten biraz
da sanal olarak tırmandırılmıştı. Ama seçimler
ortaya bir sonuç çıkardı ve bu çelişkileri sanal
olarak büyütmenin zeminleri bir ölçüde ve bir
süreliğine daraldı. Yeni bir konsensüs ile sömürü
ve egemenlik biçimleri sürdürülmesi, dahası “ortak
düşmanlara” karşı kapsamlı bir savaş konseptinin
devreye sokulması gündemleşti. Gerçekten de bir
anda her şey kendi mecrasına döndü, o ünlü “Cumhuriyet
mitingleri” gerilerde kaldı; düzen güçleri işçi
ve emekçileri sömürmede, Kürt ulusunun özgürlük
isteğini bastırmada, devrimci hareket ve Kürt
hareketini tasfiyede anlaştılar. Ara sıra “sert”
çıkışlar ve “türban” gibi ataklar olsa da bu çelişkiler
şimdilik önemli olmaktan çıktı, özellikle Kürt
düşmanlığının yanında “teferruat”a dönüştü. Zaten
esasında düzen cephesindeki inisiyatif savaşları
hangi düzeye varırsa varsın, hem Kürt meselesinde,
hem de IMF yasaları gibi diğer temel sorunlardaki
uzlaşmayı çok fazla etkilemiyordu.
Şimdi hatırlayan var mı bilmiyoruz, 22 Temmuz
seçimleri aşağı yukarı bir ay süren yalancı bir
“demokrasi” rüzgarı esmişti; artık o da kalmadı,
yerini savaş tamtamları aldı. Şimdi başka bir
rüzgar var; Kürtlere karşı güç ve “kararlılık”
gösterisi, dağların nasıl bombalandığı, nasıl
zafer kazanıldığı yalanları... Doğrusu oligarşinin
bu sanal “zafer”lere de ihtiyacı vardır; bu “zafer”leri
arkasına alarak, psikolojik savaş argümanlarını
sınırsızca kullanarak, zorla, inkar ve imha ile
sorunu çözeceğini sanıyor.
Ama yanılıyorlar. Oligarşi tarih boyunca hep bu
yöntemle sorunu çözdüğünü sandı ve yanıldı; hiç
ders almadı, yeniden yanılıyor, dahası sorunu
derinleştiriyor.
Yeni Bir Strateji Var mı?
Aslında bu sorunun yanıtı ikilidir. Evet yeni
bir “strateji” vardır, bir planlama yapılmıştır;
ama öte yanda bu “strateji”, temel unsurlar açısından
hiç yeni değildir; Kürt meselesindeki 80 yıllık
politikanın devamıdır.
2007 yılı boyunca sürdürülen büyük bir yalan ve
psikolojik savaş çabasıyla yeni bir saldırı stratejisi
güncelleşmiştir. 5 Kasım 2007 tarihli Bush-Erdoğan
görüşmesi bu bakımdan Kürtler için yeni bir döneme
işaret etmektedir. ABD emperyalizmi ve oligarşinin
bu kirli ittifakına Güney’deki Kürt işbirlikçi
önderlikleri de ortak edilmektedir. Zaten Bush,
“PKK, ortak düşmanımız” derken onlar adına da
konuşuyordu. Bu tarihten sonra, Barzani’nin kimi
zaman feodal tutuculuktan beslenen, kısık düzeyde
“aykırı” sesi duyulsa da, Kürt işbirlikçi önderliği
söylemini tümden değiştirdi. Bu kirli, Kürdü çözen,
Kürdü Kürde düşman eden senaryo, emperyalizmin
onayı ile güncelleşti. Bu yeni konsept sadece
emperyalizm ve oligarşi, hatta Güney Kürt işbirlikçi
önderliği ile de sınırlı değildir; bu senaryonun
içinde İran ve Suriye gericiliği de vardır ve
durum bu açıdan eski süreçlerden farklılıklar
göstermektedir. Öte yandan bu konsept, kendi içinde
yanılsama içeren söylemleri de içermektedir. Örneğin,
5 Kasım 2007 görüşmesinin “verilen- alınan” hesapları
içinde ABD emperyalizmin “siyasal çözüm” istediği
bile dillendirilmektedir. Üstelik bu, “tarihsel
bir fırsat” olarak sunulmaktadır; on yıllardır
çözülmeyen bu sorun, “yakalanan bu tarihsel fırsatla”,
yani Güney’e yönelik saldırıyla çözülecektir!
Her gün TV ekranlarında pompalanan yalanlar eşliğinde
sorun “kökü dışarıda” bir saldırı gibi sunulmakta
ve askeri harekatla çözüleceği vaatleri savrulmaktadır.
“Kapsamlı bir plan” olarak tanımlanan bu çerçeve
önce politik olarak çiziliyor, sonra içeriği bombalamalar
ve psikolojik savaş eşliğinde doldurulmaya çalışılıyor.
Yani bu saldırı dalgası ne sorunu çözmek içindir,
ne de aslında yenidir. Kürt ulusunun özgürlüğü
açısından ortada “yeni” bir şey yoktur; tam tersine,
yapılan şey bastırılıp düzen içine çekilemeyen
Kürt ulusal taleplerinin ve direniş dinamiklerinin
bastırılması, sömürgeciliğin derinleştirilmesinden
ibarettir. Bunun adı kimi zaman “topyekun savaş”
olarak konuluyor, kimi zaman ise, Büyükanıt’ın
bizzat dile getirdiği ve yönettiği “özel/psikolojik
savaş” olarak tanımlanıyor. Bu, Kürt sorununda
önemli bir kavşak olan İmralı süreci sonrasında
yaşanan ideolojik ve politik kırılma ve Kürt yurtsever
hareketinin “barış” için geri çekilmesi sonucu
kısmen yoğunluğunu kaybeden savaşın, yeniden büyümesinden
başka bir şey değildir. Dahası, “düşük yoğunluklu
savaş”ın sadece Kuzey’de değil, Güney’de de yoğunlaşmasıdır.
“Düşük yoğunluklu savaş”ın mimarı ABD emperyalizmidir
ve sömürge savaşlarında bir doktrin olarak geliştirdiği,
örneğin Vietnam’da uyguladığı bilinmektedir. Bugün
Afganistan ve Irak’taki açık işgallerde yürüttüğü
çizgi de budur. Elbette bütün bu emperyalist deneyimlere
oligarşinin 1925 sonrası geliştirdiği sömürgecilik
deneyini, özelikle de son 25 yıllık savaş sürecini
de eklemek gereklidir. Bu kısaca, “ezerek çözme”
yöntemidir; şiddet ve çıplak terör eksen yapılarak
siyasal, psikolojik, hukuksal, ekonomik boyutlar
da sürece eklenir. Bu topyekun savaş konseptinde
bir yandan şiddet tırmandırılır ve kitleselleştirilirken
diğer yandan medya kullanılarak yalan ve kontra
haberler, birbirini izleyen “dosyalar” kitlelerin
üzerine boca edilir, göstermelik bir kaç sözde
ekonomik adım (bunu yol, okul olarak okuyun) atılır
ve “pişmanlık yasası” da hukuksal boyut olarak
araya sıkıştırılır. İşte, “kapsamlı plan” olarak
şişirilen çizgi budur.
Bu planın çok boyutlu olarak 1993’lerde de uygulandığı
bilinmektedir. Dağda gerillanın alan tutması ve
şehirlerdeki serhıldan karşısında geliştirilen
bu “topyekun savaş” binlerce kontra cinayeti,
yaygın ve kitlesel işkence ve tutuklama, insanlık
dışı “kelle avcılığı”, Güneye yönelik saldırılar,
dayatılan “pişmanlık yasası”, meclisteki Kürt
temsilcilerin yaka-paça tutuklanması vb. biçiminde
yaşanmıştır ve sonuçları hala bellekten silinmemiştir.
Bugün dağlar bombalanıyor, gerillaya yönelik tüm
savaş hukuku yok sayılıp kimyasal silah bile kullanılıyor;
bunlar önceden de yaygın biçimde yapıldı, hatta
kesik başlarla hatıra resimleri de çekildi. Bugün
DTP’ye karşı, linç kampanyaları örgütleniyor,
Kürt vekillerin meclisten atılması için hukuki
gerekçeler oluşturuyor; bunlar da yeni değildir.
Geçmişte de Kürt ulusunun temsilcileri meclisten
atıldı, 10 yılı aşkın süre cezaevlerinde tutuldu.
Bugün dağlara Kürtçe-Türkçe “pişman ol, devlete
sığın” bildirileri atılıyor, “terör örgütü çözülüyor”
yalanları pompalanıyor; bunlar da eskiden yapılmış
ve dağ taş bildiri ile donatılmıştı. Bugün “pişmanlık
yasası” bir tür “af” gibi sunulmaya çalışılıyor;
bu da pek yeni sayılmaz, şimdiye kadar bu yöntemin
kaç kez denendiğini düzen temsilcileri bile anımsamıyor.
Hatta aslında tüm bu politikaların, 1925-40 isyanlar
sürecinde, örneğin 1938 Dersim isyanı sürecinde
de hemen hemen benzer söylemlerle uygulandığı
bilinmektedir.
Yani sonuçta oligarşinin Kürt sorununu çözmek
için aslında “yeni” bir stratejisi yok; olan şey,
“topyekun savaş” ya da “düşük yoğunluklu savaş”
stratejisinin, bugün yeni argümanlarla yeniden
biçimlendirmektedir.
Burada soru şudur: Bu saldırı politikaları püskürtülebilir
mi?
Bu sorunun yanıtı, devrimci hareket ve Kürt yurtsever
hareketin konumuna, direniş dinamiklerine bağlıdır.
Hemen ifade edelim, çok ciddi zemin kaymalara
rağmen, devrimci hareketinin ve Kürt yurtsever
hareketinin bu saldırıları püskürteceğine inanıyoruz.
Kolay olmayacaktır, ama bu başarılabilir, bu dinamizm
vardır.
Bu açıdan, 2008 yılı önemlidir. Türkiye devrimi
ve Kürtlerin özgürlük taleplerine tasfiye dayatılmaktadır;
bu, sınıf mücadelesinin yoğunlaşması anlamına
gelmektedir. Şiddetlenen sınıfsal ve ulusal çelişkiler
zemininde eski ve yeni çatışacak, birçok şey yeniden
harmanlanacak ve yeniden biçim alacaktır. Hatta
sol ve devrimci hareket için yeni yol ayrımları
ortaya çıkacak; Kürt ulusal sorunu bu süreçte
başlı başına, temel bir unsur olacaktır.
Emperyalizm Kürt Sorununu Çözemez
Yukarıda ifade ettik: 5 Kasım 2007 tarihi, sembolik
olarak ifade edersek, Kürtler içinde bir yol ayrımıdır.
Emperyalizm, özelikle ABD emperyalizmi, “yeni
dünya düzeni” ile başlattığı 1. Ortadoğu savaşında
Güney Kürtlerini kullanmış ve en son 2. Ortadoğu
savaşında, yani Irak işgalinde de Saddam gericiliğinin
yıkılmasını sağlamıştır. Saddam gericiliğinin
yıkılması, Güney Kürtleri için yeni kapılar açmış,
dahası Afganistan ve Irak işgali, Büyük Ortadoğu
Projesi(BOP) temelinde bu kesime yeni roller yüklemiştir.
Ancak biçilen bu rol ve böylece girilen ulusal
süreç, emperyalizmin bölgesel çıkarlarına hizmet
ettiği ölçüde diğer sömürgeci güçlerle de çelişki
halindedir. İşte 5 Kasım 2007 görüşmesi, bu çelişkinin
sınırlarını ifade etmektedir.
Bu sınır şudur: Emperyalizmin Ortadoğu politikalarında,
özelikle Irak’ın işgalinde, hatta giderek yeni-sömürgeleşmesinde
Güney Kürtleri rol alabilir; ama bu durum, tüm
Kürdistan için model olamaz, diğer parçalarda
sömürgecilik, inkar ve imha politikaları devam
etmelidir. Kürdistan özgürlük mücadelesinde önemli
bir rol oynayan, her şeye rağmen hala bir direniş
odağı olan yurtsever hareketin tasfiyesi konusunda
yapılan anlaşma ve “sınır ötesi harekat” tam da
budur.
Bu aynı zamanda, emperyalizmin Kürt sorununu çözmek
bir yana, sömürgeciliğin asıl kaynağı olduğunu
belgeler. Küt ülkesinin dört parçaya bölünmesi
ve bu temelde sömürgeleştirilmesi, 1. Paylaşım
Savaşı sonrasında İngiltere ve bölge güçleri tarafından
örgütlenmiştir. Sadece Kürdistan değil, tüm Ortadoğu,
kimi zaman cetvelle çizilen sınırlarla yeniden
paylaşılmış, bugünkü statü oluşmuştur. 2. Paylaşım
Savaşı sonrasında ise emperyalist-kapitalist sistem
içinde ABD emperyalizminin önderliği, Ortadoğu’nun
da yeniden biçim almasına yol açmış, başta İsrail
ve Türkiye olmak üzere gerici iktidarlar ABD emperyalizmine
dayanmıştır. Daha sonra reel sosyalizmin çözülmesi,
emperyalizmin Ortadoğu’ya yönelmesini hızlandırmıştır
ve bugün BOP olarak tanımlanan kapsamlı bir proje
ile Ortadoğu yeniden paylaşılmaktadır. Emperyalizm,
bu çerçevede, bölgede kangrene dönüşmüş ulusal
sorunları “çözme” vaatlerinde bulunmuş, hatta
saldırılarında gerekçe olarak bunu kullanmıştır.
Ancak, örneğin aynı süreçte ilk sırada olan Filistin
sorunu çözülmediği gibi, emperyalizmin nasıl bir
“çözüm” peşinde olduğunu göstermesi açısından
öğreticidir. Emperyalizm ulusal sorunları çözmez,
bu sorunlara kaynaklık eder; eğer bir yerde emperyalistler
“ulusal sorun” ya da “insan hakları”ndan bahsederlerse,
orada bu sorunu kendi çıkarları için kullandıkları
kesindir. Nitekim Güney Kürtleri sorunu da emperyalizm
açısından tam bu yaklaşıma tabidir.
Tarihsel deneyler göstermiştir ki, emperyalizm
çağında ulusal sorunlar iki temelde çözüm bulur.
Ya emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı, proletaryanın
önderliğinde proleter/devrimci çözüm; ya da istisnai
olarak, çoğu kez emperyalistler arası çelişkilerden
yararlanarak veya bir emperyalist güce dayanarak
ortaya çıkan burjuva önderlikli çözüm.... Bu,
gerçek çözüm değildir; belki bir burjuva uluslaşma
süreci yaşanır, ama sonuçta yeniden emperyalizme
bağlanmak ve o ulus ya da halkın köleleştirilmesi
kesindir. Güneyde Kürtler için böylesi bir “çözüm”
teorik olarak mümkündür, hatta bu temelde adımlar
da atılmıştır, ama bu tutum emperyalizmin bölge
politikaları için payanda olma, bu onursuzluğu
paylaşma, hatta giderek yeni-sömürgecilikle yeniden
köleleşme demektir.
Hepsi bu; daha fazlası değil...
Ama öte yandan sorun göründüğünden de daha karmaşıktır.
Güney Kürdistan’da oluşan Kürt yönetimini emperyalizmin
işbirlikçiliği ile birlikte düşünmek ne kadar
doğru ise, bundan hareketle, Güney Kürtlerinin
kendi yönetimini ve uluslaşma için kurumlarını
yok saymak, buna karşı çıkmak da o kadar yanlıştır.
Hatırlanmalıdır; emperyalizmin Ortadoğu’ya yönelik
işgal saldırısı özellikle Kürt liberalleri cephesinde
“sömürgecilik parçalandı, statükolar bozuldu”
gerekçesi bir hayli destek bulmuştu. Hatta “demokratik
emperyalizm” gibi laflar da duyulmuştu zaman zaman.
Yaşanarak görüldü, artık bu tür saçmalıklardan
kimse söz etmiyor. Emperyalizm, Kürtler için özgürlük
değil, sömürgeciliğin devamı ya da bölge politikaları
ile uyumlu olduğu ölçüde inceltilmiş sömürgeciliktir.
Emperyalizmin çıkarları, dört parçada sömürgeleştirilmiş
bu ülkenin bütünlüğü, hele de bunun demokratik
bir temelde inşa edilmesi ile çelişir. Emperyalizm
dünyanı hiçbir yerinde böylesi bir çözümden yana
olmamıştır; tam tersine sömürgeciliğin kaynağıdır,
bağımsız ve demokratik bir Kürt ülkesi için en
büyük düşmandır. Sömürgecilikten kurtuluş, ancak
ve ancak emperyalizme karşı mücadeleden geçmektedir.
Emperyalizmi hedeflemeyen bir mücadele, gerçek
bir ulusal kurtuluş yaratamaz. Bağımsız-birleşik-demokratik
bir ülke, Kürt ulusu için gerçek bir uluslaşma
ve diğer uluslarla eşit ve özgür ilişkiler kurma
zeminidir. Bu stratejik hedefin gerçekleşmesi,
emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı mücadeleden
geçer.
Kürtler bunu yaşayarak bir kez daha görmektedirler
İmralı Süreci ve Tezleri İflas Etmiştir
Kürt ulusu ve Kürt devrimcilerinin, sosyalistlerinin
özellikle son 10 yılı dikkatle gözden geçirme
zamanı gelmiştir.
Kürt yurtsever hareketi, siyasal alanda yer aldığından
bu yana çeşitli evrelerden geçmiş; bir çok ulusal
harekette olduğu gibi, ilk çıkış programı ile
geldiği yer arasında büyük değişimler yaşamıştır.
Devrimci ve Marksist bir temelde ortaya çıkan
yurtsever hareket, bugün bu niteliklerinden uzaklaşmıştır;
bunları sadece ve sadece bir “taktik yönelim”
olmaktan öte sınıfsal, stratejik yönelim olarak
değerlendirmek gereklidir.
Yurtsever hareket, ilk zamanlarda, ideolojik grup
düzeyinde ortaya çıktığında üzerinde Türkiye devrimci
hareketi ve özellikle P-C’ nin güçlü etkisinin
olduğu bilinmektedir; hatta hareket bu ilişkiler
içinde çıkıp ilk örgütsel adımlarını atmıştır.
Kuruluşun gerçekleştiği parti sürecinin ideolojik
belgesi, aynı zamanda bir manifesto niteliğinde
olan “Kürdistan Devriminin Yolu”dur. Tüm bu belgelere
ve ana tezlere baktığımız zaman görülecektir ki,
sol içi çatışma gibi kimi yanlışları olsa da,
ideolojik düzlemde yurtsever hareket Marksisttir,
devrimcidir.
Daha sonraları, 12 Eylül açık faşizm süreci, sadece
Türkiye Devrimci Hareketi ve Türkiye devrimi için
değil, aynı zamanda ayrı ve bağımsız örgütlenme
içinde olan Kürt devrimci hareketi için de yenilgi
anlamına gelmiştir. Ancak bu süreçte yurtsever
hareket, farklı bir yol izlemiş, “geri çekilme”
taktiği ile bazı güçlerini korumuş, dahası bu
“geri çekilme” devrimci atılım için hazırlık süreci
olmuştur. Böylece 1984 devrimci atılımı sömürgeciliğe
karşı ilk ciddi direniş, Kürdün ezilmişliğine
“ilk kurşun” olarak tarihte yerini almıştır. 1984
atılımı, hareketi yeni bir düzeye taşımış; Uzun
Süreli Halk Savaşı Stratejisine bağlı olarak,
kır gerilla savaşı temelinde devrimci gelişimin
yolunu açmış, sonuçta 1990’larda serhildanlara
kadar gelinmiştir. Bir yandan gerilla savaşı yayılırken
diğer yandan kitle hareketi büyümüş, ulusal kurtuluş
hareketi kitleselleşmiş, ulusal bilinç yükselmiş,
kendi kurumlarını inşa etmiştir. Bu sürecin toplamı,
ideolojik düzeyde bazı eleştirilerimiz olsa da
muazzam gelişme yıllarıdır. Ancak, 1990 sonrası,
özelikle reel sosyalizmin çözülmesi ve pompalanan
liberal rüzgar, ulusal harekete yansımış, buna
paralel olarak ideolojik tasfiye uç vermiştir.
Yani İmralı’da geliştirilen ve yurtsever harekete
yön veren siyasal proje “birden” ortaya çıkmamış,
1993’lerde giderek belirginleşmeye başlamıştır.
Ama yine de İmralı süreci, yurtsever hareket için
nitel bir değişim, devrimcilikten reformizme,
devrimci ulusal hareketten postmodern harekete
geçiştir. İmralı süreci, kaba bir teslimiyetçilik
değildir; her şeyin, tüm devrim kazanımlarının
ideolojik, moral, siyasal düzeyde geriletilmesi
ve yeni dünya düzeni ile bütünleşme çabasıdır.
Bu çaba, ideolojik düzeyde Marksizmden tümden
kopma, liberalizmi teorize etme, örgütsel düzeyde
“barış” hedefi ile legalleşme, politik düzeyde
ise bağımsız-birleşik-demokratik ülke hedefini
bir yana atma ve “demokratik cumhuriyet” projesi
ile düzene eklenme çabası olarak ortaya çıkmıştır.
Bu aynı zamanda, Kürt hareketinde yeni bir dönemdir
ve bu süreç Kürt liberal burjuvazisinin önderliğinde
adımlanmıştır. Bu süreç, her gün ortaya atılan
ve artık Kürtlerin de takip etmekte zorlandığı
“yeni” tezlerle, tam bir kafa karışıklığı ve bilinç
bulanıklığı ile devam etmiştir. Bizim de artık
izlemekte bir anlam görmediğimiz bir dizi kavram
ve tez (ki bunlar daha önce çeşitli liberallerin
dillendirdiği eklektik tezlerdir ) düzen içi arayışları
ifade etmiştir.
Sonuçta gelinen noktada “demokratik cumhuriyet”,
“konfederalizm”, “anayasal vatandaşlık”, “demokratik
emperyalizm”, “devletsiz demokrasi” vb. gibi tüm
tezler iflas etmiştir. Ne demokratik cumhuriyet
söz konusu olmuş, ne Güneydeki Kürt oluşumu karşısında
geliştirilen “konfederalizm” ve “anayasal vatandaşlık”
gerçekleşmiş, ne de “af” karşılığında silahların
bırakılması talepleri karşılık bulmuştur. 9 Şubat
komplosunun mimarı ABD emperyalizmidir; Kenya
operasyonunu CIA yapmış, A. Öcalan’ı TC oligarşisine
teslim etmiştir. Ama buna rağmen emperyalizme
karşı tutum almaktan geri duran, “Ortadoğu’daki
statüleri bozdu” diyerek emperyalist işgale destek
veren, Kürt isyanlarını yererek Kemalizm’i öven,
vb. bu tezlerin çeşitli açılımları ortaya çıkmış
ve bugün tümü de iflas etmiştir.
Politik stratejiler “beklentilere”, “taktiğe”,
“olabilirliklere”, “hayallere” göre değil, somut
tarihsel ve siyasal süreçlere göre belirlenir;
günlük değil dönemsel olarak ele alınır. Strateji
ile taktik iki farklı içeriğe sahiptir; strateji
hedefleri ve bu hedeflere giden ana yönelimi/yolu
ifade eder, taktik ise araçları ve buna uygun
örgütleri tanımlar. Amaç ile araç arasında güçlü
bağ olmak zorundadır. Ama İmralı sürecinden sonra
yurtsever hareket tüm bunları baş aşağı etmiştir.
Bundan kurtulmak, devrim temelinde bir yenilenme
eylemiyle devrimci ulusal hareketi yeniden inşa
etmek, kafa karışıklıklarını bir yana atarak yürümek
Kürt ulusunun özgürlük mücadelesinde devasa bir
kazanım olacaktır. Bu hareketin tarihi, devrimci
çizginin oldukça güçlü olduğu bir tarihtir; son
10 yılda kaybedilenleri bu tarih içinde bulmak
ve yaşanılan yeni tarihsel dönemde bunları yeniden
üretmek ve geliştirmek mümkündür.
Kürt devrimci sosyalistleri bunu başarmalıdır.
Demokrasi Beklentileri Hayaldir
Sonuçta liberal çevrelerin yaydığı, yurtsever
hareketi derinden etkileyen demokrasi hayalleri
ve beklentileri iflas etmiştir.
Teorik ve siyasal düzeyde, emperyalist çağda,
burjuva demokrasisi mümkün müdür; ya da yeni tarihsel
süreçte bir dönemin burjuva demokrasisinin en
gelişmiş olduğu ülkelerde bile, bu “demokrasi”
nasıl bir biçim almıştır? Bu sorular, başlı başına,
ayrıntılı yanıtlar içeren sorulardır ve yanıtları,
daha en baştan bu “demokrasi” hayallerine güçlü
bir yanıt oluşturur, ama biz şimdilik bunu bir
yana bırakalım. Sonuçta bu ülkede burjuva demokrasisi
bile hiçbir zaman kurulamamıştır ve bu durum demokrasi
mücadelesini önemli kılmaktadır. Elbette devrimci
anlam taşıyan ve ancak bir devrim yoluyla başarıya
ulaşabilecek olan demokrasi mücadelesi ile burjuva
demokrasisi beklentisi arasında bilimsel bir bağ
yoktur, ama coğrafyamızdaki soluk aldırmaz faşizmin
bu beklentiyi kışkırttığı da doğrudur. Ayrıca
bu beklenti, AB gibi emperyalist oluşumlar tarafından
da kışkırtılmaktadır. Daha bundan bir kaç yıl
önce, AB ile yapılan ortaklık anlaşmasını “demokratik
devrimin tamamlanması” olarak ilan edenleri hatırlıyoruz.
Bugün de AB’nin “demokrasi getireceğine” inananların
sayısı az değildir ve bu beklentilere çoğu kez
Kürtler de katılmış, en çok da Kürt liberallerinin
pompaladığı bir “demokrasi” hayali hep gündemde
olmuştur.
Sonuçta tüm bunların bir anlamının olmadığı yaşam
içinde görüldü. Ne AB ve ABD emperyalizmi “demokrasi”
getirdi, ne yeni-sömürgecilik üzerinde yükselen
faşizm “demokratikleşti”, ne de başta Kürt ulusal
sorunu olmak üzere demokratik sorunlar, kapitalizmin
sınırları içinde bir çözüme kavuştu.
Teorik olarak bakıldığında ulusal talepler sorunu
başta olmak üzere demokrasinin bazı sorunlarının
kapitalizm sınırları içinde çözülmesi elbette
mümkündür. Düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü,
basın özgürlüğü, ana dilde eğitim, Kürtçe’nin
serbestliği ve başka bir dizi kültürel hak için
-yine teorik olarak- bir devrim gerekmeyebilir.
Teorik olarak bu mümkündür, ama pratik olarak
bu çözümler bile devrim hedefine bağlanmış bir
dizi mücadeleyi gerektirir. Bu mücadele olmadan
kapitalizm sınırları içinde bile bunları elde
etmek mümkün değildir. Bunlar devrim programına
bağlanmadığında bir santim bile yol alınamaz;
yeni-sömürgeci faşizm koşullarında bu kadarını
bile devrimci bir çizgi olmaksızın çözemezsiniz.
O halde, “devletin demokratikleşmesi” ya da başka
bir ifade ile hiç bir zaman demokratik bir niteliği
olmamış olan “cumhuriyetin demokratikleşmesi”
söz konusu değildir. Emperyalizm ve işbirlikçi
oligarşi demokrasiyi budar, demokrasinin tüm sorunlarını
yeniden ve yeniden üretir, bunlara kaynaklık eder.
Demokrasiyi kazanmak için, emperyalizm ve oligarşinin
sadece siyasal egemenliğine değil, tüm egemenlik
biçimlerine son vermek gereklidir. Demokrasi bir
devrim sorunudur, Kürt sorunu dahil tüm demokratik
sorunlar, bu mücadele içinde, bu anlayışa bağlı
olarak çözülebilecektir.
Kürtler için gerekli olan da hayaller değil, özgürlük
için mücadeledir; pratik yaşamın ortaya koyduğu
da budur.
Dayatılan Tasfiyedir, Çözüm Devrimdir
Bugün Kürtlere dayatılan tam bir tasfiyedir. Üstelik
bunun sadece ve sadece yurtsever harekete dayatıldığını
düşünmek de yanılgıdır; tasfiye edilmek istenen
tüm direniş odaklarıdır, hem yurtsever hareket
hem de Türkiye Devrimci hareketidir.
Kürt sorunu, devrimimiz için, herhangi bir “dışsal”
sömürge sorunu değildir; bu sorun devrimimizin
demokratik karakterindeki en önemli unsurdur.
Kürt ulusunun yaşadığı bir coğrafya vardır; bu
coğrafyada Kürtler binlerce yıldır yaşamaktadır.
Ancak bu ulus ve coğrafya parçalanmış, her bir
parça ayrı ayrı sömürgeleştirilmiştir. Parçalanmış
ve sömürgeleşmiş bir ülke ve ulus gerçeği kabul
edilemez; Kürtler kendi ülkelerinde birleşik ve
özgür yaşama hakkına sahiptir ve bu hakkın kullanılması
sadece Kürtler için değil, başta Türkler olmak
üzere Ortadoğu’daki tüm halklar için yararlıdır,
eşitlik ve özgürlük temelinde halkların kardeşliği
ancak bu temel üzerinde yükselir. Öte yandan tüm
tarihsel süreç ve en önemlisi de yeni-sömürge
kapitalizminin gelişmesi, iki halkı birbirine
yakınlaştırmış, sınıfsal eksende ortak paydalar
oluşturmuştur. Böylece, iki ülke ve halk iç içe
geçmiş, iki ülke devrimleri arasında güçlü bir
bağ ortaya çıkmıştır.
Devrimimiz, iki temel sorunu çözerek sosyalizmi
kesintisiz inşa edecektir: birincisi emperyalizme
karşı bağımsızlık sorunu, diğeri ise faşizme karşı
demokrasi sorunu. Bu iki sorun birbirinden bağımsız
değildir; tam tersine iç içe, birbirini besleyen
iki sorundur. Emperyalizme karşı her alanda tavır
almadan, her alanda bağımsızlık ilan edilemeden,
faşizmin ekonomik ve siyasal kaynakları tümden
kurutulmadan, demokrasi kurulamaz. Yani, bu ülkede
emperyalizmi tümden söküp atma, yeni sömürgecilik
üzerinde yükselen faşizmi tasfiye etme, aynı zamanda
kesintisiz olarak sosyalizme geçiş için mücadele
demektir; demokrasi, halkın söz, yetki ve karar
sahibi olduğu halk demokrasisi ancak bu mücadelenin
sonucu kurulabilir. Kürt sorunu dahil tüm sorunların
kaynağı emperyalizm ve onun çocuğu olan işbirlikçi
tekelci burjuvazidir, oligarşidir; faşizm, böyle
bir diktatörlüğün yapısal unsurudur. Kürt sorununun
demokratik bir sorun olması ve ancak Ulusların
Kendi Kaderini Tayin Hakkı temelinde çözülmesi
tam da bundandır. Kürt sorunu, demokrasi sorunun
kendisi değildir, ama demokrasi sorunun en önemli
unsurudur.
Sonuçta bu coğrafyada iki ülke ve iki ulus gerçeği
vardır, bu gerçeği gözetmeyen tüm yaklaşımlar
halkların kardeşliği ve mücadelesinde bir zayıf
nokta oluşturur. Ancak öte yandan birleşik, ortak
bir cephede mücadele, birbirini besleyen devrimler
için zorunludur. Ortak düşmana karşı iki halkın
ortak cephede, eşitlik ve özgürlük temelinde birleşik
mücadelesi; sadece bugüne kadarki tüm önyargıları
yıkmakla kalmaz gerçek çözümü de sağlar.
Ulusal sorun gibi demokratik sorunlar, siyasal
ve tarihsel süreçlere bağlı olarak ele alınır
ve sorunu çözümüne hangi sınıfın önderlik yaptığı
önemlidir. Ezilen ulus burjuvazisi kendi sınıfsal
çıkarları temelinde, kendi ulusal pazarı için
ulusal soruna önderlik yapmak ister; bu yüzden
de emperyalizme karşı genel bir tutum yerine sadece
ve sadece kısmi siyasal bağımsızlıkla ilgilenir.
Proletarya ise bundan tamamen farklı olarak, emperyalizme
ve kapitalizme yönelir, siyasal bağımsızlıkla
yetinmez, bunu her alanda bağımsızlık ve sosyalizme
bağlar. Burada, “ulusal sorun” temelinde, iki
farklı sınıfın talepleri üst üste düşebilir. Eğer
ulusal hareket burjuvazinin talepleri ile kendini
sınırlarsa ulusal özgürlük mücadelesi “barış”
noktasını aşamaz, emperyalizme ve kapitalizme
tavır alamaz. Filistin’de El-Fetih’in, İmralı
süreciyle yurtsever hareketin geldiği nokta budur.
Ama sık sık vurguladığımız gibi, bu yol kurtuluş
getirmemekte, demokratik taleplerin savunulmasını
bile önlemektedir.
Bugün ulusal sorunda burjuvazinin değil, yoksul
Kürtlerin rolü, tam da sınıfsal gerçeklerden dolayı
oldukça önemlidir. Liberal burjuva yaklaşımın
duruma hakim olması ve milliyetçi kimi motiflere
rağmen, yurtsever hareketin hala demokratik mevzide
olması, oligarşi için “yakın tehlike” olması,
modern bir sınıf olarak Kürt proletaryası ve emekçilerin
soruna sahip çıkmasındandır. Unutulmamalıdır ki,
Kürtlerin bugünkü özgürlük mücadelesi, örneğin
1925-40 sürecinden tümden farklı olarak, sosyalizmin
güçlü etkisi ile modern sınıfların ortaya çıktığı
bir süreçte, 1970 sonrasında ortaya çıkmış ve
bu özgürlük mücadelesine Kürt yoksulları önderlik
etmiştir.
Anti-Emperyalist Görünümlü Ulusalcılık Üzerine
Bu gerçeklerin unutulması Kürt cephesinde liberal
savrulmalar yaratırken, diğer tarafta, yani Türkiye
solunda da tehlikeli “ulusalcılık” biçimlerini
beslemektedir.
Politikada ve hayatta en kötü ve en tehlikeli
yanlış, içinde genel doğruları da barındıran yanlıştır.
Yani birileri, “ülkemizdeki asıl sorun emperyalizmdir”
derse, bu elbette doğrudur. Hatta genel olarak
emperyalizm bütün bölge ve dünya halkları için
temel sorundur, asıl düşmandır. Her koşulda devrimci
mücadelenin esas savaş çizgisi, emperyalizm ve
işbirlikçilerini hedefler, hedeflemelidir.
Ama buradan bir adım öteye geçerek, coğrafyamızdaki
bütün sorunları tek bir maddeye indirgediğinizde
işler karışır. Bu coğrafyanın bütün siyasal tablosu,
tek bir olgu üzerinden açıklanamaz. Daha da ileri
giderek, “ülkemizi ABD’ye böldürtmeyeceğiz” diye
manşetler atıp, pankartlar taşıdığınızda, artık
girdiğiniz yer bir mayın tarlasıdır ve sosyal
şovenizmin kapıları ardına kadar açılmıştır.
Özellikle TKP’de odaklanan ama başka bazı siyasal
yapıların da daha utangaç biçimlerle dahil oldukları
bu düşünme biçimi, her şeyden önce doğru değildir,
gerçeğe uygun değildir. Perinçekçi komplo teorisyenlerinin
ürettiği ürettiği tür iddiaların aksine ABD emperyalizmi,
Türkiye sınırları içinde bir Kürdistan amacına
sahip değildir. Bu, açıkçası mahalle kahvelerinin
gerici-şoven sohbetine uyum sağlama çabasıdır.
ABD’nin ve genel olarak emperyalistlerin, hatta
tarihteki eski sömürgecilerin de zorlandıkları
yerlerde “böl-yönet” politikası güttükleri ve
bunu bir bölgede, bir ülkede hakimiyet kurmanın
aracı olarak düşündükleri doğrudur. Hiç uzağa
gitmeye gerek yok, Sovyetler Birliği’nin yaşadığı
dönemde, Amerika’nın Sesi radyosunun Orta Asya’daki
bütün topluluklara ayrı ayrı kendi dillerinden
nasıl hitap ettiği ve “ulusların özgürlüğü” adına
nasıl provokasyonlar gerçekleştirdiği bilinmeyen
şeyler değildir. Örneğin şu anda Küba’da es kazara
sıkıntı çeken bir etnik topluluk keşfedilse, ABD’nin
bu “özgürlük mücadelesi”nin üzerine hemen atlayacağı
kesindir. Yani emperyalizm, çıkarlarını korumak
için her zaman bu tür yollara başvurur, başvurmuştur.
Nitekim Saddam’a karşı harekete girişirken Güney
Kürdistanlı önderleri yanına çekmeyi amaçlamış,
bunu da başarmıştır. Ama aklı başında, bu toprakları
tanıyan herkesin bildiği gibi Türkiye cephesinde
işler farklıdır ve Amerika’nın bugün Türkiye topraklarını
“bölerek” bir “Kürdistan” yaratma çabası içinde
olduğunu düşünmek için gerçeği tümüyle zorlamak
gereklidir. Tersine ABD, bölgede PKK türü toplumsal
destek sahibi bir direniş gücünün varlığını istememekte,
bu tür bir hareketin taşıdığı potansiyel tehlikeyi
görmekte ve bir yandan oligarşiye açık destek
sunarken, diğer yandan da bu hareketi yozlaştırıp
çürütmek, ehlileştirmek için ayrıca akıllar vermektedir.
İkincisi, bugünkü durum hiç de öyle yalnızca “anti-emperyalist”
çerçeveye sığacak kadar dar değildir. Ortadoğu’da
bir Kürt ulusu ve bir Kürt ulusal sorunu vardır.
TKP’nin sık sık unuttuğu basit gerçek budur. Bu
sorun, yani Kürt insanının özgürce yaşama isteği,
Bush ne düşünürse düşünsün vardır. Hatta bu sorun,
bizzat Kürt hareketine önderlik edenlerin de sübjektif
iradelerinin ötesinde bir durumdur. Dört parçaya
bölünmüş bir ülkenin insanları, dört parçada da
ezilen ulus durumundadırlar ve bu durum, Ortadoğu’nun
en ciddi sorunlarından biridir. Hiç kimse “esas
hedef şudur ya da budur” diyerek böylesi bir yakıcı
gerçeği yok sayamaz. Yani sorun basit ve düz değil,
karmaşık ve çetrefillidir. Emperyalizme karşı
mücadele Türk ve Kürt halkları dahil olmak üzere
Ortadoğu’daki bütün emekçilerin asli görevidir,
evet, ama yüz yıldır çözülmeden gelen ve her seferinde
katliamlarla bastırılan bu sorunun çözümü de bu
görevin bir bileşenidir. Hem bu sorunu, hem de
sorunun acı çeken muhatabını yok sayarak ya da
onlara “az bekleyin, o meseleyi de çözeceğiz”
diyerek yürüyemezsiniz. Onların siyasi iradesine
ipotek koyamazsınız.
Üçüncüsü de budur işte. Kürdün siyasi iradesine
ipotek koymak, onu kendi reformist dükkanına çağırmak…
“Ülkeyi böldürmemek”te kararlı olanlar, sonuçta
Kürt emekçilerini “ortak düşman emperyalizme karşı
mücadeleye” çağırırlarken onların ulusal iradesini
yok saymakta, Misak-ı Milli sınırlarını aşmayan
bir ufuk darlığıyla dört parçalı bir ülkenin yaşadığı
trajediyi hesaba katmamaktadır. Sonuçta, Kürt
sorununun çözümü konusunda merak edilecek bir
şey yoktur! Her şeyi bilen TKP önderliği, arada,
“geçerken” bu meseleyi de halledecektir! Ne ulusların
kendi kaderini tayin hakkı, ne ayrı örgütlenme
hakkı, ne de ayrılma hakkı… Varsa yoksa Yurtsever
Cephe! Gelin ve kurtulun!
Türkiye solundaki “Kürtleri anti emperyalizm yoluyla
kurtarma eğilimi” kuşkusuz TKP ile sınırlı değildir;
ayrıca bu eğilimin sahipleri böyle bir projeyle
Kürtleri yanlarına çekeceklerine de aslında inanmamaktadırlar.
Asıl sorun, TKP’nin ve benzerlerinin üzerine oturdukları
tabanla ilgilidir; söylenenler “ulusalcı” fikirlerin
etkisi altındaki bu tabanı tatmin eden şeylerdir.
Bu yüzdendir ki sınır ötesi harekat günlerinde
yapılan bir gösteride TKP “ülkemizi ABD’ye böldürtmeyeceğiz”
sloganını öne çıkarmaktadır; işin Türkçesi, pankarttaki
sloganla onun arkasında duran insanların siyasal
tutumu ve fikirleri uyum içersindedir ve aynı
insanların örneğin “yaşasın Kürt halkının özgürlüğü”
gibi bir pankartın arkasında durması oldukça zor
görünmektedir. Bu nedenle TKP bir dizi gösteri
ve eylemde (Hırant Dink’in cenazesi gibi) birileriyle
aynı fotoğraf karesinde görülmemeye özen göstermekte,
deyim yerindeyse “tabanına saygılı”(!) davranmaktadır.
Sonuç olarak, emperyalizm ve oligarşiye karşı
ortak mücadele cephesi perspektifi ile kendini
dünyanın merkezi gören “kurtarıcılık” biçimleri
arasında dağlar kadar fark vardır. Biri, halkların
özgürlük ve örgütlenme iradelerine saygı duyan
ve halkların birleşik cephesini daha üst düzeyden
bir perspektifle örmeyi amaçlayan bir anlayış
iken, diğeri bulanık bir “anti-emperyalizm/yurtseverlik”
söylemi altında bu iradeyi yok sayan, daha doğrusu
ulusal sorunun bizzat kendisini teferruat düzeyine
indirgeyen bir yaklaşımdır. Biri enternasyonalizmi
öne çıkarırken, diğeri “bayrak” ve “cumhuriyeti
savunma” gibi tezler üzerinden üstü kapalı bir
sosyal-şovenizmi örgütlemektedir.
Tıkanmaya Karşı Devrimci Çözüm
Daha önce de belirttiğimiz gibi bugün gelinen
noktada süreç, artık herkese bir yol ayrımını
dayatmakta, Kürt devrimcilerini de Türkiye devrimci
hareketinin bileşenlerini de bir kez daha düşünmeye
zorlamaktadır. Emperyalizm ve sömürgeci oligarşinin
dayattığı kapsamlı bir tasfiyedir; bu tasfiye
Kürt hareketini fiziki olarak tümüyle yok etmenin
ötesinde onu halktan tecrit etmeyi, yalnızlaştırmayı,
çürüterek diz çöktürmeyi amaçlamaktadır. Evet,
ortada tarihsel açıdan baktığımızda “yeni bir
strateji” yoktur belki ama bu kez uygulanan proje
çok daha kapsamlı ve inceliklidir, arkasında duran
güçlerin ittifak düzeyi de daha yüksektir. Örneğin
bir yandan Kürt vekillerin tasfiyesi için çalışılırken
diğer yandan Kürt illerinde AKP’nin daha fazla
parlatılması hedeflenmekte, TÜSİAD toplantısının
Diyarbakır’da yapılması gibi hareketlerle “ortak
yüklenme” atmosferi yaratılmaktadır.
Bu saldırıya karşı dil serbestliği ve bazı kültürel
haklarla kendini sınırlayan bir strateji çözüm
üretemez; bu tasfiye girişimi, emperyalizm ve
oligarşi cephesiyle uzlaşma arayışları içinde
de püskürtülemez. Bir kez daha ortaya çıkan gerçek,
Kürt ulusal hareketinin bölgenin emekçi halklarından
başka bir dostunun olmadığı ve olamayacağıdır.
Öte yandan, meşru bir hak olan ezilenlerin şiddetinin
politik amaçtan uzak, hedef gözetmeyen bir biçimde
örgütlenmesi de son derece zararlıdır. Böylesi
bir sorumsuzluk, tam da “yeni” stratejik çizginin
amaçlarına hizmet etmektedir. Bu saldırının püskürtülmesi,
iki ülke iki devrim temelinde bileşik bir mücadele
ile, halkların kardeşliğinin her adımda emekle
örülmesi ile mümkündür. Bu açıdan, Kürt yurtseverlerinin
epeydir bir kenara attıkları devrimci yönelime
yeniden dönmeleri, yeni tarihsel dönemde Türkiyeli
emekçi sınıflar ve devrimci yapılarla yeniden
güçlü bağlar kurmaları, sadece Kürt halkı için
değil, devrimimiz için de büyük bir kazanım olacaktır.
Devrimci sosyalistlerin temel ilkesi proletarya
enternasyonalizmidir. Bu, tüm dünyada devrimci
sosyalistlerin her şeyden önce ve her şeyin başında
gözettikleri ilkedir ve biz bu ilkeye sıkı sıkı
sarılıyoruz; başta Kürt devrimci sosyalistleri
olmak üzere dünyanın neresinde olursa olsun her
devrimci sosyalistten de bunu bekliyoruz. Bizim
durduğumuz yer burasıdır; dün buradaydık, bugün
buradayız, hep burada olacağız. Kürt devrimci
sosyalistlerini, bu enternasyonal zeminde kavgayı
ve devrimleri büyütmeye çağırıyoruz.
Devrimci
Eylem Halka Karşı Sorumluluktur
Bilindiği gibi devrimci sosyalist hareket,
Kürt ulusal hareketinin özellikle 1990'ların
ikinci yarısından beri geliştirdiği eylem
çizgisini defalarca eleştirmiş, her vesileyle
bu konudaki görüşlerini ifade etmiştir. Bir
süredir metropollerde geliştirilen apolitik
ve sorumsuz eylemlerin bir yandan emekçilerin
meşru şiddet hakkına zarar verdiğini, hem
de şovenizmi tetiklemek isteyen güçlere malzeme
yarattığını da çeşitli biçimlerde söylemiştik.
En son olarak Diyarbakır'da gerçekleştirilen
eylem de esas olarak aynı sorumsuz ve özensiz
çizginin devamıdır. Askeri personele zarar
verme gerekçesiyle şehrin en işlek bölgesinde
yapılan eylem, tam tersine halktan insanlara,
öğrencilere zarar vermiş, sonuçta ortaya acı
bir görüntü çıkmıştır. Öyle ki, "araştırmacı
gazeteci"lerin kuşkusuz polisten aldıkları
bilgilere göre, ölen ve yaralananlardan bazılarının
aileleri yurtsever harekete katılım gösteren
ailelerdir. Yalnızca bu kadarı bile trajedinin
büyüklüğünü göstermeye yeterlidir.
Olaydan sonra Kürt ulusal hareketinin çeşitli
merkezlerinden yapılan açıklamalarda olayın
"kontrol dışı" gruplar tarafından
gerçekleştirildiği ve tasvip edilmediği belirtilse
de bu durum, ölenleri geri getirmemiş, gerçeği
değiştirmemiştir.
Bu vesileyle bir kez daha ve son derece net
olarak söylemekte yarar görüyoruz: Devrimcilik
ve ulusal kurtuluşçuluk iddiasındaki hiçbir
güç, halka zarar veren, kontrolsüz ve sorumsuz
eylemler yapma hakkına sahip değildir. Silah
ve her türlü zarar verici nesne, sahiplerine
ve kullanıcılarına siyasi ve ahlaki sorumluluk
yükler. Bizler, sözgelimi dinci gericiliğin
temsilcisi olan örgütlerden böyle bir sorumluluk
beklemeyebiliriz. Sonuçta onlar, tamamen ayrı
kulvardan yürüyen, hayata, ölüme, insana bakışı
tümüyle farklı yapılardır. Ancak devrimcilik
ve ulusal kurtuluşçuluk, bu iddianın sahiplerini
farklı kılar, farklı sorumluluklarla donatır.
Dolayısıyla bu iddiaya sahip yapılarla ilgili
beklenti, doğal olarak daha farklı olur.
Öte yandan, Kürt ulusal hareketinin her seferinde
olayları açıklarken "Kürt gençlerinin
öfkesi" ya da "kontrol dışı gruplar"
gibi gerekçeler öne sürmesi de tatmin edici
değildir; doğru da değildir, üstelik zaman
zaman kışkırtıcıdır. Yakın tarihteki en kritik
dönemeç noktası olan Çetinkaya olayından beri
sürdürülen "savaşın dehşetini metropollere
taşıma ve böylece Kürt sorununu gündemleştirme"
politikası, şu ana kadar şovenizmin yükselişinden
başka bir sonuç vermemiştir. Şovenizmin her
koşulda yükselme potansiyeline sahip olduğu
söylenebilirse de, bu, ona özel olarak malzeme
sağlamayı haklı çıkarmaz.
Son dönemeçte, bütün emperyalist ve sömürgeci
güçlerin ağır basıncı altında yaşayan Kürt
ulusal hareketinin artık bölgenin emekçi halklarından
başka dostunun olmadığı bir kez daha ortaya
çıkmıştır. Dolayısıyla Kürt hareketi, kendisini
halklardan tecrit etmeyi amaçlayan yeni politikalara
katkıda bulunan bu çizgiyi kesin biçimde terk
etmek, meşru eylem çizgisinde emekçilerin
duygularıyla buluşmak durumundadır.
Bu açıdan, şimdiye dek olan bitenlerin ciddi
bir muhasebeden geçirilmesi ve hiçbir teknik
gerekçeye başvurmadan yanlışların mahkum edilerek
meşru eylem çizgisinin yeniden inşası yalnızca
Kürt ulusal hareketi için değil, bir bütün
olarak Ortadoğu açısından hayati öneme sahiptir.
Devrimci sosyalist hareketin beklentisinin
ötesinde doğru ve akla uygun olan budur.
Yaşasın Halkların Kardeşliği
ve Devrimci Dayanışması!
|
.
|