Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

57. Sayı - Ocak-Şubat 2007

Geçtiğimiz yıl içersinde İstanbul Anadolu yakasında bir ilkokulun müdürü, anne-babalarına vermeleri için öğrencilere resmi bir yazı dağıtıyordu. Konu özetle şuydu: Söz konusu ilkokulun öğretmenlerinden biri, kanser hastası olan küçük çocuğunu tedavisiyle uğraşır ve bunun için yurtdışına da gidip gelirken yasal izin sürelerini aştığı için, ilgili yasa gereği öğretmenlikten uzaklaştırılmıştı. Müdür de, -kuşkusuz iyi niyetle- öğrenci velilerine bir çağrıda bulunuyor ve bu öğretmene yardım edilmesi için katkı yapmalarını istiyordu.
Ertesi gün, yazıyı eline alan bir devrimci, kendi yaşadığı bölgedeki Eğitim-Sen şubesinin kapısın çalarak bir yetkili ile görüşmek istedi. O anda orada bulunan şube başkanına yazıyı gösterdi ve konuyu anlattı. Başkan, önce ağzından bir “beter olsunlar” lafı kaçırıysa da sonradan toparlayıp özür diledi ama netice olarak söylediği de şuydu: “Bu, sonuçta yasal bir uygulama. Yapılabilecek bir şey yok gibi görünüyor; müdür de aslında iyi niyetli bir iş yapıyor olmalı…”

***
İkinci öykümüz ise daha yeni…
2007’nin son ayında, Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde Dr. Necati Yenice, bir hasta yakını tarafından vurularak ağır yaralandı. Basındaki haberlerden anlaşıldığı kadarıyla üç ay önce eşini ameliyat sırasında kaybeden bir kişi, yine haberlerde yazıldığı kadarıyla evlilik yıldönümleri olan günde önce Dr. Yenice’yi vurmuş, daha sonra da kendisini öldürmüştü. Bu ilk olay değildi; son da olmayacağı kesin görünüyor. Hasta yakınlarının sağlık sisteminin bozukluğundan hekimleri sorumlu tutması son zamanlarda sık görülüyor.
İstanbul Tabip Odası, doğal olarak, yaptığı yazılı açıklama ile “bu vahşi ve çirkin saldırıyı” kınadı; daha sonra da olayın geçtiği hastanede Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi tarafından yapılan basın açıklamasıyla benzeri bir kınama gerçekleştirildi. Hastanede okunan metin, biraz daha ayrıntılıydı ve işsizlik-yoksulluk gibi toplumsal sorunlara, toplumdaki şiddet eğilimine ve hekimlerin hedef gösterilmesine de değiniyordu.

***
Şimdi iki olayı da böyle kısaca özetledikten sonra, tamamen varsayımsal bir yoldan ilerleyebiliriz.
Örneğin, birinci olayda Eğitim-Sen’in, (söz konusu öğretmen sendikalı olsun ya da olmasın) konuyu dikkate alıp, olayın geçtiği yakadaki belediye ilişkilerini de zorlayarak bir salon ayarladığını ve duyarlı sanatçıları da organize ederek (ki bu mümkündür) adı geçen öğretmene katkı olması için bir konser düzenlediğini düşünelim.
İkinci olayda da, İstanbul Tabip Odası ve Ses’in yönetim kurullarının tam kadro olarak Dr. Yenice’yi vurup intihar eden kişinin evine, mahallesine gittiğini ve bu insanın ailesine “başınız sağ olsun, kızınız ve oğlunuzu kaybettiğiniz bu trajediyi anlıyor ve acınızı paylaşıyoruz. Bizim bir meslektaşımız da şu anda komadadır ve bu da bizim için büyük bir acıdır. Ama bütün bunlar, daha büyük bir trajedinin ve soyguncu düzenin ürünleridir” dediklerini ve örneğin (hadi biraz abartalım) ölen kişilerin okul çağında olan iki çocuğunun (Aslı ve Kerem, 10 ve 12 yaşlarında) eğitimi konusunda ne yapabiliriz diye sorduklarını düşünelim…

***
Bu her iki varsayımsal yol da, konuyla ilgili kişiler tarafından cahilce ve safdilce bulunabilir. Her iki yolun da yararı tartışılabilir ve bu satırların yazarının “bilmediği konuda fikir yürüttüğü” söylenebilir.
Olabilir… O zaman, bütün bunları doğru kabul edelim ve yukarıdaki iki örneği de, onlara bağlı varsayımları da unutalım gitsin.
Ama bunları unuttuğumuzda da geriye yine bir sorun kalır ve işte onu unutma hakkımız yok.
Geriye kalan sorun şudur: Neoliberal vahşi sömürü ve postmodern ideolojik saldırıyla karakterize olan yeni süreç boyunca karşı taraf, yani düzen güçleri, kendilerini yeniden örgütlüyor, emekçi kitlelerin bütünlüğünü, dayanışma duygularını ve bütün insani niteliklerini paramparça eden bir yoldan yürüyor ve toplumsal yapıyı çürütüyorlarsa, bizim buna karşılık olarak kendi örgütsel kalıplarımızı, davranış ve yaklaşım biçimlerimizi, kitlelerle ilişki kurmaktaki temel yöntemlerimizi gözden geçirmemiz gerekmez mi?
Yani biz, karşımızdaki klasik olmayan duruma, klasik sendikal kurumlarımızla ve klasik eylem biçimleri ve yaklaşımlarımızla yanıt verebilir miyiz?
Bildiriler, afişler, basın açıklamaları ve nihayet Ankara…
Bütün bunların tümü de önemli, tümü de gerekli ve hiçbirini hiçbir biçimde küçümsemek mümkün değil.
Ama yeterli mi?
Yeni GSS yasasıyla ilgili yapılan bir basın açıklamasında Dr. Gencay Gürsoy’un kurduğu şu cümleyi hatırlayalım: “Böyle bir düzenleme başka bir ülkede yapılsa isyan çıkardı.”
Önemli ve derin bir cümle…
Bunu bir tarafa yazalım şimdilik ve devam edelim: Gerçekten yeterli mi yapılanlar?
Lenin, bir keresinde kendi arkadaşlarını, Bolşevikleri eleştirirken şöyle diyor: “Elinizden geleni yaptığınızı söylüyorsunuz; evet buna ben de inanıyorum. Ama sizin elinizden gelen, kafanızın içindekiyle sınırlı…”
Kafamızın içi yeterince geniş mi?
Bir an için yukarıdaki öğretmen örneğini yine unutalım ve başka sorular soralım. Eğitim-Sen, binlerce üyesini klasik yönetim kurulları ile yönetmeye mecbur mu? İlçelerdeki, hatta okullardaki eğitim emekçilerini daha canlı bir tempoyla organize eden, herkesin enerji ve inisiyatifini talep ederek, bu inisiyatife kanal açan yeni ve katılımcı örgütsel biçimler bulup, bunları resmi ya da meşru bir biçimde uygulamak zor mudur?
Yine Eğitim-Sen, üyelerinin görev yaptığı bölgeler ve mahallelerdeki insanlarla, daha doğrusu öncelikli olarak öğrenci velileri ve onların çevreleriyle (sözünü ettiğimiz tempo koşullarında) başka türden bir ilişki kurabilir mi? Örneğin, dersanelerin ve okulların soygun düzenine karşı bu bölgelerde şu ya da bu hukuki biçim altında etüd ve kurs merkezlerinin kurulması, protesto ettiğimiz eğitim sisteminin karşısına yeni biçimlerin dikilmesi mümkün müdür? Örneğin ağır bir sağlık sorunu ya da iş kazası, vb. yaşayan bir ailenin kapısına o bölgedeki bütün Eğitim-Sen üyelerinin yığılıp dayanışma göstermesi, uçuk bir fantazi midir? Örneğin İstanbul’da çeteler ve uyuşturucu satışıyla en şöhret yapmış bir okulun kapısında bir sabah bölgedeki tüm sendika üyesi öğretmenlerin kitlesel nöbet tutması imkânsız mıdır? En azından bahar başlangıcında aynı sendikanın öğrenciler ve velilerini de kapsayan kır şenlikleri düzenlemesi ham bir hayal midir?
Yani, özetin özeti, bir eğitim emekçileri sendikası, hem üyelerinin hayatına, hem de emekçilerin hayatına değen, onların sosyal-kültürel, yaşamsal gündemlerini kuşatan yollar bulmalı mıdır?
Yalnızca Eğitim-Sen değil; herhangi bir sendikanın bir tiyatro ile basit bir toplu bilet anlaşması yaparak araçlarla üyelerini oraya taşıması gibi olaylara bu ülkede ne kadar sık rastlanıyor?
Pek siyasi görünen basın açıklamaları ile uğraşırken bu işlere ne kadar zaman kalıyor?

***
Yukarıdaki ikinci olayı ve varsayımımızı da unutalım…
Ama bir düşünelim yine de… Hekimlerin ve sağlık çalışanlarının derdini emekçi kitlelere anlatmak için bulabileceği başka yollar yok mudur? Biz yine “vahşi ve çirkin” bir olayı kınayalım ama başka hiçbir yol yok mu? 17 Ağustos depreminde özveriyle çırpındıklarına tanık olduğumuz hekimler, sağlık görevlileri ve tıp öğrencileri, günlük hayatta da emekçi insanların hayatlarına dokunan, onlara mevcut sağlık sisteminden başka bir yüz sunan biçimler bulamazlar mı? Yani, sağlık sisteminin ticarileştirilmesine karşı slogan atan insanlar, slogan bittikten, basın açıklaması sona erdikten sonra da bu düşüncelerini, sağlık anlayışlarını yaşamla buluşturabilecekleri kurum ve örgütlenme biçimleri yaratamazlar mı? Ticari olmayan sağlık hizmetlerine karşı bakanlığın ve hukukun tedbirler aldığını elbette biliyoruz; ama bu tedbirler kalkanında hiç mi boşluk gedik yoktur? Bolivya’nın, Arjantin’in emekçi mahallelerinde halk sağlığı kurumları yaratanlar, bu işleri nasıl yapıyorlar?
Bir noktanın altını çok kalınca çizelim: Biz, bütün bunları söylerken, sendikaları ya da genel olarak toplumsal mücadele veren kurumları “hayır dernekleri”ne dönüştürmekten söz etmiyoruz. Biz, birinin diğerine “yardım ettiği” bir durumdan değil, tarafların karşılıklı olarak aktif oldukları bir ilişkiden söz ediyoruz. Biz, son yirmi yılda deforme edilen, çürütülen, kör bencilliğin mengenesine hapsedilen emekçi dayanışmasının yeniden ve yaratıcı araçlarla inşa edilmesinden söz ediyoruz. Böylece sözünü ettiğimiz ilişki, bir alandaki mesleki sorunlarla ilgili mücadelenin genel bir desteği kazanması anlamına da gelecektir. Yani, hekimlere yapılan bir haksızlığa ya da eğitimcilerin iş güvencesini yok eden bir uygulamaya karşı sokağa çıktığınızda sıradan insanları yanınızda bulduğunuz bir yeni ilişki biçimidir bu.
Bir başka noktanın altını ise çok çok daha kalınca çizelim; bütün bu söylediklerimiz sadece bu yazıda örneklenen iki kurumumuz ya da genel olarak sendikalar/meslek kuruluşları ile de ilgili değildir. Yukarıdaki “aykırı” sorular ve varsayım dizileri bizzat devrimci hareketin kendisi için de geçerlidir. Bir adım daha öteye giderek söyleyelim, bütün bunlar kendimiz, yani devrimci sosyalist hareket için de geçerlidir. Yani bu konuda doğru fikirlere sahip olmak da yeterli değildir; bu fikirleri iyice içselleştirmek ve pratik yaşamda karşılıklarını yaratmak önemlidir. Özetle söylersek. neoliberal-postmodern saldırıya karşı yanıtlar geliştirmekte, kitlelerle ilişkilerde yeni türden araçlar ve yöntemler yaratmakta gösterilen ciddi yeteneksizlik, yalnızca mevcut kitle örgütlerimizi değil, genel olarak solun tümünü kapsayan bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.
Bu durumu değiştirmek mümkün müdür?
Evet, mümkündür. Mümkün olmanın ötesinde, gereklidir ve zorunludur…
“Kirlenme yarışması birinciliğinin beyaza verildiği” bir ülkede ve dünyada alıştığımız ve alıştığımız için de terk etmek istemediğimiz geleneksel sendikacılık biçimleri ve geleneksel eylem-iletişim biçimleriyle yetinmek ise hiç gerekli ve zorunlu değildir.
Yalnızca sağlık değil, yalnızca eğitim de değil. İhtiyacımız olan şey, bütün alanlarda emekçi kitlelerin hayatını bütünsel olarak kuşatan, sınıf dayanışmasının özgün biçimlerini yeniden inşa eden canlı ve dinamik bir süreç ve örgütsel biçimler toplamıdır. Türkiye bugün bunun sancısını yaşamaktadır.

***
“Böyle bir düzenleme başka bir ülkede yapılsa isyan çıkardı.”
Böyle diyor Gencay Hoca…
Peki bizde bir eksiklik mi var?
Evet var.
Bizde bir yerlerde bir eksiklik var…
Bu eksikliği görmek, üstüne üstüne gitmek ve bu sorunu çözmenin bir yolunu bulmak zorundayız.
“Başka ülkelerdeki” gerçek “isyan”ları televizyon haberlerinde izleyip iç geçirmemek için buna zorunluyuz!


.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19