Geçtiğimiz yıl içersinde İstanbul Anadolu yakasında
bir ilkokulun müdürü, anne-babalarına vermeleri
için öğrencilere resmi bir yazı dağıtıyordu. Konu
özetle şuydu: Söz konusu ilkokulun öğretmenlerinden
biri, kanser hastası olan küçük çocuğunu tedavisiyle
uğraşır ve bunun için yurtdışına da gidip gelirken
yasal izin sürelerini aştığı için, ilgili yasa
gereği öğretmenlikten uzaklaştırılmıştı. Müdür
de, -kuşkusuz iyi niyetle- öğrenci velilerine
bir çağrıda bulunuyor ve bu öğretmene yardım edilmesi
için katkı yapmalarını istiyordu.
Ertesi gün, yazıyı eline alan bir devrimci, kendi
yaşadığı bölgedeki Eğitim-Sen şubesinin kapısın
çalarak bir yetkili ile görüşmek istedi. O anda
orada bulunan şube başkanına yazıyı gösterdi ve
konuyu anlattı. Başkan, önce ağzından bir “beter
olsunlar” lafı kaçırıysa da sonradan toparlayıp
özür diledi ama netice olarak söylediği de şuydu:
“Bu, sonuçta yasal bir uygulama. Yapılabilecek
bir şey yok gibi görünüyor; müdür de aslında iyi
niyetli bir iş yapıyor olmalı…”
***
İkinci öykümüz ise daha yeni…
2007’nin son ayında, Okmeydanı Eğitim ve Araştırma
Hastanesi’nde Dr. Necati Yenice, bir hasta yakını
tarafından vurularak ağır yaralandı. Basındaki
haberlerden anlaşıldığı kadarıyla üç ay önce eşini
ameliyat sırasında kaybeden bir kişi, yine haberlerde
yazıldığı kadarıyla evlilik yıldönümleri olan
günde önce Dr. Yenice’yi vurmuş, daha sonra da
kendisini öldürmüştü. Bu ilk olay değildi; son
da olmayacağı kesin görünüyor. Hasta yakınlarının
sağlık sisteminin bozukluğundan hekimleri sorumlu
tutması son zamanlarda sık görülüyor.
İstanbul Tabip Odası, doğal olarak, yaptığı yazılı
açıklama ile “bu vahşi ve çirkin saldırıyı” kınadı;
daha sonra da olayın geçtiği hastanede Türk Tabipler
Birliği Merkez Konseyi tarafından yapılan basın
açıklamasıyla benzeri bir kınama gerçekleştirildi.
Hastanede okunan metin, biraz daha ayrıntılıydı
ve işsizlik-yoksulluk gibi toplumsal sorunlara,
toplumdaki şiddet eğilimine ve hekimlerin hedef
gösterilmesine de değiniyordu.
***
Şimdi iki olayı da böyle kısaca özetledikten sonra,
tamamen varsayımsal bir yoldan ilerleyebiliriz.
Örneğin, birinci olayda Eğitim-Sen’in, (söz konusu
öğretmen sendikalı olsun ya da olmasın) konuyu
dikkate alıp, olayın geçtiği yakadaki belediye
ilişkilerini de zorlayarak bir salon ayarladığını
ve duyarlı sanatçıları da organize ederek (ki
bu mümkündür) adı geçen öğretmene katkı olması
için bir konser düzenlediğini düşünelim.
İkinci olayda da, İstanbul Tabip Odası ve Ses’in
yönetim kurullarının tam kadro olarak Dr. Yenice’yi
vurup intihar eden kişinin evine, mahallesine
gittiğini ve bu insanın ailesine “başınız sağ
olsun, kızınız ve oğlunuzu kaybettiğiniz bu trajediyi
anlıyor ve acınızı paylaşıyoruz. Bizim bir meslektaşımız
da şu anda komadadır ve bu da bizim için büyük
bir acıdır. Ama bütün bunlar, daha büyük bir trajedinin
ve soyguncu düzenin ürünleridir” dediklerini ve
örneğin (hadi biraz abartalım) ölen kişilerin
okul çağında olan iki çocuğunun (Aslı ve Kerem,
10 ve 12 yaşlarında) eğitimi konusunda ne yapabiliriz
diye sorduklarını düşünelim…
***
Bu her iki varsayımsal yol da, konuyla ilgili
kişiler tarafından cahilce ve safdilce bulunabilir.
Her iki yolun da yararı tartışılabilir ve bu satırların
yazarının “bilmediği konuda fikir yürüttüğü” söylenebilir.
Olabilir… O zaman, bütün bunları doğru kabul edelim
ve yukarıdaki iki örneği de, onlara bağlı varsayımları
da unutalım gitsin.
Ama bunları unuttuğumuzda da geriye yine bir sorun
kalır ve işte onu unutma hakkımız yok.
Geriye kalan sorun şudur: Neoliberal vahşi sömürü
ve postmodern ideolojik saldırıyla karakterize
olan yeni süreç boyunca karşı taraf, yani düzen
güçleri, kendilerini yeniden örgütlüyor, emekçi
kitlelerin bütünlüğünü, dayanışma duygularını
ve bütün insani niteliklerini paramparça eden
bir yoldan yürüyor ve toplumsal yapıyı çürütüyorlarsa,
bizim buna karşılık olarak kendi örgütsel kalıplarımızı,
davranış ve yaklaşım biçimlerimizi, kitlelerle
ilişki kurmaktaki temel yöntemlerimizi gözden
geçirmemiz gerekmez mi?
Yani biz, karşımızdaki klasik olmayan duruma,
klasik sendikal kurumlarımızla ve klasik eylem
biçimleri ve yaklaşımlarımızla yanıt verebilir
miyiz?
Bildiriler, afişler, basın açıklamaları ve nihayet
Ankara…
Bütün bunların tümü de önemli, tümü de gerekli
ve hiçbirini hiçbir biçimde küçümsemek mümkün
değil.
Ama yeterli mi?
Yeni GSS yasasıyla ilgili yapılan bir basın açıklamasında
Dr. Gencay Gürsoy’un kurduğu şu cümleyi hatırlayalım:
“Böyle bir düzenleme başka bir ülkede yapılsa
isyan çıkardı.”
Önemli ve derin bir cümle…
Bunu bir tarafa yazalım şimdilik ve devam edelim:
Gerçekten yeterli mi yapılanlar?
Lenin, bir keresinde kendi arkadaşlarını, Bolşevikleri
eleştirirken şöyle diyor: “Elinizden geleni yaptığınızı
söylüyorsunuz; evet buna ben de inanıyorum. Ama
sizin elinizden gelen, kafanızın içindekiyle sınırlı…”
Kafamızın içi yeterince geniş mi?
Bir an için yukarıdaki öğretmen örneğini yine
unutalım ve başka sorular soralım. Eğitim-Sen,
binlerce üyesini klasik yönetim kurulları ile
yönetmeye mecbur mu? İlçelerdeki, hatta okullardaki
eğitim emekçilerini daha canlı bir tempoyla organize
eden, herkesin enerji ve inisiyatifini talep ederek,
bu inisiyatife kanal açan yeni ve katılımcı örgütsel
biçimler bulup, bunları resmi ya da meşru bir
biçimde uygulamak zor mudur?
Yine Eğitim-Sen, üyelerinin görev yaptığı bölgeler
ve mahallelerdeki insanlarla, daha doğrusu öncelikli
olarak öğrenci velileri ve onların çevreleriyle
(sözünü ettiğimiz tempo koşullarında) başka türden
bir ilişki kurabilir mi? Örneğin, dersanelerin
ve okulların soygun düzenine karşı bu bölgelerde
şu ya da bu hukuki biçim altında etüd ve kurs
merkezlerinin kurulması, protesto ettiğimiz eğitim
sisteminin karşısına yeni biçimlerin dikilmesi
mümkün müdür? Örneğin ağır bir sağlık sorunu ya
da iş kazası, vb. yaşayan bir ailenin kapısına
o bölgedeki bütün Eğitim-Sen üyelerinin yığılıp
dayanışma göstermesi, uçuk bir fantazi midir?
Örneğin İstanbul’da çeteler ve uyuşturucu satışıyla
en şöhret yapmış bir okulun kapısında bir sabah
bölgedeki tüm sendika üyesi öğretmenlerin kitlesel
nöbet tutması imkânsız mıdır? En azından bahar
başlangıcında aynı sendikanın öğrenciler ve velilerini
de kapsayan kır şenlikleri düzenlemesi ham bir
hayal midir?
Yani, özetin özeti, bir eğitim emekçileri sendikası,
hem üyelerinin hayatına, hem de emekçilerin hayatına
değen, onların sosyal-kültürel, yaşamsal gündemlerini
kuşatan yollar bulmalı mıdır?
Yalnızca Eğitim-Sen değil; herhangi bir sendikanın
bir tiyatro ile basit bir toplu bilet anlaşması
yaparak araçlarla üyelerini oraya taşıması gibi
olaylara bu ülkede ne kadar sık rastlanıyor?
Pek siyasi görünen basın açıklamaları ile uğraşırken
bu işlere ne kadar zaman kalıyor?
***
Yukarıdaki ikinci olayı ve varsayımımızı da unutalım…
Ama bir düşünelim yine de… Hekimlerin ve sağlık
çalışanlarının derdini emekçi kitlelere anlatmak
için bulabileceği başka yollar yok mudur? Biz
yine “vahşi ve çirkin” bir olayı kınayalım ama
başka hiçbir yol yok mu? 17 Ağustos depreminde
özveriyle çırpındıklarına tanık olduğumuz hekimler,
sağlık görevlileri ve tıp öğrencileri, günlük
hayatta da emekçi insanların hayatlarına dokunan,
onlara mevcut sağlık sisteminden başka bir yüz
sunan biçimler bulamazlar mı? Yani, sağlık sisteminin
ticarileştirilmesine karşı slogan atan insanlar,
slogan bittikten, basın açıklaması sona erdikten
sonra da bu düşüncelerini, sağlık anlayışlarını
yaşamla buluşturabilecekleri kurum ve örgütlenme
biçimleri yaratamazlar mı? Ticari olmayan sağlık
hizmetlerine karşı bakanlığın ve hukukun tedbirler
aldığını elbette biliyoruz; ama bu tedbirler kalkanında
hiç mi boşluk gedik yoktur? Bolivya’nın, Arjantin’in
emekçi mahallelerinde halk sağlığı kurumları yaratanlar,
bu işleri nasıl yapıyorlar?
Bir noktanın altını çok kalınca çizelim: Biz,
bütün bunları söylerken, sendikaları ya da genel
olarak toplumsal mücadele veren kurumları “hayır
dernekleri”ne dönüştürmekten söz etmiyoruz. Biz,
birinin diğerine “yardım ettiği” bir durumdan
değil, tarafların karşılıklı olarak aktif oldukları
bir ilişkiden söz ediyoruz. Biz, son yirmi yılda
deforme edilen, çürütülen, kör bencilliğin mengenesine
hapsedilen emekçi dayanışmasının yeniden ve yaratıcı
araçlarla inşa edilmesinden söz ediyoruz. Böylece
sözünü ettiğimiz ilişki, bir alandaki mesleki
sorunlarla ilgili mücadelenin genel bir desteği
kazanması anlamına da gelecektir. Yani, hekimlere
yapılan bir haksızlığa ya da eğitimcilerin iş
güvencesini yok eden bir uygulamaya karşı sokağa
çıktığınızda sıradan insanları yanınızda bulduğunuz
bir yeni ilişki biçimidir bu.
Bir başka noktanın altını ise çok çok daha kalınca
çizelim; bütün bu söylediklerimiz sadece bu yazıda
örneklenen iki kurumumuz ya da genel olarak sendikalar/meslek
kuruluşları ile de ilgili değildir. Yukarıdaki
“aykırı” sorular ve varsayım dizileri bizzat devrimci
hareketin kendisi için de geçerlidir. Bir adım
daha öteye giderek söyleyelim, bütün bunlar kendimiz,
yani devrimci sosyalist hareket için de geçerlidir.
Yani bu konuda doğru fikirlere sahip olmak da
yeterli değildir; bu fikirleri iyice içselleştirmek
ve pratik yaşamda karşılıklarını yaratmak önemlidir.
Özetle söylersek. neoliberal-postmodern saldırıya
karşı yanıtlar geliştirmekte, kitlelerle ilişkilerde
yeni türden araçlar ve yöntemler yaratmakta gösterilen
ciddi yeteneksizlik, yalnızca mevcut kitle örgütlerimizi
değil, genel olarak solun tümünü kapsayan bir
sorun olarak karşımızda durmaktadır.
Bu durumu değiştirmek mümkün müdür?
Evet, mümkündür. Mümkün olmanın ötesinde, gereklidir
ve zorunludur…
“Kirlenme yarışması birinciliğinin beyaza verildiği”
bir ülkede ve dünyada alıştığımız ve alıştığımız
için de terk etmek istemediğimiz geleneksel sendikacılık
biçimleri ve geleneksel eylem-iletişim biçimleriyle
yetinmek ise hiç gerekli ve zorunlu değildir.
Yalnızca sağlık değil, yalnızca eğitim de değil.
İhtiyacımız olan şey, bütün alanlarda emekçi kitlelerin
hayatını bütünsel olarak kuşatan, sınıf dayanışmasının
özgün biçimlerini yeniden inşa eden canlı ve dinamik
bir süreç ve örgütsel biçimler toplamıdır. Türkiye
bugün bunun sancısını yaşamaktadır.
***
“Böyle bir düzenleme başka bir ülkede yapılsa
isyan çıkardı.”
Böyle diyor Gencay Hoca…
Peki bizde bir eksiklik mi var?
Evet var.
Bizde bir yerlerde bir eksiklik var…
Bu eksikliği görmek, üstüne üstüne gitmek ve bu
sorunu çözmenin bir yolunu bulmak zorundayız.
“Başka ülkelerdeki” gerçek “isyan”ları televizyon
haberlerinde izleyip iç geçirmemek için buna zorunluyuz!
.
|