2008 yılı bir türlü durulmayan ve durulması da
mümkün olmayan bir dünya ve ülke tablosunun içine
doğdu. Daha on-on beş yıl önce şatafatla ilan
edilen “ebedi piyasa dengeleri” bugünlerde tüm
dünyayı yerinden oynatabilecek bir bomba gibi
tik-taklarını duyuruyor. Bir yanda “büyütmeyelim-abartmayalım”
diye ortalığı yatıştırmaya çalışanlar var; hatta
bunlardan en heveslisi olan yeni yetme CIA yetiştirmelerinden
biri, Egemen Bağış, “kriz bekleyenler cehennem
buz tutana kadar bekleyecekler” gibi laflar ediyor
ve boyuna bakmadan dünya kapitalizmi adına konuşma
ve “güvence verme” yetkisini kendinde görüyor.
Diğer yanda ise bu işleri kuklalardan daha iyi
bildiği kesin olan Soros gibileri olup bitenleri
“60 yılın en kötü piyasa krizi” olarak nitelendiriyorlar.
Hatta Soros, “piyasa köktendincileri” olarak dalga
geçtiği neoliberal demagoglara saldırıyor ve şöyle
diyor: “Köktendinciler, piyasaların dengeye eğilimli
olduğuna ve ortak çıkarlara, katılımcıların öz
çıkarlarını gerçekleştirmeye olanak tanınması
ile daha iyi hizmet edileceğine inanıyorlar. Bu
açık ki yanlış bir değerlendirme çünkü finansal
piyasaların çökmesini engelleyen, otoritelerin
müdahalesi idi, piyasalar değil.”
Trajedi ve bir büyük yalanın çöküşü… Yeni-sömürgelere
reçete yazarken “devlet müdahalesi”ni lanetleme
ayinleri düzenleyenler, aslında yüz elli yıllık
bir uydurma olan “piyasanın gizli eli” efsanesinin
tümüyle çöktüğünü itiraf etmiş oluyorlar.
“Cehennemin buz tutup tutmayacağını” göreceğiz.
Şu andaki krizin ne kadar büyüyeceğini, işin nerelere
varacağını tam olarak bilmiyoruz; bu krizin asıl
beklenen deprem mi yoksa öncü sarsıntılar mı olduğu
üzerine tartışmalar sürüyor; ama bu arada kesin
olan şey derin bir kırığın varlığı ve moda deyimlerle
söylersek yıllardır “büyük bir enerjiyi” biriktirdiğidir.
Sonuçta, kısa vadede ne olursa olsun, birbirine
milyonlarca iplikle bağlanmış olan anarşik küresel
kapitalizmin ne kadar kırılgan olduğu, büyük paraların
ortada döndüğü bu sistemin aslında ne kadar zayıf
olduğu bir kez daha görülüyor. Bu zayıflık bir
ruh hali de yaratıyor elbette; şu anda mahalle
bakkalları bile temkinli, kardeş kardeşe üç kuruş
borç verirken yüz defa düşünüyor!
Aynı kırılma eğiliminin bir başka işareti de Davos’ta
toplanan soygun çetesinin bu kez zamanlarının
çoğunu hem bu krize, hem de sosyal patlamaları
zorlayan neoliberal işleyişin sakıncalarına ayırmalarıydı;
birkaç gün boyunca herkesin ağzında “insancıl
kapitalizm” sakızının çiğnenmesi boşuna değildi.
Hem “insancıl kapitalizm” ve yoksullar için gözyaşı,
hem de sosyal güvenliğin budanması; hem kâr oranlarını
artırmanın sosyal maliyeti üzerine analizler,
hem de savaş planları… Tablo böyleydi.
Bütün bunlar olup biterken Türkiye’de ise düzen
güçleri arasındaki inisiyatif savaşları hız kesmeden
devam ediyor.
Büyük havalarla ve büyük bir uzlaşma ile başlatılan
Güney seferinden gitgide daha az söz edilir oldu.
Arada sırada Genelkurmay bilgisayar oyununu andıran
görüntüleri basına sunuyor; önce bir bina görüntüsü,
sonra yaklaşan bir bomba ve patlama… Büyük olasılıkla
ses efektlerini de “çorbada tuzumuz olsun” diye
“iliştirilmiş haberciler” koyuyor. Ama bu arada
bu çöken binaların “düşmanın” çökertilmesi anlamına
gelip gelmediğini göremiyoruz. Sayıları yüzleri
bulan “düşman”ın tesirsiz hale getirildiği gibi
tuhaf cümleler söyleniyor örneğin, kamplardan
kaçan kaçana olduğu bağıra çağıra ilan ediliyor,
kendimizi kaptırsak sınırlara yığılmış binlerce
kişinin teslim olmak için sıra beklediğini düşüneceğiz
ama toplam rakamlar açıklandığında (harekatın
başından bu yana 21 kişi) fiyasko ortaya çıkıyor,
silahlı bir hareketin normal aylık firesine bile
ulaşılamadığı anlaşılıyor.
Ve tabii bu arada karşı tarafın açıklamaları susturulmuş
yurtsever basın ve internet dışında hiçbir yerde
görülemiyor.
Elbette askeri bilgiye sahip olan bu güçler, aslında
işin farkındalar; zaten “psikolojik savaş”ın tam
karşılığı da budur: Senin bildiğin gerçeği başkalarının
bilmemesi, daha doğrusu onlar için gerçeğin yeniden
üretilmesi…
Bunun yanında ise karşılıklı ataklar serisinde
bu kez hükümetin “türban” atılımı ile çete operasyonunun
aynı günlere denk düşürülmesi söz konusuydu. “Yapamazsak
‘yaptırmadılar’ deriz” diye yeni bir “türban”
harekatına girişen AKP bu kez daha ciddi bir işe
başlamış görünüyor. Aynı tabana oynayan MHP’yi
de yanına alarak yürüyen girişimi sürerken epeydir
hazırlandığı anlaşılan “ergenekon” dosyasının
açılması da bir ölçüde elini güçlendirme hamlesiydi.
Ağar’la birlikte Susurluk döneminin dokunulamayan
ikinci ismi olan Veli Küçük de bu kez listedeydi
ve ilginç olan artık bu artıkların çok daha fazla
sahiplenicisinin olmamasıydı. Evet, özellikle
ordu bu operasyonların kendisine yönelik bir tür
“hesaplaşma” olduğunu düşünüyor belki ama Şemdinli’de
olduğu gibi açık bir sahiplenmeye de yönelmiyor.
Gerçekten de oligarşi bakımından bu ipliği pazara
çıkmış çete artıklarının çok fazla kullanılabilirliği
kalmamış görünüyor. Bir yandan iğrenç ırkçılık
faaliyetlerini ve provokasyonları üreten (Ankara’daki
bomba yüklü minibüs gibi), diğer yandan ise kendi
küpünü doldurmaya çalışan bu grubun yaptıklarının
pratik yararı tartışılır hale gelmiş olmalı. Daha
doğrusu meseleye belki de şöyle bakmak gerekiyor:
Türkiye’de provokasyon ve cinayet serileri için
artık eski kumarhane sahiplerine ve emekli generallere
ihtiyaç bulunmuyor. Susurluk’la kirli atıklarını
şehir suyuna boşaltan oligarşi zaman içersinde
yeni ve daha az yıpranmış bir kontr-gerilla örgütünü
çoktan yaratmıştır. Kapsamlı operasyonlar için
bu örgüt zaten vardır. Daha basit düzeyden linçler
ve cinayetler için ise aslında karışık örgütlenmelere
ihtiyaç bulunmamaktadır. Malatya ve Şişli’de görüldüğü
gibi bugüne dek yaratılmış olan azgın şovenist
ortam zaten bu işlere gönüllü ve hevesli serserileri
bol miktarda üretmektedir. Ayrıca bu serserileri
özendirecek, sırtını sıvazlayacak bir resmi ortam
da mevcuttur. Yani karakollarda çektirilen o resimlerin,
cinayeti bilmezlikten gelmelerin ille de “büyük
bir organizasyonun parçaları” olması gerekmiyor;
oligarşi tarafından yaratılan kirli politik ortam
bütün bunları kendiliğinden de üretiyor.
Dolayısıyla bütün bu olup bitenleri “tarihi bir
girişim” gibi görmek ve göstermek, sol liberal
cenahtan hükümete övgüler yağdırmak her şeyden
önce gerçeğin gizlenmesine yardımcı olmaktır.
Hırant Dink cinayeti Türkiye’de son değildir;
gerçek “cinayet üretim merkezi”nin adresi üzerine
yapılan her yanlış tespit, bu cinayetlere yenilerini
ekleyecektir. 12 yaşında öldürülen Uğur Kaymaz’ın
avukatına “adalet istiyoruz” dediği için üç yıl
hapis isteyen sistem yürürlüktedir ve her gün
yeni cinayetlerin kapısını aralamaktadır.
Ve asıl önemli olan şudur: Cinayetin adresi ile
sömürü ve zulmün adresi Türkiye’de ayrı ayrı değildir.
Örneğin IMF’nin emriyle sağlık ve sosyal güvence
sistemini havaya uçuranın yalnızca hükümet olduğunu
sanmak büyük bir saflıktır. Bez parçalarının nasıl
bağlanacağı üzerine muazzam meydan savaşları yürütenlerin
Kürtlerin ezilmesi ve emperyalist politikalar
söz konusu olduğunda aynı safta namaza durması
artık bilinmeyen şey değildir. Neo-liberal soygun
düzeni tümünün ruhuna işlemiştir; başka konularda
bol bol “çağdaşlık” tartışması yapanların tümü
de bunu “çağdaş dünyanın gereği” olarak algılamaktadır.
Öyle ki artık Türkiye’de Dünya Bankası ve IMF’nin
her açıklaması emir telakki edilmektedir. “Öğretmen
maaşlarının yüksekliği” konusu böyledir; “kıdem
tazminatı” böyledir. Örneğin kıdem tazminatının
kaldırılarak yerine bir tür “fon” kurulması, yani
hakkın sadakaya dönüştürülmesi için yasal çalışmalar
şimdiden başlatılmış bulunuyor. İşçi ve kamu çalışanlarının
maaşlarından kesinti yaparak çocuklu annelere
sadaka verilmesi ve bunun karşılığında patronların
kreş zorunluluğunun kaldırılması da bir başka
projedir. Daha doğrusu artık patronların sosyal
yükünü azaltıp sömürü oranını artırarak onları
“yatırım yapmaya özendirmek” koca bir yalan olarak
ekonominin her alanında resmi politika haline
gelmiş durumda.
Özetle söylenirse, cinayetin ve sömürünün tek
bir gerçek adresi olduğunu bilmek, bu somut gerçeği
kavramak, bugün doğru ve güçlü bir kitle hareketi
yaratmanın tek yolu olarak önümüzde duruyor. Bu
tek adrese, emperyalizm ve oligarşiye yüklenmek,
hiçbir safdilliğe düşmeden bu mücadeleyi büyütmek
önümüzde duran tek gerçek devrimci yoldur.
Bunun dışındaki düzen-içi yollarda ve yöntemlerde
oyalanmak zaman kaybından başka bir sonuca yol
açmayacaktır
.
|