Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

57. Sayı - Ocak-Şubat 2008

2008 yılı bir türlü durulmayan ve durulması da mümkün olmayan bir dünya ve ülke tablosunun içine doğdu. Daha on-on beş yıl önce şatafatla ilan edilen “ebedi piyasa dengeleri” bugünlerde tüm dünyayı yerinden oynatabilecek bir bomba gibi tik-taklarını duyuruyor. Bir yanda “büyütmeyelim-abartmayalım” diye ortalığı yatıştırmaya çalışanlar var; hatta bunlardan en heveslisi olan yeni yetme CIA yetiştirmelerinden biri, Egemen Bağış, “kriz bekleyenler cehennem buz tutana kadar bekleyecekler” gibi laflar ediyor ve boyuna bakmadan dünya kapitalizmi adına konuşma ve “güvence verme” yetkisini kendinde görüyor. Diğer yanda ise bu işleri kuklalardan daha iyi bildiği kesin olan Soros gibileri olup bitenleri “60 yılın en kötü piyasa krizi” olarak nitelendiriyorlar. Hatta Soros, “piyasa köktendincileri” olarak dalga geçtiği neoliberal demagoglara saldırıyor ve şöyle diyor: “Köktendinciler, piyasaların dengeye eğilimli olduğuna ve ortak çıkarlara, katılımcıların öz çıkarlarını gerçekleştirmeye olanak tanınması ile daha iyi hizmet edileceğine inanıyorlar. Bu açık ki yanlış bir değerlendirme çünkü finansal piyasaların çökmesini engelleyen, otoritelerin müdahalesi idi, piyasalar değil.”
Trajedi ve bir büyük yalanın çöküşü… Yeni-sömürgelere reçete yazarken “devlet müdahalesi”ni lanetleme ayinleri düzenleyenler, aslında yüz elli yıllık bir uydurma olan “piyasanın gizli eli” efsanesinin tümüyle çöktüğünü itiraf etmiş oluyorlar.
“Cehennemin buz tutup tutmayacağını” göreceğiz. Şu andaki krizin ne kadar büyüyeceğini, işin nerelere varacağını tam olarak bilmiyoruz; bu krizin asıl beklenen deprem mi yoksa öncü sarsıntılar mı olduğu üzerine tartışmalar sürüyor; ama bu arada kesin olan şey derin bir kırığın varlığı ve moda deyimlerle söylersek yıllardır “büyük bir enerjiyi” biriktirdiğidir. Sonuçta, kısa vadede ne olursa olsun, birbirine milyonlarca iplikle bağlanmış olan anarşik küresel kapitalizmin ne kadar kırılgan olduğu, büyük paraların ortada döndüğü bu sistemin aslında ne kadar zayıf olduğu bir kez daha görülüyor. Bu zayıflık bir ruh hali de yaratıyor elbette; şu anda mahalle bakkalları bile temkinli, kardeş kardeşe üç kuruş borç verirken yüz defa düşünüyor!
Aynı kırılma eğiliminin bir başka işareti de Davos’ta toplanan soygun çetesinin bu kez zamanlarının çoğunu hem bu krize, hem de sosyal patlamaları zorlayan neoliberal işleyişin sakıncalarına ayırmalarıydı; birkaç gün boyunca herkesin ağzında “insancıl kapitalizm” sakızının çiğnenmesi boşuna değildi. Hem “insancıl kapitalizm” ve yoksullar için gözyaşı, hem de sosyal güvenliğin budanması; hem kâr oranlarını artırmanın sosyal maliyeti üzerine analizler, hem de savaş planları… Tablo böyleydi.
Bütün bunlar olup biterken Türkiye’de ise düzen güçleri arasındaki inisiyatif savaşları hız kesmeden devam ediyor.
Büyük havalarla ve büyük bir uzlaşma ile başlatılan Güney seferinden gitgide daha az söz edilir oldu. Arada sırada Genelkurmay bilgisayar oyununu andıran görüntüleri basına sunuyor; önce bir bina görüntüsü, sonra yaklaşan bir bomba ve patlama… Büyük olasılıkla ses efektlerini de “çorbada tuzumuz olsun” diye “iliştirilmiş haberciler” koyuyor. Ama bu arada bu çöken binaların “düşmanın” çökertilmesi anlamına gelip gelmediğini göremiyoruz. Sayıları yüzleri bulan “düşman”ın tesirsiz hale getirildiği gibi tuhaf cümleler söyleniyor örneğin, kamplardan kaçan kaçana olduğu bağıra çağıra ilan ediliyor, kendimizi kaptırsak sınırlara yığılmış binlerce kişinin teslim olmak için sıra beklediğini düşüneceğiz ama toplam rakamlar açıklandığında (harekatın başından bu yana 21 kişi) fiyasko ortaya çıkıyor, silahlı bir hareketin normal aylık firesine bile ulaşılamadığı anlaşılıyor.
Ve tabii bu arada karşı tarafın açıklamaları susturulmuş yurtsever basın ve internet dışında hiçbir yerde görülemiyor.
Elbette askeri bilgiye sahip olan bu güçler, aslında işin farkındalar; zaten “psikolojik savaş”ın tam karşılığı da budur: Senin bildiğin gerçeği başkalarının bilmemesi, daha doğrusu onlar için gerçeğin yeniden üretilmesi…
Bunun yanında ise karşılıklı ataklar serisinde bu kez hükümetin “türban” atılımı ile çete operasyonunun aynı günlere denk düşürülmesi söz konusuydu. “Yapamazsak ‘yaptırmadılar’ deriz” diye yeni bir “türban” harekatına girişen AKP bu kez daha ciddi bir işe başlamış görünüyor. Aynı tabana oynayan MHP’yi de yanına alarak yürüyen girişimi sürerken epeydir hazırlandığı anlaşılan “ergenekon” dosyasının açılması da bir ölçüde elini güçlendirme hamlesiydi. Ağar’la birlikte Susurluk döneminin dokunulamayan ikinci ismi olan Veli Küçük de bu kez listedeydi ve ilginç olan artık bu artıkların çok daha fazla sahiplenicisinin olmamasıydı. Evet, özellikle ordu bu operasyonların kendisine yönelik bir tür “hesaplaşma” olduğunu düşünüyor belki ama Şemdinli’de olduğu gibi açık bir sahiplenmeye de yönelmiyor.
Gerçekten de oligarşi bakımından bu ipliği pazara çıkmış çete artıklarının çok fazla kullanılabilirliği kalmamış görünüyor. Bir yandan iğrenç ırkçılık faaliyetlerini ve provokasyonları üreten (Ankara’daki bomba yüklü minibüs gibi), diğer yandan ise kendi küpünü doldurmaya çalışan bu grubun yaptıklarının pratik yararı tartışılır hale gelmiş olmalı. Daha doğrusu meseleye belki de şöyle bakmak gerekiyor: Türkiye’de provokasyon ve cinayet serileri için artık eski kumarhane sahiplerine ve emekli generallere ihtiyaç bulunmuyor. Susurluk’la kirli atıklarını şehir suyuna boşaltan oligarşi zaman içersinde yeni ve daha az yıpranmış bir kontr-gerilla örgütünü çoktan yaratmıştır. Kapsamlı operasyonlar için bu örgüt zaten vardır. Daha basit düzeyden linçler ve cinayetler için ise aslında karışık örgütlenmelere ihtiyaç bulunmamaktadır. Malatya ve Şişli’de görüldüğü gibi bugüne dek yaratılmış olan azgın şovenist ortam zaten bu işlere gönüllü ve hevesli serserileri bol miktarda üretmektedir. Ayrıca bu serserileri özendirecek, sırtını sıvazlayacak bir resmi ortam da mevcuttur. Yani karakollarda çektirilen o resimlerin, cinayeti bilmezlikten gelmelerin ille de “büyük bir organizasyonun parçaları” olması gerekmiyor; oligarşi tarafından yaratılan kirli politik ortam bütün bunları kendiliğinden de üretiyor.
Dolayısıyla bütün bu olup bitenleri “tarihi bir girişim” gibi görmek ve göstermek, sol liberal cenahtan hükümete övgüler yağdırmak her şeyden önce gerçeğin gizlenmesine yardımcı olmaktır. Hırant Dink cinayeti Türkiye’de son değildir; gerçek “cinayet üretim merkezi”nin adresi üzerine yapılan her yanlış tespit, bu cinayetlere yenilerini ekleyecektir. 12 yaşında öldürülen Uğur Kaymaz’ın avukatına “adalet istiyoruz” dediği için üç yıl hapis isteyen sistem yürürlüktedir ve her gün yeni cinayetlerin kapısını aralamaktadır.
Ve asıl önemli olan şudur: Cinayetin adresi ile sömürü ve zulmün adresi Türkiye’de ayrı ayrı değildir. Örneğin IMF’nin emriyle sağlık ve sosyal güvence sistemini havaya uçuranın yalnızca hükümet olduğunu sanmak büyük bir saflıktır. Bez parçalarının nasıl bağlanacağı üzerine muazzam meydan savaşları yürütenlerin Kürtlerin ezilmesi ve emperyalist politikalar söz konusu olduğunda aynı safta namaza durması artık bilinmeyen şey değildir. Neo-liberal soygun düzeni tümünün ruhuna işlemiştir; başka konularda bol bol “çağdaşlık” tartışması yapanların tümü de bunu “çağdaş dünyanın gereği” olarak algılamaktadır.
Öyle ki artık Türkiye’de Dünya Bankası ve IMF’nin her açıklaması emir telakki edilmektedir. “Öğretmen maaşlarının yüksekliği” konusu böyledir; “kıdem tazminatı” böyledir. Örneğin kıdem tazminatının kaldırılarak yerine bir tür “fon” kurulması, yani hakkın sadakaya dönüştürülmesi için yasal çalışmalar şimdiden başlatılmış bulunuyor. İşçi ve kamu çalışanlarının maaşlarından kesinti yaparak çocuklu annelere sadaka verilmesi ve bunun karşılığında patronların kreş zorunluluğunun kaldırılması da bir başka projedir. Daha doğrusu artık patronların sosyal yükünü azaltıp sömürü oranını artırarak onları “yatırım yapmaya özendirmek” koca bir yalan olarak ekonominin her alanında resmi politika haline gelmiş durumda.
Özetle söylenirse, cinayetin ve sömürünün tek bir gerçek adresi olduğunu bilmek, bu somut gerçeği kavramak, bugün doğru ve güçlü bir kitle hareketi yaratmanın tek yolu olarak önümüzde duruyor. Bu tek adrese, emperyalizm ve oligarşiye yüklenmek, hiçbir safdilliğe düşmeden bu mücadeleyi büyütmek önümüzde duran tek gerçek devrimci yoldur.
Bunun dışındaki düzen-içi yollarda ve yöntemlerde oyalanmak zaman kaybından başka bir sonuca yol açmayacaktır


.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19