Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

56. Sayı - Aralık 2007

Sömürgeci oligarşi, binbir manevra ve yöntemle Kürt ulusuna ve onun demokratik haklarına karşı yeni bir saldırı konsepti içindedir. Yeniden “topyekun savaş” günlerindeyiz…
Elbette bu saldırının sadece Kürt ulusuna karşı olduğunu düşünmek saflık olur; bu kapsamlı ekonomik-ideolojik-politik saldırı, Türkiye emekçi sınıflarına ve onun öncülerine de yöneliktir. Çünkü, artık Kürtler “dış düşman” olarak tanımlanmamakta, ülke içinde, “ne mutlu Türküm diyene” ırkçı-şovenist şiarının dışında kalan her ulus ve ulusal topluluk, bu düzene karşı gelen her birey, sınıf, toplumsal kesim, düşman ilan edilmektedir.
Bilindiği gibi özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeni ile alevlenen oligarşi içi çıkar çatışmaları son süreçte Kürt ulusal sorununu da içine alacak biçimde genişlemişti. Doğaldır, çünkü, Kürt ulusal sorunu ayrıştırıcı karakterdedir. Çözümlenmemiş bu sorun, bu ülkede tarihsellik içinde kangrene dönüşmüş güncel ve yakıcı bir sorundur; her sınıf ya da toplumsal kesim bu sorunda söz sahibi olmak istemektedir. Oligarşi içi çelişkilerin son yıllarda en yoğun biçim aldığı bir süreçte, AKP’nin “demokratlığını” keşfeden, başta Kürt liberalleri olmak üzere liberaller az değildi. Hatta, 22 Temmuz seçimleri sonrasında Kürt sorunun çözümü açısından bu parlamentonun “bir şans” olduğunu, üstelik sadece Kürtlerin değil, Ufuk Uras’ın şahsında “sosyalist solun” da temsil edildiğini dillendirenler az değildi. Bunun üstüne “sivil anayasa” tartışmaları düşünce, demokrasi yanılgısı bir çok kesimi kapsamıştı.
Ama bu “bahar havası” çok sürmedi ve asıl niyetler açığa çıktı; ötedenberi bir stratejiye dönüştürülen kapsamlı saldırılar sistemleşti. Düzen güçleri önce kendi içlerindeki çelişkiyi geçicide olsa çözdü; Abdullah Gül Cumhurbaşkanı oldu ve böylece üzerinde uzun yılardır çalışılan ve merkezine Kürtlerin konulduğu bir kapsamlı saldırı konsepti güncelleşti. Kışkırtılan şovenizm ve Kürt düşmanlığı, DTP ve devrimci-demokrat kurumlara karşı saldırılar, tezkere, “terörle mücadele kahramanları için bağış” kampanyaları, futbol sahaları ve okullar başta olmak üzere kitlelerin yoğun olduğu her alanda örgütlenen bayraklı savaş çığırtkanlıkları, ambargo, emperyalistlerle yapılan bin bir pazarlıklar, bu sürecin ürünleriydi.

Saldırının Hedefleri
Bu kapsamlı saldırı konseptinin içinde üç ana hedef vardır.
Bir: Artık “dış düşman” olan Kürtler... Güney Kürtleri, emperyalizmin desteği ile Kürt burjuvazisinin önderliğinde, Kürt ulusunun inşası süreci yaşamaktadır ve bölgesel yönetime sahiptir. Kürt coğrafyası, Lozan antlaşması ile emperyalizm ve Türkiye, İran, Irak ve Suriye sömürgecileri tarafından parçalanmıştır. Ancak, bu devletler arası sömürge statükosu, emperyalizmin Ortadoğu’ya yönelik kapsamlı saldırıları ile en azından bir parçada, Irak’ta Saddam gericiliğinin yıkılması ile bozulmuştur. Saddam diktatörlüğü/gericiliği emperyalizmin hedefinde olduğu süreçte Barzani ve Talabani gibi milliyetçi burjuva önderlikleri emperyalizmle ilişkiler geliştirmiş, her iki Irak savaşında da Güney Kürtlerinin önderlikleri emperyalizmin bölgesel politikalarına destek sunmuşlardır. Bu emperyalist savaşlar, emperyalizme yaslanan Güney Kürtleri için yeni imkânlar doğurmuştur. Emperyalizmin bu savaşlarda Kürtlere ihtiyacı vardır; Kürtler ise emperyalizme dayanarak, burjuvazin önderliğinde Kürt kimliğinin kabulü ve ulusal devlet peşindedir. Bu anlamda, Saddam diktatörlüğünün yıkılması yeni bir durumu ortaya çıkarmış; Güney Kürtleri bakımından sömürgecilik yıkılmış, bunun yerini, emperyalizmin desteği ile başlayan yeni-sömürgecilik süreci almıştır.
Bu durum, başta Türkiye oligarşisi olmak üzere, bölgenin sömürgeci güçlerini rahatsız etmiş, emperyalizmin bölgesel çıkarları ile sömürgeci güçlerin çıkarları arasında nisbi çelişkiler bu zeminde belirmiştir. Bölgesel Kürt yönetimi, bu çelişkilerin yumağında ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda Türkiye, İran ve Suriye gericiliğinin hedefi burjuva önderlikli Güney Kürt yönetimidir. Çünkü, Kürtler adına her adım, bölgedeki tüm Kürtleri doğrudan etkilemektedir ve bu bölgesel sömürgeci güçleri rahatsız etmektedir.
İşbirlikçi Türkiye oligarşisinin ABD emperyalizmi ile pazarlıkları, çelişkili yönleri medyada çok abartılsa da aslında bu çerçevede değerlendirilmelidir. Yani, Güney Kürtleri oligarşinin hedefidir; bu gelişme birçok bakımdan oligarşi için rahatsız edicidir. Ama bu hedefin sınırları ve bütün diğer unsurlar daha büyük patron olan ABD ile yürütülen pazarlıklar tarafından çizilmektedir. Güney önderlikleri kardeş katilliğine ikna edildikleri ve direniş odaklarının ezilmesine hizmet ettikleri sürece Güney’deki istikrarı bozmak ABD başta olmak üzere kimsenin işine gelmemektedir.
İki: Politik düzeyde oligarşi için tehlikeli olan Kürt ulusal hareketinin öncü gücünün sömürgecilik temelinde içte bastırılması...
Oligarşi için, ezilen Kürt ulusunun en demokratik talepleri bile hâlâ kabul edilemez taleplerdir ve “tek ulus-tek devlet” anlayışı ile çelişki halindedir. İmralı sürecinin postmodern teorileri düzen ile bütünleşme stratejisi olarak ortaya çıksa da, oligarşi hala bu stratejinin hedefi olan bazı demokratik hak kırıntılarına bile hazır değildir. Bu açıdan, İmralı süreci ile klasik ve sömürgeci imha ve inkâr politikası “sürece yay ve çürüt” taktiği ile devam etmiştir. Bu süreçte, Kürt ulusal taleplerinin her geri adımı “zayıflık” olarak değerlendirilmiş, sorunu düzen içinde çözme politikası yerine “zafer” edaları ile karşı tarafa “tam teslimiyet” dayatılmıştır. Buna karşın Kürt ulusunun demokratik talepleri hep canlı olmuş ve istenilen sonuç elde edilememiştir.
Bundan dolayı, artık gerillayı “barış sürecinin zorlayıcısı” olarak düşünen ve silahlı-reformizm diye tanımlanabilecek bu hareket, saldırı konseptinin baş hedefi olmuştur. Çünkü bu hareket, hâlâ bölgenin en önemli direniş odaklarından biridir.
Üç: Türkiye devrimci hareketi...
Bugün düşük yoğunluklu savaş yoluyla “arka bahçenin temizlenmesi” gereklidir; yani, Kürt hareketinin yanı sıra sol ve devrimci hareketin de etkisiz hale getirilmesi hedeftir. Evet, sol ve devrimci hareket bugün ciddi bir politik özne değildir; dahası reformizm ve ulusal solculuk vb. ile sakatlanmıştır; ama buna rağmen, özelikle devrimci hareket direnen bir geleneğin sahibidir ve oligarşinin sömürge politikalarına karşı en önemli muhalafet odağıdır.
Gerileme eğilimi içindeki sol ve devrimci hareketin tasfiyesi oligarşiye nefes aldıracak; hakların kardeşliği ve mücadelesinde yeni gedikler açılacak, yeni duvarlar örülecektir.

Tarihsellik ve Güncellik
En son söyleyeceğimizi en baştan ifade edelim: Oligarşi bu savaşta, belki kısmi başarılar elde edebilir ama zafer kazanamaz. Irkçı ve şovenist kışkırtmalara, sahte “birlik ve beraberlik” söylemlerine, emperyalistlerle, İran ve Suriye gibi sömürgecilerle yapılan anlaşmalara rağmen zafer kazanamaz.
Çünkü, her şeyden önce Kürt ulusunun özgürlük talebi hâlâ canlıdır ve Kürt ulusunun bugünkü ulusal bilinci eski dönemler ile kıyaslanamaz düzeyde, geriye dönüşsüz bir noktadadır. Kürt ulusal sorunu, hep söylendiği gibi ne bir “geri kalmışlık ve kalkınma” sorunudur ne de oligarşinin imha ve inkâr politikalarına yön veren bir “terör” sorunudur. Bu sorun, ulusal özgürlük sorunudur. Kürt ulusunun özgürlüğü sorunu, TC’nin kuruluşu ile sakatlanmış, inkâr edilmiş, yok sayılmış, hatta üzerine “beton”atıldığı iddia edilmiş bir sorundur ama yine de her süreçte çeşitli biçimlerde yeniden üremiştir. 1925-40 yılları arasındaki imha siyaseti de, ara dönemlerdeki asimilasyon siyasetleri de, yeni süreçte Kürt ulusal hareketine karşı yürütülen “düşük yoğunluklu savaş” da sorunu çözmeye yetmemiştir. Kürt ulusunun varlığı ve bu siyasete karşı direnci, sorunu tarihsellik içinde güncelleştirmiş; 1975 sonrası, özelikle de Kürtlerin mücadelesinde “ilk kurşun” olarak tanımlanan Eruh ve Şemdinli sonrası gerilla mücadelesi temelinde gelişen hareket, muazzam bir özgürlük bilinci ortaya çıkarmış ve Kürtlerin uluslaşma sürecine yeniden biçim vermiştir. Bu bilinci yok etmek mümkün değildir.
Bundan dolayı bugün sömürge siyaseti, kaba biçimde “Kürt yok, dağ Türkü var” biçiminde yürümüyor. Siyasetin özü değişmemiştir ama artık “Kürt var ama demokratik hakları yok” söylemiyle ya da sınırları Milli Güvenlik Siyaset Belgesi tarafından çizilen “yerel kültürel haklar” çerçevesiyle yürütülmektedir. Ancak, Kürt ulusunun özgürlük talepleri bunu aşıyor, mızrak çuvala sığmıyor. Kürt ulusunun bunlarla yetinmeyeceği açıktır. Oligarşi bundan dolayı, bu dinamizmi “tek ulus-tek devlet” üzerinde inşa ettiği sömürgeci-faşizm için tehlike görüyor, yok etmek istiyor.
Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, emperyalizmin bölgesel çıkarları ile sömürgeci oligarşinin çıkarları zaman zaman tam uyum göstermemektedir. Oligarşi, Ortadoğu’da İsrail ile birlikte emperyalizmin en önemli işbirlikçisidir ama yeni tarihsel dönemde, emperyalizmin Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) temelinde, özellikle Irak işgalinde ABD işbirlikçi Kürtlere de dayanmak zorunda kalmıştır. Emperyalizmin işbirlikçi Kürt egemen sınıflarına dayanamadan Irak’ta varlığını koruması mümkün değildir. Sorun buradadır. Emperyalizmin işbirlikçisi bir ezen/sömürgeci oligarşi ile Güney’deki ezilen ulus egemenlerinin işbirlikçiliği arasında bir gerilim vardır. Karmaşık denklemler içinde, özelikle Güney Kürtlerin kaderi asıl olarak bu çelişkinin alacağı biçime bağlıdır.
Kısaca sömürge siyasetinde ısrar oligarşinin güncel politikasıdır ama sorun yine de ortadadır. Özünde İmralı süreci, oligarşiye düzen içi bazı imkânlar sunmuş ama bunlar oligarşi tarafından değerlendirilmemiştir. Bu hesap bilmemekten değil, oligarşinin İmralı kırılmasından güç alarak imha ve inkâr ile sonuç alacağını düşünmesinden kaynaklanmaktadır. İmralı, Türkiye devrimci hareketinden uzaklaşarak yeni “dostlarını” liberallerden seçtikçe oligarşi süreci sertleştirmiş ve Kürt hareketine “tam olarak dizlerinin üzerine çökerek aman dileme” seçeneğini dayatmakta ısrar etmiştir.
Sonuç olarak oligarşi ve emperyalizm soruna çözüm üretemez. Çünkü her iki yaklaşım da aralarındaki farklara rağmen “Kürt sorununu çözmeyi” değil, “Kürtleri çözmeyi” hedef almaktadır.
Oligarşinin başta Kürt ulusal sorunu olmak üzere hiç bir demokratik sorunu çözecek gücü yoktur; çünkü, varlığını demokrasinin inkârı üzerine inşa etmiştir. Demokratik hiçbir özelliği olmayan Kemalizm, Türk burjuvazisi önderliğinde uluslaşma ve “tek ulus-tek devlet” temelinde ulusal devlet kurmayı ifade ederken; işçi ve emekçi sınıflar ve başta Kürt ulusu olmak üzere, diğer ulusal topluluklar için diktatörlük anlamına gelmiştir. 1945’lerden sonra gelişen yeni-sömürgecilik ise emperyalizmin içselliği ve faşizmin kurumsallaşması üzerine kurulmuş; bu sistem, Kemalizm’in baskıcı tüm yöntemlerini yeniden ve daha ileri düzeyde üretmiştir. Bu sistemde Kürt ulusunun demokratik hakları yoktur, işçi ve emekçi sınıflar söz ve karar sahibi değildir. Bu, emperyalizme dayanan oligarşinin sömürge politikasıdır; sömürgecilik, Kürt ulusunun hiçbir sorununu çözemez.
Kürt sorunu emperyalizme dayanarak da çözülemez; çünkü emperyalizm, ezen-ezilen ulus ayrımını derinleştirir, ulusal baskıyı yeniden üretir. Bu tür “çözüm”ler, emperyalizmin bölgesel çıkarlarına bağlı olarak zaman zaman ortaya çıkabilir ama bunlar gerçek çözümler değildir; yeniden ve daha ileri düzeyde emperyalizme bağlanmaktır, işlerin daha da karmaşık bir hal almasıdır. Sonuç olarak oligarşinin sömürgeci politikaları emperyalizme dayanır, emperyalizm ise ulusal baskı, hegemonya, savaş, siyasal gericilik demektir. Beyaz Saray’da, Bush’un Kürt ulusal hareketini “ortak düşman” ilan etmesi bunu ifade eder.
Kürt ulusu, klasik sömürgecilikle emperyalizme bağımlı yeni-sömürgecilik arasında bir tercih yapmak zorunda değildir. Böylesi bir tercih sorunu çözmez, Kürt ulusu, ne sömürge zincirlerini ne de emperyalizmin bölge politikalarına payanda olma onursuzluğunu hak etmektedir. Kürt ulusu, kendi bağımsız, birleşik ülkesinde özgürce yaşama hakkına sahiptir; bu hakkı, eşitlik ve özgürlük temelinde komşu ulus ve haklarla kardeşçe ilişkilerle inşa etmelidir. Bunun yolu da emperyalizm ve sömürgeciliğe karşı mücadeleden geçmektedir. Böylesi bir mücadele olmadan, Kürt coğrafyası bağımsızlığa kavuşup, demokratik ve sosyalist bir toplum inşa edemez.
Devrimci sosyalizm, Kürt ulusal sorunun çözümünü devrim ve sosyalizm temelinde ele alır ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını ikircimsiz savunur. Kendi kaderini tayin hakkı, Kürt ulusunun bağımsız devlet kurma hakkıdır; bu hak kimse tarafından verilemez, Kürt ulusu bu hakkı nasıl kullanacağına kendi karar verir.

Oligarşi Anti-Emperyalist mi?
Soru belki çok saçma gibi görünüyor; ama bu süreçte, oligarşinin sözcülerinin kimi zaman özelikle ABD’ye yönelik bazı söylemlerini, MHP ve CHP’nin çıkışlarını dikkate alırsak bu soruyu sormak gerekli oluyor.
Oligarşi, tıpkı “Cumhuriyet mitingleri”nde olduğu gibi, hatta bu kez kendi arasındaki çelişkileri de bir yana atarak, tüm burjuva partileri Kürt düşmanlığı ve milliyetçilikte ortaklaştırarak, “topyekun savaş” ve Güney’in işgali için kitle temeli oluşturmak istemiş ve bunda az çok başarı da elde etmiştir. Bu bir “eli güçlendirme” hamlesi midir? Olabilir, ama bunu aşan bir işlev gördüğü de çok nettir. Kitleler milliyetçilikle, şövenizmle zehirleniyor, düzenden kopan ya da kopma eğilimi içinde olan emekçiler yeniden düzene bağlanıyor, kapsamlı saldırılar için moral toplanıyor. Bunun için medya savaş kışkırtıcılığında sınır tanımıyor,YÖK adeta genelkurmay gibi çalışıyor, “sivil toplum örgütleri”, “cumhuriyetin bekçileri” olarak Kürt düşmanlığında topuk selamı veriyor, tribünler ırkçılığın gösterisi yapıldığı alanlara dönüştürülüyor...
Sömürge savaşı, iç ve dış düşmansız yürütülemez. Türk burjuvazisi hiç bir dönem düşmansız yaşayamamıştır; düşmanı yoksa da sanal düşman yaratmıştır. Yunan, Ermeni, Kürt, Rum, Arap hep “Türk düşmanı” olmuştur; “Türkün Türkten başka dostu yoktur” denilmiş ama emperyalistlerle ilişkiler hiç aksatılmamıştır. Sarıkamış’ta yüz bin askeri emperyalist çıkarlar için donduran bu mantık, ABD emperyalizmin çıkarı için dün Kore’de, bugün Afganistan ve Ortadoğu’da mazlum haklara karşı insanlık suçlarına ortak olmuştur. Komşu haklar düşman ilan edilmiş ama “küçük Amerika” olma hayali hiç bırakılmamış, ülke emperyalizmin açık pazarına dönüşmüş, ekonomi IMF, siyaset Beyaz Saray tarafından yönetilmiştir. Yani, Kürt, Ermeni, Rum, Arap halkları düşman, ama emperyalistler dosttur!
Kürt coğrafyasının sömürgeleştirilmesi de bu kurgu içinde olmuştur. Dönem dönem düşmanlar değişmiş, ama bu kurgu hiç değişmemiştir. Bu kurgu, son yıllarda doğrudan Kürt düşmanlığına çevrilmiştir. 28 Şubat, sadece İslamcı sermayeye yönelik bir operasyon değil, aynı zamanda Türk milliyetçiliği temelinde devletin yeniden onarılmasıdır. “Türklük”,”Bayrak”,”Vatan”, “Atatürk” bu konseptin argümanlarıdır ve kitlelerin bu temelde düzenle bütünleşmeleri için kullanılmıştır. Oligarşinin çelik çekirdeği, bizzat “sivil toplum örgütleri” örgütlemiş, yönlendirmiştir. Sokak hareketinde zaten sivil faşist güçler hazır kıtadır ama oligarşi bunlarla yetinmemekte, ADD, ÇYDD vb. gibi sözde “sivil” örgütleri de öne sürmekte, CHP’yi aslına uygun bir zemine çekerek Kürt düşmanlığında yarışır hale getirmektedir.
Burada dikkati çeken, bu şovenist dalgada, bazen “sol” söylemlerin de kullanılması ve ABD ve AB emperyalizmine karşı tepkilerin dillendirilmesidir. Dün “Cumhuriyet mitinglerinde”, bugün ise “terörü kınama mitinglerinde” pekala örneğin “kahrolsun ABD” sözlerini duymak mümkündür. Hatta son günlerde en resmi düzeyde, aslında daha çok “dış düşman” tezlerini güçlendirmek için dil ucuyla “ABD silahları, İtalyan mayınları, vb...” denilmektedir. Resmi sözcüler bazen esip gürlediğinde de sıradan insanlar oligarşinin emperyalizme karşı savaş açtığını sanmaktadır. Bu arada İP ve D. Perinçek gibi bazı güçler, sahte bir anti-emperyalizm söylemiyle, tüm bunları ulusal kurtuluş savaşı gibi göstermektedir. İlginçtir, örneğin 28 Şubat postmodern darbe sonrası “ulusal sol” bir düzlemde “yurtseverliği” keşfeden TKP de tam da bu gerici-şovenist dalga sürerken “Amerika’ya Karşı Birleşelim” çağrısı ile “halkımızı bölünmeye, parçalanmaya ve savaşa ve ABD’ye karşı hareket etmeye” çağırmaktadır.
Elbette, tüm bunlarda anti-emperyalizmin zerresi yoktur, hatta anti-ABD bir tutum bile yoktur. Tam tersine, bazı ulusal söylemlerin altında Kürt düşmanlığı vardır. Oligarşinin emperyalizmin bölgesel çıkarlarına yönelik pazarlıklara girişmesi, anti-emperyalizm değil çıkarların karşılıklı gerilimidir. Dolayısıyla, devrimci ve sosyalistlerin örgütlediği 1968’lerin 6. filo eylemleri ile “terörü kınama” mitinglerinin hiçbir ortak yanı yoktur. Birincisi anti-emperyalist yurtsever kitle gösterisiyken, ikincisi sömürge savaşına destek sunan, bizzat oligarşi tarafından örgütlenen şovenist-gerici gösterilerdir.
Tabii bu süreçte “ulusal sol”culuk önemli rol oynamaktadır. Kimi zaman 1968’lerin anti-emperyalizmini taklit eden, kimi zaman örneğin Güney Kürtlerinin Irak işgalindeki işbirlikçiliğine tepkiymiş gibi görünen, hemen her durumda Kemalizm’e övgüyü unutmayan ulusal solculuk, oligarşinin sömürge politikalarına destek olmaktadır.
Şu çok açık bir gerçektir: Anti-emperyalizm, Kürt düşmanlığı ile yan yana olamaz; böyle bir yaklaşımla sosyal şovenizmden kurtulmak mümkün değildir. Kürt ulusunun demokratik haklarını tereddütsüz savunmadan, Kürt ve Türk haklarının kardeşliğini örmeden anti-emperyalizmi örmek mümkün değildir. Sömürgeci oligarşinin varlığını borçlu olduğu,”bölünme ve parçalanma” tezlerine sahip çıkarak anti-emperyalist olunamaz. Bu denklemi doğru kurmayan sol ve devrimci hareketin bazı kesimleri, tarihsel yanılgılardan da hiç ders almamıştır. Bu açıdan, bir kez daha tarihsel bir yanılgıyı hatırlamada yarar vardır.

Tarihsel Bir Yanılgı: 1925-1940 Kürt İsyanları
Bilindiği üzere Kürt coğrafyasının sömürgeleşmesinde ilk adım Lozan’da çizilen sınırlar ise, ikinci adım1925-40 sürecinde kanlı bastırılan Kürt ayaklanmalarıdır. Bu süreçte ortaya çıkan yerel ve feodal önderlikli Kürt ayaklanmalarının bastırılması sırasında “bu ayaklanmaların emperyalizm tarafından desteklendiği” gerekçesi ile, “anti-emperyalist” olarak tanımlanan Kemalist iktidara hem Komünist Enternasyonal, hem de dönemin TKP’si tarafından destek verilmiştir.
TKP ve K.Enternasyonalin bu tutumunu, çeşitli vesilelerle, dergimizin bazı sayılarında ele aldığımız, bu tutumu sosyal şovenizm ve Kürt ulusuna karşı “utanılası bir tavır” olarak tanımladığımız bilinmektedir.
Kemalizm, ilk başta Kürt ulusunun varlığını kabul eden bir açılım gösterse de, zaman içersinde elini güçlendirdikçe, tıpkı işçi sınıfı ve komünist harekete karşı olduğu gibi Kürtlere karşı da baskıcı, ırkçı, şovenist bir politika izlemiştir. Bu süreçte, Kürt ulusunun demokratik talepleri, modern bir sınıf olan proletarya elinde değil (ki bu süreçte Kürt coğrafyasında proletarya hemen hemen yok gibidir), feodal sınıflar tarafından dillendirilmektedir. Bu talepler doğrultusunda, 1925-40 sürecinde bir dizi ayaklanma gerçekleşmiş ve tüm bunlar Kemalist diktatörlük tarafından kanla bastırılmıştır. Dersim ayaklanması sonrası, Kürt sorunu için “betonladık” denmesi de, bu sorunun bastırıldığı ve artık tarihin gerisinde kaldığı düşüncesinden kaynaklanmaktadır.. Bu tarihten sonra, ırkçı “Türk Tarih Tezi” ve “Güneş Dil Teorisi” eşliğinde Kürt ulusu hiçleştirilmiş, yok sayılmış, asimilasyona tabi kılınmış, sömürgeleştirilmiştir.
1925-40 Kürt ayaklanmalarının feodal önderlikli olduğu, hatta tam da bundan dolayı “dinsel” motifleri içerdiği açıktır. Çoğu yerel nitelikli bu ayaklanmaların böyle bir karakterinin olması, “gerici” olduğu anlamına gelmez. Bu ayaklanmaların özellikle İngiliz emperyalizmin kışkırtması sonucu ortaya çıktığı tezi ise resmi ideolojinin tezidir ve ciddi bir araştırmaya dayanmamaktadır. Elbette, emperyalizm ulusal sorun gibi demokratik sorunları kendi çıkarı için kullanmak isteyebilir; böyle de olsa, bu bir ulusun demokratik haklarının yok sayılıp, katliama uğramasının, sömürgecilikle köleleştirilmesinin gerekçesi olamaz.
TKP ve Komintern, “ilerici” Kemalist iktidara karşı ayaklanan Kürtlerin “gerici ve dinci” olduğu gerekçesi ile bu katliamlara destek vermiştir. Bu destek, biraz da “Avrupa merkezli” bir bakışla, Kemalizm’in “feodal düzeni yıktığı”, Kürt önderlerin de feodal düzeni korumak istediği gibi uydurma gerekçelere dayandırılmıştır.
Bu, Türkiye proletaryası adına, utanılası bir tavırdır. Ezen ulus saflarında yer almaktır, halklar arasındaki tarihsel düşmanlığı körüklemek ve sömürge siyasetini onaylamaktır; kısaca sosyal şovenizmdir.
Bu tarihsel bir derstir. Bu dersi iyi özümleyemeyenler, ulusal sorun gibi demokratik nitelikli ve bir çok sınıf tarafından kullanılabilecek olan bir sorunda yeniden ve yeniden sosyal şovenizme düşmekten kurtulamaz.
Bugün de Kürt ulusal sorununda Güney Kürtlerinde olduğu gibi, burjuva önderlikler emperyalizme dayanarak bile olsa, rol oynayabilirler. Biz, Kürt ulusal sorununun proletaryanın önderliğinde devrimci çözümünü isteriz ve destekleriz. Ama adı üzerinde bu ulusal bir sorundur, Kürt burjuvazisi, pazar temelinde, bu sorunda bir rol oynarsa, bunu yok sayamayız. Kürt burjuvazisinin emperyalizme dayanarak çözüm arayışları, ulusal sorunu gerçek bir çözüme ulaştırmaz; ama bu gerekçe ile Kürt ulusunun demokratik haklarını bir yana atmak, Kürt katliamlarına seyirci kalmak, sömürgeciliğe destek sunmak, ezen ulus proletaryası ve emekçileri adına mümkün değildir. Biz, bu politikaların işbirlikçilik olduğunu söyleriz, bu politikalar Kürdün katledilmesine ortaklık noktasına varırsa durum daha da vahim hale gelir. Ama öte yandan Güney’inden Kuzey’ine de bütün Kürtlerin demokratik hakları ve devlet kurma özgürlüğü ile bunu karıştırmayız.

Direneceğiz, Halkların Kardeşliğini Öreceğiz
Devrimci sosyalizmiin mücadelesi, anti-emperyalist, anti-oligarşik Halk Devrimi mücadelesidir. Biz, sömürgeciliğin devamı olan hiç bir politikaya, Kürtlere yönelen hiçbir politikaya, sahte bir “anti-emperyalizm”le destek olamayız. Türk burjuvazisi, emperyalizme bağımlı olarak doğmuş, emperyalizm tarafından beslenmiştir ve onun işbirlikçisidir. Kendi burjuvazisine yönelmeyen devrimci hareket, anti-emperyalist mücadeleye önderlik edip en geniş kesimleri bu mücadele cephesi altında toplayamaz. Biz, kendi burjuvazimize yönelerek, aynı zamanda emperyalizme yöneliyoruz; tersi de doğrudur, emperyalizme karşı mücadeleyi oligarşiye karşı mücadeleden ayırmak mümkün değildir.
Türk ulusu ile Kürt ulusu arasındaki ilişki, ezen-ezilen ulus ilişkisidir. Bu temel ayrımı bir an bile unutmak, süreci emperyalizmle Türk halkı arasındaki çelişki düzeyine indirgemek yanılgıdır, sosyal şovenizmin kaynağıdır. Türk uluslaşması kapitalizmin şafağında başlamış, 1919-23 sürecinde sınırlı bir anti-emperyalist tutumla, sonra ise emperyalizmle uyum halindeki burjuvazinin önderliğinde inşa edilmiştir; bundan dolayı çarpık, sakat, ırkçı ve şovenist temeldedir. Kürt ulusu karşısında ise sömürgecidir. Kürt ulusu ise Türk ulusu karşısında ezilen-sömürge ulus konumundadır.
Türkiye işçi sınıfı ve halkı, kendi burjuvazisine karşı mücadele ederek, ezilen/sömürge bir ulus olan Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını ikircimsiz savunarak halkların kardeşliğini güçlendirebilir. Kürtler Türklere,Türkler de Kürtlere düşman değildir; bu düşmanlığı körükleyen, halkları birbirine düşman eden emperyalizm ve oligarşidir. Bundan dolayı, Kürde karşı her saldırı, Türkiye işçi ve emekçi sınıflarına karşı saldırıdır. İşçi ve emekçi sınıfların düşmanı sömürücülerdir; Kürtler başta olmak üzere diğer ezilenler düşman değil, bu kavgada dosttur, ittifaktır. Kürt ulusunun demokratik haklarını savunmayan, faşizme karşı demokrasi mücadelesine önderlik yapmayan bir sınıf, kendi sınıf bilincine sahip olamaz, kendi devrimini yapamaz.
O halde, bu kapsamlı saldırı konseptine karşı direnmek, sadece Kürtlerin değil, tüm işçi ve emekçi sınıfların, tüm halkın görevidir. Direnerek, sömürgeci oligarşinin suçlara ortak olmamak, hakların kardeşliğini ve mücadele birliğini örmek mümkündür. Şovenizm, halklar üzerine püskürtülen bir zehirdir; kendi burjuvazisine, oligarşiye karşı mücadele etmeden işçi ve emekçi sınıflar ne bu zehirden kurtulabilir, ne de bu emperyalizme bağımlı düzeni yerle bir edip kendi iktidarını kurabilir. İşçi sınıfı önderliğinde halk iktidarı kurulmadan, söz, yetki ve karar hakkı, halkın örgütlendiği halk meclislerinde doğrudan tüm halkın olmadan, ne emperyalizme karşı tam bağımsızlık, ne de faşizme karşı halk demokrasisi garanti altına alınabilir.
Bir kez daha ifade ediyoruz. Emperyalizm ve yerel sömürgeci güçler tarafından bölünen parçalanan Kürt ulusunun, başta Kendi Kaderini Tayin hakkı olmak üzere, tüm demokratik haklarını ikircimsiz savunmak, bu hakların gerçekleşmesi için mücadele etmek, Türkiye işçi ve emekçi sınıflarının görevidir. Başkasını ezen ulus özgür olamaz; sömürgecilik zinciri ile köleleştirilen Kürt ulusu özgür olmadan Türkiye işçi ve emekçileri özgür olamaz.
Halk Devrimi, emperyalizmi bu ülkeden tümden kovacak, onun ekonomik, siyasal, kültürel hegemonyasına son verecek; faşizmi tümden tasfiye edip, demokrasiyi işçi sınıfı önderliğinde yeniden kuracaktır. Bu devrim, emperyalizm ve oligarşi tarafından her gün yeniden üretilen ulusal baskı siyasetine son verecek, bağımsız ve bileşik bir Kürt coğrafyasını hep göz önünde bulunduracak, başta Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı olmak üzere, Kürtlerin ve diğer ezilen ulusal toplulukların tüm haklarını tanıyacaktır. Daha doğrusu, bu devrim, Kürt ulusuna özgürlük vermek gibi bir iddiada bulunmayan, onların kendi iradelerini özgürce ortaya koymalarını esas alan bir devrim olacaktır.
Bunun için mücadele edelim. Direnelim ve Ortadoğu’da tüm halkların eşitlik ve özgürlük temelinde kardeşliğini haykıralım, mücadele birliğini örgütleyelim.

.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19