Sömürgeci oligarşi, binbir manevra ve yöntemle
Kürt ulusuna ve onun demokratik haklarına karşı
yeni bir saldırı konsepti içindedir. Yeniden “topyekun
savaş” günlerindeyiz…
Elbette bu saldırının sadece Kürt ulusuna karşı
olduğunu düşünmek saflık olur; bu kapsamlı ekonomik-ideolojik-politik
saldırı, Türkiye emekçi sınıflarına ve onun öncülerine
de yöneliktir. Çünkü, artık Kürtler “dış düşman”
olarak tanımlanmamakta, ülke içinde, “ne mutlu
Türküm diyene” ırkçı-şovenist şiarının dışında
kalan her ulus ve ulusal topluluk, bu düzene karşı
gelen her birey, sınıf, toplumsal kesim, düşman
ilan edilmektedir.
Bilindiği gibi özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimleri
nedeni ile alevlenen oligarşi içi çıkar çatışmaları
son süreçte Kürt ulusal sorununu da içine alacak
biçimde genişlemişti. Doğaldır, çünkü, Kürt ulusal
sorunu ayrıştırıcı karakterdedir. Çözümlenmemiş
bu sorun, bu ülkede tarihsellik içinde kangrene
dönüşmüş güncel ve yakıcı bir sorundur; her sınıf
ya da toplumsal kesim bu sorunda söz sahibi olmak
istemektedir. Oligarşi içi çelişkilerin son yıllarda
en yoğun biçim aldığı bir süreçte, AKP’nin “demokratlığını”
keşfeden, başta Kürt liberalleri olmak üzere liberaller
az değildi. Hatta, 22 Temmuz seçimleri sonrasında
Kürt sorunun çözümü açısından bu parlamentonun
“bir şans” olduğunu, üstelik sadece Kürtlerin
değil, Ufuk Uras’ın şahsında “sosyalist solun”
da temsil edildiğini dillendirenler az değildi.
Bunun üstüne “sivil anayasa” tartışmaları düşünce,
demokrasi yanılgısı bir çok kesimi kapsamıştı.
Ama bu “bahar havası” çok sürmedi ve asıl niyetler
açığa çıktı; ötedenberi bir stratejiye dönüştürülen
kapsamlı saldırılar sistemleşti. Düzen güçleri
önce kendi içlerindeki çelişkiyi geçicide olsa
çözdü; Abdullah Gül Cumhurbaşkanı oldu ve böylece
üzerinde uzun yılardır çalışılan ve merkezine
Kürtlerin konulduğu bir kapsamlı saldırı konsepti
güncelleşti. Kışkırtılan şovenizm ve Kürt düşmanlığı,
DTP ve devrimci-demokrat kurumlara karşı saldırılar,
tezkere, “terörle mücadele kahramanları için bağış”
kampanyaları, futbol sahaları ve okullar başta
olmak üzere kitlelerin yoğun olduğu her alanda
örgütlenen bayraklı savaş çığırtkanlıkları, ambargo,
emperyalistlerle yapılan bin bir pazarlıklar,
bu sürecin ürünleriydi.
Saldırının Hedefleri
Bu kapsamlı saldırı konseptinin içinde üç ana
hedef vardır.
Bir: Artık “dış düşman” olan Kürtler... Güney
Kürtleri, emperyalizmin desteği ile Kürt burjuvazisinin
önderliğinde, Kürt ulusunun inşası süreci yaşamaktadır
ve bölgesel yönetime sahiptir. Kürt coğrafyası,
Lozan antlaşması ile emperyalizm ve Türkiye, İran,
Irak ve Suriye sömürgecileri tarafından parçalanmıştır.
Ancak, bu devletler arası sömürge statükosu, emperyalizmin
Ortadoğu’ya yönelik kapsamlı saldırıları ile en
azından bir parçada, Irak’ta Saddam gericiliğinin
yıkılması ile bozulmuştur. Saddam diktatörlüğü/gericiliği
emperyalizmin hedefinde olduğu süreçte Barzani
ve Talabani gibi milliyetçi burjuva önderlikleri
emperyalizmle ilişkiler geliştirmiş, her iki Irak
savaşında da Güney Kürtlerinin önderlikleri emperyalizmin
bölgesel politikalarına destek sunmuşlardır. Bu
emperyalist savaşlar, emperyalizme yaslanan Güney
Kürtleri için yeni imkânlar doğurmuştur. Emperyalizmin
bu savaşlarda Kürtlere ihtiyacı vardır; Kürtler
ise emperyalizme dayanarak, burjuvazin önderliğinde
Kürt kimliğinin kabulü ve ulusal devlet peşindedir.
Bu anlamda, Saddam diktatörlüğünün yıkılması yeni
bir durumu ortaya çıkarmış; Güney Kürtleri bakımından
sömürgecilik yıkılmış, bunun yerini, emperyalizmin
desteği ile başlayan yeni-sömürgecilik süreci
almıştır.
Bu durum, başta Türkiye oligarşisi olmak üzere,
bölgenin sömürgeci güçlerini rahatsız etmiş, emperyalizmin
bölgesel çıkarları ile sömürgeci güçlerin çıkarları
arasında nisbi çelişkiler bu zeminde belirmiştir.
Bölgesel Kürt yönetimi, bu çelişkilerin yumağında
ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda Türkiye, İran ve
Suriye gericiliğinin hedefi burjuva önderlikli
Güney Kürt yönetimidir. Çünkü, Kürtler adına her
adım, bölgedeki tüm Kürtleri doğrudan etkilemektedir
ve bu bölgesel sömürgeci güçleri rahatsız etmektedir.
İşbirlikçi Türkiye oligarşisinin ABD emperyalizmi
ile pazarlıkları, çelişkili yönleri medyada çok
abartılsa da aslında bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Yani, Güney Kürtleri oligarşinin hedefidir; bu
gelişme birçok bakımdan oligarşi için rahatsız
edicidir. Ama bu hedefin sınırları ve bütün diğer
unsurlar daha büyük patron olan ABD ile yürütülen
pazarlıklar tarafından çizilmektedir. Güney önderlikleri
kardeş katilliğine ikna edildikleri ve direniş
odaklarının ezilmesine hizmet ettikleri sürece
Güney’deki istikrarı bozmak ABD başta olmak üzere
kimsenin işine gelmemektedir.
İki: Politik düzeyde oligarşi için tehlikeli olan
Kürt ulusal hareketinin öncü gücünün sömürgecilik
temelinde içte bastırılması...
Oligarşi için, ezilen Kürt ulusunun en demokratik
talepleri bile hâlâ kabul edilemez taleplerdir
ve “tek ulus-tek devlet” anlayışı ile çelişki
halindedir. İmralı sürecinin postmodern teorileri
düzen ile bütünleşme stratejisi olarak ortaya
çıksa da, oligarşi hala bu stratejinin hedefi
olan bazı demokratik hak kırıntılarına bile hazır
değildir. Bu açıdan, İmralı süreci ile klasik
ve sömürgeci imha ve inkâr politikası “sürece
yay ve çürüt” taktiği ile devam etmiştir. Bu süreçte,
Kürt ulusal taleplerinin her geri adımı “zayıflık”
olarak değerlendirilmiş, sorunu düzen içinde çözme
politikası yerine “zafer” edaları ile karşı tarafa
“tam teslimiyet” dayatılmıştır. Buna karşın Kürt
ulusunun demokratik talepleri hep canlı olmuş
ve istenilen sonuç elde edilememiştir.
Bundan dolayı, artık gerillayı “barış sürecinin
zorlayıcısı” olarak düşünen ve silahlı-reformizm
diye tanımlanabilecek bu hareket, saldırı konseptinin
baş hedefi olmuştur. Çünkü bu hareket, hâlâ bölgenin
en önemli direniş odaklarından biridir.
Üç: Türkiye devrimci hareketi...
Bugün düşük yoğunluklu savaş yoluyla “arka bahçenin
temizlenmesi” gereklidir; yani, Kürt hareketinin
yanı sıra sol ve devrimci hareketin de etkisiz
hale getirilmesi hedeftir. Evet, sol ve devrimci
hareket bugün ciddi bir politik özne değildir;
dahası reformizm ve ulusal solculuk vb. ile sakatlanmıştır;
ama buna rağmen, özelikle devrimci hareket direnen
bir geleneğin sahibidir ve oligarşinin sömürge
politikalarına karşı en önemli muhalafet odağıdır.
Gerileme eğilimi içindeki sol ve devrimci hareketin
tasfiyesi oligarşiye nefes aldıracak; hakların
kardeşliği ve mücadelesinde yeni gedikler açılacak,
yeni duvarlar örülecektir.
Tarihsellik ve Güncellik
En son söyleyeceğimizi en baştan ifade edelim:
Oligarşi bu savaşta, belki kısmi başarılar elde
edebilir ama zafer kazanamaz. Irkçı ve şovenist
kışkırtmalara, sahte “birlik ve beraberlik” söylemlerine,
emperyalistlerle, İran ve Suriye gibi sömürgecilerle
yapılan anlaşmalara rağmen zafer kazanamaz.
Çünkü, her şeyden önce Kürt ulusunun özgürlük
talebi hâlâ canlıdır ve Kürt ulusunun bugünkü
ulusal bilinci eski dönemler ile kıyaslanamaz
düzeyde, geriye dönüşsüz bir noktadadır. Kürt
ulusal sorunu, hep söylendiği gibi ne bir “geri
kalmışlık ve kalkınma” sorunudur ne de oligarşinin
imha ve inkâr politikalarına yön veren bir “terör”
sorunudur. Bu sorun, ulusal özgürlük sorunudur.
Kürt ulusunun özgürlüğü sorunu, TC’nin kuruluşu
ile sakatlanmış, inkâr edilmiş, yok sayılmış,
hatta üzerine “beton”atıldığı iddia edilmiş bir
sorundur ama yine de her süreçte çeşitli biçimlerde
yeniden üremiştir. 1925-40 yılları arasındaki
imha siyaseti de, ara dönemlerdeki asimilasyon
siyasetleri de, yeni süreçte Kürt ulusal hareketine
karşı yürütülen “düşük yoğunluklu savaş” da sorunu
çözmeye yetmemiştir. Kürt ulusunun varlığı ve
bu siyasete karşı direnci, sorunu tarihsellik
içinde güncelleştirmiş; 1975 sonrası, özelikle
de Kürtlerin mücadelesinde “ilk kurşun” olarak
tanımlanan Eruh ve Şemdinli sonrası gerilla mücadelesi
temelinde gelişen hareket, muazzam bir özgürlük
bilinci ortaya çıkarmış ve Kürtlerin uluslaşma
sürecine yeniden biçim vermiştir. Bu bilinci yok
etmek mümkün değildir.
Bundan dolayı bugün sömürge siyaseti, kaba biçimde
“Kürt yok, dağ Türkü var” biçiminde yürümüyor.
Siyasetin özü değişmemiştir ama artık “Kürt var
ama demokratik hakları yok” söylemiyle ya da sınırları
Milli Güvenlik Siyaset Belgesi tarafından çizilen
“yerel kültürel haklar” çerçevesiyle yürütülmektedir.
Ancak, Kürt ulusunun özgürlük talepleri bunu aşıyor,
mızrak çuvala sığmıyor. Kürt ulusunun bunlarla
yetinmeyeceği açıktır. Oligarşi bundan dolayı,
bu dinamizmi “tek ulus-tek devlet” üzerinde inşa
ettiği sömürgeci-faşizm için tehlike görüyor,
yok etmek istiyor.
Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, emperyalizmin
bölgesel çıkarları ile sömürgeci oligarşinin çıkarları
zaman zaman tam uyum göstermemektedir. Oligarşi,
Ortadoğu’da İsrail ile birlikte emperyalizmin
en önemli işbirlikçisidir ama yeni tarihsel dönemde,
emperyalizmin Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) temelinde,
özellikle Irak işgalinde ABD işbirlikçi Kürtlere
de dayanmak zorunda kalmıştır. Emperyalizmin işbirlikçi
Kürt egemen sınıflarına dayanamadan Irak’ta varlığını
koruması mümkün değildir. Sorun buradadır. Emperyalizmin
işbirlikçisi bir ezen/sömürgeci oligarşi ile Güney’deki
ezilen ulus egemenlerinin işbirlikçiliği arasında
bir gerilim vardır. Karmaşık denklemler içinde,
özelikle Güney Kürtlerin kaderi asıl olarak bu
çelişkinin alacağı biçime bağlıdır.
Kısaca sömürge siyasetinde ısrar oligarşinin güncel
politikasıdır ama sorun yine de ortadadır. Özünde
İmralı süreci, oligarşiye düzen içi bazı imkânlar
sunmuş ama bunlar oligarşi tarafından değerlendirilmemiştir.
Bu hesap bilmemekten değil, oligarşinin İmralı
kırılmasından güç alarak imha ve inkâr ile sonuç
alacağını düşünmesinden kaynaklanmaktadır. İmralı,
Türkiye devrimci hareketinden uzaklaşarak yeni
“dostlarını” liberallerden seçtikçe oligarşi süreci
sertleştirmiş ve Kürt hareketine “tam olarak dizlerinin
üzerine çökerek aman dileme” seçeneğini dayatmakta
ısrar etmiştir.
Sonuç olarak oligarşi ve emperyalizm soruna çözüm
üretemez. Çünkü her iki yaklaşım da aralarındaki
farklara rağmen “Kürt sorununu çözmeyi” değil,
“Kürtleri çözmeyi” hedef almaktadır.
Oligarşinin başta Kürt ulusal sorunu olmak üzere
hiç bir demokratik sorunu çözecek gücü yoktur;
çünkü, varlığını demokrasinin inkârı üzerine inşa
etmiştir. Demokratik hiçbir özelliği olmayan Kemalizm,
Türk burjuvazisi önderliğinde uluslaşma ve “tek
ulus-tek devlet” temelinde ulusal devlet kurmayı
ifade ederken; işçi ve emekçi sınıflar ve başta
Kürt ulusu olmak üzere, diğer ulusal topluluklar
için diktatörlük anlamına gelmiştir. 1945’lerden
sonra gelişen yeni-sömürgecilik ise emperyalizmin
içselliği ve faşizmin kurumsallaşması üzerine
kurulmuş; bu sistem, Kemalizm’in baskıcı tüm yöntemlerini
yeniden ve daha ileri düzeyde üretmiştir. Bu sistemde
Kürt ulusunun demokratik hakları yoktur, işçi
ve emekçi sınıflar söz ve karar sahibi değildir.
Bu, emperyalizme dayanan oligarşinin sömürge politikasıdır;
sömürgecilik, Kürt ulusunun hiçbir sorununu çözemez.
Kürt sorunu emperyalizme dayanarak da çözülemez;
çünkü emperyalizm, ezen-ezilen ulus ayrımını derinleştirir,
ulusal baskıyı yeniden üretir. Bu tür “çözüm”ler,
emperyalizmin bölgesel çıkarlarına bağlı olarak
zaman zaman ortaya çıkabilir ama bunlar gerçek
çözümler değildir; yeniden ve daha ileri düzeyde
emperyalizme bağlanmaktır, işlerin daha da karmaşık
bir hal almasıdır. Sonuç olarak oligarşinin sömürgeci
politikaları emperyalizme dayanır, emperyalizm
ise ulusal baskı, hegemonya, savaş, siyasal gericilik
demektir. Beyaz Saray’da, Bush’un Kürt ulusal
hareketini “ortak düşman” ilan etmesi bunu ifade
eder.
Kürt ulusu, klasik sömürgecilikle emperyalizme
bağımlı yeni-sömürgecilik arasında bir tercih
yapmak zorunda değildir. Böylesi bir tercih sorunu
çözmez, Kürt ulusu, ne sömürge zincirlerini ne
de emperyalizmin bölge politikalarına payanda
olma onursuzluğunu hak etmektedir. Kürt ulusu,
kendi bağımsız, birleşik ülkesinde özgürce yaşama
hakkına sahiptir; bu hakkı, eşitlik ve özgürlük
temelinde komşu ulus ve haklarla kardeşçe ilişkilerle
inşa etmelidir. Bunun yolu da emperyalizm ve sömürgeciliğe
karşı mücadeleden geçmektedir. Böylesi bir mücadele
olmadan, Kürt coğrafyası bağımsızlığa kavuşup,
demokratik ve sosyalist bir toplum inşa edemez.
Devrimci sosyalizm, Kürt ulusal sorunun çözümünü
devrim ve sosyalizm temelinde ele alır ve Ulusların
Kendi Kaderini Tayin Hakkını ikircimsiz savunur.
Kendi kaderini tayin hakkı, Kürt ulusunun bağımsız
devlet kurma hakkıdır; bu hak kimse tarafından
verilemez, Kürt ulusu bu hakkı nasıl kullanacağına
kendi karar verir.
Oligarşi Anti-Emperyalist mi?
Soru belki çok saçma gibi görünüyor; ama bu süreçte,
oligarşinin sözcülerinin kimi zaman özelikle ABD’ye
yönelik bazı söylemlerini, MHP ve CHP’nin çıkışlarını
dikkate alırsak bu soruyu sormak gerekli oluyor.
Oligarşi, tıpkı “Cumhuriyet mitingleri”nde olduğu
gibi, hatta bu kez kendi arasındaki çelişkileri
de bir yana atarak, tüm burjuva partileri Kürt
düşmanlığı ve milliyetçilikte ortaklaştırarak,
“topyekun savaş” ve Güney’in işgali için kitle
temeli oluşturmak istemiş ve bunda az çok başarı
da elde etmiştir. Bu bir “eli güçlendirme” hamlesi
midir? Olabilir, ama bunu aşan bir işlev gördüğü
de çok nettir. Kitleler milliyetçilikle, şövenizmle
zehirleniyor, düzenden kopan ya da kopma eğilimi
içinde olan emekçiler yeniden düzene bağlanıyor,
kapsamlı saldırılar için moral toplanıyor. Bunun
için medya savaş kışkırtıcılığında sınır tanımıyor,YÖK
adeta genelkurmay gibi çalışıyor, “sivil toplum
örgütleri”, “cumhuriyetin bekçileri” olarak Kürt
düşmanlığında topuk selamı veriyor, tribünler
ırkçılığın gösterisi yapıldığı alanlara dönüştürülüyor...
Sömürge savaşı, iç ve dış düşmansız yürütülemez.
Türk burjuvazisi hiç bir dönem düşmansız yaşayamamıştır;
düşmanı yoksa da sanal düşman yaratmıştır. Yunan,
Ermeni, Kürt, Rum, Arap hep “Türk düşmanı” olmuştur;
“Türkün Türkten başka dostu yoktur” denilmiş ama
emperyalistlerle ilişkiler hiç aksatılmamıştır.
Sarıkamış’ta yüz bin askeri emperyalist çıkarlar
için donduran bu mantık, ABD emperyalizmin çıkarı
için dün Kore’de, bugün Afganistan ve Ortadoğu’da
mazlum haklara karşı insanlık suçlarına ortak
olmuştur. Komşu haklar düşman ilan edilmiş ama
“küçük Amerika” olma hayali hiç bırakılmamış,
ülke emperyalizmin açık pazarına dönüşmüş, ekonomi
IMF, siyaset Beyaz Saray tarafından yönetilmiştir.
Yani, Kürt, Ermeni, Rum, Arap halkları düşman,
ama emperyalistler dosttur!
Kürt coğrafyasının sömürgeleştirilmesi de bu kurgu
içinde olmuştur. Dönem dönem düşmanlar değişmiş,
ama bu kurgu hiç değişmemiştir. Bu kurgu, son
yıllarda doğrudan Kürt düşmanlığına çevrilmiştir.
28 Şubat, sadece İslamcı sermayeye yönelik bir
operasyon değil, aynı zamanda Türk milliyetçiliği
temelinde devletin yeniden onarılmasıdır. “Türklük”,”Bayrak”,”Vatan”,
“Atatürk” bu konseptin argümanlarıdır ve kitlelerin
bu temelde düzenle bütünleşmeleri için kullanılmıştır.
Oligarşinin çelik çekirdeği, bizzat “sivil toplum
örgütleri” örgütlemiş, yönlendirmiştir. Sokak
hareketinde zaten sivil faşist güçler hazır kıtadır
ama oligarşi bunlarla yetinmemekte, ADD, ÇYDD
vb. gibi sözde “sivil” örgütleri de öne sürmekte,
CHP’yi aslına uygun bir zemine çekerek Kürt düşmanlığında
yarışır hale getirmektedir.
Burada dikkati çeken, bu şovenist dalgada, bazen
“sol” söylemlerin de kullanılması ve ABD ve AB
emperyalizmine karşı tepkilerin dillendirilmesidir.
Dün “Cumhuriyet mitinglerinde”, bugün ise “terörü
kınama mitinglerinde” pekala örneğin “kahrolsun
ABD” sözlerini duymak mümkündür. Hatta son günlerde
en resmi düzeyde, aslında daha çok “dış düşman”
tezlerini güçlendirmek için dil ucuyla “ABD silahları,
İtalyan mayınları, vb...” denilmektedir. Resmi
sözcüler bazen esip gürlediğinde de sıradan insanlar
oligarşinin emperyalizme karşı savaş açtığını
sanmaktadır. Bu arada İP ve D. Perinçek gibi bazı
güçler, sahte bir anti-emperyalizm söylemiyle,
tüm bunları ulusal kurtuluş savaşı gibi göstermektedir.
İlginçtir, örneğin 28 Şubat postmodern darbe sonrası
“ulusal sol” bir düzlemde “yurtseverliği” keşfeden
TKP de tam da bu gerici-şovenist dalga sürerken
“Amerika’ya Karşı Birleşelim” çağrısı ile “halkımızı
bölünmeye, parçalanmaya ve savaşa ve ABD’ye karşı
hareket etmeye” çağırmaktadır.
Elbette, tüm bunlarda anti-emperyalizmin zerresi
yoktur, hatta anti-ABD bir tutum bile yoktur.
Tam tersine, bazı ulusal söylemlerin altında Kürt
düşmanlığı vardır. Oligarşinin emperyalizmin bölgesel
çıkarlarına yönelik pazarlıklara girişmesi, anti-emperyalizm
değil çıkarların karşılıklı gerilimidir. Dolayısıyla,
devrimci ve sosyalistlerin örgütlediği 1968’lerin
6. filo eylemleri ile “terörü kınama” mitinglerinin
hiçbir ortak yanı yoktur. Birincisi anti-emperyalist
yurtsever kitle gösterisiyken, ikincisi sömürge
savaşına destek sunan, bizzat oligarşi tarafından
örgütlenen şovenist-gerici gösterilerdir.
Tabii bu süreçte “ulusal sol”culuk önemli rol
oynamaktadır. Kimi zaman 1968’lerin anti-emperyalizmini
taklit eden, kimi zaman örneğin Güney Kürtlerinin
Irak işgalindeki işbirlikçiliğine tepkiymiş gibi
görünen, hemen her durumda Kemalizm’e övgüyü unutmayan
ulusal solculuk, oligarşinin sömürge politikalarına
destek olmaktadır.
Şu çok açık bir gerçektir: Anti-emperyalizm, Kürt
düşmanlığı ile yan yana olamaz; böyle bir yaklaşımla
sosyal şovenizmden kurtulmak mümkün değildir.
Kürt ulusunun demokratik haklarını tereddütsüz
savunmadan, Kürt ve Türk haklarının kardeşliğini
örmeden anti-emperyalizmi örmek mümkün değildir.
Sömürgeci oligarşinin varlığını borçlu olduğu,”bölünme
ve parçalanma” tezlerine sahip çıkarak anti-emperyalist
olunamaz. Bu denklemi doğru kurmayan sol ve devrimci
hareketin bazı kesimleri, tarihsel yanılgılardan
da hiç ders almamıştır. Bu açıdan, bir kez daha
tarihsel bir yanılgıyı hatırlamada yarar vardır.
Tarihsel Bir Yanılgı: 1925-1940 Kürt İsyanları
Bilindiği üzere Kürt coğrafyasının sömürgeleşmesinde
ilk adım Lozan’da çizilen sınırlar ise, ikinci
adım1925-40 sürecinde kanlı bastırılan Kürt ayaklanmalarıdır.
Bu süreçte ortaya çıkan yerel ve feodal önderlikli
Kürt ayaklanmalarının bastırılması sırasında “bu
ayaklanmaların emperyalizm tarafından desteklendiği”
gerekçesi ile, “anti-emperyalist” olarak tanımlanan
Kemalist iktidara hem Komünist Enternasyonal,
hem de dönemin TKP’si tarafından destek verilmiştir.
TKP ve K.Enternasyonalin bu tutumunu, çeşitli
vesilelerle, dergimizin bazı sayılarında ele aldığımız,
bu tutumu sosyal şovenizm ve Kürt ulusuna karşı
“utanılası bir tavır” olarak tanımladığımız bilinmektedir.
Kemalizm, ilk başta Kürt ulusunun varlığını kabul
eden bir açılım gösterse de, zaman içersinde elini
güçlendirdikçe, tıpkı işçi sınıfı ve komünist
harekete karşı olduğu gibi Kürtlere karşı da baskıcı,
ırkçı, şovenist bir politika izlemiştir. Bu süreçte,
Kürt ulusunun demokratik talepleri, modern bir
sınıf olan proletarya elinde değil (ki bu süreçte
Kürt coğrafyasında proletarya hemen hemen yok
gibidir), feodal sınıflar tarafından dillendirilmektedir.
Bu talepler doğrultusunda, 1925-40 sürecinde bir
dizi ayaklanma gerçekleşmiş ve tüm bunlar Kemalist
diktatörlük tarafından kanla bastırılmıştır. Dersim
ayaklanması sonrası, Kürt sorunu için “betonladık”
denmesi de, bu sorunun bastırıldığı ve artık tarihin
gerisinde kaldığı düşüncesinden kaynaklanmaktadır..
Bu tarihten sonra, ırkçı “Türk Tarih Tezi” ve
“Güneş Dil Teorisi” eşliğinde Kürt ulusu hiçleştirilmiş,
yok sayılmış, asimilasyona tabi kılınmış, sömürgeleştirilmiştir.
1925-40 Kürt ayaklanmalarının feodal önderlikli
olduğu, hatta tam da bundan dolayı “dinsel” motifleri
içerdiği açıktır. Çoğu yerel nitelikli bu ayaklanmaların
böyle bir karakterinin olması, “gerici” olduğu
anlamına gelmez. Bu ayaklanmaların özellikle İngiliz
emperyalizmin kışkırtması sonucu ortaya çıktığı
tezi ise resmi ideolojinin tezidir ve ciddi bir
araştırmaya dayanmamaktadır. Elbette, emperyalizm
ulusal sorun gibi demokratik sorunları kendi çıkarı
için kullanmak isteyebilir; böyle de olsa, bu
bir ulusun demokratik haklarının yok sayılıp,
katliama uğramasının, sömürgecilikle köleleştirilmesinin
gerekçesi olamaz.
TKP ve Komintern, “ilerici” Kemalist iktidara
karşı ayaklanan Kürtlerin “gerici ve dinci” olduğu
gerekçesi ile bu katliamlara destek vermiştir.
Bu destek, biraz da “Avrupa merkezli” bir bakışla,
Kemalizm’in “feodal düzeni yıktığı”, Kürt önderlerin
de feodal düzeni korumak istediği gibi uydurma
gerekçelere dayandırılmıştır.
Bu, Türkiye proletaryası adına, utanılası bir
tavırdır. Ezen ulus saflarında yer almaktır, halklar
arasındaki tarihsel düşmanlığı körüklemek ve sömürge
siyasetini onaylamaktır; kısaca sosyal şovenizmdir.
Bu tarihsel bir derstir. Bu dersi iyi özümleyemeyenler,
ulusal sorun gibi demokratik nitelikli ve bir
çok sınıf tarafından kullanılabilecek olan bir
sorunda yeniden ve yeniden sosyal şovenizme düşmekten
kurtulamaz.
Bugün de Kürt ulusal sorununda Güney Kürtlerinde
olduğu gibi, burjuva önderlikler emperyalizme
dayanarak bile olsa, rol oynayabilirler. Biz,
Kürt ulusal sorununun proletaryanın önderliğinde
devrimci çözümünü isteriz ve destekleriz. Ama
adı üzerinde bu ulusal bir sorundur, Kürt burjuvazisi,
pazar temelinde, bu sorunda bir rol oynarsa, bunu
yok sayamayız. Kürt burjuvazisinin emperyalizme
dayanarak çözüm arayışları, ulusal sorunu gerçek
bir çözüme ulaştırmaz; ama bu gerekçe ile Kürt
ulusunun demokratik haklarını bir yana atmak,
Kürt katliamlarına seyirci kalmak, sömürgeciliğe
destek sunmak, ezen ulus proletaryası ve emekçileri
adına mümkün değildir. Biz, bu politikaların işbirlikçilik
olduğunu söyleriz, bu politikalar Kürdün katledilmesine
ortaklık noktasına varırsa durum daha da vahim
hale gelir. Ama öte yandan Güney’inden Kuzey’ine
de bütün Kürtlerin demokratik hakları ve devlet
kurma özgürlüğü ile bunu karıştırmayız.
Direneceğiz, Halkların Kardeşliğini Öreceğiz
Devrimci sosyalizmiin mücadelesi, anti-emperyalist,
anti-oligarşik Halk Devrimi mücadelesidir. Biz,
sömürgeciliğin devamı olan hiç bir politikaya,
Kürtlere yönelen hiçbir politikaya, sahte bir
“anti-emperyalizm”le destek olamayız. Türk burjuvazisi,
emperyalizme bağımlı olarak doğmuş, emperyalizm
tarafından beslenmiştir ve onun işbirlikçisidir.
Kendi burjuvazisine yönelmeyen devrimci hareket,
anti-emperyalist mücadeleye önderlik edip en geniş
kesimleri bu mücadele cephesi altında toplayamaz.
Biz, kendi burjuvazimize yönelerek, aynı zamanda
emperyalizme yöneliyoruz; tersi de doğrudur, emperyalizme
karşı mücadeleyi oligarşiye karşı mücadeleden
ayırmak mümkün değildir.
Türk ulusu ile Kürt ulusu arasındaki ilişki, ezen-ezilen
ulus ilişkisidir. Bu temel ayrımı bir an bile
unutmak, süreci emperyalizmle Türk halkı arasındaki
çelişki düzeyine indirgemek yanılgıdır, sosyal
şovenizmin kaynağıdır. Türk uluslaşması kapitalizmin
şafağında başlamış, 1919-23 sürecinde sınırlı
bir anti-emperyalist tutumla, sonra ise emperyalizmle
uyum halindeki burjuvazinin önderliğinde inşa
edilmiştir; bundan dolayı çarpık, sakat, ırkçı
ve şovenist temeldedir. Kürt ulusu karşısında
ise sömürgecidir. Kürt ulusu ise Türk ulusu karşısında
ezilen-sömürge ulus konumundadır.
Türkiye işçi sınıfı ve halkı, kendi burjuvazisine
karşı mücadele ederek, ezilen/sömürge bir ulus
olan Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını
ikircimsiz savunarak halkların kardeşliğini güçlendirebilir.
Kürtler Türklere,Türkler de Kürtlere düşman değildir;
bu düşmanlığı körükleyen, halkları birbirine düşman
eden emperyalizm ve oligarşidir. Bundan dolayı,
Kürde karşı her saldırı, Türkiye işçi ve emekçi
sınıflarına karşı saldırıdır. İşçi ve emekçi sınıfların
düşmanı sömürücülerdir; Kürtler başta olmak üzere
diğer ezilenler düşman değil, bu kavgada dosttur,
ittifaktır. Kürt ulusunun demokratik haklarını
savunmayan, faşizme karşı demokrasi mücadelesine
önderlik yapmayan bir sınıf, kendi sınıf bilincine
sahip olamaz, kendi devrimini yapamaz.
O halde, bu kapsamlı saldırı konseptine karşı
direnmek, sadece Kürtlerin değil, tüm işçi ve
emekçi sınıfların, tüm halkın görevidir. Direnerek,
sömürgeci oligarşinin suçlara ortak olmamak, hakların
kardeşliğini ve mücadele birliğini örmek mümkündür.
Şovenizm, halklar üzerine püskürtülen bir zehirdir;
kendi burjuvazisine, oligarşiye karşı mücadele
etmeden işçi ve emekçi sınıflar ne bu zehirden
kurtulabilir, ne de bu emperyalizme bağımlı düzeni
yerle bir edip kendi iktidarını kurabilir. İşçi
sınıfı önderliğinde halk iktidarı kurulmadan,
söz, yetki ve karar hakkı, halkın örgütlendiği
halk meclislerinde doğrudan tüm halkın olmadan,
ne emperyalizme karşı tam bağımsızlık, ne de faşizme
karşı halk demokrasisi garanti altına alınabilir.
Bir kez daha ifade ediyoruz. Emperyalizm ve yerel
sömürgeci güçler tarafından bölünen parçalanan
Kürt ulusunun, başta Kendi Kaderini Tayin hakkı
olmak üzere, tüm demokratik haklarını ikircimsiz
savunmak, bu hakların gerçekleşmesi için mücadele
etmek, Türkiye işçi ve emekçi sınıflarının görevidir.
Başkasını ezen ulus özgür olamaz; sömürgecilik
zinciri ile köleleştirilen Kürt ulusu özgür olmadan
Türkiye işçi ve emekçileri özgür olamaz.
Halk Devrimi, emperyalizmi bu ülkeden tümden kovacak,
onun ekonomik, siyasal, kültürel hegemonyasına
son verecek; faşizmi tümden tasfiye edip, demokrasiyi
işçi sınıfı önderliğinde yeniden kuracaktır. Bu
devrim, emperyalizm ve oligarşi tarafından her
gün yeniden üretilen ulusal baskı siyasetine son
verecek, bağımsız ve bileşik bir Kürt coğrafyasını
hep göz önünde bulunduracak, başta Kürt ulusunun
kendi kaderini tayin hakkı olmak üzere, Kürtlerin
ve diğer ezilen ulusal toplulukların tüm haklarını
tanıyacaktır. Daha doğrusu, bu devrim, Kürt ulusuna
özgürlük vermek gibi bir iddiada bulunmayan, onların
kendi iradelerini özgürce ortaya koymalarını esas
alan bir devrim olacaktır.
Bunun için mücadele edelim. Direnelim ve Ortadoğu’da
tüm halkların eşitlik ve özgürlük temelinde kardeşliğini
haykıralım, mücadele birliğini örgütleyelim.
.
|