Kürt sorununda yeni ve eskisinden daha da kirli
bir dönemin kapısı artık ardına kadar açılmış
bulunuyor. Hakkari çatışmasından başlayarak bugüne
dek gelen süreç, ulaşmış olduğu en son aşamada,
muhtemelen Güneyli Kürt önderliklerinin de dahil
edildiği büyük bir komplo halini alıyor, bütün
gelgitlerine karşın hala Ortadoğu coğrafyasının
önemli direniş güçlerinden biri olan Kürt ulusal
hareketi tasfiye edilemese bile marjinalize edilmek
isteniyor. Ve tabii, Türkiye açısından bu operasyon,
başından beri yalnızca Kürtleri değil, bütün devrimci
güçleri ve emekten yana kurumları da kapsayan
bir genel saldırıya dönüşüyor, bir taşla çok sayıda
kuş vuruluyor.
Olguları belli bir mantık silsilesi içinde takip
etmek mümkün…
Önce, yıllardır devam eden savaşın aslında yalnızca
bir parçası olan Hakkari çatışmasının etrafında
sanki o güne kadar hiç asker ölmemiş gibi büyük
bir “bıçak kemiğe dayandı” gürültüsü başlatıldı.
Daha sonra bölgeye büyük bir asker yığınağı yapılarak
operasyon hazırlıklarına girişirken bir yandan
da şovenist kampanya hızla tırmandırıldı. Topyekun
savaş çığlıkları arasında Türkiye’nin her tarafında
mitingler, gösteriler birbirini izledi, DTP ve
başka devrimci-demokratik kurumların binaları
hedef seçildi, çeşitli yerlerde sudan sebeplerle
Kürtlere saldırılar düzenlendi, SS kampanyalarına
benzer biçimde (basına yansıyan-yansımayan) Kürt
düşmanlığı ayinleri düzenlendi. Genelkurmay Başkanı
Büyükanıt’ın “ayağımı frenden çekersem ortalık
karışır” tehditlerine bakınca bütün bunların birden
nasıl örgütlendiğini anlamak zor değildir.
Ve nihayet, şimdi “sınır ötesi operasyon” projesi
belli bir olgunluğa ulaşmış görünüyor. Önce büyük
bir “biz İsrail’den güçsüz müyüz” yaygarası, sonra
ırkçı saldırganlığın Güney Kürdistan halkına yöneltilmesi
ve bin türlü şantaj, tehdit ve daha sonra bölgenin
efendisi ABD’nin önünde kırk takla atarak sağlanan
operasyon izni… Daha doğrusu, uzun süredir Güney
Kürdistan’daki rahatlığını bozmak istemeyen, bu
yüzden de işi ağırdan alan ABD, artık isyancı
Kürt hareketinin tasfiyesi konusunda Türkiye oligarşisiyle
sıkı işbirliği yapmaya ve bu sürece Güney Kürtlerini
de katmaya karar vermiş görünüyor. Şüphesiz bu,
Irak’taki mevcut durumu çok fazla riske atmayacak
bir tempoyla gerçekleştirilecektir ama bir kez
düğmeye basılmış olduğu da kesindir.
Anlaşıldığı kadarıyla bu, karşılıksız bir çaba
da değildir. Son yirmi yılda birçok kez PKK’ye
karşı Türk ordusuyla işbirliği yapmaktan çekinmemiş
olan Kürt önderlikleri, haftalardır sürdürülen
politikalar sonucu bir kez daha Kürtlerin birliğini
feda edecek politikalara “ikna edilmiş” görünüyorlar.
Ortadoğu’nun kaypak dengeleri içinde bu planın
ne kadar “sağlama alınmış” olduğunu bugünden bilmek
zor ama emperyalistler ve sömürgeciler, kısa ya
da orta vadede bir kez daha Kürtleri korkunç kardeş
kavgalarının içine sürüklemek istiyorlar; bugün
görünen olgu bu. Ordudan yeşil ışık almadan ağzını
bile açmadığı bilinen Baykal çetesinin keskin
bir viraj alarak Güney’deki Kürt yönetimine güller
atması, şefkat gösterileri yapması da, bu yönde
ciddi fesat anlaşmalarının yapıldığının bir göstergesi
sayılabilir. Sonuçta, işgalci ABD’nin yıllardır
tadını çıkardığı Güney Kürdistan istikrarını bozmadan
yapılacak bir PKK temizliği, aslında bu anlamda
bölgedeki bütün gericilerin işine gelmektedir.
“Bütün gericiler” diyoruz, son süreçte kahraman
Filistin halkına vefasızlık eden PKK için bir
ders olmalıdır, İsrail de bu komplonun dışında
değildir; somut olarak Kürt hareketinden bir zarar
görmemiş olsa da İsrail siyonizmi bölgedeki her
türlü direnişçi gücün ezilmesi için gizli yardımlarıyla
her zaman göreve hazırdır.
Kürtçe’nin Lanetli Sözcüğü: Birakuji
Sürecin belli bir noktasından sonra (5 Kasım Bush-Tayyip
görüşmesi) Güneyli liderlerden gelen açıklamaların
renginin birden değişmesi, Türkiye’de AKP hükümeti
ile ordu arasında zoraki de olsa belli bir uyumun
oluşmaya başlaması, bu yönde kapsamlı bir askeri-siyasi-ekonomik-psikolojik
harekatın planlandığını gösteriyor. Aynı süreçte
Türkiye cephesinde AKP’li Kürt milletvekillerinden
Kürt siyasetinin kaşarlanmış simalarına dek bir
dizi aktörün ortalıkta kanal kanal dolanması,
ABD elçiliğinde yemekler düzenlenmesi, vb. başka
işaretlerdir.
Amerikan pratik-politikası aslında her zamanki
basitliği içinde işliyor: Tehlikeli olanı, hatta
tehlikeli olma potansiyeli taşıyanı ez; işbirliği
yapmaya eğilimli olanları kullan! Bu tipik ABD
politikası, bugün en kötüsünden Şark kurnazlığı
ve Türk inkarcılığı ile bir araya getirilerek
kullanılıyor, böylece ortaya sömürgecilik tarihinin
en bilinen uygulaması çıkıyor.
Aslında her şey yeni başlamış da değil; bu politikaların
zeminleri başından beri mevcuttur. Örneğin Güneyli
Kürt önderliklerinin bölgedeki PKK varlığından
rahatsız olmaları hiç yeni bir olgu değildir.
Evet, Güneyli önderlikler bu etkinin yayılmasına
karşı bazı koruma kalkanlarına sahiptirler; her
şeyden önce kendi örgütsel yapılarının büyük ölçüde
katı aşiret ilişkilerine bağlı olması tipik bir
Ortadoğu olgusu olarak avantajdır; ama siyasetteki
bütün avantajlı durumlar gibi bu da tümüye yıpranmaz
değildir, sonsuza kadar kalıcı değildir. Dolayısıyla,
PKK gibi başka bir kökenden ve başka bir konseptten
gelen bir yapının bütün parçalarda şu ya da bu
oranda etkin olması (ki bu etkinlik küçümsenemez
boyuttadır) bölge gericiliği için bir kabustur
ve PKK’nin ortadan kaldırılması ya da marjinalize
edilmesi emperyalizmin, bölge devletlerinin olduğu
kadar Güneyli önderliklerin de işine gelmektedir.
Belki Cemil Bayık’ın “Hamas-El Fetih” örneklemesi
Kürtler bakımından tam yerine oturmuyor ama Filistin’deki
son durum, tipik emperyalist politikalar için
yine de iyi bir örnektir. Tehlikeli bulunan eğilimi
her yolla ezmek, onu tamamen diz çökmeye zorlamak,
daha az tehlikeli sayılanı ise her bakımdan destekleyerek
hem direnişi kırmak, hem de iç çatışmaları kışkırtarak
direniş potansiyeli olan halkı umutsuzluk ve kör
düşmanlıkların çukuruna itmek… Yani sonuçta bütün
bu süreç, Kürdün özgürlük ve direniş umudunu tümüyle
çökertemese de yalnızca kardeş kavgasının derinleşmesi
bile emperyalizm ve sömürgeciler açısından az
kazanç olmayacaktır. Kardeş kavgası anlamına gelen
“birakuji” Kürt dilindeki en lanetli sözcüktür
ve Kürt tarihinin de hep trajik bir parçası olmuştur.
Kardeş kavgası, emperyalistler ve sömürgeciler
için her zaman iyidir; halklar açısından ise kardeş
kavgası tiksinti verici bir şeydir; çünkü kardeşin
kanı, sonuçta gelir her şeyin üstünü örter ve
bu arada doğru sözler söyleyenlerin de sesi duyulmaz
olur.
Yani, gerilla tarzıyla savaşan güçlerin dağlardan
kolay kolay sökülemeyeceğini en iyi Afganistan’ın
üçte birini Taliban’a kaptırmış olan ABD bilmektedir;
ama sorun tam olarak zaten tasfiye değildir. Sorun,
tasfiyeden çok, ciddi bir zayıflama ve marjinalleşme
yaratmak, bunun üzerinden de dizlerinin üzerinde
sürünen yeni bir “Kürt hareketi”nin önünü açmaktır.
Bu yapılamasa bile halkta umutsuzluk yaratacak
bir kaos ortamının yaratılması emperyalistler
ve sömürgeciler için yeterli olacaktır.
“Tehlike”nin Bertaraf Edilmesi İçin İşbirliği
Bir gerçeği çok net olarak bilmek gerekiyor: Bugünkü
Kürt ulusal hareketi, Kürt siyasetinde ve Ortadoğu
bağlamında özgün bir politik olgudur. Önderliğinin
bütün düzen içi arayışlarına ve zikzaklı politikalarına
karşın bu güç, Ortadoğu’nun en ciddi direniş odaklarından
biri olmayı sürdürmektedir. Sözde “sınıf savunuculuğu”
ya da “anti-emperyalizm/yurtseverlik” adına reformizmden
sosyal-şovenizme doğru kayanların anlamadıkları
gerçeklik budur. Kürt yazınını takip eden ama
Kürt hareketinin tabanını tanımayan, yoksul Kürt
mahallelerinin, sokaklara savrulmuş Kürt gençlerinin
potansiyel eğilimlerini bilmeyen bu kesim, derindeki
olguyu anlamamaktadır. Anlamadıkları şey şudur:
Kürt özgürlük hareketinin her şeye rağmen en önemli
olan yanı, kendi varlığını başından itibaren feodal
kastlar üzerine değil yoksul köylülerin umudu
üzerine inşa etmiş olması ve orijin olarak da
Türkiye devrimci hareketinin zemininden, dahası
Mahir Çayan ekolünden gelmesidir. Bu yapılanma,
kurucuları ve temel kadroları bakımından yurtseverliğe
merak sarmış ağa çocuklarından değil, “çulsuzlar”dan
oluşmuş bir harekettir. Zaman içersinde işler
hangi noktaya gelmiş olursa olsun, Kuzey’in genetiğinde
yer alan bu özellik, onun asıl “tehlikeli” sayılan
yanıdır.
Ayrıca, mesele yalnızca genetik meselesi de değildir.
Nispeten dar bir havza oluşturan Güney coğrafyasından
farklı olarak Kuzey’de metropol kentlere de savrulan
ve böylece neoliberalizmin, vahşi kapitalist düzenin
zulmüne daha fazla maruz kalan, bu çerçevede yalnızca
ulusal duygulara değil, aynı zamanda insanca bir
yaşam arzularına da sahip olan Kürt emekçileri,
içlerinde geleneksel ulusal potansiyelin dışında
başka devrimci gücü de barındırmaktadır. Her ne
kadar son yıllarda postmodernizme yakasını kaptırmış
olan Kürt siyasetçileri Marksizmi küçümsemeyi
adet edinmiş olsalar da, yoksul Kürt emekçisinin
bugün içinde yaşadığı koşullar tam da Marks’ın
tarif ettiği koşullardır ve bu böyle olduğu sürece
emekçilerin düşünme biçimleri bundan etkilenmeye
mahkumdur. Yani, Kuzey’deki mücadelenin zeminindeki
Kürt emekçileri, yoksul Kürt gençleri, içinde
yaşadıkları koşullar gereği daha geniş ufka sahiptirler;
öyle ki, bu ufuk, Kürt ulusal hareketinin içinden
ve dışından gösterilen bütün daraltma çabalarına
rağmen hala oldukça geniştir. Bütün gerilimlere
ve düş kırıklıklarına karşın bu ufuk, hala devrimci
hareketle de temas halindedir ve Kürt emekçileri
sezgisel olarak bile olsa “yoksulların yoksullardan
başka dostunun olmadığının” farkındadırlar. Yani
ne kadar sağa çekilmek istenirse istensin, varoşlarda
açlıkla ve işsizlikle, yoksullukla boğuşan Kürt,
eşyanın tabiatı gereği soldadır, düzen için “tehlikeli”dir.
Üstelik bu “tehlike” Türkiye devrimci hareketi
bugün ciddi bir atılım gerçekleştirememiş olduğu
halde vardır; böyle bir atılımın olması halinde
ise durum egemenler için tam bir kabusa dönüşecektir.
Bu yüzdendir ki Kürt hareketi, barış dönemlerinin
“kaybedecek çok şeyi olan” yöneticilerinin bütün
çabalarına rağmen tümüyle düzen içine çekilerek
sıradanlaştırılmış, tümüyle ehlileştirilmiş bir
güç değildir. Bunun başarılmış olduğunu söyleyenler
sadece düz düşünen dar kafalılar, hayattan haberi
olmayan teorisyenlerdir. Ancak böyle düz düşünenler,
Kürt sorununun artık yalnızca “inatçı Kemalistler”
ve “şahin Kürtler” arasında bir sorun haline geldiğini,
her iki ucun tasfiyesi halinde problemin de çözüleceğini
hayal edebilirler. Gerçek ise böyle değildir.
Kürt ulusal hareketi, düzen için tehlikedir. Hem
mevcut halde tehlikedir, hem de içinde taşıdığı
potansiyeller bakımından tehlikedir. Onun parlamentodaki
ya da başka bir yerdeki temsilcileri yemin billah
edip bin tane güvence verseler de tehlikedir.
Öte yandan, -büyük ölçüde yukarıda belirttiğimiz
nedenlerden ötürü- Kürt ulusal hareketi, bir “terör
örgütü” olarak marjinalize edilebilmiş de değildir.
Yani ortadaki durum, çarpıcı eylemler yapan ama
kitleler arasında kabul görmeyen dar bir örgüt
tablosu değildir. Açıkçası, emperyalizm ve oligarşinin
tam istediği böyle bir manzaradır. Böyle bir daralmış
Kürt hareketi, hem sorun olmaz, hem de aslında
“yararlı” olur. Kitlelerden kopan, halk hareketi
olma niteliğini kaybederek hırslanan ve umutsuz
bir eylemciliğe gömülen bir Kürt örgütlenmesi,
şovenist yaygara yoluyla sınıf mücadelesini boğmak
için elverişli bir araç bile olabilir.
Ne var ki durum, bazı zayıflama belirtilerine
karşın, böyle değildir. Kürt ulusal hareketi hala
hem kitlesel bir halk hareketidir, hem de bu kitle
yoksullardan oluştuğu ölçüde devrimci fikirlere
yakın, ehlileşmeye uzak dinamik bir güçtür.
Kürt Siyaseti: Şahinler ve Akbabalar…
Aslında zaman içersinde çeşitli operasyonlarla
Kürt ulusal hareketinin bu özünden tümden koparılması
denenmiş, zaman zaman bu yolda kısmi sayılabilecek
başarılar da sağlanmıştır. Bizzat Kürt ulusal
hareketinin önderliği de postmodern ideolojinin
etkisi altında bu kökenden kopmak, düzen içinde
çözüm yolları aramak için çaba sarf etmiş, bunun
için proje üstüne proje geliştirmiştir. Hatta
zaman zaman bu söylemler öyle bir noktaya varmıştır
ki, sanki Kürt sorunu ve savaş bir ulusal sorun
değil de Türkiye cephesindeki “savaş rantçılarının”
sürdürmek istediği bir çatışma gibi görülmüş,
gösterilmiştir.
Ama bütün bunların ötesinde, resme daha uzaktan
bakıldığında, ulusal hareketin dışından yapılan
“ehlileştirme” girişimleri de az değildir. Daha
doğrusu bir ön belirleme olarak şöyle söyleyelim:
Kürt siyaseti, klasik ikilemede olduğu gibi “şahinler”
ve “güvercinler” olarak değil, “şahinler” ve “akbabalar”
olarak ikiye ayrılmaktadır. Gerçi Kürt siyasi
terminolojisinde işbirlikçiliği nitelemek için
“keklik” imgesi sık kullanılır ama burada “akbaba”
deyişi daha çok yerine oturmaktadır.
Şimdilerde Kandil’den yapılan açıklamalarda isim
verilerek bazı Kürt siyasetçileri suçlandığında
kıyamet kopuyor; “aydın”larımız bildiriler yayınlayarak
bu “kaba davranışa” isyan ediyorlar ama kimse
bu adamlar aracılığıyla Kürt sorununda ne yapılmak
istendiğini, nereye oynandığını sorgulamıyor.
Gerçekten de dün ve bugün Kürt siyasi arenasında,
bütün siyasi geleceklerini ve varlıklarını mevcut
Kürt ulusal hareketinin devlet tarafından tasfiye
edilmesine bağlamış olan bir kesim hep mevcut
olmuştur. Daha duru bir Türkçeyle söylersek, hem
tek tek gerillaların, hem de bir bütün olarak
Kürt ulusal hareketinin cenaze töreni, bu adamların
doğum günü olacaktır; utana sıkıla gizledikleri
hayalleri budur. Bütün bunlar olacak, sonra da
sıra onlara gelecektir! Elçilik yemeklerinde tıkınırken
kurdukları düş işte tam böyledir.
Ama bu düş ve çaba, sadece fiziki tasfiye üzerine
kurulu değildir. Kürt ulusal hareketinin zaten
sağa kaymakta olan politik çizgisinin tümüyle
deforme edilmesi de bir başka düş ve çabadır.
İstenen, Kürt hareketinin kendisini tümüyle düzen
cephesine kaydırması ve geçmişiyle bağlarını tamamen
koparıp atmasıdır. Kürt ulusal hareketinin Perinçek
dahil herkesi turistik Bekaa gezilerine davet
ettikleri süreçlerden başlayarak bu proje, zaman
zaman İslami cenahtan, zaman zaman şaibeli gazeteciler
aracılığıyla liberal cenahtan denenmiş ama hiçbir
zaman tam anlamıyla “başarı” sağlanamamıştır.
İslamcı danışmanlar, şimdilerde Güney’de “işadamı”
olan CIA gazetecileri, legal cephede kimi zaman
yer alan geleneksel Kürt siyasetçileri, kendi
örgütlerini batırmış eski şef bozuntuları, Özal
döneminin gayrı-resmi “elçi”leri… Bu sızma ve
yönlendirme girişimlerinin en temel tezleri de
her zaman, Kürt ulusal hareketini içine çekmek
istedikleri çukurun aslında halkın isteği olduğu
şeklindedir. Bu kesimler, ya halkın aslında direnişten
yorulduğunu ve şiddet istemediğini ya da halkın
aslında ulusal-sınıfsal duygularından çok dini
duyguların, vb. önde olduğunu söylemişler, bugünlerde
moda olan deyimle aslında bu duyguların “mahallenin
genel düşüncesi” olduğunu iddia etmişlerdir. Talabani’nin
geçenlerde PKK’ye akıl verirken yumurtladığı “Che
Guevara zamanları artık geçti” cümlesi aslında
ondan önce de bu coğrafyada binlerce kez tekrarlanmış,
“aklı selime dönme” öğütleri hiç eksik olmamıştır.
Açıkçası, Kürt hareketi içinde de bu görüşler
az taraftar bulmamıştır. “Barış” zamanlarında
koltuklara tutkalla yapışan orta sınıf Kürtlerden
bazıları da benzer hevesleri benimsemişlerdir.
Ama nihai olarak Kuzey’in sınıfsal gerçekliklerinin
kendisini ortaya koyduğu her noktada, Kürdün işçilerle,
solla birlikteliği şöyle ya da böyle yeniden kendini
dayatmıştır. Anımsanacağı gibi legal Kürt partilerinin
kongrelerinde açıktan açığa “solla işbirliğinin
ve ilişkilerin kesilmesi” çağrıları bile yapılmış
ama nihai kararlarda bu görüş benimsememiştir.
Şimdilerde uygulanmak istenen plan ise, Kürt ulusal
hareketinin çekirdeğinin fiziki olarak en azından
hırpalanması, çok yönlü kuşatma ile ciddi bir
moral bozukluğunun oluşturulması ve sonra böyle
bir yıkım ortamında ortaya çıkacak olan “akbabaların”
ulusal hareket tarafından kanla, emekle yaratılmış
bulunan kitlesel zemine oynamaları ve buradan
yeni, “ehlileştirilmiş” bir Kürt politikasının
yaratılmasıdır. ABD elçiliğindeki yemeklerin de,
medyada birden başlayan “Kürt aydınları tartışıyor”
dizilerinin de gerçek amacı budur. Kürt ulusal
hareketinin gelgitleri sonucunda bölgede ciddi
güç kazanan AKP de, sözde Kürt önderleri de bu
amaç için çalışmaktadırlar.
Böylece, elbette “Kürt sorunu” da çözülmüş olacaktır!
Çözülmüş olacaktır; çünkü ortada “sorun” kalmayacaktır!
Çünkü bizzat emperyalistler ve sömürgeciler gayet
iyi bilmektedirler ki, hem genel olarak ulusal
sorun denilen şey, hem de Kürt sorunu, açıkça
ve altını çizerek söyleyelim, kelimenin gerçek
anlamıyla siyasal bir sorundur… Yani, Kürt sorunu
elbette Kürtler isyan etmiş oldukları için var
değildir ama onlar isyan etmiş oldukları için
sürmektedir! Bazen PKK’nın bile unutup “karşılıklı”
bir çatışmaymış gibi sunduğu bu savaş, hiç de
“karşılıklı” değildir, bir avuç “savaş rantçısı”
devlet görevlisinin kışkırtması da değildir. Kürt,
kendi özgürlüğü için ayağa kalkıp silaha sarılmıştır
ve devlet de buna karşı kendi savaşını başlatmıştır.
Geniş anlamıyla savaşı başlatan elbette sömürgecilik
ilişkisinin kendisidir ama dar anlamıyla savaş,
Kürdün başlattığı bir savaştır. 1984 yılında atılımın
başlamasına karar veren bizzat bu iradenin kendisidir.
Yani mevcut ulusal hareket ellerini havaya kaldırıp
tümüyle teslim olsa, diz çöküp bu işten tamamen
vazgeçse, “ulusal sorun” yine bir sorun olmaktan
çıkmaz ama artık “icabına bakılacak” bir durum
haline gelebilir. Dolayısıyla direnen Kürdü tepeledikten
sonra Kürt sorununun “çözümü” ele alındığında,
bu, artık cesetlerin nasıl gömüleceği ve geriye
kalan ulusal duyguların nasıl çürütüleceği sorunu
olarak tartışılabilir bir sorundur.
Büyük efendilerin ve onların hizmete koştukları
akbabaların üzerinde çalıştıkları plan, işte böyle
bir “çözüm” planıdır.
İşin en trajik yanı ise, bu tür planlar içinde
yer alan Kürt siyasetçilerinin durumudur. Dünya
alem bilmektedir ki, 1984, beğenilsin beğenilmesin,
bugünkü Kürdün miladıdır. 1984 olmasaydı, bugün
“hizmetine ihtiyaç duyulan” Kürt siyasetçilerinin
hiçbiri Türk televizyonlarında Kürt olduklarını
bile söyleyemezlerdi, hiçbir Amerikan elçisi de
onları yemeğe davet etmeyi aklından geçirmezdi.
Kürdün sırtı ise yerden hiç kalkmazdı, zaten onların
duruma hakim oldukları eski zamanlarda da Kürdün
sırtı hep yere yapışık olmuştur. Kürt ulusal hareketinin
Kürt halkına yalnızca ölüm ve zulüm getirdiğini,
son yirmi-otuz yılda yaşanan baskıların, kıyımların
sebebinin bu hareket olduğunu iddia edenler, düpedüz
ahlaksız ve vicdansızdırlar. Bugün bütün televizyonlar
tartışma ve açık oturumlarının en az yarısını
Kürt sorununa ayırıyorlarsa, bugün milyonlarca
Kürt kendilerini bir ulusa mensup gibi hissediyorsa
ve kendi temsilcilerini seçip parlamentoya gönderiyorlarsa,
hatta Kürt dili, edebiyatı, folkloru, müziği,
vb. bir sıçrama yapmışsa, vs. vs… bütün bunlar
bir uzay boşluğunda olmamış, bu direnişin sayesinde
gerçekleşmiştir. Yalnızca Kürt kadınının bu süreçte
sağladığı büyük gelişme bile ulusal hareketin
başardıklarını anlamak için yeterli bir göstergedir.
Yani, bu akbaba takımı, bugün kendilerine ihtiyaç
duyulmasını da bizzat düşmanı oldukları siyasi
harekete borçludurlar. O siyasi hareket sayesindedir
ki, bugün varlıkları hatırlanmakta ve siyasi formüllerde
adları anılmaktadır.
Sonuç olarak tablo böyledir.
Bu tablo içinde pragmatik ABD planı ile şark kurnazlığının
bileşiminin zafer kazanıp kazanamayacağı sorusunu
ise Kürt halkının direngenliği yanıtlayacaktır.
Ve bu yanıt, bilinmez, çok olasılıklı bir denklem
değildir; halkın direngenliği daha önce de çeşitli
badireleri atlatmıştır, bu kez de durum farklı
olmayacaktır. Bu özgürlük isteği bitmeyecek, bitirilemeyecektir.
Madalyonun Diğer Yüzü: “Sınır İçi Operasyon”
Kuşkusuz oynanan oyunun bir başka yüzü de Türkiye
cephesiyle ilgilidir.
Tırmandırılan şovenist yaygara ve “yeni yasalar
lazım” çığlıkları arasında Türkiye’deki bütün
aykırı sesleri boğmak, işçi sınıfı hareketini
ve devrimci güçleri kırmızı-beyaz bayrakların
karmaşasında ezmek bu operasyonun hedeflerinden
bir başkasıdır.
Baştan beri söylediğimiz gibi, bir gerilla hareketinin
dağlardan kolay kolay sökülemeyeceğini aslında
herkes, herkesten de çok ordu bilmekte, ama yine
de şovenist kışkırtma, bilinçli olarak “kökünü
kazıma” edebiyatının üzerine kurulmaktadır. 23
yıldır savaşan ulusal hareketi kasıtlı olarak
“askeri bilgiden yoksun çapulcu sürüsü” olarak
gösteren psikolojik savaş medyası, daha sonra
bu “çapulcular” orduya ciddi kayıplar verdirdiğinde
ise bu kez kitlelerdeki güvensizliği daha koyu
bir milliyetçilikle yeniden örgütlemektedir.
Beri yanda, artık her türlü kirli istihbarat faaliyeti,
her türlü şantaj ve psikolojik savaş serbesttir!
Aylardır, elde biriktirilen dosyalar, kasetler,
fotoğraflar, bir bir basına sızdırılıyor, ordudan
brifing almaktan başka becerisi olmayan kukla
gazeteciler de büyük bir hevesle kampanyaya katılıyorlar.
Bir gün birinin askerlik sorunu “ortaya çıkarılıyor”,
bir gün bir başkasının eşinin gerilla olduğu “hatırlanıyor”,
bir başka gün maskeli bir itirafçı “dehşet veren
DTP öyküleri” anlatıyor… Öte yanda ise beline
silahı takanın DTP merkezi önüne gidip birkaç
el ateş etmesi artık yadırganmıyor… En son yaşanan
Sakarya klasiği, tipik örnektir. Üniversiteden
toplanıp gözaltına alınan yurtsever öğrencilerin
hastane muayenesine getirildiği saatte kalabalık
toplanıyor, sonra da kasıtlı olarak hastane bahçesinde
park edilen minibüslerden “sanık”lar tek tek muayeneye
götürülüyor! Yeterince açık! Biz, ciddi bir örgüt
operasyonunda sanıkların hastaneye nasıl yan kapılardan,
kimseciklere hissettirilmeden sokulduğunu iyi
biliriz!
Bütün bunlar olurken ise Genel Sağlık Sigortası
gibi neoliberal saldırılar hız kazanıyor, zamlar
ardı ardına yapılıyor, sınıf hareketinin önünü
kesmek için yeni yasalar pişiriliyor.
Sonuç olarak, komplike bir operasyon bütün cephelerde
sürdürülüyor.
Genel Sonuçlar ve Bir Özet…
Buraya kadar sıraladıklarımızı toparlayarak özetlersek;
* Her şeyden önce Kürt halkının yerden göğe dek
meşru olan kendi kaderini tayin hakkını yok saymak,
yüz yıllık “inkar ve imha” siyasetini yeni bir
kıyım harekatı ile zirveye vardırmak hedeflerden
birincisi ve hiç değişmeyenidir. Türkiye oligarşisi
bir kez daha eski tenkil harekatlarından birini
planlamakta, bir kez daha büyük kıyımlara hazırlanmaktadır.
Ancak bu kez aradaki fark, saldırının daha kapsamlı
bir planlamaya dayanması, bölge çapında bir komplonun
tezgahlanmasıdır.
* Bu arada bin türlü tehdit, şantaj ve rüşvet
pazarlıklarıyla Güney’deki Kürt liderlikleri yeniden
geçmiş yıllardaki kardeş katili rollerine ikna
edilerek bütün eksiklik ve yanlışlıklarına rağmen
bölgedeki en direngen güç olan PKK tasfiye edilmek
istenmektedir. Bu, tam olarak bir fiziki tasfiye
anlamına gelmese de ulusal hareketin ciddi biçimde
hırpalanarak moral çöküntüye uğratılması, kitlelerden
tecrit edilerek marjinalleştirilmesi ve bu arada
“akbaba”ların devreye sokularak yeni bir Kürt
“çözümü”nün dayatılması amaçlamaktadır. Böylece
yavaş yavaş Güney’deki devlet oluşumu bile “hazmedilebilir”
bir hale gelecektir.
* İç politikadaki inisiyatif savaşlarında ise
bu şovenist dalga ve saldırgan histeri, bir kez
daha ordunun konumunu sağlamlaştırmasına hizmet
etmektedir. Normal şartlar altında vergilerden
muaf, aidat zenginliği ile haksız rekabet yaratan
bu militar-holdinge bin kez itiraz etmesi gereken
tekelci burjuvalar, kuyruklarını kıstırmış susuyorlar;
çünkü “Kürt tehlikesi” abartıldıkça, “bıçak kemiğe
dayandı” edebiyatı kışkırtıldıkça, ordu bir kez
daha vazgeçilemezliğini perçinliyor, bu arada
da hükümetin gösterdiği her yavaşlık tarafların
puan hanelerindeki sayıları değiştiriyor. Bu “kahramanlık”
ve “fetihçilik” yarışı içinde çığlıklar yükselirken
alttan alta pis hesaplaşmalar da görülüyor. Sözgelimi
DTP konusunda bir parça daha temkinli gitmek isteyen
AKP hemen “hainleri korumak”la suçlanabiliyor,
vs. vs… Yani sonuçta sokaklarda bayrak sallayan
yüz binlerce insan aynı zamanda tiksinti verici
siyasal hesaplaşmaların basit aletleri haline
dönüşüyorlar.
* Öte yandan, artık DTP’nin (kaba tabirle) “biletinin
kesilmiş” olduğu anlaşılmaktadır. Önümüzdeki günlerde
yeni yeni “belge”lerin basına sızması, yeni yeni
kasetlerin ortaya çıkması, hatta fiili saldırıların
gerçekleşmesi kimseyi şaşırtmayacaktır.
Yıllardır yalnızca keyfi zorluklarla önlenen Öcalan’ın
avukatlarının birden bire “Gemlik halkı” tarafından
her hafta “karşılanır olması” bunun işaretlerinden
biridir. Bundan sonrası artık tufandır. “Ayağım
frende” diyerek olup bitenlerin tezgahlandığı
adresi de ifade eden Büyükanıt, işaret fişeğini
atmıştır. Bilindiği gibi “fren” pedalının hemen
yanında “gaz” pedalı da vardır ve yine bilindiği
gibi normal her insanın iki tane ayağı vardır!
Yani, önümüzdeki süreçte salt ortalığı karıştırmak
için düzenin kendi huysuz evlatlarını bile namlunun
ucuna koyması, asla çözülemeyen cinayet zincirlerine
asla çözülemeyecek yenilerinin eklenmesi şaşırtıcı
olmayacaktır.
* Ve nihayet bu dalga, açık bir biçimde tüm devrimci
güçlerin, emekten yana kurumların baskı altına
alınmasını hedeflemekte, şovenist kışkırtmayla
ülkenin birçok ilinin, ilçesinin sola kapatılması
planlanmakta, böylece sınıf mücadelesinin de önü
kesilmek istenmektedir. Bir yandan bayraklar havada
dalgalanırken diğer yandan azgın neoliberal saldırı
derinleşmekte, sendikaları da milliyetçilik batağına
çeken bu kirli oyun sömürücülerin ellerini ovuşturmasına
neden olmaktadır.
Günümüzün Görevleri ve Devrimci Sosyalizmin
Tutumu
Bugün gelinen noktada durum son derece kritiktir.
Türkiye ve Ortadoğu, bir kez daha devrimci harekete
avantajlar ve dezavantajlar demetini bir arada
sunan bir siyasi manzara sergilemektedir.
1- En baştan söylemeliyiz ki, bu trajik noktada,
solun bir bölümünde gelişen sosyal-şoven eğilimler
kadar, devrimci hareketin bir bütün olarak sürece
müdahale edememesi, hatta bazı kesimlerin özellikle
çekinik davranması son derece tehlikelidir.
Evet, mevcut histeri ortamı sıkıntılıdır, özellikle
devrimci güçlerin iyi durumda olmadığı bölgeler
ve yörelerde ciddi bir moral bozukluğu ve ezilme
hissine yol açmaktadır. Siyasal hareketler ve
yayın organlarımız ne derse desin devrimci hareketlerin
sempatizan zemininde bu eziklik psikolojisi mevcuttur.
Yani, şovenist histeriler gelir geçer, durum eninde
sonunda bir parça sakinleşir; ancak burada sorun,
fiziki korkudan öte devrimci siyasal hareketlerin
durumu değiştirme, gündeme müdahale etme güçlerinin
azlığından kaynaklanan psikolojik durumdur ve
bu durum, şüphesiz devrimci hareketlerin çeperinde
kalıcı etkiler yaratmaktadır.
Devrimci hareket, bu durumu, bu olumsuz güçler
tablosunu köklü olarak değiştirmekle görevlidir.
Bu, onun hiçbir güncel gelişmeye kurban edemeyeceği
asli görevidir.
Ancak devrimci hareket, zor zamanlarda da en azından
kendi tavrını ortaya koymak ve akıntıya karşı
yüzmek zorundadır. Devrimci hareketin, devrimci
olmak için bundan başka şansı yoktur. Bu anlamda
hiçbir tereddüt ve duraksamaya düşmeden Kürt ulusunun
kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız
savunmak, bugünün en önemli görevlerinden biridir.
Önümüzdeki günlerin neler getireceğini tam olarak
kestirmek zordur. Ama ne olursa olsun, Türkiye
devrimci hareketi, zaman zaman karşı-devrimci
dalganın önünde etkisiz kalsa da politik tutumunda
bir kırılmaya izin vermemeli, enternasyonalizm
konusunda dik bir duruş sergilemelidir.
2- İkincisi, Türkiye devrimci hareketi, Kürt ulusunun
kendi kaderini tayin hakkı konusu ile bu politik
önderlikler sorununu bir kez daha kalın bir çizgiyle
birbirinden ayırmalı; Güney’de olsun, Kuzey’de
olsun kendi politik tutarlılığını korumalıdır.
Son derece açık, devrimci sosyalist hareket başından
beri söylüyor; Güney üzerine koparılan şovenist
yaygaraya katılmak bizim işimiz değildir. Kürtlerin
de başka herhangi bir ulus kadar devlet kurma
hakkı vardır; bu hak tanrı tarafından yalnızca
Türk milletine nasip edilmiş bir lütuf değildir.
Güneyli önderlerin durumu ve politikaları da bu
gerçeği değiştirmez, bu hakkı bir nebze olsun
geçersiz kılmaz.
Ancak devrimciler açık sözlü ve dürüsttür.
Türkiye’yi yöneten ABD işbirlikçilerinin ve ırkçıların,
inkar ve imhadan başka bir şey bilmeyenlerin bu
konuda tek bir söz söylemeye bile hakları yoktur.
Bütün siyasi hayatlarını Amerikan işbirlikçiliği
ile geçirmiş olanların, emperyalizme karşı mücadele
edenleri idam sehpalarında katledenlerin Güneyli
liderlerin ABD ile ilişkileri hakkında konuşmaya
hakları yoktur. Ama devrimciler, Kürt ulusunun
özgürlük hakkını bir an bile yadsımaksızın Güneyli
liderlerin dünyanın en azgın cinayet şebekesi
olan ABD ile girdiği işbirliğini lanetlemekte
duraksamazlar, duraksamamalıdırlar. Devrimciler,
bu azgın katillere güvenmenin Kürtler için büyük
bir gaflet olduğunu tereddüt etmeksizin söylerler.
Öte yandan, eğer bu Kürt liderliği, planlarda
öngörüldüğü gibi üstelik bir de bölgenin katilleriyle
Kürdün imhası için anlaşmışsa, bu, bin kez daha
fazla gaflet ve hatta açıkça hıyanettir. Amerikan
postallarını arkasına alarak, onların gölgesinde
kurulacak “devlet”in bağımsızlığı tartışması bir
yana, Kürdün kanı üzerinde, Kürdün kanını akıtmak
isteyenlere hizmet ederek varılacak olan yer,
Kürt halkının mutluluğu değil “birakuji”nin utanç
verici karanlığı olacaktır.
Yani günlük konuşmalarda olduğu gibi “ne var canım
bizim de bir devletimiz olsun, bölgenin konjonktürel
karışıklığını kullanıyoruz” denilmesini anlamak
mümkün değildir; ama üstüne üslük bu savunma biçimi,
işin içine bir de “kardeş kanı dökmek” girdiğinde
hiç mi hiç anlaşılamaz. Emperyalizmle işbirliği,
“diplomatik kurnazlık” gibi gösterilemeyeceği
gibi, kendi kardeşine saldıranlara kılavuzluk
etmek de “önderlik yeteneği” değildir. Devrimci
sosyalizm, Güney halkının ve genel olarak Kürtlerin
devlet kurma hakkı konusunda net düşüncelere sahip
olmakla birlikte, Güneyli önderlerin 4 milyon
Vietnamlının kanına girmiş olan bir emperyalist
cinayet şebekesinden medet ummalarının da düpedüz
işbirlikçilik olduğunu söylüyor. Emperyalizmle
kurulan ilişkinin mantığı da son derece açıktır;
bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün, kurulan
bu ilişkilerin diyeti Kürdün katline hizmet ederek
ödenecektir. Çünkü bugünün dünyasında kimse kimseye
karşılıksız borç vermez; çünkü emperyalizm kimseyle
“eşit” bir ilişki kurmaz. Emperyalizmle yapılan
tüm anlaşmalar “karşılıklı çıkarlar” gibi kocaman
bir yalan üzerine kurulur ama sonuçta her zaman
ve her zaman, sadece ve sadece emperyalistlerin
çıkarları geçerlidir.
3- Bu vesileyle Kürt emekçileri de bir kez daha
yoksulların yoksullardan başka dostunun olmadığını,
emekçilerin ancak ve ancak emekçi kardeşlerine
güvenebileceğini öğreniyorlar, öğreneceklerdir.
Bu vesileyle, Lübnan’da, Filistin’de katledilen
kardeşleri için kılını kıpırdatmayan ve Diyarbakır
meydanlarını Siyonizm karşıtı miting yapsınlar
diye dinci gericilere terk eden, Amerikan karşıtı
eylemlerden ise mümkün olduğunca sakınan dar kafalı
Kürt siyasetçileri bir kez daha gerçek dostlarının
kimler olduğunu anlamalıdırlar. Son on yılda dünyanın
en dar düşünen, en içe kapalı ulusal hareketini
yaratmayı başaran, Filistin üzerine, Kolombiya
üzerine ve dünyanın başka köşelerindeki halkların
mücadeleleri üzerine söz söyleyen herkesi dudak
bükerek “yanı başındaki Kürdü görmemekle” suçlamayı
marifet zanneden, Kürt gençlerinin ufkunu dar-pratikle
sınırlayan bu siyasal anlayış, şimdi oturup enternasyonalizm
üzerine de bir parça daha düşünmelidir.
Ve yine Kürt emekçileri, Kürt devrimcileri, Ortadoğu
coğrafyasında anti-emperyalist olmayan bir anti-sömürgeci
mücadelenin başarı şansı üzerine de kafa yormak
durumundadırlar. Evet, Türkiye devrimci hareketi,
zayıftır, geridir, sıkıntılıdır ama yine de, her
ne olursa olsun, bu coğrafyada özgürlük için bir
şey yapılacaksa eğer, bunun yolu Altan Biraderler
çetesinden, Mehmet Metiner’lerden, İlnur Çevik’lerden
değil, işte bu zayıf, geri ve sıkıntılı devrimci
hareketten, yoksul emekçilerin dünyasından geçmektedir.
Bu anlamda, aslında gelinen son nokta ve önümüzdeki
süreç, İmralı’dan üretilen projelerin de tıkandığı
bir noktadır. Alan giderek daralmakta, zamana
ve kendi dışındaki güçlere oynayan hamlelerin
geçerliliği azalmakta, sıkıntı büyümektedir. Aslında
Kenya’dan beri kendisini açıkça ortaya koyan emperyalizm
gerçeği, bugün iyice öne çıktıkça, Kürdün gerçek
dostu-düşmanı da belirginleşmektedir. Gerçekten
özgürlük isteyen Kürt, artık bu kuşatma altında
emekçilerin basit dünyasının dışında bir müttefik
bulamayacaktır.
Devrim, her zaman birleşmiş bir karşı-devrim yaratarak
ilerler… Bu, postmodern Kürt önderliğinin sık
sık küçümsediği Marks’ın tarihten çıkardığı en
önemli derslerden biridir. Ve her zaman karşı
devrimciler, sürecin belli bir aşamasında aralarından
en vahşi olan fraksiyona yetki vererek onun arkasında
dururlar. Ve her zaman karşı-devrimciler, devrime
karşı rüşvetle ayartılmış iç-güçleri de kullanırlar.
Mitolojiye meraklı olduğu bilinen Kürt devrimcileri,
Spartaküs’ü de okuduklarında bunu anlamaları,
bütün köle sahiplerinin Crassus’un arkasında nasıl
birleştiklerini kavramaları zor olmayacaktır.
Dileyenler, Alman köylü ayaklanmalarını da inceleyip
aralarında kanlı bıçaklı olan bütün o prensçiklerin
bir celladın arkasında nasıl saf tuttuklarını
öğrenebilirler.
4- Hiç sözümüzü sakınmaksızın söylüyoruz: Devrimci
sosyalistler, liberal solcular ya da barış dönemlerinde
Kürdün yakasına yapışan geçici yol arkadaşları
gibi değildirler. Devrimci sosyalizm, açık ve
dürüsttür. Devrimci ilişkilerin dalkavukluk üzerinden
kurulamayacağını, kurulmaması gerektiğini, eleştirinin
dostlukla iç içe olduğunu bilir.
Devimci sosyalistler, Kürt ulusal hareketinin
kadrolarının “Bağlar’ın Çulsuzları” diye anıldıkları
o ilk zamanları bugün gibi hatırlıyorlar. Devrimci
sosyalistler, o zamanlarda da, 1984’ün “akıl almaz
bir macera” gibi görüldüğü-gösterildiği zamanlarda
da, Serpil yoldaşın enternasyonalist görevlerini
kendisine yönelerek yerine getirdiği zamanlarda
da, bu siyasal çıkışın Kürdün özgürlük çığlığı
olduğu görüşündeydiler. Bugünün “Kürtsever” yol
arkadaşlarının negatif olduğu zamanlarda da pozitif
bir yerdeydiler. Ama aynı devrimci sosyalizm,
Kürt ulusal hareketinin önderliğinin uzun süredir
vahim hatalar içinde olduğunu, tümüyle yanlış
bir rota benimsediğini açıkça ve dürüstçe söylemekten
de geri durmamıştır. Ne hakaret, ne saygısızlık…
Ne düşünüyorsa onu söylemek, bir erdem değil,
devrimciliğin gereğidir. Ayrıca devrimci sosyalizm,
Türkiye devrimci hareketinin uzun süredir yaşamakta
olduğu gerilemenin Kürt ulusun özgürlük mücadelesi
bakımından nasıl bir yara açtığını, nasıl bir
eksiklik yarattığını da bilmektedir. Bu durumu
tersine çevirmek, Türkiye devrimci hareketini
yeniden ayakları üstüne dikerek Ortadoğu coğrafyasının
makus talihini bölgenin güçleriyle birlikte değiştirmek,
boynumuzun borcudur, stratejik görevimizdir. Biz,
bölgemizdeki politik sıkışmanın köklü çözümünün
bu yoldan geçtiği konusunda kesin bir yargıya
sahibiz.Devrimci sosyalizm, bir yandan tam bir
açık sözlülükle bunları söylemekte, diğer yandan
ise bütün bu eleştirilerine karşın bugün, 5 Kasım
komplosuyla Kürt ulusal hareketine karşı başlatılan
birleşik haçlı seferine tüm devrimci güçlerin
cepheden karşı durması gerektiğini ifade etmektedir.
Halkların devrimci dayanışması, stratejik anlamıyla
geleceğe ait bir sorun olsa da, güncel anlamıyla
bugüne ait bir sorundur ve ertelenemez. Son yıllarda
dillere pelesenk edilen “et” ve “tırnak” söylemi
işte tam da burada geçerlidir. Gerçekten de bölgenin
bütün devrimci güçleri, yalnızca Türkiye değil,
örneğin Kürt önderliğinin son yıllarda incittiği
Filistin’in devrimci güçleri de birbirinin eti
ve tırnağıdırlar. Türkiye devrimci hareketi Kürt
kardeşleri için daha fazla çaba göstermelidir,
evet, ama ikide birde “Türklerle Kürtlerin Kurtuluş
Savaşı’nda nasıl birlikte savaştığını” hatırlayan/hatırlatan
Kürt siyasetçisi de bir parça 1960’ları, 70’leri,
kamplardaki o muazzam kardeşliği, Ortadoğu’nun
yoksul halklarının dayanışma ruhunu hatırlamak
durumundadır. Çünkü, zor da olsa, bin bir türlü
sıkıntıyı da içerse, yol budur, çıkış kapısı burasıdır.
Bölge çapında kurgulanan büyük komplo, bu gerçeği
bir kez daha hepimize hatırlatmaktadır.
5- Sonuç olarak devrimci sosyalist hareket, kendi
perspektif ve stratejik programını bir an bile
unutmadan, “Kürt sorununu değil, Kürdü çözmeyi”
hedefleyen bu büyük kuşatmaya karşı Kürt ulusunun
yanında saf tutmakta bir an bile tereddüt etmemektedir.
Koşullar ne olursa olsun, Kürt ulusunun özgürlük
ve kardeşlik çığlığı, saflarımızdaki karşılığını
her zaman bulacaktır. Ağaçlara bakarken ormanı
gözden kaçıran sosyal-şovenizmin her türüne ve
bu arada en utangaç biçimlerine de kesin biçimde
karşı çıkmak, her şart altında Kürt ulusunun özgürlük
talebinin yanında olmak, görevimizdir. Sözde “anti-emperyalizm”
adına “birik ve bütünlük” cephesine yazılmak bize
uzaktır ve uzak olarak kalmaya devam edecektir.
Kürt direnişinin ezilmesini ellerini ovuşturarak
bekleyen akbabaları lanetlemek ise, her şeyden
önce ahlaki bir görev olarak düşünülmelidir. Kürt
ulusal hareketine yönelik eleştirilerimiz, bu
fırsatçılar sürüsü karşısında onu yürekten savunmamızın
önünde asla engel değildir.
Süreç, kritik bir noktadadır; önümüzdeki dönem
birçok yeni gelişmeye gebedir. Ancak, hiçbir komplonun
Kürt ulusunun özgürlük isteğini boğamayacağına
olan inancımız tamdır. Eninde sonunda halkların
iradesi ve devrimci dayanışması zafer kazanacak,
emperyalizmin ve sömürgecilerin planları tarihin
çöplüğüne gidecektir.
.
|