Yorgan gidince kavga bitiyor ama seçim bitince
politik savaşlar bitmiyor. Daha yeni milletvekilleri
meclisin koridorlarını öğrenmeden, seçimden yüzde
47’yle çıkmış hükümet yeni bir atışma alanının
kapısını açtı. Biraz esrarıengiz bir havayla ama
büyük gürültüyle Anayasa tartışmaları başlatıldı.
AKP çevresinde kümelenmiş bir grup akademisyene
hazırlatılan taslak, sonunda kamuoyuna açıldı
ama o güne kadar da tek tek açıklanan maddeler
üzerinden epey bir tartışma yürüdü.
Ve bu tür tartışmalarda hep olduğu gibi Anayasa
tartışması da sınırları önceden çizilmiş olan
siyaset alanının merkezi sorunu oldu. Bütün siyasi
güçler bu tartışmaya endekslendiler, herkes dünyanın
en önemli meselesini tartışıyormuş gibi yapmaya
başladı. Manşetler doldu taştı, düzenin inisiyatif
savaşı veren güçleri bu eksen etrafında mevziler
kurmaya siperler kazmaya başladılar.
Tartışma konusu olan şey, 12 Eylül Anayasası olunca
liberaller, hatta yeni bir sol-liberal yapı örgütlemeye
çalışanlar da kendilerine yeni bir meşgale buldular.
Bir ara bu büyük devrim girişimini bir parça benimser
gibi oldular, sonra AKP taslağının ciddi değişiklikler
taşımadığını görünce biraz hevesleri kaçtı ama
yine de “vatan elden gidiyor” çığırtkanlığı yapan
CHP’nin karşısında bu girişimi desteklemeyi sürdürdüler.
Anayasa: Merkezi Bir Sorun mu?
Tartışmaların bugünkü kızgın evresinde bu soru
belki garip görünebilir ama yine de sorulmalı.
Ve bir yanıt ararken de önce Anayasa denilen yasa
biçiminin genel anlamı ve tarihsel seyrine bakmalıyız.
Anayasa, Türkçe’deki somut çağrışımından da anlaşılacağı
gibi bir ülkenin temel yasasıdır; bir süreçteki
sınıf, birey, devlet, hukuk ilişkilerine denk
düşen, bu ilişkileri düzenlediği varsayılan bir
hukuk metnidir. En kaba tarifiyle o “yasaların
yasasıdır” ve yine teorik olarak bütün diğer yasaları
biçimlendirir, diğer yasaların tümü onunla uyumlu
olmak zorundadır. Bu açıdan o, feodalizmin keyfi
düzenini sona erdiren burjuva devrimlerinin ve
aydınlanma fikirlerinin doğrudan sonucudur. Toplumsal
yaşamın tümünü kayıtlara bağlayan, yazılı hukuku
esas alan burjuvazinin doğuşu, Anayasa hareketinin
de doğuşudur. Ama aslında daha geniş anlamda Anayasalar
ya da temel hukuksal belgeler, tarih boyunca başka
başka biçimler altında hep görülmüştür. Daha doğrusu
bu türden metinler, tarihteki büyük devrim ve
dönüşüm süreçlerinin billurlaşmış metinleri ya
da bir anlamda manifestoları olarak ortaya çıkmışlardır.
Tarihin neresinde bir ülkede bir güç, bir başka
güce galip gelmiş ve yeni siyasi koşulları yaratmışsa
orada bu değişimi “sağlama bağlayan”, “kayıt altına
alan” metinler yazılmıştır. 13. yüzyılda İngiltere’de
feodallerin krala kılıç zoruyla imzalattıkları,
onun yetkilerini kısıtlayan ve toplumsal ilişkileri
yeniden düzenleyen metin, “Magna Carta” (Büyük
ferman) böyle bir belgedir.
Daha sonraları burjuva devrimlerine doğru gelindiğinde
de her büyük hesaplaşma süreci bir tür tutanak
gibi yazılı belgelerle kayıt altına alınmıştır.
Bir anlamda İnsan Hakları Beyannamesi de, o güne
dek akıp gelmiş bulunan devrim sürecinin sonuçlarının
yazılı olarak kayda geçirilmesidir. Yani kural
olarak Anayasalar ve diğer temel belgeler, büyük
toplumsal dönüşüm süreçlerinin ortaya çıkardığı
eserlerdir. Bugünkü tartışmalarda “Anayasa toplumsal
uzlaşma metnidir” gibi ezbere laflar bol bol edilse
de gerçekte çoğu kez bu belgeler gücü elinde toplayanın
yazdığı ve toplumsal yapının kurallarını yeniden
düzenlediği metinlerdir. Yani bir anlamda bu metinler,
“uzlaşma” değil, çatışmadan galip çıkanların “dayatma”
metinleridir. Bu açıdan bütün anayasal metinler,
büyük toplumsal-siyasal-ekonomik değişimleri ifade
ederler ve ya bir “barış” anlaşmasıdırlar ya da
teslimiyet koşullarının ifadesidirler. Bu anlamda,
örneğin burjuva devrimlerinin ortaya çıkardığı
anayasa metinlerinin ulus devlet, yurttaşlık,
insan hakları, eşitlik ve özgürlük, din ve laiklik,
temsili demokrasi, güçler ayrılılığı ilkesi, vb.
gibi kuralları düzenlemesi doğaldır.
Böyle bir açıdan bakıldığında, yeni-sömürge ülkelerin
anayasalarının da bir yandan klasik burjuva ölçütleri
göstermelik bir biçimde tekrarlaması, diğer yandan
da sürekli faşizm koşullarına uygun bir baskıcı
cendere yaratması olağandır.
Genel Süreç ve AKP
Türkiye’deki Anayasal metinlerin tarihi bir anlamda
Osmanlı’nın son dönemlerine, Sened-i İttifak,
Tanzimat Fermanı gibi belgelere kadar gider. Sonuçta
bu belgelerin hepsi ve nihayet 1876 tarihli Kanun-u
Esasi, kapitalizm trenini kaçırmış ve yarı-sömürgeleşme
noktasına gelip dayanmış olan Osmanlı’nın Batı’ya
“uyum sağlama” girişimleri gibidir ve çoğu da
dayatılmış metinlerdir.
Daha sonra yeni cumhuriyetin 1921 ve 1924 anayasaları
gelir ve bu metinler de esasen yüzünü kapitalizme
dönmüş olan bir sürecin yazılı ifadeleridir. Özgün
koşullarda hazırlanan ve bazı maddeleri sınıf
savaşımının yükselme ihtimaline uygun olmayan
1961 Anayasası ise, resmen 1982’de değiştirilse
de, gerçekte ömrünü 1960’ların sonunda tamamlamıştır
bile. 12 Mart 1971 cunta muhtırasının eşsiz deyimiyle
“toplumsal uyanış iktisadi gelişmeyi aşmaya” başladığında
“bu anayasanın bol geldiği”, “bu anayasa ile memleketin
yönetilemeyeceği” söylemleri gelişmeye başlamış
ve sonuçta yeni-sömürge krizinin derinleşmesine
paralel olarak 12 Eylül’e gelindiğinde bu mesele
de kökünden halledilmiş, 1982 Anayasası ile cuntayı
süreklileştiren bir “düşük yoğunluklu demokrasi”
metni yaratılmıştır. Bu metin esasında bir restorasyon
dönemi metnidir ama öte yandan, yeni tarihsel
sürecin sosyal devleti tümüyle çökerten, neoliberalizmin
elini tümüyle rahatlatan politikalarıyla da tam
tamına uyumlu olmadığı küçük küçük örnekler üzerinden
kanıtlanmıştır. Mevcut anayasanın neoliberal furyanın
temel uygulamalarını engellemediği kesin olmakla
birlikte, zaman zaman bazı ayrıntılar üzerinden
sürtünme noktalarının oluştuğu ve zaman zaman
“işlerin hızlı yürümesini” aksattığı da ortadadır.
Öyle görünüyor ki, yeni Anayasa girişimlerinin
asıl amaçladığı da bu merkezci yönlerin törpülenmesi,
bazı katı çerçevelerin gevşetilerek yürütmenin
elinin rahatlatılmasıdır. Bu kuşkusuz iddia edildiği
gibi “özgürlüklerin çerçevesinin genişletilmesi”
anlamına gelmemektedir ve zaten AKP taslağı da
bu yönde en küçük bir işaret vermemektedir. Eski
Anayasa’daki bütün temel baskı unsurlarını koruyan
bu taslak, ağırlığı büyük ölçüde cumhurbaşkanının
ve yargının yetkilerinin kısılması gibi alanlara
vermekte, arada da örneğin resmi dil-anadil sorununda
gelecekteki hesaplar için kapıları aralık bırakmaktadır.
Ve tabii bu arada, “geçerken” zaman zaman pürüz
yaratan eski moda ideolojik anlayışla da ürkek
bir birkaç küçük hesaplaşma gündemleştirilmektedir.
Sonuçta klasik deyimle bu ayran daha çok su götürecek
bir ayrandır. Önümüzdeki süreçte tartışmalar,
inisiyatif savaşları üst üste binecek, ileri-geri
adımlardan oluşan dans figürleri sergilenecek
ve eninde sonunda ortaya bugünkü taslaktan da
az çok farklı bir tablo çıkacaktır ama nihai olarak
üzerinde uzlaşılacak metin, düzenin temel kriterlerini
vurgulayan bir metin olacaktır. Bütün bu karmaşa
içersinde “sivil” ya da “resmi” gibi kavramlar
da yabancılaşmış, tümüyle yozlaşmış kavramlardır.
Türkiye’nin somut yönetim tarzı faşizmdir ve faşizm
meselesinin de esasen sivil ya da resmi giysilerle
ilgisi yoktur.
Bu mesele bir yana, “cunta anayasası değişiyor”
saflığıyla tartışmanın içine balıklama dalanların
asıl görmediği gerçek, bu taslağın asıl derdinin
emperyalizmin yeni politikalarının elini rahatlatma
amacını güttüğüdür. Tek cümleyle taslak, bu politikaların
pratik uygulamalarının “yağ gibi” kaymasını istemektedir
ve bu amaçla yargıdaki ya da bürokrasideki pürüzleri
gidermeyi amaçlamaktadır. Öyle ki taslak, klasik
“egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” kalıp
ifadesine bile “milletlerarası ve milletlerüstü
kuruluşlara üyelikten kaynaklı sınırlamalar saklıdır”
cümlesini eklemekte ve pek kutsanan “milli irade”yi
emirlere bağlı hale getirmektedir. Ya da örneğin,
1982 Anayasası’nda hasbelkader yer almış olan
“yabancılara yönelik sınırlamalar” vurgusu yeni
taslakta tümüyle unutulmakta ve böylece imzalanan
MAI, MIGA, DTÖ, vb. anlaşmalarıyla uyumlu bir
düzen kurulmaktadır. Örneğin eski anayasadaki
göstermelik “konut hakkı” ya da “çalışma hakkı”
gibi madde başlıkları da metinde yoktur. Neoliberal
bir anlayışla bu gereksiz “yükler” ortadan kaldırılmıştır.
Öte yandan eski anayasada var olan “kamu iktisadi
teşebbüslerinin denetimi”, “orman köylüsünün korunması”,
“kooperatifçiliğin geliştirilmesi”, “tüketici,
esnaf ve sanatkarların korunması” gibi “sosyal”
çağrışımlar taşıyan kavramların hiçbiri yeni metinde
yoktur. 1982 Anayasası’ndaki “piyasaların denetimi”
kavramı da yerini “piyasaların geliştirilmesi”
kavramına bırakmıştır. “Planlama” kavramına ise,
ayrı bir madde düzenlemesi ve hüküm olarak, yeni
anayasada hiç verilmemiştir.
Kısacası, AKP’nin taslağı, özünde, 1980’lerden
beri devam eden restorasyonun en temel kriterlerini
yazılı hale getirme girişimidir. Bu girişimden
ne idüğü belirsiz bir “sivilleşme” teorisi yaratmak,
bir kavram çarpılmasıdır; çünkü iddianın tam tersine
Türkiye’de neoliberal politikalar çizme ve kırbaçla
birlikte vardırlar ve bu politikaların kaderi
de postallara bağlıdır.
Büyük bir olasılıkla önümüzdeki süreçte tanık
olacağımız tablo da şudur: Taslak, ağırlıklı olarak
bu temel konular üzerinden değil, yine siyasetin
sığ bölgeleri olan laiklik, türban, vb. üzerinden
tartışılacak, böylece koparılan büyük toz bulutlarının
arkasında herkes muradına ermiş olacaktır.
Öte yandan, bu taslak tümüyle ortadan kalksa ve
anayasa sohbetinin kendisi tamamen ertelense de
bu, mevcut işleyişin aksaması anlamına gelmeyecektir;
çünkü şu ana kadar oturmuş bir işleyiş vardır
ve bu ülkedeki işlerin yalnızca Anayasa metni
tarafından düzenlendiğini zannedenler yalnızca
en saf vatandaşlardır.
Devrimci hareketin sorunu ise esasen bir “anayasa”
sorunu değil, “program” sorunudur. Sağlam bir
program yaratarak onun her maddesi üzerinden bütün
mücadele biçimlerini kullanarak kitlelere ulaşmak,
bugün her zamankinden daha büyük bir önem kazanmıştır.
O yüzden mevcut tartışmalara eklenici bir tutum
yerine kendi programatik çerçevemizi yaratarak
pratiğe yönelmek temel bir görevdir.
|