Türkiye karışık zamanlardan geçiyor. Tam da at
izi ile it izinin birbirine karıştığı, sapla samanı
birbirinden ayırmanın güçleştiği zamanlar… Değişik
gündem katmanları üst üste biniyor, her kafadan
bir ses çıkıyor, emekçi sınıfların zihni alt üst
oluyor.
Böylece aslında burjuvazi, üretimin yeni örgütleniş
biçimlerinin ve postmodern ideolojik saldırısının
avantajlı sonuçlarını da derlemiş oluyor. Çünkü,
eski büyük fabrika düzenlerini parçalarken aynı
zamanda işçi sınıfının yapısını ve aklını da parçalayan
bu yeni iş örgütlenmesi, emekçilerin bir arada
durdukları, bir arada mücadele edip deneyimlerden
öğrendikleri bir havuzu dağıtmış oluyor. Medya
bombardımanı ve gündemler karmaşası da bu somut
durumun üstüne biniyor ve yozlaşmanın bütün biçimleriyle
birleşen yoğun bir ideolojik kuşatma ile kitleleri
iyice bunaltıyor.
Özal vakitlerinde bütün vatandaşları sözde “ekonomi
uzmanı” yapan rüzgar, şimdi siyaset arenasında
esiyor: herkes çok fena halde “siyaset uzmanı”
oluyor; ama bu siyaset, ancak kenarlarda, suyun
sığ olduğu yerlerde yapılabiliyor. Her şey yüzeyde
akıp giden bir köpük tabakası gibi! Hiçbir temeli
olmayan bir Amerikan düşmanlığı, ahmaklıkla bezenmiş
bir “çağdaşlık” kremi, iyice seyreltilmiş bir
demokratlık şampuanı, ahlaki yönü titizlikle ayıklanmış
dini inanışlar… Ortalıkta hilesiz mal yok! Gerçekten
özgür bir ülke olunup olunamayacağı ya da özgürlüğün
gerçekte ne anlama geldiği, insanca yaşamanın
gerçek anlamı, vb. bu tartışmaya hiçbir biçimde
dahil değil! Bu sistem gerçekten değiştirilebilir
mi? Değiştirilerek tümüyle sömürüsüz yeni bir
sistem kurulabilir mi? Bütün bunlar birer soru
olarak bile kitlelerin ufkundan uzakta tutuluyor.
Düzen herkese kendi dar sınırlarında siyaset yapmayı,
mahalle deyimiyle “kumda oynamayı” dayatıyor.
Bu daraltılmış siyaset alanı da egemen güçlerin
inisiyatif savaşları tarafından toz dumana boğulmuş
halde. Solun güçsüzlüğüne paralel olarak egemen
güçlerin fraksiyonları bu karışıklık ve inisiyatif
savaşlarını olabildiğince genişletme şansına sahipler
ve şimdilik bu şansı bol bol kullanıyorlar.
Boşluğu Hoşlukla Doldurmak…
Ama keşke iş yalnızca emekçi kitlelerin genel
ruh hali ile ilgili olsa!
Çoğu kez, bu karışıklığın içine solun çeşitli
kesimleri ya da emekçileri temsil iddiasındaki
sendika ve kitle örgütü temsilcileri de giriyor.
Çoğu kez de bu güçler, herhangi bir omurga ve
bir ilkesel zemin gözetmeksizin kendilerini balıklama
bu havuzun içine atmakta bir sakınca görmüyorlar.
O anda ortalıkta ne varsa, pişirilerek önümüze
konulan yemek her neyse, yağı tuzu dert edilmeksizin
çala kaşık yenmeye başlanıyor. Bu arada yıllardır
bazı “çok özel” üniversitelerin bünyesinde örgütlenen
ve son zamanlarda ÖDP gibi odakları da yetersiz
bularak artık kendi kimlikleriyle ortaya çıkma
kararı veren fanatik liberal fraksiyonlar nispeten
verimli bir ortam yakalamış durumdalar. En çarpıcı
simgesini Baykal’da bulan şovenist-faşizan akımın
uğradığı ağır seçim yenilgisi ise bu cephedeki
hevesleri iki katına çıkarmış durumda. MHP ile
aynı çizgide buluşan ve gitgide halka yabancılaşarak
çürüyen bu fraksiyon çöküntüye uğradıkça, (devrimci
güçlerin zayıflığı koşullarında) genel olarak
sol cenahta bir boşluğun açıldığı, bu boşluğun
da “liberal” akım tarafından doldurulabileceği
fikri bu hevesin temelidir.
Oportünizm, ağır bir niteleme gibi görünüyor;
ama aslında durum bundan çok daha ağır. Mesele
giderek “yedeklenme” ve “dahil olma”, sağın ve
solun merkeze çekilmesi çabasının bir parçası
olma meselesi haline geliyor…
Örneğin, Ufuk Uras’ın geçen sayımızda şöyle bir
değinip geçtiğimiz sözleri böyle bir anlam taşıyor.
“Verimlilik” ve “istihdam yaratan yabancı sermaye”
gibi laflar, aslında hiç de “dil sürçmesi” değildir.
Neoliberalizmin “sanayisizleştirme” operasyonunu,
işsizliği artıran politikalarını hedef tahtasına
koyar ve fakat bunun karşısına bir devrimin imkansızlığı
ve gereksizliği fikrini oturtursanız, o zaman
yapacağınız şey, mevcut dünya manzarasının “gerçeklerine
uygun”(!) politikalar için düzene garanti vermektir:
Aslında biz yabancı sermayeye, özelleştirmeye
filan karşı değiliz ki, “verimli” olursa başımız
üstüne!
Yine Uras’ın Küba’ya verdiği “demokrasi”(!) öğütleri
de böyledir. Gülünüp geçilebilir; ama hafife alınamaz.
Bu öğütleri okurken Baskın Oran’ın seçim öncesindeki
bir TV programını anımsamadan yapamıyoruz: Oran’ın
adaylığına sıcak baktığı pek belli olan program
sunucusu soruyor: “Aydınlar, sanatçılar sizi epey
destekliyorlar, ne diyorsunuz buna?” Baskın Oran
yanıtlıyor: “Tabii sanat özgürlük ortamı ister.
Biliyorsunuz, Sovyetler Birliği’nde her şey partinin
baskısı altındaydı ve sanatçının özgürlükleri
kısıtlanmıştı…”
Adeta bir refleks! Böyle bir soru karşısında “solun
adayı”nın aklına ilk önce bu topraklarda hapislerde
sürüm sürüm süründürülmüş sanatçılar ve şu andaki
boğucu atmosfer değil, “Sovyetler’deki baskı ortamı”
geliyor. Ne ilgisi var? Seçim Sovyetler Birliği’nde
mi yapılıyor? Ama asıl sorun bu değildir. Sovyetler’deki
(ya da Uras örneğinde Küba’daki) durumun ne olduğu
ne olmadığı tartışması bir yana, aslında bu refleksin
temel amacı, düzen sahiplerine mesaj iletmekten
başkası değildir: Biz onlardan değiliz! Biz onlardan
değiliz!
Böylece, “anlayışsız-kavrayışsız”(!) sol ile aralarındaki
sınırı çiziyorlar ve adı artık zeka azlığı ve
dinazorlukla birlikte anılan Baykal ekolünün boşalttığı
alanda büyükçe bir arsa edinmeyi umuyorlar!
Bütün bunlar ciddiye alınabilir ya da alınmayabilir;
önemli değil. Mesajın hedefi olan güçler bu inceliği
anlarlar mı; o da bizim sorunumuz değil. Muhtemelen
düzen sahiplerinin bir bölümü bu mesajı anlamaktadırlar.
Çok bilinen bir gerçektir; sömürü piramidinin
en üstündeki güçler, Türkiye’deki tanımlanışıyla
oligarşinin çekirdek unsurları, bir altlarındaki
orta-üst ya da orta kademe patronlardan daha makul
adamlar gibi görünürler; sanat festivalleri ve
hayır işleriyle kendilerini kuşatan bu unsurların
soğuk bir faşizanlıkları vardır. Milyonlarca insanı
sefalete sürükleyen ve bu topraklardaki her kıpırdanışı
kanla ezen bütün temel karar ve politikaların
direksiyonunda bizzat oturdukları halde, günlük
hayatlarında ve kürsülerdeki tavırlarında rahat
ve özgürlükçü tutumlar sergilerler. Sözgelimi
bir Odalar Birliği toplantısında kan içmek isteyen
konuşmacılara sık rastlanır ama TÜSİAD kongrelerinde
herkes pek kibardır, sosyal haklar ve özgürlükler
kimsenin ağzından düşmez. Sözgelimi bu topraklarda
faşist çetenin MHP biçiminde örgütlendiği 1960’lardan
beri bu çeteyle somut destek ilişkisi daha ağırlıklı
olarak orta düzey patronlar arasında gözlenirken,
bütün süreci organize eden asıl kaymak tabaka
kendisini daha temkinli bir yerde tutmayı ya da
öyle göstermeyi başarmıştır. Örneğin 12 Eylül
darbesinin ardından söylenen “eskiden hep işçiler
gülerdi şimdi gülme sırası bizde” sözü, Türkiye
oligarşisinin merkezi unsurlarından birinin ağzından
değil, daha alt düzeydeki patronlardan olan Halit
Narin’in ağzından çıkmıştır. Buna karşın düzenin
daha oturmuş ve kalantor unsurları aynı süreçte,
orduya “müteşekkir olduklarını” belirten ve “ekonomik
programın aksatılmaması, makul sürede demokrasiye
geçilmesi” dileklerini ifade eden mesajlarla ve
gizli mektuplarla yetinmişlerdir. Bütün bunlar
rastlantı değildir; bütün bunlar direksiyona hakim
olmanın rahatlığı ve kendine güveniyle ilgilidir.
Ve bu ekiptekiler, adına zaman zaman “parlamento”
da denilen şu malum Hipodrom’da çok çeşitli atların
olması gerektiğini bilirler ve hiçbir zaman tek
ata oynamayı tercih etmezler; işlerinin geleceğini
tek bir politik partiye bağlamayı istemezler.
Efendileri ve iş ortakları olan emperyalistler
de aynen böyledir. Onlar da Beyaz Saray’a bağlı
ofislerde her gün her ülke üzerine senaryo çalışmaları
yaparlar, A ülkesinde durumun ne alemde olduğunu,
bu ülkedeki X gücü yıpranırsa kimlerin düzen boşluğunu
doldurabileceğini tartışırlar. O yüzden düzenin
görünen yüzlerine ve çok duyulan seslerine aşırı
önem vermek, devrimci politikada zararlı bir tutumdur.
Yani sonuç olarak düzenin sahipleri cephesindeki
bu daha soğukkanlı elit, bir belirli andaki politik
kadrodan memnun olsalar bile, düzen içi muhalefetin
de bir biçimde kontrol altına alınması ve düzenlenmesi
işini boşlamaz; bu amaçla bütün olasılıkları masalarında
tutarlar, siyasetin bütün aktörlerini yakından
izler.
Devrimci Siyaset Açısından…
Bütün bu söylediklerimiz, elbette öncelikle düzen-içi
görevlere talip olanlarla muslukları ve medyayı
elinde tutanlar arasında bir meseledir; sonuç
itibarıyla bu karşılıklı ilişki bizi değil onları
ilgilendirir. Bilgi Üniversitesi’nden Kavala grubuna,
oradan medyanın köşe başlarını tutan bazı yazarlara
ve dini-bütün bazı neoliberallere dek uzanan bu
politik odaklaşma da kuşkusuz oligarşinin ilgi
alanı içinde bir yer tutmaktadır. Bu ilginin başka
bir düzeye çıkması, “ilgi”den “tercih”e geçilmesi
ise o kadar kolay değildir; o noktada işin içine
bir dizi denge ve başka hesaplar girer, süreç
daha karmaşıktır.
Ama bütün bu söylediklerimizin, devrimci siyaseti
ilgilendiren yanları da vardır. Çünkü devrimci
siyaset de bugünün koşullarında tuzaklarla dolu
bir yolda yürümektedir. Böyle zamanlar, zaten
genel olarak ağaçlarla orman arasındaki diyalektik
ilişkinin görülmesinin zorlaştığı zamanlardır.
Ek olarak devrimci güçlerin hali hazırdaki zayıflığı
da yanlış yaklaşımları tetikleyen bir psikolojik
atmosfere yol açmaktadır. Ama işte tam da bu nedenden
ötürü güncel politikada sorunların özünü kaçırmayan
bir sağlam yaklaşıma sahip olmak önemlidir; çünkü
bugün yaptıklarınızın ülkenin genel politik hayatındaki
etkisi zayıf olsa da, sizin kendi geleceğinizdeki
rolü hayati önemdedir.
Üstelik bu tuzaklar çoğu kez, iki taraflıdır.
Örneğin neoliberalizmin tipik görüntülerinden
bazılarını öne çıkararak sorunu onlarla sınırlamak
sağa doğru kaydıran bir eğilimdir ama kaba bir
keskinlikle bütün bu somut olgulara karşı mücadeleyi
boşlamak da yanlış bir tutumdur, vb…
Örneğin spekülatif alanları artırıp klasik imalat
sanayiini çökerterek işsizliği artıran neoliberal
politikalar ve üretimin esnek örgütlenişi ciddi
bir olgudur. Ama siz bu olguyu sistemin özünden
kopararak ele alırsanız, “istihdam yaratan” bir
iktisat modelinin basit savunucuları haline dönüşürsünüz;
giderek “para tüccarları” ve “gerçek sanayiciler”
gibi yapay ayrım noktalarına kadar ulaşırsınız.
Öte yandan “kapitalizm kapitalizmdir, yeni politikaların
hiçbir önemi yoktur” gibi bir düz yerde durduğunuzda
ise bu kez de sınıfın en yakıcı sorunlarından
kopma riskiniz çok yüksektir.
Örneğin, borsanın emperyalist para spekülatörleri
tarafından şişirilmesi anlamına gelen “sıcak para
akışı” konusu da yine neoliberal sürecin ciddi
bir olgusudur ve siz bu konuda da bir politika
üretirsiniz. Temel perspektiflerinizi yitirmişseniz
eğer, bu politika, “kumarbazlar gitsin ciddi sanayi
yatırımcıları gelsin” cümlesi üzerinden biçimlenir
ve siz yerli-yabancı sermayenin “iyisini-kötüsünü”
ayırt eden bir noktaya varırsınız! Öte yandan
yine düz bir yerden bakıp bu somut olguyu görmezden
gelirseniz, düzenin nasıl işlediğini anlamakta
ve emekçilere anlatmakta zorlanırsınız.
Örneğin, özelleştirmeler konusunda da durum böyledir.
Eğer bu politikanın ideolojik, kültürel, vb. bütün
ayaklarını görmezlikten gelerek yalnızca “işletmelerin
ucuza gitmesi” ya da “işçilerin işinden olması”
gibi noktalara takılırsanız, “iyi özelleştirmeler”
gibi teoriler üretmeye başlarsınız ve giderek
buna içi boşaltılmış bir “devlet karşıtlığı” teorisini
de eklersiniz ve sıradan liberallerin safına geçersiniz.
Ya da sorunu “ulusal çıkarlar” başlığı altında
düşünmeye başladığınızda aynı şey olur; bu kez
de yeni-sömürge Türkiye’de “milli” sermaye aramak
gibi beyhude bir hayalin peşine düşersiniz. Ama
öte yandan bu politikaların genel olarak toplumsallık
fikrine olan saldırısını, emekçilerin hayatındaki
önemini ve ayrıca çokuluslu tekellerin dalaverelerini
görmezden gelmeniz, bu alandaki mücadeleyi hafife
almanız da tam bir körlük olacaktır.
Örneğin, ordunun siyasetteki rolü üzerine düşünürken
de önümüzde bir dizi tuzak vardır. Faşizmin yapısallığı
ve sürekliliği üzerine açık bir fikriniz yoksa
ve ülkenin demokratik olmamasının nedeni olarak
“ceberut devlet geleneği” diye bir heyulayı hedef
tahtasına koyuyorsanız, üstünde üniforma olmayan
herkesi sivil zannedersiniz! Ordunun politik alana
müdahalelerine ve darbe tehditlerine karşı çıkmayı
demokrasi meselesinin o kadar merkezi bir yerine
koyarsınız ki, bir süre sonra kendinizi politika
alanında inisiyatif savaşları veren “üniformasız”
burjuva politikacılarının safında bulursunuz.
Hatta bu kadar “sivil” bir yerden bakınca seçim
sonuçlarını bile “cuntacılara karşı halk iradesi”
olarak görürsünüz.
Örnekler dizisi böylece uzatılabilir; dinci uygulamalara
karşı dururken bir yere savrulabilirsiniz, çetelere
karşı çıkarken bir başka yere, vs. vs… Siyasette
her zaman ağaçlar ve orman vardır; ağaçlara bakıp
ormanın bütünselliğini kaçırmak ya da bütünsel
bakış adına somut mücadele alanlarını boşlamak
mümkündür.
Kilit Sorun: Dönem Kavrayışı
Sonuç olarak bir kez daha dönüp dolaşıp geldiğimiz
yer, bütünlüklü dönem belirlemesinin siyasi hayattaki
vazgeçilmez rolüdür.
“Dönem kavrayışına sahip olmak devrimci ilerleyişin
olmazsa olmazıdır. Dönem kavrayışı bütün ilişki,
çelişki ve dinamiklere bütünsel bir bakış, geniş
bir ufuk ve geçmiş, bugün ve gelecek bağıntısını
kurabilmeyi sağlar. İçinde bulunulan tarihsel
dönemi çözümlemek, onu dönüştürmenin devrimci
olanaklarını görebilmeyi ve bu temelde devrimci
bir politik hattın örülebilmesini mümkün kılar.
Dönem kavrayışının eksikliği ise kaçınılmaz biçimde
parçalı, eklektik bir düşünme tarzını, günlük
bilinci aşmamayı, toplumsal bir devrim hareketi
olmak hedef ve konumundan uzaklaşarak, sıradan
bir tepki hareketi veya mezhepsel bir ideolojik
akıma dönüşmeyi koşullar.” (M. Seyhan, Emperyalist
Kapitalizm ve Devrim İlişkisini Anlamada Anahtar
Olarak: Emperyalizmin Bunalım Dönemleri, SB 11.
sayı) Yaklaşık 5 yıl önce söylediğimiz bu sözler,
politik durum karmaşıklaştıkça, zihinler bulandıkça
daha da anlamlı hale geliyor. Gerçekten de yeni
tarihsel sürece ve bu sürecin Türkiye özgülündeki
görünümlerine baktığımızda, olup bitenleri birbirine
bağlamak, dönemin özellikleriyle Türkiye’nin tarihinden
akıp gelen özgünlüklerini birleştirmek ancak bütünlüklü
bir yaklaşımla mümkündür. Siyasal hayatta önümüze
çıkan tek tek olguları tek tek olgular olarak
kavramaya çalıştığımızda ise düzen teorisyenleri
tarafından bir labirente dönüştürülen bu tablo
içinde yolumuzu bulmak çok güç olacaktır. Devrimci
sempatizanların ve solun çevresinde kümelenen
kafalarındaki soru işaretlerini yanıt vermek ise
böyle bir parçalı yaklaşımla hiç mümkün değildir.
En önemlisi de parçalı bir kavrayış, gitgide eklektik
çözüm yollarını üretecek ve devrimci hareketi
bütünlüklü bir müdahale noktasından kaydıracaktır.
Devrimci sosyalizm, sürecin başından beri, dünya
kapitalist sisteminin yeni bir tarihsel döneme
girdiğini ve parçaları az çok birbiriyle uyumlu
büyük bir restorasyon programını hayata geçirdiğini
söylüyor. Genel sömürü modellerinden, iş örgütlenmesinin
değiştirilmesine, dünyadaki politik hegemonya
biçimlerinden politik gericiliğin genel yayılmasına
ve postmodern ideolojik saldırıya dek bu kapsamlı
değişim, bütün kapitalist sistemi ve onun yeni-sömürge
bir parçası olan Türkiye’yi yeniden biçimlendirmiş,
hayatın bütün alanlarını etkilemiştir. Dolayısıyla,
bütün bu tek tek alanlar, bir zincirin halkalarıdır
ve böyle bir zinciri tek tek halkaları üzerinden
anlamak ve çözmek mümkün değildir. Bu, her halkada
olabildiğince büyük muhalefet güçlerini yaratmak
ve örgütlemek görevini hiçbir biçimde ertelemez;
ama zincirin bütününü kırmak için bütünlüklü bir
devrimci müdahaleden başka bir yolun mevcut olduğunu
düşünmek akıl almaz bir saflık olacaktır.
Bugünün görevi de zaten budur: Parçaları bütünle
birleştirmek; bir yandan düzenle emekçi kitleler
arasındaki her çatışma alanını bir örgütsel görev
alanı olarak kabul ederken diğer yandan daha üst
düzeyden, daha kapsamlı bir müdahale için güçleri
biriktirmek ve örgütlenmek… Başka bir yoldan gidildiğinde,
önümüze çıkacak olan şey, kaos ve zihin karışıklığından
başka bir şey olmayacaktır. Unutulmamalıdır ki,
oportünizm ve dogmatizm, insanların doğuştan kazandıkları
“yetenekler” değildir; onları yaratan şey, süreci
anlamakta ve çözüm bulmakta zorlanan insan zihninin
yavaş yavaş üzerinde kaymaya başladığı eğik düzlemdir.
.
|