Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

53. Sayı - Temmuz 2007

Geçen sayımızda yayınlanmak üzere dergimize gönderilen, ancak elimize geç ulaştığı için baskıya yetişemeyen bu yazıyı, bu sayımızda okurlarımıza sunuyoruz.

6 Haziran 1981’de şehit düşen önder yoldaşlarımız ATİLLA ERMUTLU, TAMER ARDA, DOĞAN ÖZZÜMRÜT ve ERCAN YURBİLİR’i; 25 Haziran şafağında ölümsüzleşen AHMET SANER ve KADİR TANDOĞAN’ı; Haziran şehitlerimizi, tüm devrim ve sosyalizm şehitlerimizi anıyor, onurlu tarihimizi ve şehitlerimizi selamlıyoruz.
Devrim ve Parti tarihinde bazı günler, özel bir yerde durur ve o tarihsel süreçle özdeşleşir; tarihsel günler, o tarihsel sürecin bir özetidir, her şeyi bünyesinde cisimleştirir, buradan geleceğe köprü olur. Haziran ayı ve şehitlerimiz bizim için böylesi bir tarihsel sürecin simgesi ve özetidir.
Haziran şehitlerimiz, partimizin önder kadroları olma nitelikleri ile Partimiz için adeta ikinci bir KIZILDERE’dir; ama şehitlerimiz, bir tarihsel sürecin yapıcıları olmalarıyla aynı zamanda devrimimiz için önemli bir yerde dururlar, adeta, bir devrim sürecinin, 1974-81 sürecinin özeti olup, bu tarihsel sürecin kazanımlarını, değerlerini temsil ederler. Bu açıdan, her vesile ile Haziran şehitlerimiz somutunda bu süreci irdelemek ve günümüzle bağını kurmak gereklidir. Çünkü, bu tarihsel anda bir devrim tarihi gizlidir ve oradan günümüze akan, bizi ve devrimimizi besleyen güçlü damarlar vardır. Tarih bilincinden yoksun bir parti geleceği kazanamaz; 21. yüzyılın Devrimci Komünist/Sosyalist partisi bu bilinç ve güçle inşa edilecektir.
Mahir Çayan yoldaş önderliğinde 1965-70 Devrimci Gençlik Hareketi içinde TİP ve MDD süreçlerini yaşayıp, buradan devrimci kopuşları gerçekleştiren ilk öncülerimiz, 1970 sonlarında partileşmişlerdir. Bu Devrimci Komünist/Sosyalist politik irade, yani THKP-C’nin kuruluşu, devrimimiz için bir dönüm noktasıdır. Artık devrimimiz, bu kuruluş iradesi ve 71 silahlı hareketi ile geriye dönülmez bir devrim sürecine girmiş ve geleceğe yön vermiştir. Devrimimiz ve devrimci tarihimiz bu süreçle başlamıyor, ama artık bu süreç günümüze kadar uzanan sürecin adeta temel dinamiği oluyor.
KIZILDERE, partimiz ve devrimimiz için yenilgiyi ifade ediyor; partimiz, örgütsel olarak dağılıyor ama geride devrimimize yön veren, devrimci sosyalist ideolojik-politik-kültürel miras bırakıyor.
Haziran şehitlerimiz ve Devrimci Sosyalist Hareket, parti tarihimizin onurlu bir halkası olan 1974-81 sürecini, bu devrimci miras üzerinden inşa ediyor. Bu süreçte, 12 Mart açık faşizmi, 71 silahlı direnişinin bu programı bozması ile geri çekilmiş, oligarşi ve devrimci hareket için, yükselen sınıf mücadelesine bağlı olarak yeni bir düzeyi ifade etmektedir. Emperyalist- kapitalist sistem, hem içsel, hem de sosyalizm ve devasa devrimci ulusal kurtuluş savaşlarının rolü ile bu süreçte kriz sarmalına girmiş, bu krizin ülkemize yansıması ve ülke içi sınıfsal/toplumsal dinamiklerle buluşması sonucu, sadece ekonomik değil, siyasal krizlerin de önünü açmıştır. Oligarşi, tarihsel eğilimler ve çelişkilerin de devamı olarak, bu süreçte iki ana merkezde örgütlenmiş, bunlar aracılığı ile krizi aşma ve yönetme arayışı içindedir.
Birincisi; 71 silahlı direnişinin de etkisi ile oluşan kitlelerin düzene karşı tepkilerini “sol”dan düzen içine toparlamaya çalışan ve o günlerde kısmen de olsa başarılı olan Ecevit ve CHP’dir. “Bu düzen değişmelidir” söylemleriyle kitlelerin sömürücü düzene tepkilerini eritmeye çalışan, orta sınıfların desteğini yanına alan CHP ve Ecevit, sonradan da anlaşılacağı üzere, oligarşinin, tekelci sermaye ve kapitalist büyük toprak sahiplerinin bir kanadının temsilcisidir.
İkincisi ise, MC hükümetlerinde ifadesini bulan, emperyalizm için hâlâ bir ihtiyaç olarak varlığını koruyan AP ve diğer burjuva partileridir. MHP, bu süreçte çok daha özel bir yerde durur. Baştan bu yana emperyalizmin, özelikle de NATO ve CIA’nın denetiminde kontr-gerillanın sivil gücü olarak örgütlenmiş, işçi ve emekçilerin düzene yönelik tepkilerini bastırmak için vurucu güç olmuştur. Yeni-sömürgecilik üzerinde biçim alan sömürge tipi faşizmin sivil vurucu gücüdür, faşizm en çok MHP kanalı ile kendine taban bulma çabası içindedir. Diğer burjuva partileri, elbette faşizme bağlanıyorlar ve onun hizmetindedirler, ama bu partilerin kitle tabanı, özellikle CHP’nin kitle tabanı, orta sınıfların reformist taleplerini de dillendirmektedir ve MHP ile özdeş değildir. Ama bu çelişkili birlik, 12 Eylül açık faşizmi sonrası, yeni-liberal politikalar ekseninde tüm burjuva partilerin buluşması ile bozulmuş, faşizmin yeniden yapılanması ile aynı MHP klasik faşist yapılanma özelliğini korumasına rağmen özellikle 28 Şubat ve en son 27 Mayıs süreçlerinde görüldüğü gibi, şovenist/ırkçı bir söylemle, sadece MHP değil, CHP ve diğer burjuva partilerini içine alan biçimde, çoğu kez sahte gündemler pompalanarak, faşizm, yeni bir konseptle kitle tabanı yaratmak istemektedir. Bu bir tür neo-faşist ya da popüler milliyetçilik diyebileceğimiz durumu ifade etmektedir.
71 sonrasında oligarşinin bu iki ana kampı arasında eritilmeye çalışılan işçi ve emekçi sınıfların tepkileri ve hak arayışları, yaşanan sürekli kriz ve sonuçlarından beslenmiş, 71 silahlı devriminden güç alarak yükselmiş, bu iki gerici ve karşı-devrimci barikatın dışında kendi mecrasını aramıştır. Devrimci hareket örgütsüz ve dağınıktır, kitlelerin kendiliğinden hareketi oldukça güçlüdür. 71 silahlı mücadelesi kitleler ve devrimciler üzerinde büyük bir sempati oluşturmuştur; ama bunları örgütleyip doğru yönlendirecek devrimci yapılar yoktur; bunun arayışları vardır. Sol ve devrimci hareket, 1965-71 sürecinin ideolojik mücadelesinin devamı olarak, bu süreçte ön plana çıkan 71 silahlı devrimci hareketin değerlendirmeleri ve uluslararası sosyalist harekette yaşanan çelişki ve çatışmalar üzerinden yeniden biçimlenmektedir.
Hiç şüphesiz en çok tartışılan ve temel bir unsur olarak ayrıştıran, 71 değerlendirmesi ve THKP-C’dir. Bu süreçte, istisnasız tüm sol ve devrimci oluşumlar, red veya kabul merkezli, THKP-C ve KESİNTİSİZ DEVRİM I-II-III üzerinden kendini tanımlamışlardır. 1974-75 süreci bu temelde ilk oluşumları içerir.
Devrimci sosyalist hareket, bu ortamda kurucu yoldaşların ilk devrimci çalışmaları üzerinden, hatta ilk başta kendilerine önderlik edebilecek 71 kadrolarına baş vurarak bu süreci örgütlemek istemiş, ancak bu arayışların boş olduğunun farkına varıp kendi öz gücü ile yoluna devam etmiştir. Bu süreçte, dönemin bir özgünlüğü olarak örgütsüz ve merkezileşememiş P-C grupları ortaya çıkmıştır. Sol ve devrimci hareket, kendiliğindenci kitle hareketini yakalamak istemektedir ve özellikle 71 silahlı mücadelesi temelinde yeniden saflaşmaktadır. Devrimci sosyalist hareket, P-C devamı olarak, bu siyasal ortam içinde, ideolojik alanda biraz da savunma zemininde kalarak politik bir irade olarak kendini inşa etmiş ve politik alanda kendine yer açmıştır. P-C’nin bir “çelik çekirdeği” olarak kendini tanımlayan ve diğer P-C güçleri ile mücadele içinde bütünleşmeyi önüne koyan Devrimci sosyalist hareket, partileşmeyi bu süreçte P-C güçleri ile birlikte başarmayı önüne koymuştur. Devrimci sosyalist hareket, sol ve devrimci harekete egemen olan ideolojik keşmekeş içinde KESİNTİSİZ DEVRİM I-II-III’ü temel programatik platform olarak benimsemiş, politik alanda şehir gerillası temelinde önemli adımlar atmış, bir dizi eksiklikler taşısa da devrimimiz için her dönem savunulacak onurlu bir mücadele tarihini örgütlemiştir.
Haziran şehitlerimiz ve tüm parti şehitlerimiz, bu sürecin örgütleyicileri, KIZILDERE’den devralınan devrim ve sosyalizm bayrağını en önde taşıyan savaşçılar, devrimci tarihimizin yaratıcılarıdırlar.

12 Eylül: Bir Dönemeç
Devrimimiz, 12 Eylül açık faşizmi ile tümden tasfiye edilmek istendi. 12 Eylül açık faşizmi, 12 Mart açık faşizmin devamı olup emperyalizm ve tekelci burjuvazinin çok daha kapsamlı saldırı programıdır. Dahası, 24 Ocak kararlarında ifadesini bulan yeni-liberal politikaların rahat uygulanması için, devletin ve toplumun yeniden örgütlenmesidir. Bu anlamda 12 Eylül açık faşizmi, sadece işçi ve emekçilere, tüm sol ve devrimci harekete yönelik kapsamlı ve boyutlu baskı, işkence, katliam, kitlesel tutuklama vb. değildir; yeni-sömürge kapitalizmin, yeni-liberal politikalarla yeniden örgütlenmesi, buna uygun yeni bir sermaye birikim düzeyi, tüm toplumu baştan aşağı kesen ve ona yön veren bir dönemin, yeni tarihsel sürecin başlangıcıdır.
Emperyalizme bağımlı yeni-sömürge ülkemizde yaşanan sürekli krizden tekelci sermeye kendi lehine çözümler aramış, yükselen ve düzenin sınırlarını zorlayan işçi ve emekçi sınıfların mücadelesi, sadece tekelci burjuvaziyi değil, tüm burjuvaziyi korkutmuş; 12 Eylül açık faşizmi, işbirlikçi tekelci sermaye ve büyük kapitalist toprak sahiplerinin çıkarlarını temsil etse de tüm burjuvazinin desteğini almıştır. Emperyalizmin örgütlediği 12 Eylül açık faşizmi, aynı zamanda, özelikle İran İslam devrimi ile Ortadoğu’da ortaya çıkan boşluğu doldurmak amacını güder. Siyasal açıdan her düzeyde emperyalizme bağımlılık, bu temelde derinleşen sömürü, yeni sermaye birikimi modeli ile ülkenin ekonomik açıdan da tümüyle emperyalizmin açık pazarına dönüşmesi, emperyalizm, yerli tekelci sermaye ve büyük kapitalist toprak sahiplerini çıkarları temelinde devletin ve toplumun yeniden örgütlenmesi; işte yeni dönemin başlangıcı budur. Aslında bu, 1990’da reel sosyalist ülkelerin çözülüşü ile dünyanın tümden yeniden biçimlendirilmesiyle bütünlüklü olarak yeni bir tarihsel süreci/dönemi başlatan restorasyon politikalarının, yani emperyalizmin yeni bir dönemini yaratmayı hedefleyen restorasyon politikalarının ülkemizdeki ilk adımından başka bir şey değildir.
Bu kapsamlı restorasyon programının başarısı, öncelikle devrimci ve sol hareketin ezilmesine bağlıdır. Bu yüzden 12 Eylül açık faşizmi tam bir vahşettir; işkence, kitlesel tutuklama, idam sehpası, katliam, tüm demokratik hakların bir çırpıda inkarı, sendika ve demokratik kitle örgütlerinin kapanması, işten çıkarma, hukuksuzluk, tüm hak arayışlarının bastırılması, özcesi koyu bir diktatörlüktür. Burjuva partiler “beceriksiz” bulunup kapatılmış, her şey cuntanın elinde toplanmış, sendikalar, demokratik kitle örgütleri, devrimci-demokrat basın kapatılmış, kitlesel tutuklamalar eşliğinde tüm ülke açık hapishaneye dönüşmüş, toplum terörle sindirilmiş, devlet yeniden örgütlenmiştir.
Doğal olarak bu kapsamlı saldırıların odağında devrimciler, özelikle de silahlı devrim hareketi vardır. Aslında 12 Eylül öncesi gerileyen sol ve devrimci hareket, önemli ölçüde kendiliğinden örgütlülüğü aşamamış, devrim için maddi koşulların son derece olgun olduğu bir süreçte kitlelerin taleplerine tam olarak yanıt olamamış ve onların politik alanda örgütlenmesini tam olarak başaramamış, hatta politik karakteri olmayan bölünmelerle giderek kan kaybetmiştir. Devrimci sosyalist hareket dahil tüm ana devrimci yapılar, siyasal ve programatik düzeyde neyi savunuyor olursa olsun, ki bunlar önemlidir, iç bölünmeler yaşamış, süreci aşacak güçlü politik projelere sahip olunamamıştır.
Bu iç zayıflıklar, kapsamlı ve stratejik saldırılar karşısında güçlü direnişler çıkaramaz. Zaten sol ve devrimci hareketin bir kısmının da direnme politikası yoktur. Nitekim, 12 Eylül açık faşizmi, beklentilerden daha az bir direnişle karşılaşmıştır.
Her şeye rağmen direnenler vardır; Haziran şehitlerimiz önderliğinde Devrimci Sosyalist Hareket ilk direnişi örgütler, bu süreçte devrimimizin önünü açmak için kapsamlı bir program için örgütsel hazırlıklar vardır; ama özellikle Haziran şehitlerimiz somutunda alınan örgütsel darbeler bu sürecin sağlıklı gelişmesini önlemiş, bu ve bunu izleyen darbelerle Devrimci Sosyalist Hareket giderek güç kaybetmiş, içe kapanmış, süreci aşacak politik ve örgütsel projeler üretememiştir.
İşte 6 Haziran’da İsrail konsolosunun kaçırılması eylemi hazırlığında şehit düşen ATİLLA ERMUTLU, TAMER ARDA, DOĞAN ÖZZÜMRÜT, ERCAN YURTBİLİR; 25 Haziran’da idam sehpalarında partinin ve devrimin onurunu temsil eden, anti-emperyalist bir eylemde ABD’li ajanların cezalandırılmasında tutsak düşen, ölümü zafer işaretleri ile karşılayan HAKKI KOLGU’nun yoldaşları KADİR TANDOĞAN ve AHMET SANER yoldaşlar, bu tarihsel sürecin öncüleridirler, devrimci tarihimizin yapıcılarıdırlar.

Tarihin Bu Anında Şehitlerimizle Buradayız
Tarih bugün yeniden harmanlanıyor; her şey bu temelde yeniden biçim alıyor.
Emperyalist-kapitalist sistem, 2. Paylaşım Savaşı sonrası ABD emperyalizmi önderliğinde yeniden örgütlenirken, bu süreç kapitalizmin daralan pazarlara rağmen kar oranlarının yükseldiği, sosyalizmle yarış içinde kendini yeniden ürettiği bir süreçtir. Bu süreç, 1945-70 süreci “altın çağ” olarak da tanımlanır. Ama 1970’ler devlet destekli kapitalizmin gelişmesinin tıkandığı ve sosyalizmin, özellikle de devrimci ulusal kurtuluş savaşlarının rolü ile kriz sarmalına düştüğü yıllardır. Bu kriz sarmalından çıkış için üretilen çözüm ise, yeni-liberal politikalardır; ilk deneyler Şili, Güney Kore vb. gibi ülkelerde uygulanır, ama 1980’lerde ABD ve İngiltere’de egemenlik kuran bu politika, artık emperyalist-kapitalist sistemi yönetmektedir. 2. Paylaşım Savaşı sonrası, emperyalist entegrasyonun ekonomik ayağı olarak örgütlenen IMF, DB artık bu politikaların yeni-sömürgelere dayatıcısı ve denetleyicisidirler. Emperyalist-kapitalist sistem, bu temelde, mali sermayenin egemenliği altında, rantiyeye dayalı yeni bir sermaye birikimi ve bu temelde sınıfsal ilişkilerin yeniden düzenlendiği yeni bir tarihsel sürece girmiştir.
Sosyalizm, devrimci kurtuluş savaşları ve kapitalizme karşı yükselen sınıf savaşları, geçmişte kapitalizm bünyesinde “sosyal devlet”i bir yan ürün olarak ortaya çıkarmıştır; ancak yeni-liberal politikalar vahşi ve çıplak sömürüyü dayatmış, örneğin, “özelleştirme” ve “esnek üretim” bu sömürünün temel eksenleri olmuş, “sosyal devlet” eksenli kazanımların yok edilmesi, kapsamlı emperyalist saldırı politikalarının bir parçası olarak güncelleşmiştir.
Sosyalizmin büyük geriye düşüşü ile tüm bu gelişmelerin iyice önü açılmış, dahası küresel saldırılarla yeni bir tarihsel süreç, bu temelde, sömürü ve egemenlik ilişkileriyle bütün emperyalist- kapitalist sisteme egemen olmuştur. Artık, bu yeni tarihsel süreçte, dünyanın 1/3’ünde sosyalizm egemen değildir, başta Küba olmak üzere bir kaç ülke ile sınırlı ve emperyalist-kapitalist sistemin saldırıları karşısında savunma zemininde olan sosyalizm vardır. Devrimci ulusal kurtuluş savaşları, bu süreçte, kapitalizmin gelişmesine paralel olarak emperyalist saldırılarla nispeten gerilemiştir. Dünyadaki tüm güç dengeleri, ekonomik, sosyal, siyasal, askeri, kültürel ilişkiler ve süreçler yeniden biçimlenmektedir. Böylece, bir tarihsel dönem kapanmış, yeni bir tarihsel dönem başlamıştır.
Bu dönemde sadece sosyalizmin çözülmesi değil, sosyalizmin büyük geriye düşüşünden güç alarak başlatılan “sosyalizm öldü” palavraları ve kapsamlı ideolojik saldırılar da, hem emperyalist metropollerde, hem de yeni sömürgelerde devletin yeniden biçim almasıyla yeni bir düzeye ulaşmıştır. Derinleşen kapitalist sömürü ve bu temeldeki siyasal, sosyal sonuçları; yani işsizlik, yoksulluk, evsizlik, hastalık, açlık, ahlaki çürüme, çevrenin bozulması, yabancılaşma, artan oranda siyasal gericilik, savaş ve işgal, vb. bu baskı mekanizmalarıyla, metropol kapitalist ülkelerde burjuva diktatörlükleri, yeni-sömürgelerde faşizmin yeniden kurumsallaşması ile kontrol edilmek istenmiştir. Emperyalist saldırı politikaları sadece sosyal yıkımı dayatmakla kalmamış, işgal ve emperyalist savaşları mazlum halklara dayatmış, yeni-sömürgecilik derinleşirken bununla birlikte açık işgal ve sömürgecilik güncelleşmiştir.
Buradan emperyalizmin her şeye mutlak egemen olduğu çıkmaz. Tam tersine, tüm bunlar sınıfsal ve ulusal çelişkileri yeni biçimde büyütmektedir, emperyalist-kapitalist sistemde, onun en zayıf halkalarında “patlayıcı maddeleri” yoğunlaştırmakta, devrimleri güncelleştirmektedir.
İşçi sınıfı ve ezilen halkların kurtuluşu, sahte “demokrasi” arayışlarında değil, devrim ve sosyalizmdedir. Tükenen kapitalizmin sınırları bunun tüm maddi koşullarını olgunlaştırmaktadır. Latin Amerika’da gelişen mücadele başta olmak üzere Asya’da ve özelikle bölgemizde emperyalizme karşı yükselen mücadele, yer yer sınıfsal dinamiklerle buluşmakta zorlansa da işçi sınıfı ve ezilen halklara kurtuluşun kavgadan geçtiğini gösteriyor, devrimler için zengin deneyler oluşturuyor.
Devrimimiz, dünya devriminin tüm devrimci dinamiklerinden güç alarak sınıfsal zeminde, emperyalizmin ve oligarşinin her türlü oyunu ve saldırılarını püskürterek ilerleyecek, mevcut bağımlı, sömürücü, tepeden tırnağa gerici ve şövenist düzeni tümden yıkacak, bağımsız, eşit, özgür bir ülkede, insanca yaşamı ifade eden sosyalizmi inşa edecektir.
Şehitlerimiz bu kavgada, önderlik edecek, yol göstereceklerdir.

Onlar Öncülerdir, Önderlerdir
TDH’de özellikle son yıllarda bir süreci işaretlersek, 12 Eylül açık faşizminden bu yana, daha özel bir vurgu ile 1990’lardan bu yana belki de en çok çarpıtılan kavram ve kurum, öncü ve önderliktir. Bilimsel sosyalizmin tarihinde de bu kavram vardır; ama doğru, kendi ayakları üzerinde, çarpıtılmış, yozlaştırılmış olarak değil.
Marksist Leninist parti, işçi sınıfının öncüsü, kurmayı olup işçi sınıfı ve emekçi halkla özdeş değildir; her zaman sınıf ve parti arasında bir mesafe vardır ama bu mesafe, devrimci parti ile sınıfı/halkı bir birbirinden kopuk, ayrı ayrı yerde konumlandırmaz. M-L parti, işçi sınıfı ve emekçi halkın en ileri unsurlarını bünyesinde toplar, M-L düşünceyi kendine rehber edinir, işçi sınıfı ve emekçi halka önderlik eder; partinin “öncü” ve “kurmay” olması da bundandır; parti sınıf ile özdeş, aynı olmaz, sınıfın seviyesine “inmez”, sınıfa ve emekçi halka önderlik eder, “yukarıdan” bilinç taşır, kendi seviyesine sınıfı ve emekçi halkı çeker. Bu anlamda M-L parti, öncüdür. Lenin’de çok daha belirgin olan “öncü parti” kavramı da budur. Ve M-L bir partide, her şeyden önce, bir önder kadrolar topluluğu olmazsa, bu önder kadrolar topluluğu etrafında, parti üye ve savaşçıları olmazsa, bunlar bir parti hukuku içinde örgütsel yaşamı inşa edemezse, bunların işçi ve emekçi sınıflarla kendine özgü ilişkiler bütünü olmazsa, o parti, asla öncü parti olamaz.
Dikkat edilirse öncülük ya da önderlik kavramı, tek bir anlam içermiyor, önde olmadan, öncülük etmeden türüyor, kendiliğindenciliği aşarak iradeyi ön plana çıkarıyor ve en yüksek biçimini öncü partide, parti birliği içinde önder kadrolar topluluğunda ya da başka ifade ile önder kurumlar/örgütlerde ifadesini buluyor.
Marks ve Engels’in yaşamı ve mücadelesi, Marksizm’i özellikle örgüt alanında geliştiren Lenin’in yaşamı ve mücadelesi tam da budur; bu konuda iki baş yapıt olarak,”Komünist Manifesto” ve “Ne Yapmalı” bu anlayışın temelidir.
Ama bu doğru ve bilimsel anlayış, Lenin’in ölümünün hemen ardından bozulmaya başlıyor. Lenin döneminde, “Leninizm” ya da ucube sözlerle “tüm değerlerimizin toplamı Lenin” vb. gibi tanımlar yoktur. Lenin, devrime önderlik eden öncü partinin, Bolşevik partinin önder kadrolarından biridir, eşitler içinde öne çıkandır; kendi fikirleri ve devrimin başarısı için parti içinde, diğer önder kadrolarla mücadele eden Lenin partiyi bu temelde eğiten, parti politikalarını oluşturandır. Ölümünden önce, devrim yapan bir partinin önderi olarak diğer önder kadroları birleştiren bir güç olarak, önder kadroların kişilik özelliklerini bile dikkate alarak olası bir parçalanma ve iç mücadeleyi önlemek için, parti içinde önderlik mekanizmasını güçlendirmeye yönelik daha geniş katılım ve daha çok kolektivizmi önerdiği de biliniyor.
Ama sosyalizm tarihinde bilimsel sosyalizmin bozulması da Lenin’in ölümünden sonra, 1930’larda başlıyor. Lenin, emperyalist çağın Marks’ıdır; bundan dolayı, emperyalist çağda Marksizmin, Marksizm-Leninizim olarak tanımlanması, doğal, anlaşılır ve haklıdır. Ama, burada durulmamış, yozlaşma da zaten bundan sonra başlamıştır. Marksizm-Leninizme tek bir ciddi katkı sunulmadan yeni “izm” ler çıkmış, 3. Enternasyonal de bunu kutsamıştır. “Marksizm-Leninizmin daha üst aşaması” gibi ucube kavramlar bundan sonra her yana saçılmış, örneğin, Maocu gelenekte sık sık görüldüğü gibi, Marksizm-Leninizme bir de, “daha yüksek aşama” olarak “Maoizm” eklenmiş, dahası her ülkede Maocular içinde önder konumda olanlar buna ek olarak bir de (örnek olsun) “Gonzalo düşüncesi” gibi isimlerle tanımlanmıştır.
Hepsi bu değil, Maocu akımlar dışında da önderlik sorunu bir ucubeye dönüşmüş, kişi kültü adeta her şey yapılmış, “tüm değerlerin toplamı” gibi tanımlarla, yeni önderlik kavramları ortaya çıkmıştır. Hepsi bu olsa neyse; bu, bir sistem olmuş, demokrasinin gelişmediği geri bıraktırılmış, sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde bu ucube anlayışlar toplumsal zeminden beslenmiş, korkunç bir yabancılaşmanın ürünü olarak, “önderlik” adeta tanrılaşmış ve her şey yapılmıştır. Tabii bu sistemde parti vardır; ama bu parti “önderliğe” ya da tek kişi olarak “önderlik kurumuna” bağlıdır, demokrasi “önderliğin” çizdiği sınırlar içindedir; parti, sosyalizm temelinde oluşan parti hukuku içinde özgür bireylerin toplamı değil, bir cemaattir; demokrasi, katılım, eleştiri, haklar vb. yoktur, “en merkeziyetçi” olmak, verilen görevi yapmak, güç karşısında tapınmak vb. vardır.
Devrimci sosyalizm tüm bu ucube anlayışları reddeder; parti tarihimizin hiç bir aşamasında bu tip anlayış ve pratiklere yer verilmemiştir, asla da bunlara yer yoktur. Bizde önderlik kolektif bir kurumdur, politika üreten, savaşan, yol gösteren, parti çizgisini geliştiren, partiyi eğiten bir kurumdur. Bu kurum, parti çizgisi ve değerlerimizi ifade eden şehitlerimizi aşan, onlar üzerinde olan değil, ona bağlı, kolektivizmi en ileri temsil edendir. Bu kurum, sosyalizme yabancı “kişi kültünü” reddeder, parti örgütü içinde yetkilerini partiden, P ve C’lilerden alır. Bu kurum; “yanılmaz ve şaşırmaz” değil, insan üstü, “yarı-tanrı” kadrolardan hiç değil, Marksizm-Leninizmi kavramış, bunu kişiliğinde somutlaştırmış, parti çizgisine bağlı ve onu devrimci yenilenme eylemi ile geliştiren, manevi otoritesini siyasal otorite ile bütünleştiren önder ve kurucu kadroların bileşik güçünden oluşur. Bu kurum, sosyalizme yabancı hiçbir şeyi temsil edemez, parti yaşamında sosyalist ilişkileri en ileri düzeyde kendinde cisimleştirir.
Başta Mahir yoldaş olmak üzere HAZİRAN şehitlerimiz bu konuda bizler için örnektirler. Böylesi bir önderlik vasıflarını simgeleyen şehitlerimiz gibi yaşayacak, onlar gibi savaşacak, onlar gibi partiye ve mücadeleye sahip çıkacak, onların yolunda devrime önderlik edecek Devrimci Komünist/Sosyalist partiyi inşa edeceğiz.

Bu Partinin Programı Devrim Programı Olacaktır
Böyle bir partinin, her şeyden önce, 21. yüzyılda, yeni tarihsel dönemde evrensel ve özgül karakter gösteren ve biriken tüm sorunlara devrimci çözüm gücü olacak bir programa sahip olması gereklidir. 21. yüzyıl, 20. yüzyılın çözülmeyen devasa sorunlarını devraldı, yeniden üretti; bundan dolayı, birbiri ile ilişkili ama iki ayrı biçimde bu sorunlara devrimci yanıt oluşturacak iki politik belgeye ihtiyaç vardır. Birincisi program; ikincisi ise sık sık ifade ettiğimiz gibi Manifesto ya da bildirge... Bu iki politik belge, ideolojik birliğin, irade birliğinin, tüm siyasal birikimimizi arkalayarak almış olduğu somut biçim olacaktır. Bu iki politik belge partinin üzerinde yükseleceği ideolojik-politik zemindir, bu olmadan 21. yüzyılın Devrimci Komünist/Sosyalist Partisi olamaz. Ama parti, bu hedef ve zeminden öte hedef ve kurumlaşmanın toplamıdır.
Devrimci Komünist/Sosyalist partinin inşası; ideolojik düzeyde bu program ve manifestonun üretimi, politik düzeyde devrimci atılım, örgütsel düzeyde ise kurumlaşma ve örgütlenmenin yeni bir düzeyi ile başarılacaktır. Bu hedeflere yürüyoruz.
Devrim programımız sadece kapitalizmin, onun en yüksek aşaması olarak emperyalizmin, emperyalizmin günümüzde almış olduğu biçimin, yeni tarihsel sürecin bir eleştirisi olmakla birlikte, bunu aşan biçimde sosyalizm deneylerinin devrimci eleştirisi üzerinden yeni bir sosyalizm anlayışına dayanacak, ülke devrimin tüm sorunlarını bu temelde çözecektir.
Programımız; Marksizm-Leninizmin tüm birikimine, Türkiye Devrimci Hareketinin bu alanda ürettiği ve sahiplenilmesi gereken her adımına dayanmalı, parti tarihimizin bu alandaki zayıf yanlarını güçlendirmeli, devrimimizin tüm sorunlarına, işçi sınıfının bakış açısı ile çözüm üretmelidir. Programımız, “ulusun”, “halkın” değil, işçi sınıfının programıdır; her sorunu bu temelde ele alır, içinde yaşadığımız sürecin nesnelliğine dayanır, “olasılıklar”, “politik manevralar” vb. üzerinden değil, işçi sınıfının çıkarları temelinde stratejik çözümler üretir.
Bu program bir devrim programıdır; partiyi, işçi sınıfını ve halkı bu program eğitir, onları devrime hazırlar, sadece neleri yıkacağını değil, devrim denilen büyük toplumsal eylemle neleri kuracağını da somut olarak tanımlar.
Burada soru şudur; bu programın, yazılı bir belgeden öte politik bir rol oynaması için ne yapmak gereklidir?
Biliniyor, bir program ne kadar devrimci olursa olsun, eğer sınıf mücadelesi içinde somut karşılık bulup örgütsel mekanizmalarla kitlelere mal edilemezse, kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Politik rol oynaması için bir programın elbet bu toplumsal ilişkiler içinde mevcut sorunlara doğru çözümler önermesi zorunludur; ama bu yetmez, bunun kitlelere mücadele içinde mal edilmesi gereklidir.
O halde tek başına bir program ne kadar devrimci olursa olsun, sadece program olduğu için politik rol oynayamaz. Eğer siz, bu program temelinde sınıf mücadelesinin en temel sorunlarına devrimci müdahale edemiyorsanız, bunun için asgari örgütsel mekanizmalara sahip değilseniz, Türkiye Devrimci Hareketinde çok sık örnekleri görüldüğü gibi sadece mevcut programlara yeni birini eklemiş olursunuz. Anlaşılacağı üzere bu kapsamlı bir mücadeleyi gerektirmektedir. Ama tüm bunlardan önce, parti birliği için, ideolojik birliğimizin damıtılmış biçimi olarak, bir programınız olmalıdır. Dahası, eğer siz, bunca mücadele sürecine rağmen, bir program bilinci oluşturamamışsanız ya da bu bilinç zayıfsa, her şeyden önce buradan başlamak zorundasınız.
Hiç lafı gevelemeden doğrudan ifade edelim; Türkiye Devrimci Hareketinde program bilinci zayıftır ve tüm programlar, aşağı yukarı 3. Enternasyonal’in 1928 programının kötü bir kopyasıdır. Elbette biz, 1928 programı dahil, Marksizlm-Leninizmin tüm program birikimini önemseriz, buradan besleniriz; ama bunu aşmak gibi bir görevimiz de vardır. Dahası, program bilinci, programatik görüşlerimize ve program için güçlü bir siyasal-teorik arka planımız olmasına rağmen, Devrimci sosyalist hareket saflarında çok daha zayıftır. Bunun farkındayız.
O halde biz, öncelikle buradan başlayacağız; yani, bizim programımız, her cümlesi emperyalizme ve oligarşiye karşı bir savaş çığlığı olup işçi sınıfının bakış açısı ile sorunları ele alacak, nihai hedefimiz olan komünizmden hiç şaşmadan bu ülkenin tüm sorunlarına devrimci çözüm önerecektir. Biz bir devrim programını üreteceğiz ve bunu çok sıkı, ciddi, katılımcı bir tartışma süreci ile devrimci sosyalist hareket saflarında bir bilinç oluşturarak somutlaştıracağız; buradan, partinin inşası ve devrimci atılımla programımız kitlelere taşınacak, kitlelerin elinde politik karakter kazanacaktır.
Haziran şehitlerimizi andığımız bugünlerde; şehitlerimize ve onların şahsında partiye, devrime, sosyalizme bağlı kalarak katılımcı bir tarzla, 21. yüzyıl devrimlerine katkı sunacak, bu ülkede devrimin yolunu açacak devrim programını tartışmak, güçlü bir parti ve program bilincine ulaşmak, yeniden inşa sürecimizde bir adım daha atmak... İşte güncel, somut ideolojik-politik görev budur!
Bu devrim programı; kapitalizmin geliştiği aşama ve bunun üzerinde yükselen egemenlik biçimini, emperyalizme bağımlı yeni-sömürge düzeni ve faşizmi tümden yıkacak, parçalayacak, Kürt ulusunun özgürlük sorunu dahil tüm demokratik sorunları çözecek, bunları sosyalizme bağlayacak, demokratik ve sosyalist görevlerin çözümünü kapsayacaktır. Anti-emperyalist anti-oligarşik DHD, emperyalizmin siyasal, ekonomik, kültürel tüm egemenlik biçimlerine son verecek, tam bağımsız ve özgür bir ülke inşa edecek, emperyalizmin işbirlikçisi oligarşinin ekonomik gücüne el koyacak, onun tüm egemenlik biçimlerini parçalayacak, işçi sınıfı ve tüm emekçi halkın kendi iktidarını kuracaktır. Devrimci Halk İktidarı, hemen, hiç duraksamadan sosyalizmi yukarıdan aşağı inşa edecek, özgür ülkede insanca yaşamı kuracaktır; sürekli devrim içinde, emperyalizmin yer yüzünden silinip kökünün kazınması için, komünizmi dünya ölçüsünde kurmak için savaşacaktır.

Devrimci Kurtuluş Bayrağını Yere Düşürmeyeceğiz
Devrimciler ölmez, devrim yenilmez. Devrimler düz bir hat izlemez, zaman zaman geriye düşer ama yeniden ayağa kalkar kendi yolunda ilerler.
Tarih hükmünü vermiştir; son sömürücü sistem olan kapitalizm, tekelleşerek, sömürü ve egemenlik biçimlerini evrenselleştirerek kendi sonunun tüm maddi koşullarını yaratmıştır; tekelci kapitalizm sosyalizmin arifesidir. 20. yüzyıl baştan aşağı tam da budur. Bir yanda tekelleşen, asalak, çürüyen kapitalizm ve bunun sonuçları olarak, açlık, yoksulluk, hastalık, çevrenin bozulması, siyasal gericilik, demokrasinin inkârı, işgal, savaş vb. gibi insanlığı yok eden devasa sonuçlar; diğer yandan tüm bunlara karşı insanlığın kurtuluşu için devrimler ve sosyalizm… Eğer, devrimleri ve tüm eksik yanlarıyla sosyalizmi dışta tutarsak, bu yüzyıl, utanç, insanlığı aşağılayan bir yüzyıl olarak tanımlanır.
Tarih hükmünü vermiştir; dünya devriminin bir parçası olarak devrim, bu ülkede zorunludur, ülkemiz devrime gebedir; devrimimiz, tarihin bu hükmünü yerine getirecektir. Kolay olmayacak, bu uzun savaşta bazen geriye düşeceğiz ama kurtuluş bayrağını zafere taşıyacağız.
Bu bayrak, Kızıldere’de, Maltepe’de, Beylerderesi’nde, Haziran şafaklarında, çatışmalarda, idam sehpalarında, direnişlerde, barikat başlarında hiç yere düşmedi. Bu bayrak, Mahir oldu, Ulaş oldu, Cevahir oldu, Fehmi oldu, Nurettin oldu, Bedrettin oldu, Atilla oldu, Tamer oldu, Hakkı oldu, Kadir oldu, Ahmet oldu, Didar oldu, Serpil oldu, Erdal oldu, Betül oldu; biri diğerine devretti ve zafere kadar taşıma sözü verdi. Onlar önderdir, gerilladır, savaşçılardır, kurtuluş bayrağını onurla daha yükseklerde taşıyanlardır. Bugün bu bayrak biz DEVRİMCİ KURTULUŞCULAR’ın ellerindedir.
Zafere kadar taşıyacağız, şehitlerimizle birlikte!

HAZİRAN ŞEHİTLERİ ÖLÜMSÜZDÜR!
KURTULUŞA KADAR SAVAŞ !

 




 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19