Devrim mücadelesi, uzun, zorlu bir süreçtir.
Ve bu yolun her adımı, yitirdiğimiz yoldaşların
anılarıyla doludur. Evet, pürüzsüz, dümdüz bir
yolda yürümeyi, tek bir kayıp bile vermeksizin
“mutlu son” pembeliğine ulaşmayı isterdik belki
ama bunun imkânsız olduğunu da hepimiz biliriz.
Çünkü devrim dediğimiz şey, toplumsal yapıda birkaç
küçük değişiklik değil, ülkenin ve dünyanın kökten
değiştirilmesi, toprağın tümüyle alt üst edilmesi
sürecidir ve egemen güçler bu sürece karşı son
ana kadar büyük bir direnç gösterirler. Mevcut
sömürü ve soygun düzeninin devamı için en kanlı
saldırıları gerçekleştirmekten, akla gelmedik
cinayetleri işlemekten geri durmazlar; tarih bunun
örnekleriyle doludur. Devlet mekanizması da zaten
esas olarak bunun için vardır. Bütün baskı aygıtlarının
yapısı, mümkün olduğunca çok devrimciyi yok etmek
ya da etkisizleştirmek, kitle hareketini bastırmak,
sonuç olarak statükonun devamını sağlamak için
organize edilmiştir.
Üstelik bazen, düşmanın doğrudan bir saldırısı
olmadan da yoldaşlarımızı yitirdiğimiz olur. Bir
hastalık ya da kaza sonucu hayatımızın içinden
kayıp giden insanlar çoğu kez bize daha büyük
bir acı verir; çünkü böyle bir durum, onların
kendi düşlerine de aykırıdır. Her ölüm erkendir
belki ama böylesi olunca sanki bir şeyler çok
eksik kalmış gibidir; o yüzden hep “keşke” deriz,
“keşke böyle olmasaydı.”
Ama sonuçta, şöyle ya da böyle aramızdan ayrılırlar.
Geride büyük bir acı ve güçlü anılar bırakarak.
Yoldaşlık, çok kapsamlı ve derin bir duygudur;
ne kan bağına benzer, ne sıradan arkadaşlıklara.
Bazen tanık oluruz; ölümün acısı bir ailede hafifledikten
sonra bile bizim içimizde ağır bir taş gibi oturur
kalır. Kınanacak bir şey değildir elbette, sonuçta
aile bir süre sonra kendi yaşam serüvenine geri
döner, dönmek zorunda kalır; ama beri yanda acı
hâlâ canlıdır. O yoldaşımız ailesiyle elbette
daha uzun bir süre yaşamıştır; bizimle olan ilişkisi
belki daha kısadır. Fakat, son derece yoğundur
ve aynı yolda yürümenin getirdiği çok yakın bir
“ruh birliği”ni ve değerler bütünlüğünü yansıtır.
“Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!”
Ama bu nasıl bir ölümsüzlüktür; bir ruh birliği
ve iletişim nasıl yıllarca korunabilmektedir?
Çok doğal olarak biz -şimdi bu satırları okurken
de- öncelikle yakın tarihi ve en yakın olduğumuz
insanları düşünürüz; ama aslında sözünü ettiğimiz
şey bundan çok fazlasıdır. Yani işin içine Bruno
ve Hallacı Mansur’dan 1848 Avrupa Devrimlerine,
Ekim’e, İspanya İç Savaşı’na, Vietnam’a oradan
Kızıldere’ye Filistin’e ve daha dün yitirdiklerimize
kadar uzanan bir geniş yelpaze girer. Yani yalnızca
az çok tanıdığımız, yüz yüze karşılaşma şansını
yakaladığımız insanlardan değil, hiç tanışmadığımız
binlerce, milyonlarca insandan da söz ediyoruz.
“Devrim şehitleri ölümsüzdür!”
Oysa ölüm soğuktur. Fiziksel bir yok oluştur.
Netice olarak biz Marksistler, ölümden sonraki
yaşam ya da ruhun devamlılığı gibi metafizik iddialara
da elbette inanmayız. Bütün bunları tartışmaya
bile gerek yok. Bu konularda yapılan pek materyalist
anlamsız söylemler de doğrusu can sıkıcıdır. Bazıları
vardır hani, rastlarız, sıkı ateisttirler! “Şehit”
kavramı ya da “ölümsüzlük” gibi kategoriler üzerine
ara ara esip gürlerler, devrimcileri dini motifler
kullanmakla suçlarlar. Herkeslerin bilmediğini
onlar bilmektedir ve bir tek onlar bilmektedir!
Oysa mesele aslında çok yalındır. Evet, “şehit”
(martyr) kavramı, Doğuda da Batıda da köken olarak
“din uğruna ölüm” temasını içinde barındırır ama
burada çok özel bir bağlam söz konusudur ve mesele
zaman içersinde artık bu ilk kökeni ve lügat anlamını
aşarak başka bir noktaya gelmiştir. Esasen devrimci
hareketin çevresindeki emekçi kitleleri de bunu
kavramışlar ve uzun yıllardır benimsemişlerdir.
Yani onlar, devrimcilerin dinsel düşüncelerden
ne kadar uzak olduklarını -en azından bu kadarını-
bilirler ve “devrim şehitleri” denildiğinde ne
kastedildiğini anlamaktadırlar.
Solda gereksiz abartılarla dini motiflere kayan
örnekler de yok değildir belki; ama bunlar zaten
uç örneklerdir. Üstelik bu tür şeyler “halkın
isteği” gibi gerekçelerle de açıklanamaz. Halkın
bizim dindar olmamız yönünde bir isteği filan
yoktur. Onlar, bizim hayatın içinde doğru davranıp
davranmadığımıza, dürüst olup olmadığımıza, kendi
davamızda ısrarlı ve kararlı olup olmadığımıza
bakarlar.
Yani bunlar gereksiz işlerdir. Abartılı işlerdir.
Ama yine de, -bütün bu anlamsız, boş söylemleri
bir yana koyalım- yitirdiğimiz yoldaşlarla bizim
aramızdaki bağ nedir? Bu bağı canlı tutan şey,
metafizik bir halka mıdır?
Kuşkusuz değil. Tersine bu bağ, somut ve canlı
bir şeydir. Yani onların uğruna öldükleri mücadele
ile bizim varlığımız arasında bir devamlılık ilişkisi
vardır. Sanki bir bayrağı devralmış gibiyizdir.
Onlardan geriye uzak ya da yakın anılar kalır;
ama o anılar boşlukta bir yerde durmazlar. Tümü
de bugün yaptığımız işin, devrim mücadelesinin
içinde varlıklarını sürdürürler.
Bu mücadele de mekanik, salt “sınıf” gibi kavramlarla
biçimlenen bir süreç değildir. Devrim konusundaki
ısrar, hemen hemen tümümüzde, sadece mevcut düzenin
tarihsel olarak kötülüğünden, insanlığa verdiği
zararların anlaşılmasından değil, ahlaki bir boyuttan
da güç alır. Yani bu yolda şimdiye dek yaptıklarımız,
yaşadıklarımız, yitirdiklerimiz de bu düşüncenin
ve davranışın oluşumuna katılır. Stalingrad’da
ev ev, sokak sokak çarpışan, bir saniye sonra
ölebileceğini bile bile kendisini tankların altına
atan insanlar, bizim damarlarımızda kendisine
bir yer bulur. Ağzından “bilmiyorum”dan başka
söz çıkmayan partizan Tanya kalbimizin derin bir
yerindedir. Jose Marti, bugün hâlâ Latin Amerika’nın
bir ucundan öteki ucuna at koşturmaktadır. Saygon
zindanlarında akıl almaz koşullarda teslim olmayı
reddeden insanlar, bu dünyanın içindedir. Madrid
kapılarında son sözü “no pasaran” olan binlerce
kahramanın anıları zihnimizin bir köşesindedir.
Bu insanların hiçbirini kişisel olarak tanımayız,
onlarla yüz yüze bir ilişkimiz olmamıştır; ama
şunu biliriz: Şimdi şurada, karşımızda olsalar
birkaç saniye içinde muazzam bir kardeşlik duygusuyla
kaynaşır gideriz.
Biz onlarla birlikte yürürüz. Anılar dediğimiz
şey nedir? Her şeyden önce, onların inandıkları,
inandığımız şey için ölümle yüzleşmeyi göze almış
olmalarıdır. Üstelik bazıları bunu en kritik süreçlerde
ve en kritik biçimler altında yapmışlardır. Bazıları
bunu idam sehpasında başarmışlardır. Kuşkusuz,
saat saat, saniye saniye yaklaşan ölüm karşısında
dik durmak öyle basit bir iş değildir. Deniz Gezmiş,
bu yüzden işte, Türkiye devrimci hareketinde bir
kilometre taşıdır. Bu yüzden daha sonra gelen
gencecik insanlar, aynı yoldan yürüyüp idam sehpasına
çıktıklarında içlerinde 6 Mayıs sabahından akıp
gelen güçlü bir rüzgarı hissetmişlerdir. Ahmet’le
Kadir’in eklendiği gelenek, bu dik durma geleneğidir.
Yanlış bir Kaypakkaya, nasıl büyük bir darbe olurdu
hepimizin zihninde? Ama o, yanlışın kenarından
bile geçmedi. Onun şu çok bilinen ifade metni,
adeta bir edebi eser gibi güçlüdür hâlâ. “Ben
şuyum ve fakat size bilgi vermeyi reddediyorum…”
Dünyada bundan daha güçlü bir söz var mı? Bu büyük
meydan okuma, sonuçta onun hayatına da mal olsa,
geriye kalan şey değeri ölçülemez bir hazine gibidir.
En amansız işkenceler altında bize güç verir;
neyin yapılabildiğini yeniden yeniden anlarız.
Ve Kızıldere… Nereye gittiklerini, neden gittiklerini
bilen insanlar… Çatıdan meydan okuyan, “gelin
de teslim alın” diyen o güçlü ses, yıllar yılı
kulaklarımızda çınlamıştır.
Bazıları, bir çatışma sırasında yoldaşlarını gönderip
geride kalmıştır. Bunu isteyerek yapmıştır ve
yaptığı şeyin sonucunu da iyi bilmektedir.
Bazıları, sabah evden çıkarken o günün riskli
olduğunu bilmektedir ama yine de ayakkabı bağlarını
sıkıca bağlayıp, gömleğinin yakasını düzeltip
yola koyulmuşlardır.
Bazıları, ihanete uğrayıp tuzağa düşürülmüşlerdir.
Ama geriye kalan şey, hainin değersiz adı değil
onların büyük direniş tutkusudur.
Ve bazıları, hasta yatağında yoldaşları için yanıp
tutuşarak, yapabilecekleri konusunda kendini kahrederek
aramızdan ayrılmışlardır. Onlardan geriye kalan
şey, aynı hastalıktan ölen binlerce insanın sıradan
anıları değil, bir onur ve gururdur.
Bütün bunların tümünde, bir metafizik safsata
değil, “özdeşleşme” diyebileceğimiz bir duygu
vardır. Özdeşleşmenin kaynağında aynı ufka, aynı
ideallere, ortak davaya adanmışlık vardır. Çoğu
durumda hiç karşılaşmadan, kişisel olarak tanışmadan,
aynı kurtuluş damarını beslemek, ondan beslenmek,
tüm yaşamını o kurtuluş damarına bağlamak, ona
adamak ve onun içinde eriyip yeniden biçimlenerek
yeni bir insan olmak… bu yoldan tüm yoldaşların,
tüm devrimcilerin yarattığı değerlerin bir parçası
haline gelmek, onları kendi parçamız haline getirmek…
İşte özdeşleşmenin özünde bunlar vardır. Kişisel
olarak tanıdıklarımızda elbette durum daha farklıdır.
Onunla yaşamışızdır, zihnimizin bir köşesinde
canlı kişisel anılar da vardır. Ama hiç tanımadıklarımızla
da aynı “özdeşleşme”yi yaşarız. Teker teker idam
sehpasına çıkarılırken “iriş dede sultan” diyen
Börklüceler, Torlak Kemaller, Bolivya ormanlarında
özgürlük için canlarını veren Che ve yoldaşları…
Ve başka binlercesi… Tümüyle aramızda güçlü bir
“özdeşlik” bağı vardır.
Peki azizlerden, evliyalardan mı söz ediyoruz?
Asla! Hiçbir şeyi abartmıyoruz biz. Onlar neyseler
öyledirler. Kusursuz insanlar olduklarını da hiç
söylemedik, söylemeyiz. Böyle yaparsak, onları
ulaşılmaz kılarız ve bu doğru değildir. Tersine,
bizim büyüdüğümüz sokaklarda büyüdü onlar, bizim
geçtiğimiz yollardan geçerek ve bizim yaptığımız
hataları yaparak geldiler. Ama tarihin ortasında
bir yerde, bütün inandıklarımızın, uğrunda savaştığımız
her ne varsa onun canlı ifadesi oldular.
Devrimci hareket, kendi doğası gereği geleceğe
doğru yürüyen ama bunu yaparken ayaklarını geçmişin
üzerine basan bir harekettir. Kuşaklar birbirine
eklenir, birbirini besler, tamamlar. Bir kuşaktan
geriye kalan her şey, yeni bir başka kuşağın zeminini
oluşturur ve bu böyle bir zincir halkaları gibi
sürer.
“Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!”
Bu, akıp giden bir ırmak olarak devrim hareketinin
sürekliliğidir.
Ne metafizik, ne abartı, ne de kaba “materyalist”
ukalalıklar…
Sözünü ettiğimiz şey, canlı bir yaşam yoludur.
Biz, onun içinde yürürüz ve her adımda bizden
önce yürüyenlerin ayak izlerini görürüz. Kendi
ayak izlerimiz onlarınkine karışır ve sonra başkaları
bizim ayak izlerimize basarak aynı yoldan yürür.
Birinin yarım bıraktığını diğeri tamamlar, birinin
unuttuğunu öteki anımsar ve bu durmadan akar…
Onlara layık olmanın tek yolu vardır; yarım bıraktıklarını
tamamlamak…
Yarının sosyalist ülke toprağında, durup geriye
doğru bakma fırsatı bulursak eğer, göreceğimiz
şey, bize o gün, o anda durduğumuz yeri armağan
edenlerin gülümseyen yüzleri olacaktır.
Anıları bizimle…
Sonsuza dek!
|