Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

52. Sayı - Haziran 2007

PARTİ ve KÜLTÜR

Devrim mücadelesi, uzun, zorlu bir süreçtir.
Ve bu yolun her adımı, yitirdiğimiz yoldaşların anılarıyla doludur. Evet, pürüzsüz, dümdüz bir yolda yürümeyi, tek bir kayıp bile vermeksizin “mutlu son” pembeliğine ulaşmayı isterdik belki ama bunun imkânsız olduğunu da hepimiz biliriz. Çünkü devrim dediğimiz şey, toplumsal yapıda birkaç küçük değişiklik değil, ülkenin ve dünyanın kökten değiştirilmesi, toprağın tümüyle alt üst edilmesi sürecidir ve egemen güçler bu sürece karşı son ana kadar büyük bir direnç gösterirler. Mevcut sömürü ve soygun düzeninin devamı için en kanlı saldırıları gerçekleştirmekten, akla gelmedik cinayetleri işlemekten geri durmazlar; tarih bunun örnekleriyle doludur. Devlet mekanizması da zaten esas olarak bunun için vardır. Bütün baskı aygıtlarının yapısı, mümkün olduğunca çok devrimciyi yok etmek ya da etkisizleştirmek, kitle hareketini bastırmak, sonuç olarak statükonun devamını sağlamak için organize edilmiştir.
Üstelik bazen, düşmanın doğrudan bir saldırısı olmadan da yoldaşlarımızı yitirdiğimiz olur. Bir hastalık ya da kaza sonucu hayatımızın içinden kayıp giden insanlar çoğu kez bize daha büyük bir acı verir; çünkü böyle bir durum, onların kendi düşlerine de aykırıdır. Her ölüm erkendir belki ama böylesi olunca sanki bir şeyler çok eksik kalmış gibidir; o yüzden hep “keşke” deriz, “keşke böyle olmasaydı.”
Ama sonuçta, şöyle ya da böyle aramızdan ayrılırlar. Geride büyük bir acı ve güçlü anılar bırakarak. Yoldaşlık, çok kapsamlı ve derin bir duygudur; ne kan bağına benzer, ne sıradan arkadaşlıklara. Bazen tanık oluruz; ölümün acısı bir ailede hafifledikten sonra bile bizim içimizde ağır bir taş gibi oturur kalır. Kınanacak bir şey değildir elbette, sonuçta aile bir süre sonra kendi yaşam serüvenine geri döner, dönmek zorunda kalır; ama beri yanda acı hâlâ canlıdır. O yoldaşımız ailesiyle elbette daha uzun bir süre yaşamıştır; bizimle olan ilişkisi belki daha kısadır. Fakat, son derece yoğundur ve aynı yolda yürümenin getirdiği çok yakın bir “ruh birliği”ni ve değerler bütünlüğünü yansıtır.

“Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!”
Ama bu nasıl bir ölümsüzlüktür; bir ruh birliği ve iletişim nasıl yıllarca korunabilmektedir?
Çok doğal olarak biz -şimdi bu satırları okurken de- öncelikle yakın tarihi ve en yakın olduğumuz insanları düşünürüz; ama aslında sözünü ettiğimiz şey bundan çok fazlasıdır. Yani işin içine Bruno ve Hallacı Mansur’dan 1848 Avrupa Devrimlerine, Ekim’e, İspanya İç Savaşı’na, Vietnam’a oradan Kızıldere’ye Filistin’e ve daha dün yitirdiklerimize kadar uzanan bir geniş yelpaze girer. Yani yalnızca az çok tanıdığımız, yüz yüze karşılaşma şansını yakaladığımız insanlardan değil, hiç tanışmadığımız binlerce, milyonlarca insandan da söz ediyoruz.

“Devrim şehitleri ölümsüzdür!”
Oysa ölüm soğuktur. Fiziksel bir yok oluştur. Netice olarak biz Marksistler, ölümden sonraki yaşam ya da ruhun devamlılığı gibi metafizik iddialara da elbette inanmayız. Bütün bunları tartışmaya bile gerek yok. Bu konularda yapılan pek materyalist anlamsız söylemler de doğrusu can sıkıcıdır. Bazıları vardır hani, rastlarız, sıkı ateisttirler! “Şehit” kavramı ya da “ölümsüzlük” gibi kategoriler üzerine ara ara esip gürlerler, devrimcileri dini motifler kullanmakla suçlarlar. Herkeslerin bilmediğini onlar bilmektedir ve bir tek onlar bilmektedir! Oysa mesele aslında çok yalındır. Evet, “şehit” (martyr) kavramı, Doğuda da Batıda da köken olarak “din uğruna ölüm” temasını içinde barındırır ama burada çok özel bir bağlam söz konusudur ve mesele zaman içersinde artık bu ilk kökeni ve lügat anlamını aşarak başka bir noktaya gelmiştir. Esasen devrimci hareketin çevresindeki emekçi kitleleri de bunu kavramışlar ve uzun yıllardır benimsemişlerdir. Yani onlar, devrimcilerin dinsel düşüncelerden ne kadar uzak olduklarını -en azından bu kadarını- bilirler ve “devrim şehitleri” denildiğinde ne kastedildiğini anlamaktadırlar.
Solda gereksiz abartılarla dini motiflere kayan örnekler de yok değildir belki; ama bunlar zaten uç örneklerdir. Üstelik bu tür şeyler “halkın isteği” gibi gerekçelerle de açıklanamaz. Halkın bizim dindar olmamız yönünde bir isteği filan yoktur. Onlar, bizim hayatın içinde doğru davranıp davranmadığımıza, dürüst olup olmadığımıza, kendi davamızda ısrarlı ve kararlı olup olmadığımıza bakarlar.
Yani bunlar gereksiz işlerdir. Abartılı işlerdir.
Ama yine de, -bütün bu anlamsız, boş söylemleri bir yana koyalım- yitirdiğimiz yoldaşlarla bizim aramızdaki bağ nedir? Bu bağı canlı tutan şey, metafizik bir halka mıdır?
Kuşkusuz değil. Tersine bu bağ, somut ve canlı bir şeydir. Yani onların uğruna öldükleri mücadele ile bizim varlığımız arasında bir devamlılık ilişkisi vardır. Sanki bir bayrağı devralmış gibiyizdir. Onlardan geriye uzak ya da yakın anılar kalır; ama o anılar boşlukta bir yerde durmazlar. Tümü de bugün yaptığımız işin, devrim mücadelesinin içinde varlıklarını sürdürürler.
Bu mücadele de mekanik, salt “sınıf” gibi kavramlarla biçimlenen bir süreç değildir. Devrim konusundaki ısrar, hemen hemen tümümüzde, sadece mevcut düzenin tarihsel olarak kötülüğünden, insanlığa verdiği zararların anlaşılmasından değil, ahlaki bir boyuttan da güç alır. Yani bu yolda şimdiye dek yaptıklarımız, yaşadıklarımız, yitirdiklerimiz de bu düşüncenin ve davranışın oluşumuna katılır. Stalingrad’da ev ev, sokak sokak çarpışan, bir saniye sonra ölebileceğini bile bile kendisini tankların altına atan insanlar, bizim damarlarımızda kendisine bir yer bulur. Ağzından “bilmiyorum”dan başka söz çıkmayan partizan Tanya kalbimizin derin bir yerindedir. Jose Marti, bugün hâlâ Latin Amerika’nın bir ucundan öteki ucuna at koşturmaktadır. Saygon zindanlarında akıl almaz koşullarda teslim olmayı reddeden insanlar, bu dünyanın içindedir. Madrid kapılarında son sözü “no pasaran” olan binlerce kahramanın anıları zihnimizin bir köşesindedir. Bu insanların hiçbirini kişisel olarak tanımayız, onlarla yüz yüze bir ilişkimiz olmamıştır; ama şunu biliriz: Şimdi şurada, karşımızda olsalar birkaç saniye içinde muazzam bir kardeşlik duygusuyla kaynaşır gideriz.
Biz onlarla birlikte yürürüz. Anılar dediğimiz şey nedir? Her şeyden önce, onların inandıkları, inandığımız şey için ölümle yüzleşmeyi göze almış olmalarıdır. Üstelik bazıları bunu en kritik süreçlerde ve en kritik biçimler altında yapmışlardır. Bazıları bunu idam sehpasında başarmışlardır. Kuşkusuz, saat saat, saniye saniye yaklaşan ölüm karşısında dik durmak öyle basit bir iş değildir. Deniz Gezmiş, bu yüzden işte, Türkiye devrimci hareketinde bir kilometre taşıdır. Bu yüzden daha sonra gelen gencecik insanlar, aynı yoldan yürüyüp idam sehpasına çıktıklarında içlerinde 6 Mayıs sabahından akıp gelen güçlü bir rüzgarı hissetmişlerdir. Ahmet’le Kadir’in eklendiği gelenek, bu dik durma geleneğidir.
Yanlış bir Kaypakkaya, nasıl büyük bir darbe olurdu hepimizin zihninde? Ama o, yanlışın kenarından bile geçmedi. Onun şu çok bilinen ifade metni, adeta bir edebi eser gibi güçlüdür hâlâ. “Ben şuyum ve fakat size bilgi vermeyi reddediyorum…” Dünyada bundan daha güçlü bir söz var mı? Bu büyük meydan okuma, sonuçta onun hayatına da mal olsa, geriye kalan şey değeri ölçülemez bir hazine gibidir. En amansız işkenceler altında bize güç verir; neyin yapılabildiğini yeniden yeniden anlarız.
Ve Kızıldere… Nereye gittiklerini, neden gittiklerini bilen insanlar… Çatıdan meydan okuyan, “gelin de teslim alın” diyen o güçlü ses, yıllar yılı kulaklarımızda çınlamıştır.
Bazıları, bir çatışma sırasında yoldaşlarını gönderip geride kalmıştır. Bunu isteyerek yapmıştır ve yaptığı şeyin sonucunu da iyi bilmektedir.
Bazıları, sabah evden çıkarken o günün riskli olduğunu bilmektedir ama yine de ayakkabı bağlarını sıkıca bağlayıp, gömleğinin yakasını düzeltip yola koyulmuşlardır.
Bazıları, ihanete uğrayıp tuzağa düşürülmüşlerdir. Ama geriye kalan şey, hainin değersiz adı değil onların büyük direniş tutkusudur.
Ve bazıları, hasta yatağında yoldaşları için yanıp tutuşarak, yapabilecekleri konusunda kendini kahrederek aramızdan ayrılmışlardır. Onlardan geriye kalan şey, aynı hastalıktan ölen binlerce insanın sıradan anıları değil, bir onur ve gururdur.
Bütün bunların tümünde, bir metafizik safsata değil, “özdeşleşme” diyebileceğimiz bir duygu vardır. Özdeşleşmenin kaynağında aynı ufka, aynı ideallere, ortak davaya adanmışlık vardır. Çoğu durumda hiç karşılaşmadan, kişisel olarak tanışmadan, aynı kurtuluş damarını beslemek, ondan beslenmek, tüm yaşamını o kurtuluş damarına bağlamak, ona adamak ve onun içinde eriyip yeniden biçimlenerek yeni bir insan olmak… bu yoldan tüm yoldaşların, tüm devrimcilerin yarattığı değerlerin bir parçası haline gelmek, onları kendi parçamız haline getirmek… İşte özdeşleşmenin özünde bunlar vardır. Kişisel olarak tanıdıklarımızda elbette durum daha farklıdır. Onunla yaşamışızdır, zihnimizin bir köşesinde canlı kişisel anılar da vardır. Ama hiç tanımadıklarımızla da aynı “özdeşleşme”yi yaşarız. Teker teker idam sehpasına çıkarılırken “iriş dede sultan” diyen Börklüceler, Torlak Kemaller, Bolivya ormanlarında özgürlük için canlarını veren Che ve yoldaşları… Ve başka binlercesi… Tümüyle aramızda güçlü bir “özdeşlik” bağı vardır.
Peki azizlerden, evliyalardan mı söz ediyoruz? Asla! Hiçbir şeyi abartmıyoruz biz. Onlar neyseler öyledirler. Kusursuz insanlar olduklarını da hiç söylemedik, söylemeyiz. Böyle yaparsak, onları ulaşılmaz kılarız ve bu doğru değildir. Tersine, bizim büyüdüğümüz sokaklarda büyüdü onlar, bizim geçtiğimiz yollardan geçerek ve bizim yaptığımız hataları yaparak geldiler. Ama tarihin ortasında bir yerde, bütün inandıklarımızın, uğrunda savaştığımız her ne varsa onun canlı ifadesi oldular.
Devrimci hareket, kendi doğası gereği geleceğe doğru yürüyen ama bunu yaparken ayaklarını geçmişin üzerine basan bir harekettir. Kuşaklar birbirine eklenir, birbirini besler, tamamlar. Bir kuşaktan geriye kalan her şey, yeni bir başka kuşağın zeminini oluşturur ve bu böyle bir zincir halkaları gibi sürer.

“Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!”
Bu, akıp giden bir ırmak olarak devrim hareketinin sürekliliğidir.
Ne metafizik, ne abartı, ne de kaba “materyalist” ukalalıklar…
Sözünü ettiğimiz şey, canlı bir yaşam yoludur. Biz, onun içinde yürürüz ve her adımda bizden önce yürüyenlerin ayak izlerini görürüz. Kendi ayak izlerimiz onlarınkine karışır ve sonra başkaları bizim ayak izlerimize basarak aynı yoldan yürür. Birinin yarım bıraktığını diğeri tamamlar, birinin unuttuğunu öteki anımsar ve bu durmadan akar…
Onlara layık olmanın tek yolu vardır; yarım bıraktıklarını tamamlamak…
Yarının sosyalist ülke toprağında, durup geriye doğru bakma fırsatı bulursak eğer, göreceğimiz şey, bize o gün, o anda durduğumuz yeri armağan edenlerin gülümseyen yüzleri olacaktır.
Anıları bizimle…
Sonsuza dek!


 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19