Türkiye, yakın tarihinin
en karmaşık ve çatışmalı günlerini yaşıyor. Nisan
ve Mayıs ayları boyunca Genelkurmay yapımı bir provokasyonlar
ve yönlendirmeler zinciriyle sıkıştırılan politik
gündem, şimdi resmen tehditle yaptırılan bir seçim
ortamına kilitlenmiş halde. Bu arada diğer yandan
da ortalıkta bombalar patlıyor, sınır ötesi maceralar
yeniden gündemleşiyor, politik ortam gerildikçe
geriliyor.
Şimdi biraz geriye dönüp baktığımızda, aslında taşlar
yerine oturuyor. Örneğin cumhurbaşkanlığı seçiminin
tarihi kesin biçimde belli olan rutin bir durum
olduğunu düşündüğümüzde, hem Genelkurmay cephesinin
hem de hükümet kanadının bu belirli tarihe önceden
hazırlandıklarını, ellerinde taşlar ve kartlar biriktirdiklerini
söylemek zor değildir. Gerçekten de durum tam böyle
olmuştur. Özellikle Genelkurmay’ın doğrusu askeri
planlama tekniğine uygun bir biçimde titiz bir çalışma
yaptığını, hem doğrudan kendi cephesinde, hem de
“sivil”(!) örgütler bünyesinde adım adım bir süreç
ördüğünü, yani atılan adımların rastlantısal olmadığını
kolayca söyleyebiliriz. Bir yandan doğrudan darbe
tehditleri yapılırken, diğer yandan Soros’tan esinlenmiş
bayrak mitinglerinin organize edilmesi ve ayrıca
hukuk cephesinden de güçlü vuruşlar gerçekleştirilmesi,
böylece de hükümetin kolunun kanadının kırılarak
seçime zorlanması birbiri ardına devreye sokulan
taktikler olmuştur.
İşin doğrusu, devrimci güçlerin zayıf olduğu ve
sürece müdahale etmekte yetersiz kaldığı koşullarda,
bu taktikler dizisi -yüzeysel bakımdan- başarılı
olmuştur.
“Yüzeysel bakımdan” diye özel bir vurgu yapıyoruz;
çünkü bütün bu oyunlar ve provokasyonlarla AKP hükümetinin
yıpratıldığı ve geriye itildiği kanısının doğru
olup olmadığı pek yakında anlaşılacak. Ordunun “birleşilecek,
birleş!” emriyle bir araya gelmeye çabalayan ve
hatta o kadarını bile beceremeyen sağlı sollu güruhun
şansı üzerine büyük iddialar oldukça kuşkulu görünüyor.
Hatta, 22 Temmuz akşamını beklemeden de Türkiye
manzarasına gerçekçi bir yerden bakan herkes, AKP’nin
bütün bu kargaşada aşırı bir kayba uğramadığını
teslim ediyor. En taraflı araştırmalarda bile AKP
yine en üstte görünüyor; onun altında da muhalefetin
şişirilmiş rakamları yer alıyor. Üstelik bu kez,
bağımsız aday taktiğini uygulayacak olan Kürt hareketinin
de belli bir başarı sağlaması ihtimali -bütün saldırılara
rağmen- mevcuttur. Parlamento aritmetiğinde bazen
15-20 kişilik toplulukların bile ne kadar kilit
bir rol oynadığı düşünülürse düzen açısından ortaya
çıkan risk daha iyi anlaşılabilir.
Yani nereden bakılırsa bakılsın, pratik uygulamadaki
başarı bir yana, zincirleme provokasyon taktiğinin
politik amacına ulaşıp ulaşmayacağı tartışmalıdır.
Şüphesiz, bu rüzgarın CHP’ye katkısı olacaktır;
elbette birleşme konusundaki başarısızlığa rağmen
AKP dışındaki sağ kanatta bir kıpırdanma yaşanacaktır.
CHP cenahında sosyal yaşamlarını “tehlikede” gören
orta sınıfların bir katkısından söz edilebilir;
sağ kanatta ise devletle kavga etmeyi günlük çıkarlarına
aykırı bulan ve dinci olmayan sağ kesimler de belki
biraz DP cenahına kayacaklardır. Bir diğer kampta
ise MHP ve onu yumuşak bularak “cinayetten şöhret”
kazanan BBP vardır. Ama netice olarak, büyük olasılıkla
ortaya çıkacak olan şey, AKP’nin kısmen törpülenmesiyle
biraz daha dengelenmiş bir meclisten başkası değildir.
Diğer partilere daha fazla muhtaç olan ve böylece
daha çok kontrol edilebilen bir hükümet bugünkü
manzara içinde en gerçekçi olasılık gibi durmaktadır.
İşte bu yüzden Türkiye’nin bugünkü manzarası, artık
şu birkaç ayda her şeyin mümkün olduğu, her türlü
provokasyona açık bir manzaradır. O kadar ki, bazı
köşe yazarları açık açık AKP’ye “pek fazla milletvekili
kazanmayın, sizin için iyi olmayacak” demektedirler.
İşin doğrusu, bu karmaşadan AKP’nin açık bir zafer
ve meydan okumayla çıkması ve üstüne bir de cumhurbaşkanını
“halkın seçimi” yoluyla belirlemek istemesi, gerçekten
de coğrafyamızı çok kritik bir çatışma noktasına
taşıyacak, bu noktadan sonra olacaklar burjuva arenayı
tümüyle kargaşa içine sürükleyecektir.
Güney’e Operasyon: Zafer mi İsteniyor, Yoksa
Yalnızca Sefer mi?
Olabileceklerin bir bölümünü tahmin etmek de zor
değildir. Öncelikle bir yandan büyük kentlerde
patlayan bombaların ve “şehri havaya uçurmaya
hazırlanırken kıskıvrak yakalanan örgüt üyeleri”
haberlerinin ortamı iyice germesi ve sonuçta Güney
operasyonu için adımlar atılması mümkündür. Öte
yandan Irak sınırının türlü çeşitli “Kardak” krizlerine
gebe olduğu da söylenebilir. Bu tür krizlerin
yaratılması kolayca mümkündür ve zaten bu konuda
uzmanlaşmış askeri-sivil-medyatik kadrolar da
yeterince mevcuttur. En son çıkan “peşmerge krizi”
tam da bu türden bir durumdur. Açıklamaya göre,
Güney Kürdistan’da “sivil olarak intikal eden
Türk askerlerine peşmergeler silah çekmişler”dir.
Ortaya çıkan yaygara sırasında kimsenin sormadığı
soru; “sivil olarak intikal eden Türk askeri”
kavramının ne biçim bir şey olduğudur. Bu, “çuval”
olayında da sorulmayan sorudur! Oysa yanıt çok
açıktır: Ordu, uzun süredir Güney Kürdistan’da
bir biçimde kontra faaliyet yürütmektedir ve bu
faaliyet sırasında zaman zaman bölgedeki diğer
askeri güçlerle karşılaşmalar olmaktadır.
Muhtemelen önümüzdeki günlerde daha ciddi “karşılaşmalar”
olacak ve yeni krizler ortaya çıkacaktır. Irak’ta
az çok kontrolünde olan tek bölgeyi, Kürdistan’ı
kargaşanın içine atmak istemeyen ABD’nin gönülsüzlüğünü
böylece aşmak, fiili durum yaratmak ordunun hedeflerinden
biridir.
Böyle bir tablodan askeri bir başarı bekleyen
de yok aslında. Böyle bir askeri başarı mümkün
değil zaten. Askeri başarıdan kasıt, PKK’nin bitirilmesi
ya da zayıflatılması ise eğer, bugüne kadar yapılan
sınır ötesi operasyonların hiçbirinde böyle bir
amaca ulaşılmış değildir. Bunun kolayca anlaşılabilir
nedenleri vardır. PKK, sonuç itibarıyla bir gerilla
kuvvetidir ve genel prensip olarak bir gerilla
kuvveti bu tür bir operasyonda davul zurna çalarak
üstüne gelen hasmıyla cepheden bir savaşa girişmez.
Peki neden bu kadar hevesliler o zaman? Ve ayrıca,
madem bu kadar hevesliler, neden yapmıyorlar?
Neden MGK toplantılarında kolayca çözebilecekleri
bir “talep” sorununu ordu-hükümet arasında bir
iletişim krizi haline getiriyorlar?
Öncelikle bunu bölgede bir “oyuna katılma” ve
kendini dayatma olarak görüyorlar, PKK’nin etkisizleştirilmesi
meselesinin de ötesinde bölgeyle ilgili (Kerkük
dahil) boş hevesler ortalığı kaplamış durumda.
Ama aslında bu “bölge oyunculuğu” yolu da açık
değil; TC, bölgenin asıl oyuncusuna rağmen bir
atak yapabilecek durumda değil.
Ama bu arada zaten “büyük ağabey”in sıcak bakmadığı
bu konuda topu hükümete atarak kamuoyu önünde
onu sıkıştırmak hedefleniyor. Yani bütün o şehit
edebiyatının arkasında bal gibi de politik dalavereler
yatıyor.
İkincisi ve daha önemlisi, askeri olarak anlam
ifade etmeyen bu işi, aylardır tırmandırdıkları
politik inisiyatif savaşının bir parçası olarak
düşünüyorlar. Ortamı iyice germek, yeni baskı
tedbirlerini zorlamak, hükümeti acze düşürmek,
ayrıca böyle bir operasyonu öne sürerek bölgeyi
“savaş alanı” olarak ilan etmek ve böylece Kürt
ulusal hareketinin seçimlerdeki durumunu zorlaştırmak,
büyük çaplı tutuklamalar ve cinayetlerle gözdağı
vermek, vs. vs... artık bütün bunların tümü mümkündür.
Nitekim, tam da bugünlerde bölgedeki belli alanların
“güvenlik bölgesi” ilan edilerek giriş çıkışların
yasaklanması, Cizre’de birdenbire “tatbikat”(!)
başlatılması, Genelkurmay’ın geceyarısı bildirileriyle
“Türk milletini teröre karşı tepki göstermeye”
çağırması ve bu bildirilerde özellikle DTP’yi
ima eden “destekçiler”e yüklenilmesi, aynı günlerde
hemen DTP’ye saldırının başlaması... bu gelişmelerin
işaretleridir. Yeni bir mitingler dalgasıyla bir
kez daha inisiyatif koymak, muhtemelen planların
arasındadır. Ayrıca, bugünlerde sağda solda yayılan
“sınır ötesi harekat olursa seçimler iptal edilecek”
söylentileri de boşlukta oluşmamakta, bir yerlerden
pompalanmaktadır.
Kısacası, ortada ciddi ciddi bir askeri harekattan
çok, politik manevralar dizisi vardır ve yine
önümüzdeki günlerde “depolardan çıkarılacak” kasetler
ve belki yine web sitesinden duyurulacak darbe
tehditleri bunları tamamlayacaktır.
Biz Figüran Değil, Halkız! Bu Oyunun Parçası
Olmak Zorunda Değiliz!
Bu “her an her şeyin mümkün olduğu” kargaşa ve
zincirleme provokasyonlar ortamında yapılacak
olan nafile seçimler, gerçekten de herhalde yakın
tarihin en anlamsız işlerinden biridir. Oligarşi
içi inisiyatif savaşlarının bir arenası olarak
önümüze çıkan bu süreçte yer almak, şu ya da bu
taktik amacı öne sürmek kuşkusuz herkesin kendi
bileceği iştir. Devrimci sosyalist hareket, bu
taktiklerin sahiplerine karşı özel bir propaganda
yürütmek durumunda değildir; ancak biz böyle bir
katılımın kitlelerde zaten mevcut olan karmaşık
hayalleri güçlendireceğini, onların zihninin sakatlanmasına
hizmet edeceğini söylüyoruz.
Devrimci sosyalist hareket, sopa zoruyla yaptırılan
bu sahte seçimin içeriğini teşhir etmeyi, bütün
düzen partilerinin nasıl artık birbirinden ayırt
edilemez hale geldiğini öne çıkararak bir ajitasyon
yürütmeyi doğru bulmaktadır ve bu yoldan yürüyecektir.
Emekçi kitleleri tümüyle yanlış bir sınır çizgisi
üzerinden cepheleştirmeye çalışan demagoji fırtınasına
karşı, gerçek sınır çizgisini, zenginlerle yoksullar,
emekçilerle patronlar, işbirlikçilerle ezilen
halklar arasındaki sınır çizgisini ortaya koymak,
bugünkü koşullarda ancak böyle bir yoldan mümkündür.
“Bugünkü koşullarda” diye vurguluyoruz; çünkü
devrimci sosyalist hareket, kendisini sürekli
bir boykot gibi dar kalıplar içine hapsetmez,
gelecekte de hapsetmeyecektir.
Esasen bu teşhir tutumu ve dikkatin gerçek cepheleşmeye
çekilmesi çalışması, “hepimiz tek yürek olduk”
çığlıklarının yeri göğü kapladığı günlerde Taksim
1 Mayıs’ından duyulan aykırı sesin devamı anlamına
gelmektedir. Bu ses, önemlidir. Bu sesin güçlendirilerek,
örgütlenerek sürece daha güçlü müdahaleler yapabilir
hale getirilmesi, politik kargaşanın arttığı ve
artacağı şu günlerde en önemli görevlerimizden
biridir.
Devrimci sosyalist hareket, konsantrasyonunu tam
bu noktaya yöneltmektedir. 2007 seçimleri bu anlamda
bir devrimci teşhir kampanyası şansıdır. Ancak,
onun da ötesinde asıl sorun, mevcut durumu aşacak
ciddi bir atılım ve sıçramanın örgütlenmesi, devrim
hareketinin bu toprakların etkin gücü haline getirilmesidir.
Birbiriyle tepişen işbirlikçilerin Türkiye’yi
içine sürüklediği kaos ortamında devrimci hareketin
başka bir şansı yoktur.
Bir Kez
Daha Devrimci Eylem Çizgisi Üzerine
Cumhurbaşkanlığı seçimleri, erken genel seçim,
sınır ötesi operasyon, vb. üzerinden inisiyatif
savaşları sürerken, Ankara’da patlayan ve
insanlık dışı bir katliama yol açan bomba,
gündemin en önemli parçalarından biri oldu.
Bu işten kimin sorumlu olduğu, olay yerinde
ölen kişinin sıradan bir kurban mı yoksa olayın
faili mi olduğu üzerine tartışmalar ve spekülasyonlar
o günden beri sürüyor; sürebilir. Ama bütün
bunların ötesinde kuşku verici olan, patlamanın
politik ortam açısından zamanlaması ve bu
katliamdan kimin yararlandığıdır. Açıkçasını
söylemek gerekirse, patlama, Nisan ve Mayıs
ayları boyunca Genelkurmay eksenli olarak
yaratılan kargaşa ve hesaplaşma ortamına mükemmel
biçimde denk düşmüştür. Kürt ulusal hareketi
cephesinden önce konuyla ilgilerinin olmadığı
yolunda açıklamalar gelmiş, daha sonra da
tersi yönde söylemler gelişmiştir. Ama şu
kesindir; eğer bu işten bir biçimde Kürt Ulusal
Hareketi sorumluysa, herhalde Genelkurmay
cephesine bundan daha açık bir hizmet olamaz.
Patlama, tam da hükümetin bayrak mitinglerinden
darbe tehditlerine dek bir dizi yoldan köşeye
sıkıştırıldığı, ordunun düpedüz bir siyasi-askeri
parti gibi durumu yönlendirdiği bir ortamda
gerçekleşmiş, “iyi çocuklar” tarafından yapılmamışsa
da tam da onların yapmak isteyeceği bir iş
olmuştur. Aylardır her yolu kullanarak şovenizmi
kaşıyan güçler, böylece eşsiz bir fırsat bulmuşlar,
bir adım daha ileri gitmişlerdir. Daha patlamadan
birkaç saat sonra Genelkurmay başkanının ortaya
çıkıp “daha başka patlamalar olabilir” diye
genel bir panik-gerginlik havası oluşturması
ise son derece dikkat çekicidir.
İşin doğrusu, KKK açıklamasında yer alan “biz
sivil halka zarar vermeyiz” gibi cümlelerin
tersine, Kürt Ulusal Hareketi son on yılda
benzeri bir dizi iş yapmıştır ve bu gerçeklik
de bu tür açıklamaları güven verici olmaktan
alıkoymaktadır. Kaldı ki, daha sonradan yapılan
başka bazı açıklamalarda da “bu olayın Kürt
halkındaki öfkeyi gösterdiği” yolunda cümleler
yer almaktadır ve bu bize Mavi Çarşı olayından
sonra söylenen “Kürt gençlerinin tepkisi”
gibi sözleri anımsatmaktadır.
Sonuç olarak, her nasıl olursa olsun, kim
tarafından yapılmış olursa olsun, hangi politik
amaçlarla kullanıldığından, neye denk düştüğünden
de bağımsız olarak bu saldırı, açık biçimde
insanlık-dışıdır, hiçbir bahane ile haklı
gösterilemez. Tamamen sivil insanların bulunduğu
bir ortamda patlayan bomba, sıradan emekçi
insanların ölümüne sebep olmuş, ortaya korkunç
bir kıyım çıkmıştır. Bunun devrim davasına,
özgürlük davasına bir yarar sağladığını söylemek
mümkün değildir. Dahası, yararın zararın ötesinde,
özgürlük mücadelesi, bedeli yoksul insanlar
tarafından ödenen bir dava da değildir.
Bu vesileyle bir kez daha yinelemekte yarar
görüyoruz: Devrimci eylem çizgisi, nettir,
açıktır. Sivil halka bilinçli olarak zarar
veren hiçbir eylem, kabul edilemez ve izah
edilemez. Devrimci eylem, son derece açık
biçimde emperyalistleri ve halk düşmanlarını
hedefler.
Ankara olayı, her ihtimalde oligarşi-içi kirli
bir hesaplaşmaya hizmet eden insanlık-dışı
bir provokasyon olarak tarihe geçmiştir ve
öyle anımsanacaktır.
Devrimci sosyalist hareket, bütün tarihi boyunca
sivil halkı hedefleyen bu tür eylemlere açıkça
karşı olmuş, kendi pratiğinde de böyle bir
çizgiden uzak durmuştur. Bundan sonra da böyle
bir mantığı savunmak için hangi “gerekçe”
öne sürülürse sürülsün, bu görüşlerini değiştirmeyecektir.
|
|