Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

52. Sayı - Haziran 2007

Türkiye, yakın tarihinin en karmaşık ve çatışmalı günlerini yaşıyor. Nisan ve Mayıs ayları boyunca Genelkurmay yapımı bir provokasyonlar ve yönlendirmeler zinciriyle sıkıştırılan politik gündem, şimdi resmen tehditle yaptırılan bir seçim ortamına kilitlenmiş halde. Bu arada diğer yandan da ortalıkta bombalar patlıyor, sınır ötesi maceralar yeniden gündemleşiyor, politik ortam gerildikçe geriliyor.
Şimdi biraz geriye dönüp baktığımızda, aslında taşlar yerine oturuyor. Örneğin cumhurbaşkanlığı seçiminin tarihi kesin biçimde belli olan rutin bir durum olduğunu düşündüğümüzde, hem Genelkurmay cephesinin hem de hükümet kanadının bu belirli tarihe önceden hazırlandıklarını, ellerinde taşlar ve kartlar biriktirdiklerini söylemek zor değildir. Gerçekten de durum tam böyle olmuştur. Özellikle Genelkurmay’ın doğrusu askeri planlama tekniğine uygun bir biçimde titiz bir çalışma yaptığını, hem doğrudan kendi cephesinde, hem de “sivil”(!) örgütler bünyesinde adım adım bir süreç ördüğünü, yani atılan adımların rastlantısal olmadığını kolayca söyleyebiliriz. Bir yandan doğrudan darbe tehditleri yapılırken, diğer yandan Soros’tan esinlenmiş bayrak mitinglerinin organize edilmesi ve ayrıca hukuk cephesinden de güçlü vuruşlar gerçekleştirilmesi, böylece de hükümetin kolunun kanadının kırılarak seçime zorlanması birbiri ardına devreye sokulan taktikler olmuştur.
İşin doğrusu, devrimci güçlerin zayıf olduğu ve sürece müdahale etmekte yetersiz kaldığı koşullarda, bu taktikler dizisi -yüzeysel bakımdan- başarılı olmuştur.
“Yüzeysel bakımdan” diye özel bir vurgu yapıyoruz; çünkü bütün bu oyunlar ve provokasyonlarla AKP hükümetinin yıpratıldığı ve geriye itildiği kanısının doğru olup olmadığı pek yakında anlaşılacak. Ordunun “birleşilecek, birleş!” emriyle bir araya gelmeye çabalayan ve hatta o kadarını bile beceremeyen sağlı sollu güruhun şansı üzerine büyük iddialar oldukça kuşkulu görünüyor. Hatta, 22 Temmuz akşamını beklemeden de Türkiye manzarasına gerçekçi bir yerden bakan herkes, AKP’nin bütün bu kargaşada aşırı bir kayba uğramadığını teslim ediyor. En taraflı araştırmalarda bile AKP yine en üstte görünüyor; onun altında da muhalefetin şişirilmiş rakamları yer alıyor. Üstelik bu kez, bağımsız aday taktiğini uygulayacak olan Kürt hareketinin de belli bir başarı sağlaması ihtimali -bütün saldırılara rağmen- mevcuttur. Parlamento aritmetiğinde bazen 15-20 kişilik toplulukların bile ne kadar kilit bir rol oynadığı düşünülürse düzen açısından ortaya çıkan risk daha iyi anlaşılabilir.
Yani nereden bakılırsa bakılsın, pratik uygulamadaki başarı bir yana, zincirleme provokasyon taktiğinin politik amacına ulaşıp ulaşmayacağı tartışmalıdır. Şüphesiz, bu rüzgarın CHP’ye katkısı olacaktır; elbette birleşme konusundaki başarısızlığa rağmen AKP dışındaki sağ kanatta bir kıpırdanma yaşanacaktır. CHP cenahında sosyal yaşamlarını “tehlikede” gören orta sınıfların bir katkısından söz edilebilir; sağ kanatta ise devletle kavga etmeyi günlük çıkarlarına aykırı bulan ve dinci olmayan sağ kesimler de belki biraz DP cenahına kayacaklardır. Bir diğer kampta ise MHP ve onu yumuşak bularak “cinayetten şöhret” kazanan BBP vardır. Ama netice olarak, büyük olasılıkla ortaya çıkacak olan şey, AKP’nin kısmen törpülenmesiyle biraz daha dengelenmiş bir meclisten başkası değildir. Diğer partilere daha fazla muhtaç olan ve böylece daha çok kontrol edilebilen bir hükümet bugünkü manzara içinde en gerçekçi olasılık gibi durmaktadır.
İşte bu yüzden Türkiye’nin bugünkü manzarası, artık şu birkaç ayda her şeyin mümkün olduğu, her türlü provokasyona açık bir manzaradır. O kadar ki, bazı köşe yazarları açık açık AKP’ye “pek fazla milletvekili kazanmayın, sizin için iyi olmayacak” demektedirler. İşin doğrusu, bu karmaşadan AKP’nin açık bir zafer ve meydan okumayla çıkması ve üstüne bir de cumhurbaşkanını “halkın seçimi” yoluyla belirlemek istemesi, gerçekten de coğrafyamızı çok kritik bir çatışma noktasına taşıyacak, bu noktadan sonra olacaklar burjuva arenayı tümüyle kargaşa içine sürükleyecektir.

Güney’e Operasyon: Zafer mi İsteniyor, Yoksa Yalnızca Sefer mi?
Olabileceklerin bir bölümünü tahmin etmek de zor değildir. Öncelikle bir yandan büyük kentlerde patlayan bombaların ve “şehri havaya uçurmaya hazırlanırken kıskıvrak yakalanan örgüt üyeleri” haberlerinin ortamı iyice germesi ve sonuçta Güney operasyonu için adımlar atılması mümkündür. Öte yandan Irak sınırının türlü çeşitli “Kardak” krizlerine gebe olduğu da söylenebilir. Bu tür krizlerin yaratılması kolayca mümkündür ve zaten bu konuda uzmanlaşmış askeri-sivil-medyatik kadrolar da yeterince mevcuttur. En son çıkan “peşmerge krizi” tam da bu türden bir durumdur. Açıklamaya göre, Güney Kürdistan’da “sivil olarak intikal eden Türk askerlerine peşmergeler silah çekmişler”dir. Ortaya çıkan yaygara sırasında kimsenin sormadığı soru; “sivil olarak intikal eden Türk askeri” kavramının ne biçim bir şey olduğudur. Bu, “çuval” olayında da sorulmayan sorudur! Oysa yanıt çok açıktır: Ordu, uzun süredir Güney Kürdistan’da bir biçimde kontra faaliyet yürütmektedir ve bu faaliyet sırasında zaman zaman bölgedeki diğer askeri güçlerle karşılaşmalar olmaktadır.
Muhtemelen önümüzdeki günlerde daha ciddi “karşılaşmalar” olacak ve yeni krizler ortaya çıkacaktır. Irak’ta az çok kontrolünde olan tek bölgeyi, Kürdistan’ı kargaşanın içine atmak istemeyen ABD’nin gönülsüzlüğünü böylece aşmak, fiili durum yaratmak ordunun hedeflerinden biridir.
Böyle bir tablodan askeri bir başarı bekleyen de yok aslında. Böyle bir askeri başarı mümkün değil zaten. Askeri başarıdan kasıt, PKK’nin bitirilmesi ya da zayıflatılması ise eğer, bugüne kadar yapılan sınır ötesi operasyonların hiçbirinde böyle bir amaca ulaşılmış değildir. Bunun kolayca anlaşılabilir nedenleri vardır. PKK, sonuç itibarıyla bir gerilla kuvvetidir ve genel prensip olarak bir gerilla kuvveti bu tür bir operasyonda davul zurna çalarak üstüne gelen hasmıyla cepheden bir savaşa girişmez.
Peki neden bu kadar hevesliler o zaman? Ve ayrıca, madem bu kadar hevesliler, neden yapmıyorlar? Neden MGK toplantılarında kolayca çözebilecekleri bir “talep” sorununu ordu-hükümet arasında bir iletişim krizi haline getiriyorlar?
Öncelikle bunu bölgede bir “oyuna katılma” ve kendini dayatma olarak görüyorlar, PKK’nin etkisizleştirilmesi meselesinin de ötesinde bölgeyle ilgili (Kerkük dahil) boş hevesler ortalığı kaplamış durumda. Ama aslında bu “bölge oyunculuğu” yolu da açık değil; TC, bölgenin asıl oyuncusuna rağmen bir atak yapabilecek durumda değil.
Ama bu arada zaten “büyük ağabey”in sıcak bakmadığı bu konuda topu hükümete atarak kamuoyu önünde onu sıkıştırmak hedefleniyor. Yani bütün o şehit edebiyatının arkasında bal gibi de politik dalavereler yatıyor.
İkincisi ve daha önemlisi, askeri olarak anlam ifade etmeyen bu işi, aylardır tırmandırdıkları politik inisiyatif savaşının bir parçası olarak düşünüyorlar. Ortamı iyice germek, yeni baskı tedbirlerini zorlamak, hükümeti acze düşürmek, ayrıca böyle bir operasyonu öne sürerek bölgeyi “savaş alanı” olarak ilan etmek ve böylece Kürt ulusal hareketinin seçimlerdeki durumunu zorlaştırmak, büyük çaplı tutuklamalar ve cinayetlerle gözdağı vermek, vs. vs... artık bütün bunların tümü mümkündür. Nitekim, tam da bugünlerde bölgedeki belli alanların “güvenlik bölgesi” ilan edilerek giriş çıkışların yasaklanması, Cizre’de birdenbire “tatbikat”(!) başlatılması, Genelkurmay’ın geceyarısı bildirileriyle “Türk milletini teröre karşı tepki göstermeye” çağırması ve bu bildirilerde özellikle DTP’yi ima eden “destekçiler”e yüklenilmesi, aynı günlerde hemen DTP’ye saldırının başlaması... bu gelişmelerin işaretleridir. Yeni bir mitingler dalgasıyla bir kez daha inisiyatif koymak, muhtemelen planların arasındadır. Ayrıca, bugünlerde sağda solda yayılan “sınır ötesi harekat olursa seçimler iptal edilecek” söylentileri de boşlukta oluşmamakta, bir yerlerden pompalanmaktadır.
Kısacası, ortada ciddi ciddi bir askeri harekattan çok, politik manevralar dizisi vardır ve yine önümüzdeki günlerde “depolardan çıkarılacak” kasetler ve belki yine web sitesinden duyurulacak darbe tehditleri bunları tamamlayacaktır.

Biz Figüran Değil, Halkız! Bu Oyunun Parçası Olmak Zorunda Değiliz!
Bu “her an her şeyin mümkün olduğu” kargaşa ve zincirleme provokasyonlar ortamında yapılacak olan nafile seçimler, gerçekten de herhalde yakın tarihin en anlamsız işlerinden biridir. Oligarşi içi inisiyatif savaşlarının bir arenası olarak önümüze çıkan bu süreçte yer almak, şu ya da bu taktik amacı öne sürmek kuşkusuz herkesin kendi bileceği iştir. Devrimci sosyalist hareket, bu taktiklerin sahiplerine karşı özel bir propaganda yürütmek durumunda değildir; ancak biz böyle bir katılımın kitlelerde zaten mevcut olan karmaşık hayalleri güçlendireceğini, onların zihninin sakatlanmasına hizmet edeceğini söylüyoruz.
Devrimci sosyalist hareket, sopa zoruyla yaptırılan bu sahte seçimin içeriğini teşhir etmeyi, bütün düzen partilerinin nasıl artık birbirinden ayırt edilemez hale geldiğini öne çıkararak bir ajitasyon yürütmeyi doğru bulmaktadır ve bu yoldan yürüyecektir. Emekçi kitleleri tümüyle yanlış bir sınır çizgisi üzerinden cepheleştirmeye çalışan demagoji fırtınasına karşı, gerçek sınır çizgisini, zenginlerle yoksullar, emekçilerle patronlar, işbirlikçilerle ezilen halklar arasındaki sınır çizgisini ortaya koymak, bugünkü koşullarda ancak böyle bir yoldan mümkündür. “Bugünkü koşullarda” diye vurguluyoruz; çünkü devrimci sosyalist hareket, kendisini sürekli bir boykot gibi dar kalıplar içine hapsetmez, gelecekte de hapsetmeyecektir.
Esasen bu teşhir tutumu ve dikkatin gerçek cepheleşmeye çekilmesi çalışması, “hepimiz tek yürek olduk” çığlıklarının yeri göğü kapladığı günlerde Taksim 1 Mayıs’ından duyulan aykırı sesin devamı anlamına gelmektedir. Bu ses, önemlidir. Bu sesin güçlendirilerek, örgütlenerek sürece daha güçlü müdahaleler yapabilir hale getirilmesi, politik kargaşanın arttığı ve artacağı şu günlerde en önemli görevlerimizden biridir.
Devrimci sosyalist hareket, konsantrasyonunu tam bu noktaya yöneltmektedir. 2007 seçimleri bu anlamda bir devrimci teşhir kampanyası şansıdır. Ancak, onun da ötesinde asıl sorun, mevcut durumu aşacak ciddi bir atılım ve sıçramanın örgütlenmesi, devrim hareketinin bu toprakların etkin gücü haline getirilmesidir.
Birbiriyle tepişen işbirlikçilerin Türkiye’yi içine sürüklediği kaos ortamında devrimci hareketin başka bir şansı yoktur.

Bir Kez Daha Devrimci Eylem Çizgisi Üzerine
Cumhurbaşkanlığı seçimleri, erken genel seçim, sınır ötesi operasyon, vb. üzerinden inisiyatif savaşları sürerken, Ankara’da patlayan ve insanlık dışı bir katliama yol açan bomba, gündemin en önemli parçalarından biri oldu. Bu işten kimin sorumlu olduğu, olay yerinde ölen kişinin sıradan bir kurban mı yoksa olayın faili mi olduğu üzerine tartışmalar ve spekülasyonlar o günden beri sürüyor; sürebilir. Ama bütün bunların ötesinde kuşku verici olan, patlamanın politik ortam açısından zamanlaması ve bu katliamdan kimin yararlandığıdır. Açıkçasını söylemek gerekirse, patlama, Nisan ve Mayıs ayları boyunca Genelkurmay eksenli olarak yaratılan kargaşa ve hesaplaşma ortamına mükemmel biçimde denk düşmüştür. Kürt ulusal hareketi cephesinden önce konuyla ilgilerinin olmadığı yolunda açıklamalar gelmiş, daha sonra da tersi yönde söylemler gelişmiştir. Ama şu kesindir; eğer bu işten bir biçimde Kürt Ulusal Hareketi sorumluysa, herhalde Genelkurmay cephesine bundan daha açık bir hizmet olamaz.
Patlama, tam da hükümetin bayrak mitinglerinden darbe tehditlerine dek bir dizi yoldan köşeye sıkıştırıldığı, ordunun düpedüz bir siyasi-askeri parti gibi durumu yönlendirdiği bir ortamda gerçekleşmiş, “iyi çocuklar” tarafından yapılmamışsa da tam da onların yapmak isteyeceği bir iş olmuştur. Aylardır her yolu kullanarak şovenizmi kaşıyan güçler, böylece eşsiz bir fırsat bulmuşlar, bir adım daha ileri gitmişlerdir. Daha patlamadan birkaç saat sonra Genelkurmay başkanının ortaya çıkıp “daha başka patlamalar olabilir” diye genel bir panik-gerginlik havası oluşturması ise son derece dikkat çekicidir.
İşin doğrusu, KKK açıklamasında yer alan “biz sivil halka zarar vermeyiz” gibi cümlelerin tersine, Kürt Ulusal Hareketi son on yılda benzeri bir dizi iş yapmıştır ve bu gerçeklik de bu tür açıklamaları güven verici olmaktan alıkoymaktadır. Kaldı ki, daha sonradan yapılan başka bazı açıklamalarda da “bu olayın Kürt halkındaki öfkeyi gösterdiği” yolunda cümleler yer almaktadır ve bu bize Mavi Çarşı olayından sonra söylenen “Kürt gençlerinin tepkisi” gibi sözleri anımsatmaktadır.
Sonuç olarak, her nasıl olursa olsun, kim tarafından yapılmış olursa olsun, hangi politik amaçlarla kullanıldığından, neye denk düştüğünden de bağımsız olarak bu saldırı, açık biçimde insanlık-dışıdır, hiçbir bahane ile haklı gösterilemez. Tamamen sivil insanların bulunduğu bir ortamda patlayan bomba, sıradan emekçi insanların ölümüne sebep olmuş, ortaya korkunç bir kıyım çıkmıştır. Bunun devrim davasına, özgürlük davasına bir yarar sağladığını söylemek mümkün değildir. Dahası, yararın zararın ötesinde, özgürlük mücadelesi, bedeli yoksul insanlar tarafından ödenen bir dava da değildir.
Bu vesileyle bir kez daha yinelemekte yarar görüyoruz: Devrimci eylem çizgisi, nettir, açıktır. Sivil halka bilinçli olarak zarar veren hiçbir eylem, kabul edilemez ve izah edilemez. Devrimci eylem, son derece açık biçimde emperyalistleri ve halk düşmanlarını hedefler.
Ankara olayı, her ihtimalde oligarşi-içi kirli bir hesaplaşmaya hizmet eden insanlık-dışı bir provokasyon olarak tarihe geçmiştir ve öyle anımsanacaktır.
Devrimci sosyalist hareket, bütün tarihi boyunca sivil halkı hedefleyen bu tür eylemlere açıkça karşı olmuş, kendi pratiğinde de böyle bir çizgiden uzak durmuştur. Bundan sonra da böyle bir mantığı savunmak için hangi “gerekçe” öne sürülürse sürülsün, bu görüşlerini değiştirmeyecektir.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19