Yoğun ve devrimimiz
için önemli günler yaşadığımız bu süreçte yeniden
ve yeniden tüm çalışmalarımız, özellikle bu çalışmalar
içinde anahtar rolü oynayan kitle çalışmalarımız
üzerine oturup düşünmemiz ve çalışmalarımıza yeni
bir biçim vermemiz zorunludur.
1 Mayıs’ı geride bıraktık; işçi ve emekçilerin,
devrimciler ve devrimci sosyalist hareketin bu sürecin
az çok hakkını verdiği ve ciddi bir kazanıma dönüştürdüğü
gerçektir. Partimiz için oldukça önemli olan ve
somut yönümüzü bir kez daha tayin eden “iç tartışma”
sürecimiz bize yoğun bir mücadele süreci içinde
bir nefes alma, sorunlarımızı ve çözüm yollarını
yeniden bilince çıkarma imkânı vermişti. Hiç şüphesiz
biz soyut bir tartışma yapmadık, devrimimizin her
sorununu kendi sorunumuz olarak ele aldık ve özgün
sorunlarımız üzerine somut çözümler oluşturduk.
Daha da önemlisi bu “iç tartışma” sürecinde ortak
akıl temelinde kolektif bir irade ortaya çıkardık,
bu somut politik irade ile yeniden dönüp demokratik-merkeziyetçilikle
yaşamın içine, mücadele alanlarına atıldık. Stratejik
bir şiar olan “özgür ülke ve insanca yaşam” üst
başlığı altında, kısa süreli kampanyalarla, özelikle
de 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü, 16 ve 21 Mart Kürt
ulusunun özgürlüğü ve faşist saldırılar karşı mücadele
kampanyalarını, partimiz için oldukça önemli bir
yerde duran 30 Mart Kızıldere şehitlerimizi anma
faaliyetlerini 1 Mayıs’a bağladık. 2007 yılını bu
tempo ve birbirini izleyen mücadeleler bütünü ile
adımladık.
Önümüzde Haziran şehitlerimizi anma etkinliklerimiz
durmaktadır ve şehitlerimize layık bu süreci de
süreci başarı ile tamamlayacağımıza inancımız tamdır.
Devrimci sosyalizm, bir devrim hareketini örgütlerken
önünde devasa sorunların olduğunun bilincindedir.
Bu sorunların genel/evrensel ve ülke devrimine özgü,
dahası ülke devriminin bir unsuru olarak, özel bir
parantez ile ifade edersek “bize” özgü yanları da
olduğu bilinmektedir. İdeolojik-teorik, politik
ve örgütsel boyutları olan ve evrensel olan ile
özgül olanın üst üste düştüğü bu sorunları bir çırpıda
ve tek bir hamlede çözüme kavuşturmak mümkün değildir.
Bir dizi karmaşık, iç içe, biri diğerini olumlu
veya olumsuz etkileyecek mücadeleler dizisi ile
bu süreç adımlanacaktır. Anahtar kavram ya da halka,
tüm bunları kendinde cisimleştiren mekanizma, örgüttür.
Bu alanda atılan her adım devrimimizin tüm sorunlarını
etkileyecek, ona yön verecektir.
Devrimimiz dünya devriminin bir parçasıdır ve örgütsel
alanda atılan her adım, ideolojik ve politik alanda
atılacak adımlarla dünya devrimini etkileyecek ve
evrensel olan devrimci sosyalizm giderek dünya hakları
ile buluşacaktır. Bunu tersinden de ifade etmek
mümkündür; yani dünya devriminin bir parçası olarak
gelişen devrimimiz, dünya işçi sınıfı ve ezilen
halkların mücadelesinden dolaysız etkilenecek, bu,
partili mücadelemizi zenginleştirecektir.
Ama tüm bu sorunlarla mücadele edilmeden, bu sorunların
çözümü için bir stratejik bakış ve eylem planı olamadan
tek bir adım bile atılamaz. Her bir sorunun çözümü
ve bu çözüm alanından ilerlemek, güncel mücadele
içinde anlam kazanır. Güncel mücadele içinde bu
karmaşık sorunlar ele alınır, bu somutluk içinde
kendi çözüm gücünü arar; bu noktada asıl halka olan
örgüt gerçeğini sıkı kavrayarak, her adımı örgüt
eksenine oturtarak ilerlemek zorunludur. Elbette
her bir sorunun sadece güncel ve görünen yanları
ile ilgilenmek mümkün değildir ve bunun genel ve
çok boyutlu arka planı ile güçlü bağları vardır.
Bu bağı kurmak gereklidir; eğer bu bağ güçlü biçimde
kurulamazsa her bir ilerleme kendi içinde zayıflıkları
taşıyacaktır. Bu bağı kurmak, her bir sorunla bu
sorunun arkasındaki ilişkiler ağını sağlam bir açıdan
irdelemek, partiyi ve parti saflarını bu bilinçle
donatmak gereklidir ve zorunludur. Bunu yapamayan
bir parti zerre kadar ilerleyemez, ilerlese bile
bu görüntüde bir ilerleme olur, bu çok da anlamlı
değildir.
Büyük bir öz güvenle ifade edelim ki devrimci sosyalizm,
bu alanda, yani güncel mücadelenin güçlü bir siyasal-teorik
plandan beslenmesi konusunda hiç de küçümsenmeyecek
bir kapasiteye sahiptir. Devrimci sosyalizmin siyasal
birikimi, yöntemi ve en önemlisi de devrimci samimiyeti
bu alanda büyük bir zenginlik ve gücü ifade etmektedir.
Bu güç her adımızda bize büyük bir kazanım sağlamaktadır.
Sorun bununla sınırlı olsa işimiz nispeten kolaydır.
Ama bu bakışın güncel mücadele ve bunun politik,
ideolojik ve örgütsel vb. yanlarına yansıması gereklidir
ve tam bu noktada her şey bu kadar basit değildir.
Doğru bakış, yöntem ve tarz önemlidir ve bu her
şeyin başıdır; bu olmadan hiç bir şey olmaz. Ama
bunun, yukarıda ifade ettiğimiz gibi günlük mücadele
içinde, doğru taktik ve büyük bir emek seferberliği
ile somut biçim kazanması gereklidir.
Zor ve karmaşık olan da budur.
Bu zor ve karmaşık süreç belki de en çok kitle hareketi
ve kitlelerin örgütlemesinde karşımıza çıkmaktadır.
O halde bir kez daha bu konu üzerinde düşünmek,
devrimci çalışmalarımızı yeniden biçim vermek zorunludur.
Devrimci Kitle Çalışması Bir Siyasettir
Devrimci kitle çalışması bir siyasettir. Bir partinin
doğru kitle çalışması olmaz ise, bu çalışmalar
doğru bir kitle çizgisinin ürünü olmaz ise, o
parti belki kendini “parti” olarak tanımlayabilir
ama asla politik bir akım ya da iktidar savaşını
yürüten bir parti olamaz.
Bu gün devrimci sosyalizmin özellikle son yıllarda
bu sorun üzerine, devrimci kitle çalışması üzerine
döne döne tartışması ve çeşitli vesilelerle parti
saflarını bu temelde eğitmesi ne tesadüftür, ne
de gereksiz bir iştir. Tam tersine bir zorunluluktur
ve bu sorun her adımda karşımıza çıkmaktadır.
Kitle çizgisi ve bunun ifadesi devrimci kitle
çalışması güncel ve yakıcıdır. Biz herhangi bir
hareket değiliz. Biz, mevcut iktidarı tüm hücrelerine
kadar yıkıp parçalayacak ve bunun üzerinden işçi
sınıfı önderliğinde halk iktidarını kuracak devrimci
bir hareketi örgütlemek, bu ülkede devrimi gerçekleştirmek
istiyoruz. Bu stratejik hedef için mücadele ediyoruz
ve bu temelde daha büyük ve onurlu savaşımları
hedefliyoruz.
Partinin örgütlenmesi temel ve ana halkadır ve
bu halka devrimin örgütlenmesinden bağımsız değildir;
partinin örgütlenmesi devrimin örgütlenmesidir.
Parti kitlelerden kopuk, onlardan uzak bir yerde,
kitleler ile kendi arasına kapanmaz mesafeler
koyan “dar devrimciler örgütü” değildir. Parti
ile kitleler özdeş yada eşit değildir; parti işçi
ve emekçi sınıfların en ileri unsurlarını kendinde
toplayan, kitlelere yön veren siyasal mekanizmadır.
Devrim, kitlelerin, örgütlü kitlelerin eseridir
ve parti kitleler içinde bu devrim dinamiklerine
önderlik eder, her adımda kitleler içinde devrimi
örgütler. Kitle örgütlenmesi olmadan, kitlelerin
günlük yaşamına girmeden, onları devrimin özneleri/yapıcıları
haline dönüştürmek mümkün değildir. Devrimi hedefliyorsan
kitleleri örgütlemeyi hedefleyeceksin ve bunu
büyük bir sabırla, emekle ve sanatla yapacaksın.
Eğer bu yönde adım atamazsan, bırakalım devrimi
örgütlemeyi, güncel mücadele içinde en küçük reform
hareketini bile örgütleyemez, hatta örneğin bir
çok sorunun kaynağı olan kadro sorunu başta olmak
üzere bir dizi irili ufaklı sorunları da çözemezsin.
Böyle yakıcı bir sorun, doğal olarak her adımda
karşımıza çıkmakta, gündemimiz olmaktadır; bu
temelde, yeniden ve yeniden tartışmak, içselleştirmek
ve pratiğimizi zenginleştirmek bir zorunluluk
olarak karşımıza çıkmaktadır. Her sorunda olduğu
gibi, bu sorunda da “tartıştık ve çözdük” demek;
ya da bu zorlu ve karmaşık, sabır ve emek isteyen
mücadelenin yerine hiç de devrimci sosyalizmin
benimsemediği bir anlayışla, “bir vuruşta kitlelerin
önünü açarız” gibi kolaycılıklar büyük tehlikedir.
Bu tehlikeye düşmemek gerekir. Kitle örgütlenmesi
bir siyasettir ve güncel mücadele içinde taktik
politikalarımızla zenginleştirmek, buna uygun
açılımlar yapmak zorunludur.
Nasıl Bir Zeminde Yürüyoruz?
Tabi ki biliyoruz; kitle çalışması ve örgütlenmesi
bir dizi sorunlarla bağlantılıdır ve bu gün tarihsel
ve toplumsal boyutları olan bir zeminden beslenmektedir.
Bu zemin, sadece bir dizi olumsuzluğu ve sorunları
işaret etmekle kalmamaktadır; bu zemin, bize içinden
geçtiğimiz yeni tarihsel süreci ve bu sürecin
ürettiği toplumsal ilişkileri kavrama ve buradan
doğru bir kitle çizgisine ve bunun ifadesi olarak
doğru bir kitle çalışmasına geçmemizi sağlamaktadır.
Dahası bu kitle çizgisi ve bu temelde uzun vadeli
çalışma, her dönemden çok daha fazla bu dönemde
devrimci irade ve emeği gerekli kılmaktadır.
Sorununu daha iyi kavramak için bu zemini özetle
ifade etmekte yarar vardır.
Bir: Yeni tarihsel süreçte kendiliğinden/spontane
kitle mücadelesi geride kalmıştır ve kitlelerin
bu eksende tepkileri oldukça geri düzeye düşmüştür.
Her tarihsel dönem, iktisadi evrimin ve sınıf
savaşımının ürünü olarak, kendine özgü sınıfsal
ve ulusal çelişkileri kontrol etme ve onları bastırma
aygıtlarını yaratır. Bu aygıtlar sadece zor ekseninde
biçim almaz, ideolojik ve kültürel aygıtları da
içerir. Örneğin, emperyalizmin 1. ve 2. Bunalım
Dönemi’nde, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde
toplumsal süreç feodalizm ve yarı feodaldir; bu
toplumsal ilişkiler üzerinde biçim alan devlet
aygıtı nispeten zayıf olup çoğu kez mahalli feodal
güçlere dayanır. Açık, çıplak, feodal karakterde
sömürü yoğundur ve buna bağlı olarak geniş köylü
yığınlarının kendiliğinden anti-feodal mücadelesi
oldukça güçlüdür. Bu ülkelerde, emperyalist işgal
biçimi açık olduğundan bu işgalci güçlere karşı
başta köylüler olmak üzere, işçi ve tüm emekçilerin,
hatta her ülkede kendine özgü bir ağırlıkta, sınırlı
da olsa ulusal/milli burjuvazinin emperyalist
işgale karşı tepkileri yoğundur. Bu tarihsel dönemde,
sömürü ve siyasal zor çıplaktır ve emperyalistler
ile emperyalistlerin toplumsal dayanağı olan feodal-komprador
güçlerin ideolojik nispeten aygıtları zayıftır.
Bu dönemde devrim, yani ulusal ve sınıfsal çelişkilerin
çözüm platformu, Milli Demokratik Devrim’dir.
Devrim, işçi sınıfının öncülüğünde, özelikle kırsal
alanlarda geniş köylü yığınlarının kendiliğinden
mücadelesinin örgütlenmesine dayanır; maddi olarak
güçlü olan emperyalistler ve komprador-feodal
güçlere karşı uzun süreli halk savaşı siyasal
olarak kitlelerin güçlü olduğu bu koşullarda zafere
ulaşmaktadır. Bu tarihsel dönemde, işçi sınıfı
ve köylülerin kendiliğinden mücadelesi olmaksızın,
komünist partiler bu kendiliğinden mücadeleyi
örgütlemeksizin ne kitlelerin siyasal üstünlüğü
sağlanabilir, ne de bu temelde devrim zafere ulaşabilir.
Bu dönemde kendiliğinden, özellikle köylü isyanları
yaşamsal bir rol oynarlar.
Ama bu süreç ve bu temeldeki toplumsal ilişkiler,
2. Paylaşım Savaşı sonrasında önemli ölçüde geride
kalmıştır. 3. Bunalım Dönemi olarak tanımladığımız
1945-90 sürecinde, artık emperyalist sömürü biçimi
sömürgecilik ve yarı-sömürgecilik değil, yeni-sömürgeciliktir.
Bu dönemde toplumsal süreç feodalizm ve yarı-feodalizm
değil, kapitalizmdir. Bu süreçte, eski feodal
ve nispeten zayıf iktidarlar değil, daha güçlü
burjuva devlet biçimi olarak oligarşik diktatörlükler
söz konusudur. Oligarşik devlet zor ekseninde
biçim almıştır; ama sadece zora dayanmamaktadır,
ideolojik ve kültürel aygıtları geçmişle kıyaslanamaz
düzeyde gelişmiştir. Bu kapitalist sömürü biçimi
ve bu temelde düzenin kendini örgütlemesi, işçi
ve emekçi sınıfların mücadelesini kontrol etme
ve bastırmada yeni imkânlar yaratmaktadır. Bu
süreçte kendiliğinde/spontane kitle mücadelesi
giderek zayıflamış, işçi ve emekçi sınıfların
mücadelesi ile oligarşik devlet arasında bir denge,
yani aslında bir dengesizliği ifade eden suni
denge kurulmuştur. Yine de bu dönem, sosyalizm
ve anti-emperyalist devrimci ulusal kurtuluş savaşlarının
siyasal prestijinin en yüksekte olduğu bir dönemdir;
bunun emperyalizme ve oligarşiye karşı kitlelerin
mücadelesini güçlü ve yoğun biçimde etkilemesi
söz konusudur, bu dönemde, tüm sınıfsal ve ulusal
çelişkiler üst üste düşmektedir, kitlelerin düzene
tepkileri düzen sınırlarını zorlamaktadır.
Ancak, reel sosyalizmin 1985-90 sürecinde çözülmesi
ve devrimci ulusal kurtuluş savaşlarının gerilemesi,
emperyalist-kapitalist sistemin 1970 sonrasında
içine düştüğü kriz sarmalına karşı geliştirdiği
yeni kapitalist sömürü biçimlerini giderek güçlendirmiş
ve yeni tarihsel süreçte egemen biçim haline getirmiştir.
Bu sömürü ve bunun üzerinde biçim alan, başta
devlet örgütlenmesi olmak üzere tüm ideolojik,
kültürel aygıtlar, işçi ve emekçi sınıfların mücadelesini
kontrol etme ve bastırmada yeni bir düzeye ulaşmıştır.
Yeni tarihsel süreçte, yeni-sömürge ülkelerde
kapitalizm her alana yayılmış, yeni-sömürgecilik
derinleşmiş, devlet ve onun ideolojik aygıtları
yeniden biçimlendirip kendiliğinden kitle mücadelesini
adeta en geri düzeye çekmiştir. Emperyalist sömürü
ve bu temelde sınıfsal ve ulusal çelişkiler derinleşmiş,
ama yoğun ideolojik ve kültürel aygıtların etkisi
ile kitlelerin sosyalizm gibi büyük hedeflere
yönelmesinin önüne gerici barikatlar kurulmuş,
bilinçler çarpıtılmış, post-modern kültür toplumun
üstüne sürekli boca edilmiş, işçi ve emekçi sınıflar
parçalanan emek sürecinin de etkisi ile bu gerici
kültürden her nefes aldığında nasibini almış,
toplum, sınıf, insan adeta atomize edilmiştir.
Ülkemiz acısından bu sürecin başlangıcı 12 Eylül
açık faşizmi ve bu süreçte uygulanan neo-liberal
politikalardır. Dikkat edilirse 12 Eylül açık
faşizmi devrimci ve sol güçleri yenilgiye uğratınca,
1988-89 sürecindeki işçi eylemlerini dışta tutarsak,
özelikle sosyalizmin büyük gürültü ile geriye
düşmesinden sonraki süreçte işçi ve emekçilere,
ezilen halklara karşı yoğunlaşan kapsamlı saldırılar,
özellikle yoğun ideolojik saldırı, kitle hareketini
oldukça geri düzeye çekmiştir. Ve bu süreçteki
gelişen her kitle hareketi, kitlesel direniş,
önemli ölçüde devrimcilerin iradi çabalarının
sonucudur. Yani artık kitlelerin eski süreçte
olduğu gibi bir 15-16 haziran direnişi ya da kendiliğinden
toprak işgalleri, küçük üreticilerin güçlü ve
kalıcı tepkileri vb. yoktur; en son 2007 1 Mayıs
direnişinde de görüldüğü üzere en küçük hak arama
ve kitlelerin tepkisi her tür araç kullanarak
bastırılmak istenmektedir. Bunun için zor ve ideolojik
aygıtlar her düzeyde devrededir; bu kapsamlı saldırılar
ancak direne direne püskürtülebilir, direnişle
buzu kırmak, yolu açmak mümkündür.
Direnmeden, kendiliğinden, “yukarıdan” verilen
bir hakla artık güçlü kitle mücadelesi çıkmaz.
Oligarşik devlet ile işçi ve emekçi sınıflar arasında,
oligarşi lehine suni denge oldukça güçlüdür; kitlelerle
ilişkilenmeden, onlarla günlük yaşam içinde bağlar
kurmadan, onlara bilinç taşıyıp örgütlü hale getirmeden
devrimci kitle hareketi söz konusu olamaz. Sadece
zor aygıtları değil, yeni-sömürgeci toplumsal
ilişki içinde, bu toplumsal zeminden beslenen
ve kitleleri düzene bağlayan bir dizi ideolojik,
kültürel aygıt vardır, işçi aristokrasi ve son
günlerde oligarşi içi çatışmalarda önemli rol
oynayan, “sivil toplum kuruluşları” bunlardan
sadece ilk akla gelenlerdir ve bunların işçi ve
emekçi sınıfları nasıl yönlendirdikleri tüm çıplaklığı
ile görülmektedir.
İki: Bu durum kitle mücadelesinde bir daralmayı,
sosyalist hareketle geniş emekçi sınıflar arasında
devasa bir mesafeyi göstermektedir. Çeşitli sınıflardan
oluşan ve amorf bir karakter gösteren kitleler
üzerinde her tür gerici-burjuva ideolojisinin
rahat taban bulduğu da bir gerçektir. Kendiliğinden
mücadele vardır, kendiliğinden mücadele vardır;
örneğin 1970’lerin kendiliğinden mücadelesi ile
günümüzün kendiliğinden kitle mücadelesi birbirinden
çok farklı yerde durmaktadır. Eğer devrimci sosyalist
ideoloji, işçi ve emekçi sınıflara, “yukarıdan”,
yani devrimci parti ve devrimci savaşla bilinç
götüremez ise, işçi ve emekçi sınıflar bu mücadele
içinde hem kendini hem de düşman sınıfları tanımayamaz
ise, bu tarihsel süreçte burjuva ideolojisi, her
dönemden çok daha güçlü olarak kitlelere nüfuz
etme, onları düzene bağlama zemin ve imkânına
sahip olur ve her an, her gün, her vesile ile
bu gerici-burjuva ideolojisi kitleler arasında
yaygınlaştırılır. Bu gerçeği her gün görmek mümkündür.
Bizim işimiz her kitle hareketine övgüler dizmek
değildir. Örneğin, oligarşi içi çatışmaların bir
ürünü olarak Genelkurmay’ın yönlendirdiği “Cumhuriyeti
koruma” mitinglerinde olduğu gibi. Oligarşi içi
çelişkilerin Cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesi
ile yoğunlaşması, hatta kendi yasalarını zor ve
tehditle her gün ihlal edip bir yana çekmeleri,
bu güçler çatışmasında kitleleri nasıl etkiledikleri
ve kendi çıkar çatışmalarına alet ettikleri de
çok nettir; bu kitle gösterileri oldukça öğreticidir.
Bizim işimiz, kitlelerin bu amorf durumunu bilip,
örneğin “AKP m, yoksa Genelkurmay yönlendirmesindeki
‘ulusalcı güçler’ mi (siz bunu faşizmin yeni taban
bulma konsepti okuyun) gibi kitlelerin önüne konan
iki kötü seçeneğin dışında, aslında başka bir
seçeneğin, 1 Mayıs direnişinde olduğu gibi düzeni
yıkma ve işçi ve emekçilerin kendi kurtuluşunu
yaratma seçeneğinin olduğunu göstermek ve buradan
devrimci bir halk hareketini ortaya çıkarmaktır.
Üç: Ancak,devrimci halk hareketi için en önemli
handikap, önderlik sorunu ve uzun yıllara yayılmış
yenilgi atmosferi ve bunun sonuçlarıdır. Yani,
bizim için sorun, sadece yeni tarihsel sürecin
genel sonuçları ve bu temelde oluşan gerici barikatlar
değil, bununla birlikte uzun yıllara yayılmış,
genel ve özgül nedenleri olan yenilgi süreci ve
bu temelde oluşan sorunlar dizisidir. Bunların
en başında da tüm bu sorunların devrimci çözüm
gücünü kendinde cisimleştiren devrimci önderlik,
yani devrimci parti sorunu vardır..
Yeni tarihsel sürecin, devrimimiz için kapsamlı
ve stratejik bir yenilgi üzerinden biçim aldığını
düşünürsek, bunu izleyen süreçte, çok daha boyutlu
ve evrensel karakterde olan sosyalizmin geriye
düşüşünün sonuçlarının yeni tarihsel süreci baştan
aşağı, uzun yılları kapsayan bir yenilgi atmosferi
içinde tuttuğunu ifade edebiliriz. Başka ifade
ile, yeni tarihsel süreç, yaklaşık 27 yıllık,
birbirini izleyen yenilgiler ortamında biçim aldı,
kitle hareketi bu yenilgi ortamından olumsuz beslendi.
Doğal olarak bu kapsamlı süreç, örgütsel düzeyde
bir geriye düşüş ve sosyalist harekette kriz ortamı
yarattı ve bu kriz hala aşılabilmiş değildir.
Böylesi bir kriz sürecinde ya geriye düşüş ya
da ileriye sıçrama yaşanır. Yaşanan büyük tasfiyeci
dalga ve yenilenme arayışları budur. Devrimci
çözüm yolu bellidir; devrimci yenilenme! Bu yolun
dışında hiç bir sınırlı çaba bu süreci kendi ayakları
üzerine dikemez.
Devrimci sosyalizm, bu tabloyu “tıkanma” olarak
tanımlayıp devrimci çözüm yolunu belirlemiştir.
Ama tüm siyasal iddiasına rağmen, hem bu sürecin
devrimci çıkış yolu sol ve devrimci çevrelere,
dahası kitlelere yeteri kadar taşınamamıştır,
hem de devrimci çıkışta anahtar konumda olan örgütsel
krizin devrimci çözümü noktasında zayıf konumdadır.
Doğru bir önderlik için ilk ve temel koşul doğru
bir stratejik rotaya sahip olmaktır; devrimci
sosyalizm buna sahiptir ve bu büyük bir siyasal
iddianın zeminini oluşturmaktadır. Böylesi bir
siyasal iddia olmadan hiç bir şey başarılamaz.
Ama bu yetmez. Bu siyasal iddiayı, ideolojik,
politik, örgütsel her alana taşımak, buradan politik
bir güç olmak gereklidir; yani yıkılmaz bir güç
olarak devrimci partiyi inşa etmek, dalga dalga
bu devrimci çıkış yolunu sol ve devrimci çevrelere
taşımak, kitlelerle buluşturmak gereklidir, zorunludur.
Yukarıda işaret ettiğimiz devrimci halk hareketinin
böylesi kapsamlı ve zahmetli bir süreçte, adım
adım inşa edileceği açıktır.
Tüm siyasal iddiamıza rağmen henüz yolun başındayız.
Stratejik bir bakışla bu yolu adımlayacağız. Devrimci
sosyalizm, devrimci yenilenme temelinde bu yolu
adımladıkça, en başta örgütsel krize, yani devrimci
önderlik sorununa doğru yanıt oluşturdukça, yolun
açılacağı kesindir. Demek ki, bugün devrimci sosyalizm
sadece kendi ile sınırlı bir rol ve etkiye sahip
değildir; tarih, devrimci sosyalist harekete,
yaşanan anda tarihin gizli olduğunu, kendini aşma
ve devrimci görevlere sahip çıkmanın aynı zamanda
sadece devrimimiz için yeni bir sıçrama değil,dünya
devrimine de ciddi katkı sunma anlama geldiği
gerçeğini göstermiştir.
Bu bilinç ve siyasal iddia ile görevlerimize sahip
çıkıyoruz...
O halde bizim önümüzde “her şeye kadir” ve bir
çırpıda ya da bir hamlede her şeyi “çözen” hazır
reçete ve güç yoktur; bugün attığımız her adım,
aldığımız yol, geleceğe uzanmaya ve devrimlerin
fırtınasını yaratmaya yöneliktir. Tüm bunların
bilinciyle güncel mücadele içinde her gün öğrenerek
ilerlemek zorundayız.
Daha Somut: Nasıl Yapmalı?
Bu sorunun yanıtını maddeler halinde özetle ifade
etmekte yarar var;
Birinci olarak, kitlelerle bağ kurup onları örgütlemeyen,
onları kendi sorunları temelinde savaştıramayan
bir partinin politik bir hareket olamayacağını
bilmek gerekir. İdeolojik bir grup ile devrimci
bir parti, hata devrimci bir parti ile politik
bir hareket birbirinden farklıdır. Siz büyük bir
iddiaya, hatta sol ve devrimci harekette sık sık
örneği görüldüğü gibi en büyük “komünistlik” iddiasına
sahip olabilirsiniz; ama eğer bu iddianız kitlelere
taşınıp onlar elinde bir silaha dönüşemezse, bunun
için asgari bir örgütsel mekanizmalardan yoksun
olursanız soyut bir iddia sahibi olmaktan öteye
gidemezsiniz.
Parti, sadece ideolojik birlik ve çizgi değildir;
parti, bununla birlikte bir siyasal hukuk ve tarz
içinde bu çizginin etrafında bütünleşen kadrolar
ve örgütler toplamıdır. Bu siyasal çizgi ve örgütsel
mekanizmalar eğer devrim için, ülke devriminin
sorunlarına ve bu temelde siyasal sürece müdahale
etme gücüne sahip değilse, bu parti gerçek rolünü
oynayamaz, dahası politik bir hareket olma ve
kitleleri devrime seferber etme gücüne ulaşamaz.
Parti, siyasal sürece devrimci müdahaleyle kitlelerle
bağ kurup, onları örgütleyip savaştırabildiği
ölçüde politik bir hareket olabilir.
İkinci olarak, bir parti genel ve stratejik bir
çizgi ile, bu temelde kitlelere yönelik bir dizi
çağrılarla yetinemez. Stratejik çizgi ve politikalar
bütünü, yani programsal bir çerçeve önemlidir;
ama bunun güncel taktik politikalarla kitlelere
ulaşması zorunludur. Taktik politika ile stratejik
politikalar ya da programsal yaklaşımlar bir birbirinden
bağımsız değildir, ama iki ayrı yerde dururlar.
Taktik politika, stratejik politikalar veya programsal
yaklaşımın, belirli bir anda, süreçte, o süreç
ve anın özgünlüğü içinde biçim almasıdır; stratejik
politikalar veya programsal politikalar uzun vadelidirler,
taktik politikalar ise kısa, hatta günlük denebilecek
politikalardır. Böylesi bir diyalektik ilişki
içinde taktik politikalar kitlelerle bağ kurar,
bunun gerektirdiği şiar ve örgüt biçimlerini ön
plana çıkarır; parti, buradan hareketle kitleler
içinde maddi bir güç haline gelir.
Strateji-taktik, program-taktik, teori-pratik,
partide cisimleşen irade ve eylem birliği budur.
Üçüncü olarak, parti, sınıflardan oluşan bu toplumu
ve toplumsal/sınıfsal ilişkileri bilmek, tanımak,
stratejik ve taktik politikalar bütünlüğü içinde
bunlara yönelik asgari çözümler üretmek zorundadır.
Ülkemiz devrime gebedir, devrim günceldir; bu
nesnel bir gerçektir. Ama yukarıda da ifade ettiğimiz
gibi devrim için sadece bu gerçek yetmez, bunlara
devrimci çözüm gücü olacak, en başta kitlelere
önderlik edecek devrimci bir partinin olması ve
bu partinin kitleleri örgütleyip savaştırması
zorunludur. Bu olmaksızın devrim bir nesnel gerçek
olarak, ama kitlelerin ulaşamayacağı, kendini
devrimde somut olarak ifade edemeyeceği bir gerçek
olarak bir yerde durur. Nesnel bir gerçek olarak
devrimin güncelliğini ifade etmek, onun için çok
yönlü kavgayı örgütlemeyi zorunlu kılar. Eğer
bu ülkede bu nesnel gerçek varsa, bunun için doğru
stratejik ve taktik politikalarla mücadele etmek
zorunludur. Devrimimiz nesnel bir gerçektir ve
bir dizi faktöre bağlı olarak devasa sorunlarla
karşı karşıyadır. Devrimci sosyalizm, bu büyük
sorunları devrimci yenilenme ekseninde her alanda
bütünsel bir yaklaşımla çözme iradesi ve yol haritasına
sahiptir.
Bizim işimiz sadece nesnelliğe vurgu yapmak, bunun
arkasında en temel stratejik bir kaç belirlemeyi
ifade etmek ve böylesi “büyük günler” hayali ile
yaşamak değildir. Biz, somut olandan hareket ederiz,
sorunların bilincinde olurken bu sorunlar, bizde
“bir vuruşta” ya da “bir hamlede” çözme ütopyasını
veya bu sorunlar karşısında keskin bir kaç stratejik
vurgu ile yetinen ama bir adım atmayan bir pasifizmi
meşrulaştırma haline dönüşmez; tam tersine devrimci
yenilenmenin temel hedeflerine adım adım, büyük
bir sabır ve emekle ulaşmak için mücadele etmeyi
bir görev olarak ortaya koyar.
Devrimimizin ağırlaşmış sorunları vardır, yeni
tarihsel süreçte devrimin nesnel koşulları olgundur.
Ama yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, işçi ve
emekçi sınıflar, bu tarihsel süreçte büyük ve
kapsamlı işleve sahip zor ve ideolojik-kültürel
aygıtların baskısı altındadır, bilinçleri çarpıtılmıştır,
kendiliğinden tepkileri son derece zayıftır. Böyle
de olsa, bu nesnel gerçek ve vahşi sömürü düzeni
işçi ve emekçi sınıfların tepkisini yaratıyor,
sınıflar mücadelesine adeta “patlayıcı maddeler”
ekiyor, bunlar mayalanıyor.
Parti, tüm bunları tam bir nesnellik içinde, Marksist
-Leninist ölçülere bağlı olarak değerlendirmek,
her tepkinin arkasında koşarak onu örgütlemek
değil, taktik politika ve stratejik yaklaşıma
bağlı olarak demokratik muhalefetin en solunda
yer alıp bu günden devrimci halk hareketinin ilk
zeminlerini iradi olarak örgütlemek zorundadır.
Eğer bu günden kitlelerle ilk köprü ilişkilerini
kuramazsak, devrimci halk hareketinin en temel
dinamikleri olan işçi ve emekçi sınıfları emek
cephesinde, toplumun en dinamik kesimi olan gençliği
gençlik cephesinde, kadınları kadın cephesinde
vb. ve tüm bunları halk kurtuluş cephesinde örgütleyemeyiz.
Biz hayallere değil gerçeklere bağlı bir partiyiz.
Devrimimizin bu aşamasında işçi ve emekçi sınıfları
büyük birimler halinde, yani dünya devrimler deneyinde
ortaya çıkan Sovyet yada Meclisler biçiminde,
bu tür mücadele ve iktidar organlarında örgütleyemeyiz.
Devrimimiz kitlelerin bilinçli olarak kendi mücadele
ve iktidar organlarını oluşturacağı aşamaya elbette
gelecektir. En geniş kitleleri böylesi politik
kitle örgütlerde örgütleyeceğiz; ama bunun için
devrimimizin kat etmesi gereken hâlâ uzun yollar
vardır.
Devrimimiz uzun süreli ve birleşik bir savaşla
zafer ulaşacaktır; bu savaş öncü savaşı gibi bir
stratejik aşamadan geçecektir. Öncü savaşının
temel siyasal işlevi oligarşinin baskısı altında
kitleler üzerinde oluşan, onların tepkilerini
düzen içi kanallarda eriten suni dengeyi bozmak,
işçi ve emekçi sınıfların, ezilen halkın düzene
karşı memnuniyetsizliğini açığa çıkarmak ve bu
tepkileri örgütlemektir; oligarşinin zor ve ideolojik
baskısı altında kendi sınıfsal ve toplumsal rolünü
oynayamayan işçi ve emekçi sınıfları bu baskıdan
kurtarmak, onlara mücadele içinde siyasal bilinç
götürmek, kitlelerin siyasal üstünlüğünü sağlamaktır.
Bu karmaşık bir süreçtir ve öncünün savaşı kitlelerin
savaşının dışında değildir, tam tersine, iç içe
bir bütündür. Gerillaya ve bununla bir bütün olan
kitle savaşına dayanmayan bir öncü savaşı gelişemez.
Öncü savaşında, öncü gerilla stratejik bir öneme,
işleve sahiptir ve anahtar konumundadır; en küçük
kitle hareketinin ciddi ve iradi bir örgütlenmeyi
gerektirdiği bu süreçte devrimci kitle hareketi
öncü bir tutumla inşa edilmek ve gerilla savaşını
bütünleyen bir tarzda ele alınmak zorundadır.
Kitlelerin sokak ve barikat savaşlarında siyasal
rolünü az çok oynayacağı bir dönemde, gerilla
ve kitle hareketi bütündür. İşler bugün tek ayaklı
ve ağır aksak ilerleyebilir ama böylesi bir stratejik
bakış ve örgütlenme yolu açacak, devrimimizi,
öncü savaşı yoluyla giderek kitlelerin ayaklandığı
ve kendi mücadele ve iktidar organlarını yarattığı
bir süreçle zafere taşıyacaktır.
Böylesi bir savaş için bugünden, hayallere değil
gerçeklere bağlı kalarak, devrimin öncü ve temel
güçleri ile ilk köprüleri inşa etmek zorundayız.
Bugün bu stratejik bakış ile atılan ilk adımlar
yarının zaferini bize müjdeleyecektir.
Dördüncü olarak, devrimci kitle çalışması sadece
demokratik alan çalışması değildir, kitle çalışması
her alanı kapsayan, devrimin her aşamasında bir
gün bile ihmal edilemeyecek, sürekli bir çalışmadır.
Her kim kitle çalışmasını demokratik alanla sınırlı
görür ve böyle ele alırsa, başka alan çalışmalarına
kısır ve dar pratikçi görevler yüklerse o, teori
ve politikada “sol” sapma içindedir, büyük bir
yanılgıya düşmektedir. Her kim, devrimimizin bu
aşamasında ve ağırlaşmış sorunları karşısında,
kitle çalışmasını sürekli bir çalışma olarak görmez,
kitlelerle ilişkiyi bilinmeyen bir sürece ertelerse
o iflah olmaz bir pasifisttir.
Eğer bu gün kitleler bize ve devrimci harekete
mesafeli duruyorsa, bunun nedenlerini bilmek gerek.
Biz kitleleri zorla güdülmesi gereken unsurlar
olarak değil, devrimin temel dinamik gücü olarak
görmek zorundayız. Kitleler, sonuçta, sınıfsal
zeminde kendi yaşam biçimini kuran insanlardır
ve bu insanlarla birebir ilişki kurmak, onları
sorunları etrafında örgütlemek gereklidir. Devrim
kitlelerin örgütlü eseridir; devrim yapacaksak,
devrimin her aşamasında işçi ve emekçi sınıfları,
gençlik ve aydınları, kadınları, ezilen halkları
yaşamın içinde kendi çelişkileri ekseninde örgütlemek
zorundayız. Devrimizin bu aşamasında, kitleleri
büyük birimler halinde örgütleyemeyiz, ama onları
kendi sınıfsal çelişkileri ve sorunları temelinde
küçük birimler halinde; sadece yasal dernek, sendika,
kooperatif vb. altında değil, bizzat mahalli alanlarda,
ev ev, sokak sokak örgütleyebiliriz. İşçi sadece
fabrika ya da iş yerinde değil, elbette bu alanları
da içeren biçimde yaşadığı alanlarda, mahalli
alanlarda örgütlenebilir. Öğrenci ve aydın gençlik
sadece okul vb. gibi yerlerde değil, bu alanların
yanında çeşitli derneklerde, sanatsal ve kültürel
ilişkiler içinde, çeşitli araçlarla örgütlenebilir.
Kadın emekçi sadece fabrika ve işyerinde değil,
evlerinde, çeşitli demokratik kitle örgütlerinde
vb. örgütlenebilir.
Her kesimden insan ve toplumsal kesim kendi özgünlüğü
ile sınıf savaşında yerini alır. Kendini ifade
edemeyen, bu özgünlüğü yansıtamayan kendi olamaz,
kendi olamayan ise devrim gibi büyük bir toplumsal
eylemde yerini alıp bu rolü oynayamaz. İşçi ve
emekçi kimlik, temel ve sınıfsal bir kimliktir;
ancak kadın, genç, Kürt, alevi, vb. toplumsal,ulusal
ve inanç sahibi insanlar bu özgün kimliklerini
yansıtamazsa, bu temel sınıfsal kimlik tek başına
yetmez. Sınıfsal kimlik üst çatıdır, ama bu ülke
sık ifade edilen gibi “mozaik”ten öte adeta her
ulus, ulusal topluluk, din ve vicdan sahibinin
iç içe olduğu bir toplumsal zenginliğe sahiptir.
Bu özgünlükleri yok sayarak bir yere varılamaz.
O halde, biz genel bir söylem ve stratejik politikanın
ötesinde, taktik politikalarımızı da her kesime
taşımak, o kesimin özgünlüğü ile buluşturmak zorundayız.
Politikalarımızı işçiye, kamu emekçisine, kadınlara,
gençliğe, Kürt-Arap-Ermeni vb. ulusal kimlik sahiplerine,
alevi vb. gibi inanç sahiplerine götürmek ve bu
özgünlüklerle taktik politikalarımızı zenginleştirmek
zorundayız.
Beşinci olarak, alışkanlıkların gücü zor ve gerici
bir güçtür, yıkılması bir çırpıda mümkün değildir
ve sistemli, sürekli mücadeleyi gerektirir. Örneğin,
sadece bizi değil, Türkiye devrimci hareketini
adeta teslim alan tembellik, kolay olanla yetinme,
zor karşısında gerileme, vb. kitle çalışmasında
mutlaka aşılması gereken alışkanlıklardır. Bu
alışkanlıklar, uzun yıllara yayılan yenilgi sürecinde,
gerileyen kitle hareketi içinde kök salmıştır
ve devrimci hareketin kitle ilişkilerinde daralmaya
yol açmıştır.
Sanılıyor ki, biz doğru ve güzel değerlendirmelere
ya da perspektiflere sahip olursak ya da bunun
tıkandığı yerde, “sol”dan “bir-iki darbe” vurursak
her şey çözülecek ve kitleler yanımıza gelecektir.
Bu büyük bir yanılgıdır. Dünya ve hele ülke devrimimiz,
dahası bizzat kendi özgün mücadele ve tarihimiz
bunun böyle olmadığını defalarca ispatlamıştır.
Kitle çalışması sabır ve büyük emek ister ve bu
emekten yapılan cimrilikler hep döner devrimi
vurur. Kitle çalışması, küçümsenecek bir çalışma
değildir; sürekli ve sistemli bir mücadeleyi,
kitlelere doğru ve onlarla aramızdaki sınırları
yok eden bir tarzı, onları kaybettiği bu ilişkiler
içinde kazanma gücü vermeyi gerektirir.
Burada alışkanlıklar gerici bir rol oynar; ki
bu alışkanlıklar günlük yaşam ve toplumsal ilişkiler
içinde an be an kendini yeniden üretmektedir.
Tembellik ve sabırsızlık, kolay olanı seçme ve
doğru olanda ısrarcı olmama devrimci sosyalist
hareket saflarında da uzun yılların bir hastalığı
olarak varlığını sürdürmektedir. Dahası, örneğin,
yeniden inşa sürecimizin, legal bir açılımı olarak
tanımlanan PKO’ların da tüm bu hastalıklardan
beslenerek “kurumculuk” alışkanlığı ile karşı
karşıya geldiği bilinmektedir. Eğer biz, PKO’yu
“her şey” yaparsak, bu kurumları kitlelerin kendiliğinden
gelip örgütleneceği bir alan olarak düşünürsek,
bu siyasal ve toplumsal ilişkiler içinde devrimin
devasa sorunları karşısında zayıf konumda bir
örgütsel güçle hiçbir şey başaramayız. Bu tip
alışkanlıklarla değil bir devrim hareketini örgütlemek,
bir kurumu bile buna uygun hale getirmek mümkün
değildir.
Tüm bu hastalıklarla, alışkanlıklardan kaynaklanan
statükocu tutumlarla sistemli olarak günlük yaşam
içinde mücadele etmek, belirlenen taktik politikalarda
ısrar etmek zorunludur, başarı da buradan geçer.
Altıncı olarak, kitle çalışmamızı alan esasına
göre düzenlemek ve bunu mutlaka bir örgütlenme
ekseni ile bütünleştirmek zorundayız. Genel ve
her dönem için geçerli bir kitle çalışması yoktur.
Kitle çalışması her süreçte kendi özgün biçimini
alır. Bugün geçerli olan yarın olmayabilir ya
da dün geçerli olan bugün geride kalmış olabilir.
Bu açıdan, devrimin her sorununda olduğu gibi,
devrimci kitle çalışmasında da hazır bir reçete
asla olamaz. Eğer devrimin tüm nesnel koşulların
önümüze koyduğu imkanlara rağmen bizim bunları
asgari düzeyde değerlendirecek örgütsel güç ve
sistemimiz yoksa bu imkanlar soyuttur, dahası
bir çürümenin koşularını da yaratır. Keza yaşanan
uzun örgütsüz yıllar, sadece devrimci sosyalizmi
değil, TDH’nin bütününü de dönüp vuran bir siyasal
sonuç yaratmıştır.
Devrimci yenilenme ekseninde yeniden inşa sürecimiz
“örgütlü örgütsüzlük” koşullarında kapsamlı bir
proje olarak ortaya konmuştur. Uzun yılların örgütsüzlüğü
ve sürecin dışına düşme hali ciddi bir sorun olarak
karşımıza çıkmış ve bunları aşmak öyle bir çırpıda,
kolayca olmamıştır. Başka açılım ve çabaların
yanı sıra, kitle çalışmasında legal zeminde belirlenen
PKO, başlangıçta doğal olarak bir zemin yaratma,
“havuz” işlevi görme ile karşı karşıya kalmıştır.
Ama biz burada durursak, buradan yeni alan ve
ilişkilere açılım yapamazsak, yukarıda işaret
ettiğimiz statükoculuğa teslim oluruz. Keza bu
tehlikeyi uzun süre önce gördük ve buradan alan
temelinde örgütlenmeye işaret ettik. Ama önemli
ölçüde alışkanlıkların gücü, elbette kadro ve
aktivistlerin bu konuda güçlü bir anlayışa sahip
olmaması ve partinin bu konuda kadro ve aktivistleri
yeteri derecede eğitememesi ile bütünleşince,
bir türlü yeni açılımları örgütlemeyi ve yeni
bir düzeye sıçratmayı başaramadık, eskiyi tekrarla
yetindik. Bu gerçeği “iç tartışma” ile bir kez
daha ele aldık, daha güçlü bir bilinç ortaya çıkardık.
Hâlâ da eski olanın etkileri vardır. Oysa alan
temelinde örgütlenmek, hem bir ihtiyaç, hem de
zorunluluktur. Tüm devrim deneyleri, devrimimiz
ve devrimci sosyalist hareketin tarihi bunun doğruluğunu
defalarca ispat etmiştir.
Hangi alanda olursak olalım, ister açık, ister
özgür alanda, kendi içinde bir alan örgütlülüğü
oluşmaz ise buradan başarı çıkmaz. Örneğin özgür
alan, eğer bir bölge ve kendi içinde daha küçük
mahalli alanlarda, hatta genişleyen kitle bağlarına
koşut olarak kadın, gençlik, vb. alanlarda kendine
özgü örgütlenme biçimlerini yaratamazsa ilerleyemez.
Aynı şekilde bir PKO örgütlenmesi de eğer kendi
içinde somut koşullara bağlı olarak kadın, işçi
ve emekçi, sanat ve kültür ve mahalle çalışması
yapamazsa ilerleyemez. Bunu bilince çıkarmak ve
ısrarcı olmak gerekir.
Bu açılımlar laf olsun diye de yapılamaz. Eğer
sizin bunları yapacak politikanız yoksa, bu politikayı
o alanda örgütleyecek asgari bir kadro yapınız
ve kitle ilişkiniz yoksa, bu açılımlar soyut olmaktan
öteye gidemez. Burada iki unsura dikkat etmek
lazım. Birincisi, belirli bir alt yapısı olmadan
bu tip açılımlar yapılamaz. İkincisi ise, bu açılımları
çok “büyütüp” mükemmeliyetçi bir anlayışla hep
zamana bırakmaktan uzak durmak lazım. Unutmamak
gerek ki, örgüt olamadan değil kitleleri örgütlemek,
hiçbir şey örgütlenemez ve yapılamaz; ama örgütü
de hazır olarak önümüzde bulamayız, asgari örgüt
yeni örgütleri yaratır. Yeter ki, stratejik ve
taktik politikamızın gereğini yapalım, yılmadan
çalışalım.
Unutmamak gerek, parti kitleler içinde örgütlü
bir güç haline gelebilirse yenilmez maddi bir
güce dönüşür. Kitleler, işçi ve emekçi sınıflardan,
farklı sınıf ve kesimlerden halktan oluşur; bunların
devrim için en dinamik güçleri, işçi ve emek güçleri,
kadınlar, gençliktir. Partinin önderliğinde halk
cephesi bu güçlere dayanır ve her kesimin kendi
içinde bir dizi alana göre örgütlenir. Bu örgütlenme,
kitleleri devrimci bir halk hareketi için halk
cephesinde örgütlemek, stratejik bir hedeftir;
bu günden yaptığımız her açılım bu stratejik hedefe
göre ilk adımdır.
Yedinci olarak, doğru bir taktik politikanın yanı
sıra direnme kültürü ve emek seferberliği zorunludur.
Yukarıda ve daha başkaca yazılarımızda sık sık
ifade ettik, direnmeden tek bir adım bile atılamaz,
tek bir kazanım söz konusu olamaz. Eğer bir direnme
kültürüne sahip olmazsanız, bu politika ve kültürü
iç yaşamınızda içselleştiremezseniz, en küçük
demokratik hak arayışında büyük baskı ve sindirme
politikaları ile karşı karşıya kalınca geri adım
atıp bırakın devrimin önünü açmayı, ona omuz bile
veremezsiniz. Yine bu kültür, çıkarsız ve hesapsız
devrim emekçiliği ile bütünleşemezse tek bir adım
bile atmak mümkün değildir. Bu düzen korkuyu pompalıyor,
her aracı kullanarak kitleleri teslim almaya çalışıyor.
Kavga ve mücadele özgürleştirir, korku duvarları
mücadele ile parçalanır; bu özgürleşme, direnme
kültürü ve bilinci ile kendimize ve devrime büyük
emekler vererek somutlaşır. Bu bireyler için geçerli
olduğu gibi partiler için de geçerlidir.
Taksim İradesi Önemlidir
Güncel bir örnekten hareket edelim…
1 Mayıs 1977’den bu yana, her türlü yasak ve baskıya
rağmen Taksim, bir alandan öte siyasal ve tarihsel
açıdan bir mevzidir. Sol ve devrimci hareket her
1 Mayıs’ta kimi zaman özgül ve farklı argümanlarla
bunu ifade eder. İşçi ve emekçilerin Taksim alanını
kazanması bir mevzidir ve oligarşi yılardır bu
alanı işçi ve emekçilere boşuna yasaklamış değildir.
Devrimci sosyalist hareket ve bazı devrimci güçler
için bu açıdan Taksim,1 Mayıs tartışmalarında
stratejik bir yerde durur. 1978 yılından bu yana
Taksim’i işçi ve emekçilere açmak büyük bedelleri
gerektirmiştir; 1 Mayıs şehitleri ve onlarca yaralı
bunun ifadesidir.
Aslında son yıllarda giderek güçlenen Taksim iradesi,
1 Mayıs 2007’de Taksimi kazanmaya dönüşmüştür.
Başta devrimci sosyalist hareketin de bir bileşeni
olduğu Devrimci 1 Mayıs Platformu olmak üzere
DİSK, KESK. vb.’den oluşan bu irade oldukça önemlidir.
Bu irade 1 Mayıs’a yansımış, işçi ve emekçiler,
devrimciler, devrimci sosyalistler, her tür saldırı
ve tehdide rağmen direne direne Taksim’e çıkmışlardır.
Bu, direnme kültürü açısından büyük bir kazanımdır.
Bu direnişte devrimin tüm direnme dinamiklerinin
cisimleşmesi vardır; cezaevleri direnişinin, Ö.O’ları
ve AG’ lerinin, 19 Aralık büyük direnişin, Gazi
barikatların, NATO’ya karşı gelişen sokak direnişlerinin,
1988-89 Taksim’i zorlama ve çatışmalarının ve
diğer direnişlerin tüm motifleri bu direnişte
vardır. Bu direnme bilinci ve kültürü olmasaydı,
Taksime çıkılamazdı.
Taksim bu bilinç ve kültürün ifadesi olarak işçi
ve emekçilere açılacaktır. Taksim’i işçi ve emekçiler
kazanacaktır; bu ne emperyalistlerden demokrasi
beklentisinin bir sonucu olacaktır, ne de oligarşi
içi çatışmaların bir lütfü olacaktır, direne direne
Taksim kazanılacaktır. 2007 1 Mayıs’ı bunun açık
ilanıdır.
Ama 1 Mayıs Taksim direnişinde de görüldüğü gibi,
bu direnişi, sadece Taksim’e çıkanlar değil, “her
yer Taksim” şiarı ile oligarşinin saldırılarını
Beşiktaş’ta, Kabataş’ta, Okmeydanı’nda, Kasımpaşa’da
karşılayanlar, tek tek direnenler, büyük bir emekle
bu çalışmaları yürüten ve kitleleri Taksim’i kazanma
düşüncesiyle seferber edenler temsil etmiştir.
Bu direniş ve birebir, insandan insana devrimci
çalışma olmasaydı bu gün Taksim değil, en ilerisinden
Kadıköy’le yetinen bir anlayışın sahibi olmaktan
öte gidilemezdi.
Bunu bilmek ve eğer kitle çalışmasında ustalaşmak
istiyorsak, bu direniş kültürünü içselleştirmek
zorundayız. “En az direnme” ile yetinmek, her
zaman en geri kitlelere bakarak taktik belirlemek
bizden uzaktır. Biz, 21 yüzyılın devrimlerini
örgütleyecek bir partiyi adım adım inşa ediyoruz
ve tarihimiz bir direnme tarihidir. Direniş, sadece
bize özgü de değildir, devrimci hareketin tüm
onurlu direnme örnekleri bizimdir. Biz sadece
ve sadece gerçeğe bağlı kalmayı ilke edinen, hiçbir
eksikliğini de “kol kırılır içinde kalır” diyerek
kendine saklamayan bir anlayışın sahibiyiz. Partimiz,
devrimci halk hareketini militan bir kitle çizgisi
ile sokakta inşa edecektir. Bunu inşa ederken,
direniş kültürümüzden beslenerek, bunu örneğin
1 Mayıs 2007’de olduğu gibi bazı eksikliklerimize
rağmen en iyi temsil ederek yeniden üreteceğiz.
Biliyoruz, sokakta, barikat başlarında savaşçı
bir ruhla kendini eğitmeyen, bunu örgütleyemeyenler,
bırakınız devrim hareketini, günü bile kurtaramazlar.
2007 1 Mayısında Devrimci Sosyalist Hareket örgütlü
ve kitlesel bir güçle Taksime çıkmıştır; bu başarıdır
ve geleceği kazanma iradesidir. Kitle hareketi
ve direniş bizi eğitir, geliştirir, özgürleştirir.
Böylesi anlarda esnek ve çok yönlü olmak, yaratıcı
olmak, iç dünyamızın zayıflıklarına karşı doğru
ve geliştirici bir tarz benimsemek oldukça önemlidir.
Böylesi bir direniş içinde de elbette eksik yanlar
vardır; bunları eleştirmek ve daha ileri bir anlayışı,
politik tutumu benimsemek, bunu her alan, ilişki
ve bireyde özümlemek zorunludur, parti tarzı budur.
Şimdi bu kazanma iradesi ve tarzı ile geleceği
kavramak, kitle çalışmalarında bu tarzı büyüterek
çoğaltma zamanıdır.
Başaracağız; bilinçle, direnmeyle, emekle…
|