Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

51. Sayı - Mayıs 2007

Giriş
1960’ların sonunda, ABD’de yayınlanan Industrial Research dergisi, bilimin gelecek yarım yüzyılı üzerine 1433 Amerikalı bilim adamı ve mühendisle bir anket yapmıştı. Sonuç, Amerikan ölçülerinde yavan bir iyimserlikti. Bilim ve Teknik Dergisi’nin 1969’da yayınladığı bu anketteki ortak kanıya göre, 1975’e kadar bilgisayarlar daha çok kullanılacak, hava tahmini gelişecek, televizyon tekniğinde ve organ naklinde baş döndürücü gelişmeler yaşanacak; 1975-2000 arasında ise mekanik insan organları, okyanusların etkin kullanımı, uykunun kontrolü, 20 dolardan az fiyata satılacak televizyonlar, ucuz silah yapımı(!) gerçekleşecek, bankacılıkta otomasyon evrenselleşecek, uzay yolculuğu sıradanlaşacak, sentetik gıdalar yaygınlaşacak, ucuz konutlar mümkün olacak, insan yeteneklerinin gelişimi, akıl hastalıklarının tedavisi, hızlı dil öğrenimi teknikleri, uydu yayınları, elektrikli ev eşyaları, vs. vs. ciddi ilerlemeler gösterecekti.
2000’ler sonrası için ise tahminler biraz daha uç noktalardaydı: İklimin kontrol altına alınması, hayatın 150 yaşa kadar uzatılması ve bütün hastalıkların yenilmesi, cinsiyet ve deri renginin değiştirilebilir olması, deniz dipleri ve uzayda koloniler kurulması, düşlerin ve düşüncelerin kontrolü(!), hapishaneler olmaksızın suçluların ıslahı, vs. vs… Upuzun bir liste!
Aynı dönemlerde, Batı'da bilime katkıları ve aldığı Nobel ödülünden çok Sovyet politikalarını eleştirmesiyle tanınan yapan fizikçi Andrey Saharov'un tahminleri ise daha çarpıcıdır: Dünyanın iş ve yaşam bölgeleri olarak ayrılması ve böylece çevrenin “mükemmel”(!) korunması, uzayda kurulan fabrikalar, süper-verimli yapay toprak üretilerek ay yüzeyinin, deniz altının ve kutupların tarıma açılması, mikro bilgisayarlar, mikro araçlarla insan vücudunda yapılan tedavi seyahatleri, görüntülü telefonlar, güneş enerjisinin asıl enerji kaynağı olması, şoförsüz, kaptansız, pilotsuz olarak programlanmış arabalar, gemiler, uçaklar, tamamen bilgisayarlı ve robotlu evler, fabrikalar, ısının ve ışığın tamamen kontrolü, parayı tümden ortadan kaldıran kredi kartları, vs. vs…
Sonuç olarak, sosyalizmin ufkuyla yetişen ama kapitalizmin dar çerçevesi tarafından sakatlanan Saharov’un beyni, böyle bir dünyanın tembelliği geliştireceğini, insanların mutsuz ve sosyal olmayan ucube yaratıklar haline geleceklerini öngörüyordu! Ne büyük keşif!
Şimdi, bugün, yani 2000’lerin dünyasında durarak, bir zamanlar yapılmış olan bütün bu gelecek tahminlerine şöyle bir baktığımızda, ilk söyleyebileceğimiz şey, öne sürülenlerin son derece kısır oldukları, komünist bir dünya tasavvurundaki muazzam gelişme ufkunun kırıntısını bile yakalayamadıklarıdır. Orta karar Amerikan düşüncesinin varıp varabileceği yer buydu işte: Robotlar, uzay yolculuğu, düşünce kontrolü, vs… İlk anda bazıları bize olağanüstü gibi görünse de, kapitalist işleyiş tarafından beyinleri kısırlaştırılmış olan akademisyenlerin bu tahminleri, aslında insanlığın üretici güçlerinin gerçek gelişme kapasitesinin çok çok altındadır ve en önemlisi, içinde insani bir öz barındırmamaktadır. Oysa, özel mülkiyet ve kâr hırsına dayalı kapitalist sistem sonlandırıldığında ve birleşmiş insanlığın üretken kapasitesinin önü sınırsızca açıldığında ortaya çıkacak olan tablo, bizim bile şu anda hayal edemeyeceğimiz ölçüde olağanüstüdür, örneklediğimiz tahminlerle ise kıyaslanması mümkün değildir.
Ancak, bütün bunları şimdilik bir yana bırakarak sadece tahminlerin ne kadar gerçekleştiğini dikkate aldığımızda da doğrusu durum pek parlak sayılmaz!
Kapitalist dünyanın vahşetinin son elli yılda (yani II. Paylaşım Savaşı hesaplanmadığında bile) ortaya koyduğu en büyük insani fatura, her şeyden önce, savaşlar ve açlık yoluyla milyonlarca insanın katlidir. Ama bunun da ötesinde, kapitalizmin yarım yüzyılının bilançosu, genel olarak bu kısır tahminlerde söylenenlerin çok uzağındadır. En son küresel ısınma felaketinde kendini ortaya koyan ama aslında çok daha önceden başlayan dünyanın ekolojik çöküşü, bırakalım ömür uzatmayı açlıktan ölümleri bile olağan sayan derin yoksulluk, servetleri birkaç kişinin elinde biriktirip dünyanın geri kalanını çukura iten tekelci emperyalist işleyiş, insanın fiziki ve manevi varlığının aşağılanması ve çürütülmesi, tıklım tıklım dolu hapishaneler, en basit hastalıklardan ölen milyonlarca çocuk, hayatı kolaylaştıran değil cehenneme çeviren otomasyon, “parayı ortadan kaldıran” değil insanların cebini boşaltan kredi kartları, uzayda koloniler kuran değil uzay yolculuğunu şımarık zenginlerin turizmine açan şarlatanlıklar, vs. vs…
“Düşüncelerin kontrolü” ise şükürler olsun ki, -iletişim araçlarının ahmaklaştırıcı etkisine rağmen- henüz başarılmış değil!
2000’li yılların tablosu işte böyledir… Kapitalizm, -yine komünist uygarlığın ufkuyla hiç kıyaslamaksızın söylüyoruz- kendi dar kafalı iyimserliğini bile boşa çıkarmıştır!
Daha sonra yeniden değinmek üzere şimdilik tek bir cümleyle söylenirse eğer, kapitalist işleyiş, özellikle geçtiğimiz yüzyılda bir yandan hiç küçümsenmeyecek bilimsel-teknolojik gelişmelerin önünü açarken, diğer yandan ise insanlığın muazzam üretici güçlerini heba etmiş, komünist uygarlık koşullarında insanlığı yüzlerce yıl ileriye taşıyabilecek olan gelişme potansiyellerini kısıtlamış, kısırlaştırmıştır. Bolluğa varması gereken gelişme kıtlığa, aydınlığa varması gereken süreç yeni türden bir postmodern Ortaçağ’a gelip dayanmıştır. Üstelik bütün bunlara bahane bulmak için, yüz elli yıl önce olduğu gibi Papaz Malthus’un “artan nüfus-yetmeyen kaynaklar” teorisi de yetmez; burada onlarca ülkenin toplam gelirinden fazlasını tek başına kasasında tutan mülti-milyarderlerin dünyasından söz ediyoruz. Yani, sorun, “yetmeyen kaynaklar” değil, dün olduğu gibi bugün de bu kaynakların kimin tarafından sahiplenildiği ve nereye yöneltildiğidir.
Sonuçta varılan yer, tek kelimeyle hazindir. 1960’ların iyimser bilimkurgu romanlarında okuduğumuz, şu tabletlerle beslenen, canı isteyince dolmuşa biner gibi uzay gemisine binen karnı tok-sırtı pek evrensel insan yerine bugün televizyon ekranlarında gördüğümüz şey, açlıktan gözleri büyümüş Afrikalı bebeklerden başkası değildir. En büyük emperyalist metropollerde bile milyonlarca insanın evsiz-yurtsuz yaşamı, korkunç cahillik oranları, dakikada bilmem kaç kişiye tecavüz edilmesi üzerine her gün yenisi kırılan rekorlar, insanın her türlü aşağılanışı… Bu yüzden olsa gerek, 1970’lerden günümüze dek gelen bilimkurgu roman ve film tarzında (Mad-Max’lar, Terminatörler, vb.) artık tümüyle kötümserlik hakimdir. Böyledir, çünkü özellikle 1990’lar sonrasında tepe noktasına ulaşan yeni-karanlık çağ, insanlığın gelecek konusundaki kapitalist düzen çerçevesindeki ortalama iyimserliğini bile önemli ölçüde zedelemiştir.

Bilim: Felaket mi Mucize mi?
Elbette bu çelişkili tablo, geçen yüzyıl boyunca bilim dünyasında da bir dizi tartışmanın kapısını aralamıştır. Bütün baş döndürücü keşiflere rağmen, bilimlerin gelişmesi neden insanları mutlu etmiyor? İnsanın “serbest zamanını” artırarak onu geliştirmesi mümkün olan teknoloji nasıl oluyor da derin bir kölelik ve yoksulluk yaratıyor ve doğanın sırlarının keşfi neden milyonlarca insanın en basit hastalıklardan kırılmasını önlemiyor? Ve en önemlisi, bütün bu olağanüstü sıçramalar, neden her seferinde büyük felaketlerle sonuçlanıyor?
Bütün bu sorular, geçen yüzyılda sıradan insanların zihninde olduğu kadar bilim dünyasında da yankısını bulmuştur.
Özellikle 1945’teki Hiroşima ve Nagasaki felaketleri, bilimin ve bilim insanının sorumluluğu, faaliyetlerinin sonuçları üzerine yapılan tartışmaları tetiklemiştir.
İşin doğrusu, kapitalizmin hizmetine koşulan bilimin insanlığa getirdiği “mutsuzluk”lar çok daha fazladır ve bilimin toplumla yabancılaşmasının gerçek kökleri epey derinlerdedir ama özelikle atom bombası örneği ve genel olarak diğer silahlar sorunu, tartışmanın odak noktasındadır; çünkü burada, özellikle Hiroşima-Nagasaki örneğinde söz konusu olan şey, son derece trajiktir: İnsanlık tarihinin en büyük keşfi, yine bu tarihin en büyük katliamlarından birinde kullanılmıştır! Sonuç, korkunçtur ve bu sonuç, bilimin ulaştığı zirve noktasının sayesinde yaratılabilmiştir. İlk atom bombasının yapımına katılan bilim insanı Jean Hintin’in 1952’de söylediklerini artık herkes biliyor: “Nagasaki üzerine atılmış olan ilk atom bombasına şu ellerimle dokundum. Derin bir suçluluk duygusu içindeyim ve insanlığa karşı işlenen bir cürümde rol almış olmaktan utanç duyuyorum. Bunu nasıl yaptım? Nasıl oldu da bu görevi kabul ettim? Kabul ettim, çünkü o yanlış ‘bilim için bilim’ felsefesine inanıyordum. (…) Düşündüm ki, bilim adamları olarak kendimizi ‘saf bilim’e vermemiz gerekir, üst tarafı mühendisleri ve devlet adamlarını ilgilendirir.”
Kuşkusuz, sonuç itibarıyla kimse buradan hareketle bilimin tümüyle yararsız (ya da zararlı) olduğunu düşünmemiştir; nihayetinde insanın o gün ulaşmış olduğu yaşam seviyesi de aynı bilimin ürünüdür; ama bu acıklı itirafın çok şey anlattığı da kesindir. Bilimin bir “ahlaka” ve “felsefeye” sahip olması, “iyi” bir amaca yönelmesi gerektiği, dolayısıyla bilim insanının da insani-ahlaki yükümlülükleri olduğu tartışmasının bu dönemde daha fazla yaygınlaşmış olması rastlantı değildir. Gerçekten de bir anlamda antik Yunan’dan beri akıp gelen etik tartışmaları böyle bir süreçte güncelleşmiş, bir “bilim ahlakı” kurma çabaları yoğunlaşmıştır.
Biz, bu yazı çerçevesinde bilim kavramı üzerine şimdiye dek yapılmış yüzlerce tanımı özel olarak incelemek, bunları alt alta dizerek karışıklığı iyice artırmak niyetinde değiliz. Bilimin kime nasıl hizmet etmesi gerektiği yolundaki görüşlerimizi de yazımızın daha sonraki bölümlerine bırakacağız.
Ancak yine de, önsel olarak, bilim, sanat gibi alanlara kendine özgü “amaç”lar ve değişmez-değişmemesi gereken “öz”ler yükleyen tezlerin Marksizm açısından sorunlu olduğunu ifade etmeliyiz. Marks ve Engels çağlar boyunca değişmeyen “ahlak” ya da “yüksek değerler” gibi kavramlara her zaman temkinli yaklaşırlar ve bu olguları daha derinlere, üretim ve bölüşüm sistemlerine inerek incelerler. Bilim de, esas olarak, “ahlak” ya da “insanlık yararı-zararı” gibi zamana ve mekana göre değişebilen kavramların bir ölçüde dışındadır ve onun ulaştığı sonuçların iyi ya da kötü kullanımı, onun dışındaki (ama onun da belli bir işlevle katıldığı) olgular, sistemler, ilişkiler tarafından belirlenir. Örneğimiz üzerinden gidersek, savaş, bilim tarafından değil, kâr hırsına sahip kapitalistler tarafından körüklenip çıkarılmaktadır ama sonuç itibarıyla laboratuarlarda geceli gündüzlü çalışarak daha etkili mermiler, daha zehirli gazlar, vs. üreten bilim insanları da aynı sürecin bir parçasıdırlar.
Bu söylediklerimizin kaba bir yorumu, elbette kendi içinde tehlikeli unsurlar taşımaktadır. Nasıl “materyalist” anlayış herhangi bir burjuva demagogu tarafından “maddecilik eşittir paragözlük” biçiminde çarpıtılarak yorumlanabilirse, bu ölçüde soyut (ve soğuk!) bir bilim tanımı da “gözlerimi kaparım işime bakarım” mantığını geliştirebilir, bu tanımdan hareketle birileri bilimi ve bilim insanını tümüyle “sorumsuz” ilan edebilir. Oysa durum bu kadar basit değildir. Nihai olarak sorun, bilimde değil, onu kullanan sistemdedir ama zaten bilim insanını körleştiren, onu yalnızca yaptığı işe yönelterek sonuçlar hakkında düşünmekten alıkoyan yabancılaşma da tam olarak bu sistemin yarattığı bir olgudur. Yani bilim insanı, içinde yer aldığı toplumsal sistem, üretim biçimi konusunda nötr bir konumda değildir; yaptıklarının sonuçları konusunda da sorumsuz değildir. Ancak burada sorun, keyfi bir idealist kategoriye kaymamak sorunudur. Bilimin de rol aldığı insani felaketlerle kapitalist sistemin işleyişi arasındaki ilişkiyi gözden kaçırdığımızda ortaya çıkacak olan şey, yüzeysel ve herkesin kendi vicdanına emanet edilmiş bir “bilim ahlakı”dır, ki böyle bir “ahlak” pratikte de işe yaramayacaktır.
Yani sonuç olarak, eğer birileri, bilime ve bilim insanına “insanlığı ilerletme” misyonunu yüklüyorsa, “bilim insanının muhalif ve ilerici olması gerektiğini”, “onun insanlığa karşı ahlaki bir sorumluluğu olduğunu” söylüyorsa, bu iyi niyetli bir söylemdir ama gerçek bir “bilim felsefesi” değildir. Gerçek bir tanıma varmak için, olgunun iç ilişkilerini kapsamlı biçimde irdelemek ve bilimi satın alan kapitalist sistemin yıkılması zorunluluğunu anlamak gerekmektedir. Ancak böyle bir irdeleme bize gelecek projemiz açısından güçlü bir zemin sağlayabilecektir.
Bu yüzden biz, bu soyut tartışmalara geçmeden önce, yazımız boyunca öncelikle insanlık tarihi ve bilim arasındaki ilişkiyi her aşamada izlemek ve o noktadan sonra yeniden geriye dönerek bilimin işlevi ve amaçları üzerinde durmak, sonuç olarak da onun yeni komünist uygarlık projesi içindeki konumunu ortaya koymak istiyoruz. Nihai olarak böyle bir programatik noktaya varmak zorundayız; çünkü devrimci sosyalizm açısından bu sorun, akademik bir sorun değildir; sözünü ettiğimiz şey, devrimimizin amaçlarıyla ilgili pratik bir olgudur. Devrimimiz, kendi önüne yalnızca “bilimi geliştirmek” gibi soyut ve yalıtık bir hedef koyamaz; yapılması gereken şey, onu yeni bin yılın komünist uygarlık projesi içinde bir yere oturtmak, bilimin işlevlerini ve “amaç”larını bu nihai hedefle birlikte yeniden tanımlamaktır. Bu bakımdan, yazımız, bir önceki sayımızda yayınlanan “2000’li Yıllarda Yeni Bir Sosyalizm İçin Giriş Notları” başlıklı inceleme ile içsel bağlantılara sahiptir, okur tarafından onunla birlikte ele alınmalıdır.

Bilim: İnsanlığın Binlerce Yıllık Serüveni
“Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi.”
Yüz elli yıl önce, Komünist Manifesto’da böyle diyordu Marks. Ama o güne gelmeden önce, insanlık binlerce yıllık bir serüvenin içinden geçti. Genel olarak modern anlamda bilim, son yüzyıllara, özellikle de “üniversite”ye ait bir olgu gibi değerlendirilse de, aslında kuşkusuz insanın “bilme” ve “keşfetme” isteği, daha doğru bir deyimle ihtiyacı, binlerce yıllık bir tarihe sahiptir. Hatta denilebilir ki, kendi evrimi içersinde en ilkel düzeyde zekaya sahip olduğu andan itibaren insan, daha mağarasından çıkmadan keşifler dünyasına atılmıştır. İnsan beyninin gelişimi ile kuşaklar boyunca üst üste yığılan deneyimlerin birikimi büyük olasılıkla uzun süre çok yavaş bir gelişme göstermiştir; ama yine de her adım bir gelişmedir. Engels’in deyimiyle salt “elin becerisi”nden “beyin tarafından yönetilen el”e geçiş, uygarlık dünyasına da atılan ilk adımlardan biridir. Toplayıcılıktan tarıma ve ticarete, oradan da toplu yaşamın başka biçimlerine varan süreç boyunca insan toplulukları, başlangıçta özel olarak keşfetme ve bilgi üretmeyi meslek edinmiş bir kesim yaratmamıştır belki ama zaman içersinde ilkel dinlerin temsilcileri ve sınıflı topluma doğru geçişte oluşan yönetsel yapılar belli bir “bilgi arşivi” niteliği göstermeye başlamışlardır.
Bu süreç boyunca herhalde “ihtiyaç keşfin anasıdır” özdeyişinin doğruluğu binlerce ve binlerce kez kanıtlanmıştır. Ve yine muhtemelen insanın belli bir X zamanındaki ihtiyaçları da (daha doğru bir deyimle onun bu ihtiyacı fark etmesi) aynı zaman dilimindeki bilgi ve deneyim birikimi tarafından koşullandırılmıştır. Bir anlamda insan, ilkel çağlar boyunca henüz doğadan ayrılmış, ayrı bir varlık olarak kendisinin farkına varmış değildir; dolayısıyla, ihtiyaçları da, parçası olduğu doğanın sınırlarını aşmamaktadır. Herhangi bir andaki beslenme, güvenlik, vb. ihtiyacı, belli bir ilerlemeye yol açmakta, kuşkusuz bu deneyimler üst üste eklenerek az çok kalıcı belli bilgiler ve kurallar yaratmakta ama yine de doğal-anlık ihtiyaçtan bağımsızlaşmış, sistematik bir keşfetme faaliyeti kendisine zemin bulamamaktadır. Bu, henüz bildiğimiz anlamda bilim değildir; merak ve bilgi edinme isteği zaman zaman rastlantısal biçimlerde pratik gelişmelere yol açmakta ama bunun ötesinde bir sistematik ortaya çıkmamaktadır. (*)
Biraz daha yakına doğru gelerek özellikle köleci toplumun kentlerine ulaştığımızda, artık karşımızda daha başka bir tablo vardır. Bu dönemde kölelerin çekilmez yaşamı tartışma götürmez biçimde felakettir ama öte yanda, dönemin büyük imparatorluklarının kentleri (en azından Yunan, Roma ve Mısır-Çin başta olmak üzere büyük Doğu uygarlıkları için bunu söyleyebiliriz) sanatların ve bilimlerin, felsefenin serpildiği zeminlerdir. “… insan emeği henüz zorunlu yaşama araçları ötesinde ancak çok az bir artık sağlayacak denli üretken olduğu sürece, üretici güçlerin artışı, alışverişin yaygınlaşması, devletin ve hukukun gelişmesi, sanat ve bilimin kuruluşu, ancak ve ancak, ister istemez yalın kol emeği sağlayan yığınlar ile kendini çalışmanın, ticaretin, devlet işlerinin yönetimine, daha sonra da sanat ve bilim uğraşlarına vermiş az sayıdaki ayrıcalıklı arasındaki büyük işbölümü temeline dayanacak, güçlendirilmiş bir işbölümü sayesinde olanaklıydı. Bu işbölümünün en yalın, en doğal biçimi de, köleliğin ta kendisi idi.” (Engels, Anti-Dühring) Böyle söylüyor Engels ve ekliyor: “Kölelik olmasaydı, Yunan devleti, Yunan sanat ve bilimi olmazdı; kölelik olmasaydı, Roma İmparatorluğu olmazdı.”(age)
Üstelik, en önemlisi, deneyim ve bilginin kalıcı hale getirilmesi için gerekli olan yazı da artık çoktandır vardır. Yazının keşfi, bu anlamda aslında bütün insanlık tarihinin belki de en önemli olayıdır ve daha sonraki bütün bilimsel gelişmenin önünü açmıştır; çünkü yazı, insan toplumları ve bilgisi için süreklilik anlamına gelmiştir. Ve tabii, bütün bunlar, yalnızca Batı uygarlığının temeli olan Yunanistan’da değil, Doğu’da da (özellikle Arap dünyası ve Çin’de bir çok konuda daha ileri atılımlar vardır) gerçekleşmekte, büyük bir bilgi birikimi gitgide gelişmektedir.
Burada artık “doğal ihtiyaç-doğal keşif” ilişkisi kısmen ortadan kalkmıştır ve insan zekası, günlük ihtiyacın baskısından (köle emeği sayesinde!) kurtularak kendi çevresini ve giderek dünyayı ve hatta evreni anlama serüvenine atılmaktadır. Yalnızca Batı’da değil Doğu toplumlarında da etkileri günümüze kadar uzanan büyük felsefe metinlerinin bu dönemde yazılmış olması, tiyatrodan şiire dek bütün sanat dallarında ürünler verilmesi böyle bir sürecin ürünüdür. Özellikle felsefe alanı, bir anlamda henüz dünyayı açıklamakta yetersiz olan bilimin yarattığı boşluğu da doldurmaktadır. Gelişen ulaşım yolları ve araçları, ticaretin sağladığı keşifler yavaş yavaş gündemdedir, matematik ve geometrinin temel kuralları, fiziğin bazı esasları da bu dönemin ürünleridir. Astronomi, yıldızların ve evrenin kavranması çabası Doğu’da olsun Batı’da olsun en büyük merakın konusudur. Bu tarihsel aşamada artık günlük ihtiyaç değil, daha uzun vadeli ve daha genel ihtiyaçlar belirleyicidir; örneğin suyun kaldırma kuvvetinin ve kurallarının keşfi dolayımlı olarak denizciliğin ihtiyacıdır, vb. Hatta, insanın bilme ve keşfetme isteği, o günkü pratik ihtiyaçların da ötesinde bir olgudur ve sınır tanımamaktadır. Geçerken bir not olarak belirtelim; bu durum genel olarak da böyledir. Yani, bilme ve keşfetme çabası, kendi doğası gereği, üretim ve ihtiyaç süreçlerini birebir izlememektedir, izlemez. Bu çabanın sürekli olarak mevcut güncel durumun önünde gitmesi tarihsel bir kural gibidir.
Sonuç olarak -bugünkü bilgi seviyesiyle kıyaslandığında- antik çağın bilim dünyası henüz son derece yetersiz bir durumdadır ama (hem Batı’da, hem de Doğu’da) bir o kadar da cesur ve atılgandır. Denilebilir ki, insanın dünya ve kendisi üzerine fikir yürütme kapasitesi bu dönemde, daha sonraları hüküm sürecek olan Ortaçağ’dan çok daha fazladır. Sözgelimi, maddenin özü üzerine düşünmek ve “atom” gibi kavramlara ulaşmak, evrenin kimyasal yapısı üzerine çalışmalar yapmak, bilimsel-deneysel bilginin mevcut olmadığı durumlarda bu açığı felsefe ve akıl yürütme yoluyla kapatmak, dönemin en belirgin nitelikleridir. Aradan iki bin yıldan fazla bir süre geçtikten sonra bile, örneğin geometri ve fizik alanında hâlâ aynı kavramları kullanıyor olmamız son derece çarpıcıdır. Bugün hâlâ bilimlere ait kavramların çoğunun Latince kökenli olması, yeni bir keşfin isimlendirilmesinde de hemen Yunan mitolojisine dönülmesi rastlantı değildir. Gerçekten de, bugünkü bilim dünyasının bütün ciddi referans noktalarının kökleri, (o günkü tezlerin ve sistemlerin bazılarının yanlışlığı sonradan anlaşılmış bile olsa) Ortadoğu, Uzak Asya ve Yunan yarımadasındaki bu süreçlerin ürünüdür.
Daha sonra gelen feodal dönem ve Ortaçağ ise, pratik bazı keşifler bakımından ileri adımları barındırsa da, akıl yürütme bakımından çok daha zayıf görünmektedir. İlk gelişme dönemlerini atlatarak toplumsal dokuya yerleşen ve giderek mevcut içe-kapalı feodal statükonun koruyucusu haline gelen büyük dinler, kuşkusuz bu durumun en büyük sorumlusudurlar. Söz konusu olan şey tam bir karanlık çağdır. Gerçi, geçmişte Sokrates de tanrılara hakaret etmekten cezalandırılmıştır ama bu kez, Ortaçağ’da özgür akıl yürütmenin karşısında duran güç, Kilise adı altında karmaşık bir örgütlenmeye ulaşmış devasa bir tabular ve dogmalar sistemidir; ki aynı şey, aslında Müslümanlık için de geçerlidir. Hayatın bütün alanlarını sımsıkı kuşatarak her türden yeniliği ve gelişmeyi köstekleyen bu mekanizma, yüzyıllar boyunca insanlığın prangasıdır ve bu pranga, feodalizmin katı toprak düzeniyle son derece uyumludur. Öyle ki, Galileo örneğinde olduğu gibi dünya ve evren üzerine düşünmek bile ciddi sonuçlara yol açmakta, özellikle engizisyon dönemi aklı bastıran korkunç bir mekanizmayı harekete geçirmektedir.
Ancak öte yandan, Ortaçağ’da da derinden işleyen birikim süreçleri durmamış, ticaret, zanaatlar ve kentlerin büyümesi hız kazanmış, büyük sömürge seferleri, bu kez süreci başka yönlerden zorlamaya başlamıştır. Yeniden Doğuş anlamına gelen Rönesans, çok yavaş işleyen bir yenilenme süreci olarak bu anlamda dogmaların kapısının zorlanmasıdır. Bu dönemde, adım adım gerçekleşen ve referanslarını yine antik çağdan alan dünyevileşme eğilimi sanat ve mimari alanlarında kalmamış, politik alanı ve nihayet bilimi de etkilemiştir. Machiavelli’nin politikayı dünyaya indirmesiyle Leonardo da Vinci’nin buluşçuluğu dönemin tipik olgularıdır. Daha doğrusu, katı dogmalar sistemi ile hayatın bu kalıplar içine sığmayan dinamik yapısı çelişmekte ve bu çelişme sanatlar dahil her alanda kendisini göstermektedir.
Ve nihayet -biraz hızlı ilerliyoruz- bütün bunları aşarak geldiğimiz yer, kapitalizmin şafağıdır, Aydınlanma ve Pozitivizmdir. Kapitalizmin serpildiği ve mevcut statükoyu zorladığı burjuva devrimleri çağına doğru ulaştığımızda, artık bilimlerin bütün prangaları çözülmüş gibidir. “Burjuvazinin yükselmesine adım adım paralel olarak bilimdeki müthiş atılım gelişiyordu. Astronomi, mekanik, fizik, anatomi, fizyoloji yeniden ele alındı. Burjuvazi, sanayi üretimini geliştirmek için, doğal nesnelerin özelliklerini ve doğa güçlerinin etki tarzlarını araştıran bir bilime ihtiyaç duyuyordu. Bilim ise o zamana dek, kilisenin -imanın koyduğu sınırları aşmasına izin verilmeyen- uysal beslemesi olmuştu - kısacası, o, bilimden başka her şeydi. Bilim kiliseye karşı ayaklandı; burjuvazinin bilime ihtiyacı vardı ve ayaklanmaya katıldı.” (Engels, Sosyalizmin Ütopyadan Bilime Gelişmesi, İnter Y.,s.26)
Böylece yaygın ve güçlü bir ateist çizgi, aklın ve deneyin her şeyin üstünde tutulması, coşkulu bir buluşçuluk atmosferi bütün Avrupa’yı bir baştan bir başa sarmıştır. Rahatlıkla denilebilir ki, bu dönem bilimin altın çağlarından biridir. Hızla genişleyen kapitalist üretim gitgide daha fazla daha fazla bilimsel buluşu, teknolojik ilerlemeyi teşvik etmekte, bilim insanları geceli gündüzlü çalışmakta, buhar, elektrik ve petrol gibi enerji kaynakları gitgide verimlileştirilmekte, bu arada bilim sadece dar anlamda fabrika üretiminin düzeyini yükseltmenin ötesinde dinamik ve komplike bir biçimde gelişmektedir. Örneğin tıp, biyoloji alanları, astronomi, matematik, fizik, vb. her alanda bir patlama yaşanmaktadır. Bilimsel keşifler tarihine şöyle kabaca bir göz attığımızda göreceğimiz şey, kapitalizmin bu ilk sürecinin (ve özellikle de 1789-1848 döneminin) muazzam bilimsel gelişmelerle dolu olduğudur. Aynı dönemde Doğu dünyası, özellikle Müslümanlık dünyası, bir yandan yine buluşçu potansiyelini korumakta ama diğer yandan da Sünni despotizmin, fetva düzeninin etkisiyle gecikmiş bir “engizisyon” dönemiyle boğuşmaktadır. Oysa Avrupa’da sınırlar aşılmıştır; kapitalizm, bilimi köstekleyen ne varsa ezip geçmekte, bir yandan dinle yeniden uzlaşırken diğer yandan onun politik etkinliğini azaltmaktadır.
Bu, tek tek kapitalistlerin ne istediklerinden ötede, bilimin doğasıyla ilgiliydi; çünkü bilim, bütün alanlarda birden gelişebilen, böylece çeşitli alanların birbirini beslediği bir süreçti. Örneğin, insanlık tarihinin belki de en büyük buluşlarından biri olan Evrim Teorisi, A ya da B kapitalistinin öznel ihtiyacı değildi; ama aynı zamanda o kapitalist sürecin dolaylı bir ürünüydü. Bu, gerçekten de çok büyük bir buluştu; çünkü böylece ilk kez, tarih ve insan ilişkisi tanrısal olmayan bir raya oturuyor, metafizik dünyanın en sağlam kalesi yıkılıyordu.
Düşünsel alan ve kültür de bu sürecin tamamlayıcısıdır. Sonuçta, daha sonradan tekelci kapitalizm tarafından ne kadar ayaklar altına alınmış olursa olsun, burjuva aydınlanması, tarihin ön açıcı dönemlerinden biridir. Akılcılık, bilimin ve deneyin gitgide daha çok kutsanan üstünlüğü, düşüncenin özgürlüğü ve dinsel dogmalardan az çok arınması, yeni felsefi akımlar ve bu arada Marksizm öncesi ilk komünist teoriler de aynı süreçte karşımıza çıkar. Tanrıbilimden yavaş yavaş koparak kendi kanatlarıyla uçan toplumbilimler, sosyoloji, iktisat, antropoloji, giderek materyalist temellere oturmakta ve farklı ideolojilere, dünya görüşlerine zemin döşemektedir.
Sonuç olarak, eğer bir dönemlendirme denemesi yapmak gerekirse, burjuva devrimleri döneminin, bilimin -antik Yunan’dan sonraki- ikinci altın çağı olduğunu söyleyebiliriz. Eninde sonunda üçüncü büyük sıçramayla, komünizmle sonuçlanacak olan ikinci dönem…

Kapitalizm ve Bilim: Karşılıklı Bir İlişki
Esasında bu süreç, bir yandan çok karmaşık ve ele avuca sığmaz gibi görünse de (ki öyledir) bir diğer yandan, salt kapitalist üretim süreci üzerinden düz olarak bakıldığında oldukça basit bir işleyişe sahiptir.
Feodalizmin içe-kapalı, durgun kalıplarının tersine kapitalizm, daha ilk manifaktür sürecinden beri, sınır tanımaz bir gelişme temposuna sahiptir. Onun üretme ve yeniden üretme dürtüsünü hiçbir dogma, hiçbir ahlaki-dini kural, vb. sınırlamaz. Bugün ürettiğinden bir sermaye birikimi yaratmak, onu yeniden yatırarak daha büyük bir sermaye birikimine ulaşmak, teorik olarak kapitalizm için sonsuz ve sınırsız bir süreçtir.
Başka bir deyişle söylersek, artı-değer sömürüsüne dayanan kapitalist üretim, bu sömürüyle elde edilen daha büyük miktardaki sermayenin kâr oranı daha yüksek alanlara yatırılması esasına dayanır. Yani sermaye sahipleri nihai olarak kâr oranlarını artırma yollarını geliştirmek için çaba gösterirler. Kapitalistler arası rekabet ortamında, bu süreç sermayenin değerlendirilebilmesi için “aşırı kâr” elde etme savaşına dönüşür. Kapitalist üretim biçiminin “kâr oranlarının eşitlenmesi” kuralı ise kısa vadede her zaman ortalama bir kâr oranı yaratır. Yani, bir alanda elde edilen yüksek kâr oranının ömrü sınırlıdır; bir süre sonra, o alandaki yığılmayla birlikte oranlar düşer ve bir “ortalama”ya varılır. Oysa sermaye birikimi büyük ölçüde bu ortalama kârın üstünde “aşırı kârlar” yaratılabilmesine bağlıdır. Bunun yolu ise daha iyi ve yeni üretim araçları ve yöntemlerinin geliştirilmesiyle üretim maliyetlerinde bir düşüş sağlamak, daha mükemmel makinelerin yardımıyla daha fazla üretmektir.
Bu aşırı kârın kaynağı da daha ucuz işgücü, daha ucuz hammadde ve teknolojik atılım ve yeniliklerle verimliliği artırarak “nispi artı-değer”in artırılmasıdır. Üretimin herhangi bir sektöründeki herhangi bir firmanın üretim tekniğini geliştirmek üzere gerçekleştireceği bir teknik yenilik sonucunda sermayesinin organik bileşimini artırması, diğer firmalar ve diğer sektörler de aynı teknolojik yeniliği kendi üretim süreçlerine dahil edene kadar söz konusu öncü sermaye grubu için ortalamanın üzerinde bir kâr haddi anlamına gelecektir. Kapitalist ekonominin tekelci bir yapıda olması temelde bunu değiştirmez çünkü tekil kapitalistleri aşırı kâr aramaya yönelten aynı rekabet süreci tekeller arasında da mevcuttur. Tekel konumu sadece kâr oranlarının eşitlenme sürecinin daha uzun sürmesini sağlayabilmektedir.
Bütün bunlar, kolayca anlaşılabileceği gibi, bilimi üretimin hizmetine koşmadan gerçekleştirilmesi mümkün olmayan şeylerdir.
Elbette işleyişe böyle tekil kapitalistin penceresinden bakılınca yine de her şey gereğinden fazla basit görünür; oysa aslında durum daha karmaşıktır. Yani salt tekil kapitalist açısından bilimle olan ilişki, örneğin sadece daha yetkin bir dokuma makinesinin keşfi ve üretimi gibi görünebilir; sadece buradan baktığımızda tıptan matematiğe, kimyadan parçacık fiziğine kadar uzanan bilimler dünyasının genel gelişmesinin dürtülerini anlayamayız. Tekil bir kapitalist patron, kendi dar evreninden baktığında bu genel bilim havuzunu değil, fabrikasının ihtiyacını görür. Bu havuzun diğer ürünlerini ya televizyon haberlerinden izler ya da kendisi örneğin bir hastaneye gittiğinde yeni bir cihaza bakarken fark eder, vs… Oysa gerçekte bilim dünyası bizim ilk anda göremediğimiz binlerce içsel bağlantıya sahiptir. Yani matematiğin bugün yüzlerce alt dala ayrılmış büyük havuzu ya da yeni alaşımları deneyip duran kimya laboratuarları, belki ilk anda ve doğrudan değil, ama nihai olarak ve dolayımlı bir biçimde o söz konusu dokuma makinesinin yetkinleştirilmesiyle ilgilidir. Bilimdeki gelişme sadece önceden tercih edilmiş bir X alanında yaratılamaz, bir alandaki A keşfi, diğer alanlardaki başka ilerlemeleri tetikler, zaman zaman alanlar birbirine karışır ve ortaya genel, kompleks bir ilerleme tablosu çıkar. Hatta, örneğimizdeki dokuma makinesi bakımından hiçbir yere oturmayan tıp biliminin gelişmeleri ya da toplumbilimler de aynı kompleksin içindedir. Ayrıca, yine dokuma makinesiyle hiç ilgili görünmeyen felsefi tezler, akıl yürütme biçimleri, vb. de dolayımlı olarak pozitif bilimler alanına etki ederler. Ve tabii, bilimin, bilme ve keşfetme isteğinin tekeller tarafından bile tümüyle sınırlanamayan kendi doğası da vardır ve sürece bu öğe de dahil olur. Sonuç, tek kapitalistin öznel isteği ne olursa olsun, bütün alanlardaki genel bir ilerlemedir.
Ama yine de yukarıda temel kurallarını verdiğimiz kapitalist işleyiş, sürecin belirleyicisi ve ilk tetikleyicisidir: Kâr oranlarının ve sermaye birikiminin artırılması…
Kapitalizmin ilk ortaya çıktığı zamanlardan başlayarak bütün serbest rekabet çağı boyunca bilimle her zaman sıkı bir yol arkadaşlığı yapması, onu kullanarak yolunu açması bu bakımdan anlaşılabilir bir şeydir. Rekabet çağı burjuvasının bilimi kutsaması, bilimin önünü açacak olan düşünce özgürlüğünü savunması, bilimi köstekleyen dinsel dogmalara karşı savaşması, bu açıdan bakıldığında son derece doğal görünür. Serbest rekabet çağı, her gün acımasızca devam eden bir savaş ortamıdır; her an yeni bir unsurun sürece katılarak ortalığı alt üst etmesi ve merdivenleri tırmanması, bir başkasının aşağılara düşmesi, yeni bir makineyle bir üretim alanının altın yumurtlayan tavuk haline gelmesi ve belki bir başka alanın aynı nedenle çöküp harabeye dönmesi, vb. vb. bu süreçte günlük olaylardır. Dolayısıyla, genel olarak burjuvazinin bu dönemdeki bilim tutkusu yoğundur; hatta bu dönemdeki büyük kapitalistlerden bazılarının bizzat bilimle uğraşması ve keşiflerde bulunması sık rastlanan bir olgudur. Bu süreçteki tek tek patronlar, elbette artık 1789’ların devrimci düşüncelerinden fersah fersah uzaktadırlar; ama hayat materyalisttir. Daha doğrusu, artık onlar fabrikanın kapısından içeri girerken giydikleri mucit gömleği ile en koyu Katolik Pazar ayinlerini bir arada yürütmenin yolunu bulmuşlardır.

Tekel Çağı: Büyük Adımlar ve Çelişkiler
“Sümerler tekerleği buldular, Appius Claudius su hatlarını, Mösyö Papin de buhar basıncıyla çalışan kabı, düdüklü tencereyi buldu. Leonardo da Vinci, bir sanatçı olarak ün kazandı ama bir araştırıcı olarak değil. Onun zamanında çok ileri görüşlü kişiler ateşte yakılırlardı. Bugünün araştırıcıları ve bulucuları için çok şükür böyle bir tehlike kalmadı. Fakat zaman daha uygun ve olgun değilse, en iyi düşüncelerin bile pek bir değeri yoktur.”
1970’li yılların başında Bilim Teknik dergisindeki çeviri makalelerden biri böyle başlıyordu. Ve şöyle devam ediyordu makale: “Eskiden küçük bir odada yıllarca tek başına bir şey bulmak için uğraşan adam artık tarihe karıştı. Bilimin sınırları artık öyle genişledi ki artık onu kapsayabilmek için bir tek beyin kafi gelmiyor. Ekip halinde çalışan laboratuarlar, araştırma büroları, beyin tröstleri onun yerine geçti. (…) Ancak bilim adamının bodrum ya da çatı katının yalnızlığından alınması ve işbölümü esasına uygun çalışan bir ekibin ortasına getirilmesi, onun acemi bir çok insana ve kamu kaynaklarına bağımlı kalmasına sebep olmuştur. Hiçbir buluş vergi torbalarından veya endüstri kasalarından yardım olmaksızın seri halinde uygulanabilecek duruma gelemez. (…) Fikirlerin daima büyük bir geleceği vardır. Fakat bilimsel araştırmanın üzerine aldığı çalışmalardan ancak yüzde 35-50 kadarı pratik uygulamaya kadar gelebilmektedir. Kendi kendine bir şey bulan adam artık ölmüştür.”
Yukarıdaki sözler, tekelci kapitalizm çağının bilimle ilişkisi bakımından son derece açıklayıcı itiraflardır. Yeterince dürüst değil belki ama en azından iyi bir özet!
Gerçekten de tekelci kapitalizm çağı, bilimle ilişkisi bakımından çok karmaşık bir tabloya sahiptir. Yukarıdaki makale yazarının “araştırmanın çapının büyümesi”ne bağlayarak masumlaştırmaya çalıştığı “bağımlılık” durumu, bilim açısından emperyalist çağdaki en önemli sorundur.
Tekelci kapitalizm, büyük uluslararası sınai-mali tekellerin her alandaki kesin egemenliği, kuşkusuz rekabeti tümüyle sona erdirmemiştir. Ama artık, üretimin ulaşmış olduğu seviye ve alanların kesin biçimlerde paylaşılmış olması, tek tek “sivri zekalı” girişimcilerin bireysel sıçramalarının önünü tıkamış ve geçmişte günlük yükselişler ve düşüşlerle karmaşık biçimde yürüyen kapitalist düzene bir “nizam” ve “intizam” getirmiştir; daha doğrusu, kapitalizmin bunalımı genel ve sürekli hale dönüşmüş, tarihsel gelişmenin önünü tıkayan kapitalizm, basit devrevi krizlerden çok daha derin bir başka krizi ortaya çıkarmıştır.
Bu, üretim düzeninin ihtiyaçlarının genişlemesiyle birlikte, aslında bilimin büyük sıçramalarına zemin hazırlayan bir durum olmuştur. Tekeller, bu dönemde bilim ve teknoloji dünyasını büyük oranda sistematize etmişler, ona geçmişte görülmemiş imkânları sunmuşlardır. Büyük araştırma laboratuarları, yüzlerce bilim insanını bir araya getiren ajanslar ve merkezler, sonuçların kaydını gerçekleştiren merkezi patent enstitüleri, devlet ve kamu olanaklarının, kurumlarının bilimin hizmetine açılması, üniversitelerin desteklenmesi, vs., vs… Öte yandan, aynı dönem, bilim insanları açısından geçmişte asla mevcut olmayan bir güvenli gelir düzeyi ve konfor yaratmıştır. Yeteneklerini burjuvazinin emrine sunmak koşuluyla bilim insanı, -çatı katında mevcut olmayan- güvenlik ve zenginliğe sahip olmuştur.
Bir yanından bakıldığında bütün bunlar, makul ve gerekli gibi de görülebilir. Kuşkusuz, gelişkin bilimsel araştırmanın doğası, özellikle çetrefil keşif alanları bakımından, çok sayıda bilim insanının kolektif çabasını gerekli kılmaktadır ve bu çalışmaların toplulaştırılarak merkezileştirilmesi akla yakın bir uygulamadır. Ama burada sorun işte tam da tekelci kapitalizmin kendi doğasıyla ilgilidir. Tekelci kapitalizm, bilimin bütün alanlarda gelişmesi için muazzam olanaklar sağlamıştır. 1800’lerin sonundan bugüne kadarki süreci, (felaketlere ve savaşlara, vb. bir anlığına gözümüzü kapatarak) bilimin evrensel başarıları ve hatta günlük hayatımız açısından şöyle bir irdelediğimizde, doğrusu gözlerimizin kamaşmaması mümkün değildir. Hatta bazen daha kısa zaman dilimlerinde bile (örneğin son yirmi yıl gibi) çok etkileyici gelişmeler yaşanabilmektedir. Yani tekelci kapitalizmin tarihsel olarak üretici güçlerin engeli haline gelmiş olması, onun durağan bir sistem olduğu anlamına gelmez. Aksine o, on-yirmi yıllık belli periyotlarla küçük ya da büyük sıçramalar gösteren bir sistemdir.
Ancak sorun şuradadır ki, bu sistem, kapitalizmin en temel kuralı olan özel mülkiyet ve kâr sistemi üzerine kuruludur. Üretimin toplumsallığı ile üretim araçlarının ve ürünlerin özel mülk olması arasındaki çelişki, tekel çağında zirve noktasını yaşar; çünkü artık geriden gelip sınıf atlama, sıfırdan başlayıp bir yerlere gelme olanakları da büyük ölçüde tıkanmıştır ve bütün servetler ve mali, politik, vs. güçler sayıları bütün dünyada yüzlerle ifade edilebilecek kadar az sayıda insanın elinde toplanmıştır.
Bu, bilimin de kaderini belirleyen bir olgudur. Geçmişte herhangi bir bilim alanını “yararsız” bulan ve “boş yere para harcamak” olarak değerlendiren tek bir burjuva, sonuç itibarıyla istisnai bir olaydır. Bilim, onun para yatırmayı tercih etmediği alanlarda da şöyle ya da böyle gelişir. Sonuç itibarıyla “çatı katında” saçı başı dağınık halde keşifler peşinde koşan adam, olağanüstü kaynaklar (ve kendisine sağlanmış kişisel konfor) olmadan da bir yere kadar işini yürütmektedir. Hatta öyle ki, bugün sonuçlarından yararlandığımız bilimsel buluşların çoğunda kapitalistlerin ilk tepkileri tek kelimeyle “hödükçe”dir. Bu “çılgınca” buluşların üretime yansıması için bazen on-yirmi yıl geçmesi gerekmiştir. Ama ne olursa olsun, sonuçta bilim alanı, rekabet çağında henüz tümüyle kontrol ve denetim altında değildir; bu alan henüz büyük fonlara ve büyük binalara, kurumlara da ihtiyaç duymamaktadır.
Tekelci kapitalizm, bilim dünyasına işte bunları sağlar; ama tam bir ücretli kölelik karşılığında! Manifesto’da “burjuvazi, doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi” diye tarif edilen durum budur. Marks’ın bir başka yerde, Grundrisse’de belirttiği aşama da aslında tekel çağına denk düşer: “... makineleşmenin bu doğrultuda gelişimi ancak büyük sanayi yüksek bir aşamaya ulaştığında ve bütün bilimler sermayenin hizmetine koşulmak zorunda kaldığında; ve mevcut makinelerin zaten çok büyük olanaklar sunduğu aşamada gerçekleşmektedir. Bu andan itibaren icat/yenilik artık bir iş haline gelir ve bilimin üretime doğrudan uygulanması bilimi hem belirleyen hem de teşvik eden bir unsur haline gelir.”
Üstelik, çoğu kez burjuvazi, bu büyük masrafların yükünü de kendisi üstlenmekten kaçınır. Bugün bile ABD’de (bütün o devletçiliğe karşı laflara rağmen) bilim-araştırma merkezlerinin neredeyse yüzde altmışa yakını kamu fonlarına bağlıdır ve bunların da çoğu askeri fonlardır. Kuşkusuz tekellerin kendi merkezleri de vardır; ama onlar daha ağırlıklı olarak rakiplerini geride bırakacak özel alanlara yöneliktir ve şirketler özellikle teknolojik buluşların zeminini döşeyen çalışmaların masrafını üstlenmek istemezler.
İşler bu aşamaya geldiğinde artık bilimin geliştirilmesi, tekellerin çıkarlarına bağlanır. Bunun pratikteki anlamı, binlerce bilim insanını istihdam eden ajansların, merkezlerin, tekel kârlarını yükseltecek alanlara ve emperyalist devletin askeri, vs. amaçlarına yöneltilmesidir. Yani tekeller, teknolojiyi geliştirmek için bütün kapıları açarlar ama yapılan işi de asla bilim insanlarının keyfine bırakmazlar. Bütün ücret ve konfor sistemleri buna göre düzenlenir; “boş işlerle” uğraşan araştırmacılar “ilgisizlik” yöntemiyle cezalandırılır, bazı hallerde yapılmış keşifler yıllarca kasalarda kilitlenir, vs. vs… Yine de bireysel mucitlere kapılar bir ölçüde açıktır; tekeller kendi deneyimleriyle bilirler ki, bazen bu “bağımsızlar” alanından da iyi işler çıkar ve onları da kollamak, ortaya çıkan her ciddi gelişmeyi hızla kontratlara bağlamak gereklidir. Sonuçta, bilim insanı olarak sizin geleceğiniz, çocuklarınızın hayatı, vs. sürece ne kadar uyumlu olduğunuza bağlanır.
Burada kullanılan anahtar kavram, “buluşun ekonomik -ya da daha kibarca söylenirse uygulanabilir- olması”dır. Gerçek pratik hayatta bu “ekonomik olma-olmama” halini belirleyen şey ise onun üretim sürecine az bir maliyetle sokulup sokulamadığı, yani kâr getirip getirmediğidir. Örneğin yeni bir yakıt türünün geliştirilmesi, bütün sistemin yeni yakıta göre düzenlemesinin kârlı ve “ekonomik” olup olmadığına bağlıdır. Örneğin bir ilaç türünün keşfi, yine onun üretim maliyetinin yüksek olup olmamasına göre değerlendirilir; nihai olarak süreci belirleyen olgu, ilaca duyulan ihtiyacın yüksekliği değil, onun seri üretiminin firmaya getireceği yük, yani kâr oranının yüksek olup olmadığıdır. Örneğin, bilim insanları yıllardır sanayi üretiminin atıklarının doğaya zararsız hale getirilmesi için çalışırlar; ama bu yüzlerce projenin kaderi her zaman onların burjuvaziye getireceği maddi külfetle belirlenir, vs. vs…
Böylece varılan yer, bilimin kabaca engellenmesi değil, uygun araçlar ve yöntemler kullanılarak yönlendirilmesidir. Pratikte nihai olarak kâr oranlarının yükseltilmesi esasına dayanan bu yönlendirme ise onun sınırsız gelişme dinamiklerinin köreltilmesinden başka bir anlam taşımaz.
Ki bu kadarı, yalnızca işin üretim-kâr oranı çerçevesindeki bölümüdür. Bilimin yönlendirilerek önünün kesilmesinin daha görünür ve daha çarpıcı boyutu ise onun doğrudan doğruya yararsız (daha doğrusu zararlı!) alanlara, örneğin savaş mekanizmasına kaydırılmasıdır. Binlerce bilim insanının enerjisini ve toplumsal kaynakların devasa büyüklükteki miktarlarını “insan öldürme” sanatının emrine veren tekelci kapitalizm, böylece son derece somut bir biçimde bilimin özgür gelişmesinin önünü keser, onu dar bir alanda kısırlaştırır.
Emperyalizmin önceki bunalım dönemleri de bu temel işleyişe tabi olmakla birlikte, özellikle III. Bunalım Dönemi, bilimin emperyalist askeri mekanizmaya bağlanması bakımından adeta bir zirve noktasıdır. ABD askeri bütçesi, yalnızca 1950 yılında 13 milyar dolardan 54 milyar dolara fırladığında, bu artık bir sürekliliğin ifadesidir ve daha sonraları, Mahir Çayan yoldaşın da dediği gibi, “İç pazarın daralması karşısında, talep yetersizliğine Yankeelerin bulduğu formül, ekonominin daha fazla askerileştirilmesi formülüdür.” Bunun bilim ve teknoloji açısından pratik anlamı ise, Savunma Bakanlığı bütçesinin aslan payının her zaman üniversiteler ve laboratuarlara gitmesiydi. Ve tabii ki ağırlıklı olarak nükleer silah araştırmalarına! 1980’lerde pek meşhur olan Pershing füzelerinin bir tekinin parçalarının yapımında 600 Amerikan şirketinin rol aldığı düşünülürse tablo daha iyi anlaşılabilir...
Böylece 1946 ile 1991 arasında ABD’deki kolej ve üniversitelerin bütçeleri yirmi kat artmış, aynı dönemde elli büyük üniversitenin gelirleri içindeki devlet payı yüzde 5’ten, yüzde yirmilere kadar çıkmıştır. Artık Harvard ve Masachussets Teknoloji Enstitüsü (MIT) gibi en büyük üniversiteler doğrudan CIA ile birlikte komünizme karşı casusluk projeler içinde yer almakta, çeşitli vakıflar tarafından yönlendirilen araştırmalar birbirini izlemektedir; örneğin Ford Vakfı, 1952-1964 arasında 138 milyon doları sırf halk ayaklanmalarına karşı ne yapılabileceği sorusuna yanıt bulmak için “bilim”in emrine vermiştir. 1964’te patlayan Camelot Projesi skandalı, bunun en tipik örneğidir. Üniversitelerde antropologlar ve toplumbilimcilerden oluşan bir “bilim” ekibini oluşturan ABD ordusu, bu projeyle yeni-sömürge ülkelerdeki isyanların bastırılma teknikleri üzerine bir çalışma yapmayı amaçlıyordu.
Örnekleri fazla uzatmadan kısaca denilebilir ki, tekelci kapitalizm çağında bilim, yalnızca kapitalist ekonominin ihtiyaçlarıyla belirlenen bir pranga içinde değildir. O, aynı zamanda, bu emperyalist-kapitalist işleyişin doğrudan sonucu olan militarizm tarafından da kuşatılmıştır. Bu ise, 1789’lardaki büyük düşlerin köreltilmesi, “evrensel mutluluk” projelerinin çamura bulanarak kirletilmesinden başka bir şey değildir.

Genel Sonuç: Bir Yüzyılın Kaybı
Sonuç olarak denilebilir ki, bilim açısından emperyalist dönem, harikalar ve felaketler dönemidir; kapitalizmin bilim alanındaki derin çelişkisi bu dönemde zirve noktasına ulaşır.
Yeniden kısaca özetlersek eğer, 1800’lerin son çeyreğinden bu yana, ama özellikle de 20. yüzyıl boyunca hüküm süren tekelci kapitalizm, bir yandan büyük teknolojik atılımlara imza atarken, diğer yandan da insanlığın üretici güçlerini ve bilimi hem kısıtlamış hem de zaman zaman düpedüz imha etmiştir.
Burjuva ideologların her fırsatta övgüye boğdukları bu gelişme temposu, her şeyden önce yüzyıl boyunca bilimin enerjisinin yarıdan fazlasını, hatta zaman zaman tümünü askeri alana, yani öldürme araçlarına yöneltmiştir. Ve bu hiçbir biçimde Hitler gibi adamların çılgınlığıyla açıklanabilir bir durum değildir. Yüzyıl boyunca bütün emperyalist ülkelerin sanayisi, her zaman gırtlağına dek askeri siparişlerin içinde yaşamıştır ve tekellerin kasaları bu kirli parayla dolmuştur.
Doğrusu insanlığın temel ihtiyaçları bakımından geçtiğimiz yüzyıl, savaş araçlarına ayrılan paranın onda biriyle bile yapılabilecekleri yapamamış bir yüzyıldır.
Bu anlamda, bu süreç, bir gelişme efsanesi değildir. İçinden büyük proleter devrimleri ve sosyalizmi çıkardığınızda, geriye kalan tablo, bir yanıyla ışıltılı ve göz kamaştırıcı, diğer yanıyla ise karanlık ve vahşidir. Tek tek parçalarının ötesinde, genel tarihsel planda 20. yüzyıl, insanlığın bilimsel birikiminin sınırsızca yükseltildiği değil, tüketildiği bir yüzyıl olmuştur.
Çeşitli tarihsel süreçler, başka bir deyişle emperyalizmin bunalım dönemleri, kuşkusuz bilimler alanında da kendi izdüşümlerini yaratmış ve deyim yerindeyse her yeni tarihsel süreç, yeni üretim tekniklerine yol açan sıçramalarla karakterize olmuştur. Bir süreç, Fordist iş tekniğinin seri üretim araçlarına ve bant sistemlerine, vb. yoğunlaşırken, bir diğer süreç iletişim ve ulaşım patlamasını yaratmış, diğer bir süreçte ise mikro teknolojiler çağı açılmıştır, vs. vs… Bu anlamda, zaman içersinde, yazımızın en başında aktardığımız tahminlerden bazıları da gerçekleşmiştir. Ama her zaman, kendi karşıtlarını da içinde taşıyarak! Dünyayı olağanüstü düzeyde “küçülten” iletişim teknolojileri, diğer yandan tarihin en “iletişimsiz” ve en yalnız insanını yaratmış, bilginin “yayılması” ile cahilliğin ve sığlığın artışı el ele yürümüş, hastalıkları tedavi eden tıp ile hastalıkları yaratan çarpık sanayi-kentleşme ilişkisi bir arada var olmuştur, vb…Bir yanda gezegenlerde su ve yaşam belirtileri araştırılırken, diğer yandan yüz milyonlarca insanın temiz su bulamadıkları bir yüzyıldır yaşadığımız. Bir yanda binlerce bilim insanı genetik üzerine muazzam araştırmalar yapmakta, diğer yanda ise milyonlarca çocuk, en basit, en ilkel hastalıklardan, hatta düpedüz açlıktan ötürü ölmektedirler. Üstelik emperyalist soygun, yüzyıl boyunca dünyanın önemli bir bölümünü öylesine talan etmiştir ki, milyarlarca insanın yaşadığı bu sömürgeler ve bağımlı ülkelerin iç dinamikleri körelmiş, kendi bağımsız gelişme potansiyelleri engellenmiştir. Kuşkusuz buna bilimler alanı da dahildir. Zaman içersinde, bunalım dönemlerine göre bağımlılık ve sömürü ilişkileri değişse de bağımlı ülkelerin gelişmesini önleyen soygun düzeni sabit kalmıştır ve bu soygunun en önemli unsurlarından biri de beyinlerin sömürülmesidir. Bu ülkelerin ekonomik-politik-sosyal ve kültürel gelişmesinin önünü kesen emperyalizm, böyle bir gelişmenin motor gücü olabilecek bilim unsurlarını da bir yandan sakatlamış, diğer yandan da “beyin göçü” yoluyla kendi bünyesine aktarmıştır.
Ekoloji bakımından ise tekelci kapitalizmin 20. yüzyılı, dünyayı bir felaket noktasına sürüklemiştir. Yeni enerji kaynaklarının keşfine yönelen bilimin önü her aşamada şu ya da bu şekilde kesilmiş, tekellerin açgözlülüğü bu alandaki ilerlemenin önünü keserek petrole bağımlı düzenin devamını sağlamıştır. Diğer yandan savaşlar başta olmak üzere her yoldan tahrip edilen doğa ile insan arasındaki ilişki koparılmış, kapitalist anarşi ve kâr hırsı, bu ilişkiyi geri dönülmesi oldukça zor bir kaos içine sokmuştur.
Ve kuşkusuz, bütün bu süreçlerin düşünsel alandaki karşılığı katıksız bir gericilik olmuştur. Tekelci kapitalizm, başka bir dizi şeyle birlikte, 1789’un “Aydınlanma” ve “Aklın Üstünlüğü” gibi unsurlarının da geride bırakılması anlamına gelmiştir. Emperyalist çağda burjuvazi, devrimci barutunu sadece ekonomik ve politik alanda yitirmemiştir; düşünsel alanda da gericilik bu süreci izlemiştir. Kapitalizmin şafağındaki “düşünce özgürlüğü” havası sönüp gitmiş, demokrasi çöpe atılmış, bilimsel araştırmanın olmazsa olmazı olan özgürlük, baskı ve satın alma yollarıyla ortadan kaldırılmıştır. En büyük teknolojik sıçramalarla en büyük gericilik ve şovenizm, vb. dalgalarının aynı süreçlerde görülmesi tekelci dönemin tipik özelliğidir.
Bağımlı ülkeler coğrafyasında ise durum tam anlamıyla felakettir. Bu ülkelerdeki emperyalist varlık, her zaman kanlı bir baskı ve en gerici düşüncelerin desteklenmesi anlamına gelmiştir. Emperyalizm, bir yandan bu ülkeleri iliğine kadar soyar ve böylece iç dinamiklerini köreltirken, diğer yandan ise bilimin en azılı düşmanı olan dinsel gericilikle işbirliği yapmış; bir yandan “bilimin üstünlüğü” vaazları verilirken, diğer yandan ise bu ülkelerde “elifi görse mertek sanan” en gerici, en kanlı diktatörler el üstünde tutulmuştur.
Sonuç olarak toparlarsak eğer, tekelci kapitalizm çağı ve özel olarak 20. yüzyıl, çelişkiler yumağıdır. Bu yüzyıl, insanlığın bilimsel hazinesine büyük katkılarda bulunmuş ama öte yandan bu gelişmenin muazzam iç gücünü sakatlamış, onu varabileceği, varması mümkün olan sınırların çok gerisinde tutmuştur.(**)

Yeni Bin Yıl-Yeni Tarihsel Süreç
21. Yüzyıla geldiğimizde ise, artık yeni bir tarihsel sürece de adım atmış olduk. 1980’lerden başlayarak 1990 miladıyla şekillenen yeni tarihsel süreç, hem kapitalizmin içsel işleyişinde, hem de genel olarak emperyalist hegemonya düzeninde kapsamlı değişimlerle karakterize oldu. Dünya bu milat sonrasında, her cephede kapsamlı ve çarpıcı değişiklikler yaşadı. Her yeni tarihsel süreçte olduğu gibi bu dönemde de dünya tablosunun bütün unsurları yerinden oynadı ve yeniden biçimlendi. Neoliberal vahşi kapitalist düzen, sınırsız emperyalist soygun/hegemonya ve postmodern gericilik bu yeni sürecin başlıca ayaklarıydı ve kuşkusuz bu yeni süreç, sosyalist hareketin zayıflamasından sınıfın yapısının parçalanmasına dek bir dizi alanda başka sonuçlara da yol açtı.
Doğal olarak böyle bir kapsamlı değişim, bilimler dünyasında da karşılığını buldu ve her yeni sürece yeni bir bilimsel-teknolojik sıçramanın denk düşmesi geleneği bu kez de bozulmadı. Her şeyden önce, yeni süreç tekelci kapitalist üretimin sektörlerinde bir değişim anlamına geliyordu; “kapitalist sanayinin yeni ve bu nedenle daha yüksek kar oranlarına sahip üretim sektörleri (mikro-elektronik, biyo-teknoloji, bilişim sektörleri) temelinde dünya ölçüsünde yeniden yapılandırılması, bunların kapitalist sanayinin hegemonik sektörleri haline getirilmesi…” (SB, Sayı: 1) sürecin başat unsurlarıydı. Bugün dünyanın en zengin adamının petrol ve otomobil devlerini geride bırakan bir bilgisayar patronu olması elbette rastlantı değildir. Ayrıca aynı süreç, standart kitle üretiminden parçalanmış iş alanlarına geçiş anlamına da gelmiş, işletme düzeyindeki taşeronlaştırma, uluslararası işbölümü düzeyinde de uygulanmıştır. Bu ise dünyanın önemli bir bölümünde sanayi üretiminin çökertilmesine bağlı olarak bilimsel teknolojik gelişmenin de kısırlaştırılması anlamına gelmiştir.
Yani denilebilir ki, yeni süreç, bir yandan bir dizi teknolojinin sıçrama yapmasına neden olmuş, diğer yandan da bilgiyi olağanüstü düzeyde merkezileştirerek bilimin genel olarak serpilip gelişmesi ve yayılması konusunda tıkayıcı bir etki yapmıştır.
Pratikteki sonuçlar ise şöyle özetlenebilir:

a) Bilim ve Teknoloji: AR-GE Kavşağında Ayrılan Yollar
Yukarıda sözünü ettiğimiz yapısal değişikliklerin de bir sonucu olarak yeni tarihsel sürecin bilim üzerindeki en önemli etkisi, bilimin genel atmosferinin ve bütünlüğünün artık tümüyle sakatlanması ve özel bir alan olarak “teknoloji”nin adeta bilimin tam kendisiymiş gibi dayatılmasıdır. Bu şüphesiz tümüyle yeni bir süreç değildir; salt günümüze ait bir olgu da değildir. Ancak, tekelci kapitalizmin doğasında ve mantığında hep var olan böyle bir ayrım, yeni tarihsel süreçte (postmodernizmde de felsefi ifadesini bularak) başat unsur haline gelmiştir. 20. yüzyılın son çeyreğinden bu yana kullanılan bir deyim olarak AR-GE (Araştırma-Geliştirme) kavramı, hem gerçek, hem de simgesel olarak bilimin bütünlüklü yapısının kırılması anlamına gelmiştir.
Kuşkusuz, bir açıdan bakılırsa bilim, insanlık tarihi boyunca nihai olarak maddi varlıkların üretimi sürecine hizmet eden bir işlev yüklenmiştir. Yani insanlar, bilme ve keşfetme yoluyla yeni şeyler üretmeye yönelmişlerdir. Ancak bu, bilim kavramının tek tanımı ve tek işlevi değildir; bilim, sadece bir üretim teknolojisi değildir. Bilim, genel olarak araştırma, bilme ve bu bilgiyle dünyaya müdahale etme, onu değiştirme eylemidir. Nihayetinde, her dönem değişik biçimler altında ortaya çıksa da onun her zaman genel bir atmosferi, bütün dallarını, alt disiplinlerini birbirine bağlayan diyalektik-felsefi zeminleri vardır.
Aristo’nun klasik teorisinde, theroia (kuramsal bilgi), poiesis (üretim bilgisi-teknoloji de denilebilir) ve praksis (daha karmaşık olarak insan iradesini, ahlakını, tercihlerini de kapsayan eylem alanı) üçlemesi vardır.
Burjuvazinin, tekelci çağın başından beri yaptığı ama günümüzde en olgun biçimine ulaştırdığı şey ise bütün bu “eski püskü” ayrımları ortadan kaldırmak, özellikle işin insan yararı ve geleceği ile ilgili olan praksis bölümünü tasfiye etmek ve bütün bunların yerine “teknoloji”nin tartışılmaz egemenliğini koymak olmuştur. Öyle ki, bugün artık bütünsel anlamdaki bilim kavramının yerini yavaş yavaş “AR-GE” kavramı almış, “teknoloji” kavramı, genel olarak bilim kavramının yerine de kullanılmaya başlanmış, bir anlamda bilimin içinden “ona zarar veren”(!) ahlaki, insani, vb. unsurlar ayıklanmıştır. Gerçi, evet, çatı katındaki kişisel “mucit”in sonu, daha uzun yıllar öncesinden bilimin bütünlüğünün sakatlanması anlamına gelmiştir; ama bugün olan şey, artık tümüyle köprülerin atılmasıdır. Daha toparlayarak söylersek, toplumbilimleri ile doğa bilimleri arasındaki bağı çoktandır koparan kapitalizm, zaman içersinde adım adım bütün bilim dalları arasındaki diyalektik ilişkiyi kırarak her disiplini kendi dar alanına hapsetmiştir. Bu çerçevede oluşan AR-GE kavramı, bir “üretim bilgisi”ni bize anlatır. Yani AR-GE, üretimin nasıl daha fazla geliştirilebileceğini, üretilenlerin hangi pazarlama, vb. tekniği ile satılabileceğinin bilgisidir; bilim ise genel bir dünya kavrayışıyla bağlantılı olarak söz konusu üretimin sonuçları da dahil olmak üzere bütün sürecin ele alınmasıdır. Örneğin AR-GE, üretimi, bilim ise üretimle birlikte çevreyi, insan doğasını, kentin yapısını, vb. vb. düşünür. AR-GE parçayı, bilim ise bütünü görür, vb. vb…
Kolayca anlaşılabileceği gibi, postmodern gericilik, bu ayrışma ile tümüyle uyum içersindedir; onun teorik arka planıdır. Postmodernizmin bütün olan her şeye yaptığı saldırı ve diyalektik ilişkiye olan husumeti, tam da burada ifadesini bulur.
Bu, aynı zamanda düpedüz politik bir olgudur. Çünkü, “bilim insanı”ndan farklı olarak “AR-GE elemanı” üretim sürecine hakim olan sermaye sahibi güçle daha bağımlı bir ilişki kurmakta, giderek işletmenin “yönetici elemanı” haline dönüşmektedir. Ajanslara, araştırma bürolarına ya da doğrudan doğruya tekelci işletmenin kendisine kontratla bağlı olan AR-GE elemanı, doğal olarak ahlaki, vicdani fikirlerini bir kenara koymakta, yalnızca kontrat hükümlerine göre davranmaktadır.

b) Alanların Ayrışması, Dar Kafalılık
Bu ayrışmanın genel karşılığı ise, bilim dünyasının giderek çok daha fazla alt disipline ayrışması ve bu disiplinler arasındaki bağın kopmasıdır. Çok genç yaşta yitirdiğimiz bir yoldaşımızın konuyla ilgili bir yazısında söylediği gibi; “Günümüzde bilim alt dallarına ayrılarak parçalanmıştır. Yani dal ağaçtan kesilmiştir. Başka bir deyişle ortalık dallarla doludur; ama ortada ağaç yoktur. Bunun içindir ki günümüzde bilim dallarından söz etmek mümkün değildir. Söz edebilmemiz için bilim dalları arasındaki diyalektik ilişkinin varolması gerekir.” (Erdal Altınöz, Granma, 3. Sayı) Kuşkusuz hayatın zenginliği karşısında bilimin de kendi içinden bir alan zenginliği yaratması ve özel alanlara özel bir bilgi düzeyiyle yaklaşması kaçınılmazdır. Ama burada söz konusu olan şey, alanlar arasındaki bağın koparılması ve dar uzmanlıkların genel bir cahilliğe yol açmasıdır. Fikret Başkaya’nın yerinde deyimiyle “Daracık bir alanda uzman olan, ama aslında tam bir kara cahil olan, ağacı görüp ormanı göremeyen insanlar” (Çığırından Çıkmış Bir Dünya,özgür Ünv. Kitaplığı: 42, sf:67) topluluğu böylece ortalığı kaplamaktadır. Böylece genel gericilikle tek tek alanlardaki “yaratıcı” üretkenlik bir arada yürür. Filistin diye bir ülkeden habersiz bir kimyacı, bilgisayar yazılımları arasında kaybolurken genel yoksulluk oranlarını hiç düşünmeyen bir mikro işlem uzmanı, vs. vs… gibi unsurlar yayılırken zeka kavramı, tartışmalı hale gelir. Bütünlüklü bir bilgi-kültür düzeyi değil, dar alanın bilgisi öne çıkar.
Bu, neoliberalizm ve postmodernizm açısından son derece elverişli bir politik durumdur; çünkü dünyaya ve hayata genel bir bakışı olmayan “bilim” insanının satın alınması hiç zor değildir. Çünkü bu dar kafalı tip, dünyaya olduğu kadar kendi hayatına da son derece dar bir yerden bakmaktadır. Ve yine bu tip, geçmişte bazı bilim adamlarının zaman zaman yapmayı başardığı bir şeyi yapamamakta, burjuva devlet otoritesiyle arasına bir mesafe koyamamaktadır. Çünkü, bu durum, yukarıda AR-GE elemanı örneğinde sözünü ettiğimiz gibi sadece bir maaş-kontrat bağlanması değildir; bilimin dar alanlara sıkıştırılması sonucunda kendisini sadece işiyle sınırlayan bu tipin zihni de körelmekte, muhalif potansiyeli de sakatlanmaktadır.

c) Yeni Sağ: Teknolojide İlerleme-Bilimde Gericilik
Bütün bunlar, yeni tarihsel süreçteki en tipik olgulardan birinin zeminidir: Teknolojide ilerleme-bilimde hurafe!
Çelişki gibi görünüyor ama değil! Gerçekten de bugün, birbirinden tecrit edilmiş teknoloji alanlarındaki muazzam gelişmelerle, bilim dünyasının içine çekilmek istendiği Ortaçağ karanlığı bir arada görülen olgulardır. Gerçi, tarih boyunca bilim insanlarının hiç küçümsenmeyecek bir bölümünün gerici ideolojilerle iç içe olduğuna rastlanmıştır. Engels de Doğanın Diyalektiği kitabında bu tür ünlü bilim insanlarından söz eder. Yani, dini görüşlerini laboratuar kapısında bırakan ve bırakmak zorunda olan bilim insanının oradan çıkar çıkmaz en koyu Katolik, vb. toplantılara katılması hiç görülmemiş şey değildir.
Ancak bu kez karşımızda yeni-sağ tarafından özellikle geliştirilen ve bilim dünyasına hakim kılınmaya çalışılan bir durum vardır. Yeni tarihsel süreçteki hakim politik eğilim olarak yeni-sağ, tam da AR-GE’nin yükselişine ve bilimin bütünlüğünün parçalanmasına paralel olarak, her gün yeni ataklarla koyu dinci dogmaları bilime sokmaya çalışmaktadır. Örneğin bilimsel bir gerçeklik olan Evrim düşüncesinin yerine “yaradılış” fikrinin bu kadar yaygınlaştırılmak istendiği bir döneme yaklaşık yüz yıldır rastlanılmamıştır. Bu teori, gitgide eğitim programlarında kendisine yer bulmakta, sırf bu tezi yaymak için kurulan vakıflar milyonlarca dolar destek almakta, Ortaçağ saçmalıkları her yanda hortlatılmaktadır. Yalnızca ABD’de ya da Batı’da değil, Doğuda da… Hıristiyan dünyasının en katı tarikatlarının da etkisi altında olan yeni muhafazakârlık eğilimi, haçlı seferlerine benzetilen emperyalist işgallerle Doğu dünyasına yüklenirken, böylece orada da zaten temeli çok güçlü olan dinciliği zirveye taşımakta, sonuçta iki tarafta da bilim-dışı hurafeler genel olarak güçlenmektedir.
Ancak bu kez, tam da postmodern tarza uygun olarak bu gericilik, çığırtkan bir teknoloji şampiyonluğuyla bir arada yürümektedir. Yani bütün o Evangelist tarikatlar ya da Doğu’daki en katı Şeriatçı eğilimler, teknolojiye ve teknolojinin ürünlerine karşı eski tutumlarını değiştirmişlerdir. Örnek olsun diye verilebilir; Türkiye’de de daha yirmi yıl önce “radyonun ve televizyonun şeytanın aracı olduğunu” söyleyen Fetullahçılar gibi gerici tarikatlar, bugün televizyonlar kurmakta, en son teknoloji ürünleriyle içli dışlı yaşamakta ama öte yandan gerici fikirlerini de bir milim değiştirmemektedir.
Bilimlerin iç diyalektik bağlantılarının koparılması ve sonsuz sayıda alt disipline bölünmesi tam da bu sürece hizmet etmiş, artık bilim adına her türlü şarlatanlık serbest hale gelmiştir. Bugün Fransa’da vergi ödeyen profesyonel falcı sayısı 40 bindir ve ABD’de hâlâ milyonlarca insan dünyanın güneş etrafında döndüğüne bile inanmamaktadır. Böyledir, çünkü teknoloji ürünlerinin basit kullanımı ile en koyu cahillik artık kolayca bir arada durabilmektedir.
Öte yandan, 1970’lerin sonlarında Milton Friedman ile başlayan yeni serbest piyasa eğilimi, adım adım gelişerek tam bir “altta kalanın canı çıksın” vahşiliğine varmış ve sosyal bilimler alanında da yoksullara düşman bir gericilik türü hakim olmuştur. Bazı ırkların ve genel olarak yoksulların kalıtsal ahmaklığı üzerine tezler, “kötülük geni” gibi saçmalıklara dayanarak üretilen “doğuştan suçluluk” teorileri hep bu sürecin gerici dogmalarıdır. Bize gülünç gibi görünse de bugün bu tezlerin “kanıtlarını” aramak için canla başla çalışan binlerce “bilim insanı”(!) vardır ve hatırı sayılır miktardaki fonlar bu araştırmalara harcanmaktadır. Örneğin 1980’li yıllarda Reagan yönetiminin büyük fonlarla desteklediği bu araştırmaların vardığı en önemli sonuçlardan biri, yoksullara ve siyahlara yönelik sosyal yardım ve eğitim programlarının gereksizliğiydi; çünkü onlar zaten genetik olarak aptaldılar!
Gericilik ve postmodern saçmalık bu süreçte iç içedirler, uyum içindedirler; çünkü her ikisi de teknolojiyi kutsayan ve bilimi parçalayan eğilimlerdir. Öyle ki, adeta Ortaçağ gericiliği yeniden hortlayarak adeta 1789’un rövanşını almakta, bilimsel bütünlük ve diyalektik kavramlarıyla hesaplaşmaktadır; ama bu kez teknolojinin son icadı olan bilgisayar tuşlarını kullanarak!
Kısaca söylersek, yeni tarihsel süreç, teknolojideki bütün gelişmelere karşın, bilim dünyası bakımından kapitalizmin eski burjuva aydınlanması geleneğiyle en son bağlarını da koparıp atması, tekelci dönem boyunca kesintisiz hüküm süren gericiliği zirve noktasına taşımasıdır.

d) Üniversite: Geriye Doğru Büyük Adım
Bütün bunlar, elbette eski türden klasik üniversite ortadan kaldırılmadan yapılamazdı. Yani, 1990’lardan sonra bütün dünyada hız kazanan eğitim alanının ticarileştirilmesi, özelleştirmenin yaygınlaştırılması eğilimi yalnızca ekonomik sebeplere dayanmamaktadır. Böylece, klasik-hümanist üniversite geleneğinin bitirilmesi, üniversite kurumunun tekellerin AR-GE şubesine indirgenmesi ve yalnızca bilimin değil, bilimi üreten kurumların da parçalanması amaçlanmıştır. Pratikte de durum böyledir; hem Avrupa ve ABD’de, hem de özel olarak Türkiye’de üniversite kurumu, artık tümüyle büyük uluslar arası tekellerin av alanı haline getirilmiş, savunma bakanlıkları tarafından işgal edilmiş, klasik üniversite öğrencisi ve öğretim üyesindeki “bilim üretme” dürtüsü neredeyse tamamen ortadan kaldırılmıştır.
Bu anlamda dünyadaki genel politikanın tipik bir örneği olan Türkiye’deki YÖK uygulamasını da sadece otoriter-faşist bir darbe kurumu olarak görmek doğru değildir. Uygulamanın arka planı çok daha derindir ve dünya çapındaki genel operasyonla uyumludur. Özellikle 1990’lı yıllarda yayınlanan YÖK-TÜSİAD-TÜBİTAK raporları ve ortak bildirileri incelenirse durum iyice anlaşılabilir. Örneğin, VII. Beş Yıllık Kalkınma Planı (1996-2000) metninde öngörülen model şöyle özetlenmektedir: “sanayinin esnek üretim/esnek otomasyon teknolojilerini kazanmasının sağlanması, ulusal savunma sanayini geliştirmeye yönelik teknolojilerin birincil hedefler arasında olması ve kaynak tahsisinin bu yönde yapılması, teknoloji destek ve geliştirme merkezlerinin, teknoparkların, rekabet öncesi araştırma konsorsiyumlarının oluşturulmasıyla ve kamu araştırma kurumları ve üniversitelerle özel sektör sanayi kuruluşlarının ortak araştırma girişimlerinin desteklenmesi.”
Böylece üniversite eğitiminin yapısı parçalanmış, bir yandan eğitimdeki sınıfsal hiyerarşi daha sağlama bağlanır ve kesinleştirilirken, diğer yandan da klasik üniversitenin eski Yunan’dan miras kalan “özgür bilim ve tartışma” geleneğinin son kırıntılarının da hakkından gelinmiştir. Geriye kalan şey; tekelci şirketlerin ve savunma bakanlıklarının AR-GE bürosuna dönüştürülerek köreltilmiş bir bilim ortamı, kariyer kaygısıyla yozlaştırılmış öğrenci ve öğretim üyeleridir.
Durum böyle olunca, üniversite-devlet ilişkisi de değişik bir rotaya girmiş, 1960’larda “etik skandal” olarak anılan ajanlık ilişkileri “normal” uygulamalar haline gelmiştir. Özellikle toplumbilimler alanında artık devletle ve istihbarat aygıtlarıyla ilişkiler olağandır. Bugün CIA, yeryüzünün birçok köşesinde binlerce akademisyene çeşitli vakıflar aracılığıyla paralar ödeyerek makaleler yazdırmakta ve politika-sosyoloji-kültür alanlarında yazılmış olan bütün bu makaleleri aslında düpedüz “istihbarat analiz raporu” gibi değerlendirmektedir. Üniversitelerdeki “Uluslararası İlişkiler” kürsüleri bugün böyle “kerameti kendinden menkul” istihbaratçı-akademisyen tipleriyle doludur. Diğer yanda İşletme ve İktisat kürsüleri ise, “neoliberal iş düzeni” seminerleri ve makaleleriyle “yolunu bulan” sermaye dalkavukları tarafından işgal edilmiştir. Doğal Bilimler alanı ise, az önce sözünü ettiğimiz gibi, dünyaya “at gözlüğü” ile bakan dar kafalı teknisyenlerin elindedir.
Sonuç olarak neoliberalizm, postmodernizm ve koyu militarizm, bilimin üretildiği alanı da kuşatmış durumdadır.

e) Genel Sonuç: Yabancılaşma, Güven Kaybı ve İnsani Özün Yitirilmesi
Sonuç olarak bugün neredeyiz?
Bugün, 880 milyon kişinin hiç okuma yazma bilmediği bir dünyada yaşıyoruz.
Bugün milyonlarca insan, 2000’lerin dünyasında hepimize çok basit gelen en temel ihtiyaçtan, temiz su kaynaklarından yoksun.
Bugün, milyonlarca insan, bilimin yüz yıl önce toprağa gömdüğü basit hastalıklar yüzünden ölüyor.
Ve bugün, milyonlarca insanın bilimin ürünleriyle kurduğu tek ilişki (çoğu kez son ilişki!) vücuduna giren mermi çekirdeği ya da soluduğu kimyasal zehirdir.
Ve bugün bu dünyada, bütün teknolojik gelişmelerden yalnızca nüfusun yüzde 15’i yararlanırken Afrika dahil dünyanın birçok bölgesiyle bu yüzde 15 arasında neredeyse bir yüzyıl bulunuyor.
Yeni bin yılın başında, kapitalizmin hizmetine koşularak dinamikleri sakatlanmış olan bilimin en derin çelişkisi işte bu yabancılaşmadır. Emperyalist çağın en vahşi özelliklerini en uç noktaya vardıran yeni tarihsel süreç, insanlıkla bilim arasındaki uçurumu tarihte görülmemiş bir derinliğe ulaştırmıştır.
800 milyar dolar… Bu rakam, emperyalistlerin bir yıllık askeri harcamalarının miktarıdır. Ve bu miktarın, hiç küçümsenmeyecek bir bölümü, ölümün hizmetine koşulmuş olan “bilim” dünyasına akıyor
Bu, korkunç bir yabancılaşmadır.
Bu, bilim ve insanlık arasında büyük bir güven kaybıdır.
Bütün niyetlerden bağımsız olarak, bugün ulaşılmış bulunan teknolojik gelişme seviyesi, milyarlarca insanın açlığı ve acıları bakımından koca bir hiçtir.
Teknolojideki her büyük sıçrama, milyarlarca yoksul insanın kafasında bir kez daha travma yaratıyor, buluşun göz kamaştırıcı niteliği ile bilimin tamamen yabancılaşmış olduğu kitlelerin yaşadığı yıkım arasındaki çelişki kendini açığa vuruyor.
Dünyanın servetini eline toplamış birkaç yüz hırsıza karşılık milyarlarca aç insan, bilimin kendileri için ne anlam ifade ettiğini her gün yeniden sorguluyorlar.
Bu, korkunç bir yabancılaşmadır.
Bu, bilim ve insanlık arasında büyük bir güven kaybıdır.
Eski Kızılderili şeflerin son derece doğal dille yazılmış söylevlerinin son zamanlarda dünyanın her tarafında çok okunuyor olması rastlantı değildir; çünkü Kızılderili şefin topraklarına zehir ve ölüm getiren beyaz adama yağdırdığı beddualar milyonlarca insanın duygularına tercüman oluyor. Çünkü, sonuç olarak, sömürücülerin elinde dünyayı mahveden, kentleri, kırları, her yanı yaşanmaz hale getiren bir araca dönüşmüş olan teknoloji, milyonlarca insanın artık güven duymadığı, kendisine yabancı saydığı bir olgudur.
Gelinen nokta budur. İnsanlık tarihinde büyük bir sıçrama olan kapitalist sistem, bugün varmış olduğu asalaklık aşamasında, insanın özüne ve akla karşı bir suç haline dönüşmüştür. İnsanlığın sınırsız üretici güçlerinin özgürce harekete geçirildiği koşullarda dünyayı bir bolluk ve refah cennetine çevirebilecek olan bilim, bugün bir yandan insanlığa yabancılaşıyor, diğer yandan ise korkunç cinayetlerin suç ortağı olarak önümüze çıkıyor.
Genel olarak kapitalist sistem ve onun en son aşaması olan emperyalizm, gelip bu noktaya dayanmıştır. Bu nokta, artık insanlığın kapitalizmle yoluna devam edemeyeceği bir noktadır. Bir zamanlar tarihin ikinci büyük bilim sıçramasını yaratmış olan kapitalizm, şimdi bilimin ve aklın karşısında barikat kurmuştur. Bu barikat yıkılmadan bilimin üçüncü büyük sıçramasını gerçekleştirmek ve onun insanlıkla barışmasını sağlamak mümkün değildir.

Komünist Uygarlık ve Bilim
Bilimin genel tarihi ve son süreç üzerine böyle -son derece yetersiz olduğunu bildiğimiz- bir özet yaptıktan sonra şimdi yeniden başa dönerek, şu yarım bıraktığımız tartışmayı sürdürebiliriz.
Hatırlanacağı gibi, soru şuydu: Gerçekten, bilimin bir amacı ve felsefesi olmalı mıdır?
Devrimci sosyalizmin bu soruya yanıtı basit değil ama son derece açıktır:
Evet, bilimin böyle bir amacı vardır ve olmalıdır. Ama bu “amaç”, mistisizmle, idealizmle örülmüş, kendi açıklamasını kendisinde bulan muğlak bir “ahlak kuralları” dizisi değildir. Bilimin, dünyayı anlamak ve değiştirmek, doğayı ve toplumu kavramak ve dönüştürmek, insanlığın bütün gelişme potansiyellerini açığa çıkararak onu sınırsızca yetkinleştirmek gibi bir amacı vardır; ama bu amaç, bir boşluk içersinde, ya da herkesin kendi vicdani çerçevesinde değil, ancak ve ancak yeni bir uygarlık düzeyinde tanımlanabilir. Bu yeni uygarlık düzeyi, tarihte görülmüş iki büyük bilimsel sıçrama hareketi olan Antik çağ ve burjuva devrimleri süreçlerinden sonra, üçüncü bilim atılımı olarak da tanımlanabilecek komünist toplumdan başkası değildir. Bunun dışında bir bilim felsefesi ve ahlakı, vb. tanımlamak, güncel durumlarda bilim insanlarını “insanlık yararı”na duyarlı kılmak açısından önemlidir, anlamlıdır; ama nihai sonuç olarak eksik ve yetersizdir. Kapitalist özel mülkiyet koşullarında bilimin bu işleyişe tabi olmasını önlemek ve felaketlerden kaçınmak için şu ya da bu şekilde çaba göstermek mümkündür, gereklidir ama pratik olarak aslında imkânsızdır.
Komünist uygarlık düzeyi, tek bir cümleyle özetlenirse eğer, üretim araçlarının tümüyle toplumsallaştırıldığı, üretici güçlerin sınırsızca geliştiği ortamda herkesin yeteneği kadar vererek ihtiyacı kadar aldığı, böylece bireysel yaşama savaşının sona erdiği koşullarda kol ve kafa emeği arasındaki, kentle kır arasındaki farkların silindiği ve bugünkü işbölümünün tarihe karıştığı, çalışmanın bir zevk haline dönüştüğü yeni bir insanlık durumudur. Ve şüphesiz, böyle bir durum, her türden baskı kurumunun “sönerek” ortadan kalktığı bir özgür insan toplumu anlamına gelir. (daha geniş bir anlatım için bkz. M. Seyhan, “2000’li Yıllarda Yeni Bir Sosyalizm İçin Giriş Notları”, SB, sayı: 50)
Kısacası, sözünü ettiğimiz şey, ne bir “kalkınma modeli”dir, ne de bir politik iktidar değişikliği. Burada, kuruluşu ancak evrensel planda tamamlanabilecek olan yeni bir uygarlıktan, insanın bütün yeteneklerini sınırsızca açığa çıkaran yeni bir insanlık düzeyinden söz ediyoruz. Bu, basit bir nicel gelişme değil, nitel bir sıçramadır.
Böyle bir nihai amaç ve perspektif, kapitalist toplumun bütün engellerinden kurtarılarak önü tümüyle açılmış olan bilimin sınırsız gelişimi anlamına gelir; ki bunun dünya tarihi açısından anlamı, eski burjuva aydınlanmasını aşarak yaratılacak olan yeni bir bilimsel sosyalist aydınlanma düzeyidir. Sözü edilen şey, burjuva aydınlamasına eklenerek onun geliştirilmesi değil, tümüyle aşılması ve yeni bir uygarlık düzeyinin yaratılmasıdır.
Bu bağlamda, bilimsel sosyalist aydınlanma, bir teknoloji atılımı değil, bütünlüklü bir bilim sıçramasıdır.
Komünist uygarlık düzeyi, aynı zamanda bilim dünyasının bütünlüğünün ve iç diyalektik ilişkilerinin yeniden inşasıdır. Yalnızca bugünkü sistem içinde gitgide daha alt disiplinlere ayrılarak parçalanan bilim alanlarını bütünleştirmek değil; yalnızca toplum bilimleri ve doğa bilimlerini yeniden barıştırmak da değil; komünist uygarlık bütün bunları insanlığın geleceği ve kolektif çıkarı ile de birleştirecektir. Nasıl insan ihtiyacı ve bu ihtiyaçtan kaynaklanan kullanım değeri, böyle bir toplumsal düzenin temeli olacaksa, bilim de bu ihtiyaç ve değerin kolektif üreticisi olacaktır. Ama asla basit ve güncel ihtiyaç anlamında değil! Yaşam kavgasından ilk kez kurtularak Engels’in deyimiyle ilk kez “hayvanlar aleminden insanlar alemine” adım atacak olan birey, artık güncel ihtiyacın çok ötesindeki geleceği öngörebilecek ve bilimin yaratıcı, buluşçu gücünü tümüyle bu geleceğe yöneltebilecektir. Üretici güçlerin her gelişme aşamasında gitgide daha fazla “serbest zaman”a sahip olan insan, hiçbir sınırlama ve işbölümü olmaksızın bilimi geliştirecek ve toplumsal yaşamın temeli yapacaktır. Mevcut kapitalist değer kategorilerini kökten yok edecek olan bu düzey, herhangi bir buluşa ve bilimsel-teknolojik gelişime “maliyet” ya da “kâr” gibi dar zeminler üzerinden değil, insanın bugünkü ihtiyaçları ve geleceği üzerinden bakacak ve değerlendirecektir. Böylece bilim, tarihte ilk kez, üretim ilişkilerinin baskısından kurtulacak, bilim üretenlerle bu buluşları “satın alan” ve “uygulayan”lar şeklindeki kategorik ayrım tarihe gömülecektir. Bu, artık çalışmalarını patronların maliyet hesaplarına göre düzenlemek zorunda olmayan bilim insanı için sınırsız bir özgürlüktür.
Bu üçüncü atılım dönemi, aynı zamanda “büyük barışma” dönemidir. Özel mülkiyet ve kâr için üretim koşullarında insana, insanın geleceğine yabancılaşan, kaydettiği olağanüstü gelişmelere karşın insanlığı mutlu etmekten, refaha kavuşturmaktan gitgide uzaklaşan, hatta onun büyük acılar çekmesine hizmet eden bilim, tarihte ilk kez, insanlıkla barışacak, organik bir bütünlük gerçekleşecektir. Tarihte ilk kez; çünkü bu, kölelerin mutsuzluğu pahasına parlayan antik uygarlıkla ya da işçi barakaları üzerinde yükselen erken kapitalist dönemle kıyaslanamaz; bu kez, bilimin yıldızı, özgür ve birleşmiş insanlık için parlayacaktır. Dünyanın bir köşesinde en gelişkin teknolojik atılımlar; bir diğer köşesinde açlık ve ölüm… Bilimin yeni düzeyi böyle bir paradoksu asla kabul etmeyecek ve insanlığın bir bölümünün gelişmesini diğer bir bölümünün yoksulluğu ve yoksunluğu üzerine kuran bir sistem tarihe karışacaktır.
Ve herhalde söylemeye bile gerek yok, komünist uygarlık düzeyi, sınıflı toplumların en korkunç suçu olan savaşların ortadan kaldırılmasıyla, muazzam bir bilimsel enerjiyi, insanın barışçıl-özgür gelişimine yöneltme şansını da yaratacaktır. Bugüne dek yalnızca milyonlarca insanın hayatına değil, olağanüstü miktarlardaki üretici gücün de imhasına yol açan savaşların ortadan kaldırılması, bu iş için beslenen orduların ve savaş araçlarının yok edilmesi,
Böyle bir uygarlık düzeyi, doğanın aleyhine bir gelişmeyi de kabul etmeyecektir. Tarımın aleyhine sanayileşmeyi, kırların aleyhine metropol kentleri yükselten kapitalist sistemin bütün izleri silinirken, kentlerle kırlar, tarımla sanayi arasındaki çelişki sona erdirilecek, tarımı kentlere, yaşam alanlarını da kırlara yayan, son tahlilde metropol kentleri ve metropol kent anlayışını tümüyle ortadan kaldıran, sürdürülebilir yeni enerji biçimlerini bularak doğanın sömürülmesine son veren bir gelişme çizgisi bir başka “büyük barışma” biçimi anlamına gelecektir: Doğayla, onun bir parçası olduğunu çoktandır unutmuş görünen insanın barışması… Bu anlamda, komünist uygarlık, insanı doğanın bir parçası olmaktan alıkoyan, doğayı sonuna dek sömürmeyi amaçlayan bir “hakimiyet” projesi değildir. Onun sırlarının çözülerek onunla barış içinde yaşamanın yolunu keşfetmektir. Böylece, tıp biliminin asli amacı da, hastalıkların iyileştirilmesi düzeyinden bir adım öteye gidecek, insanın sağlık ve bütünlüğünün korunmasını temel alacaktır, ki bu, bir bütün olarak sözünü ettiğimiz “büyük barışma”da anlamını bulacaktır.
Ve nihayet, kafa ve kol emeği ayrımını, bugünkü anlamıyla işbölümünü ortadan kaldıran komünist toplum, bilim insanının özel statüsüne de son verir. Bir hat çizmek gerekirse eğer, komünist toplum, bütün toplumu olduğu gibi bilim insanlarını da kolektif varlığın sınırsız gelişen bir parçası haline getirir. Bu noktada bilimle uğraşan bir birey, artık nötr değildir; toplumun bir parçasıdır ve yaptığı şeyin anlamını orada bulmaktadır. Artık, kapitalist Ar-Ge’nin bir parçası değil, bağımsız bireydir ve bağımsızlığını kolektif yarar içinde geliştirip büyütmektedir.
Böyle bir çerçevede, eğitim de insanın doğal bir hali, doğal hakkı haline gelir. Temel eğitimin üzerine inşa edilen bilim alanı, yalnızca “şanslıların” ulaşabildiği bir mabet değil, isteyen herkesin içinde yer alabildiği bir zemin haline gelir. Kuşkusuz, kolektif ekiplerin büyük projeler için bir arada çalışmaları ve bu çalışmanın sürekliliği bir gereksinmedir ama bu kez artık söz konusu olan şey, toplumdan soyutlanmış, konfor ve ücretlerle güdülen bir ayrıcalıklılar grubu değil, toplumun organik parçası olarak yaşayan ve toplum için çalışan insanlardır.
Bu noktada, artık “bilim ahlakı” ya da “bilim felsefesi” gibi özel bir alan, özel bir gereksinme de kalmaz. Bilimin insan yararını gözetmesi olarak tarif edilen özel bir ahlaki yönelim gereksizleşir; çünkü bu yönelim, toplumun tümünü kapsayan genel bir durum haline gelir; toplumun amacı ile bilimin amacı tek bir bütünlük olarak kendisini ortaya koyar.
Bütün bunlar düş ya da ütopya değildir. Kapitalist sistem, yüz yıl boyunca defalarca yakıp yıktığı, harabeye çevirdiği halde dünyayı bugünkü gelişmişlik düzeyine taşıyabilmişse eğer, bu, insanın her şeye rağmen olağanüstü yaratıcı bir varlık olduğunu gösterir. Aynı yaratıcı varlığın önü açıldığında, zincirleri kırıldığında neler yapabileceğini ise tahmin bile edemeyiz. Bugünden öngörebileceğimiz tek şey, böyle bir “üçüncü” sıçrayışın dünyanın, hatta evrenimizin çehresini tümüyle değiştireceğidir.

Halk Devrimi: Bugünden Başlamak Bilimle Başlamak
Sosyalizme kesintisiz geçişi öngören anti-emperyalist, anti-oligarşik demokratik halk devrimimiz, her şeyden önce yukarıda sözünü ettiğimiz komünist uygarlık projesinin bir parçasıdır, böyle bir perspektifle birlikte vardır, anlamını bu nihai hedefte bulur. Dolayısıyla devrimimize ait her adım, bu nihai hedefle uyumludur, son tahlilde bu hedef üzerinden kendisini tarif eder.
Anti-emperyalist, anti-oligarşik devrim, bütün kurum ve kuruluşları, ilişkileriyle birlikte emperyalizmin bu topraklardan kovulmasını ve işbirlikçi oligarşinin bütün varlıklarına derhal konularak kolektifleştirilmesini ve kesintisiz bir çizgi üzerinden sosyalizme yürünmesini içerir. Doğal olarak bu hedef, mevcut faşist devlet mekanizmasının parçalanarak bütün baskı aygıtlarının dağıtılmasını ve yerine halkın devrimci iktidarının kurulmasını içerir. Bu yeni devrimci iktidar, emekçi kitlelerin doğrudan örgütlenmelerine dayanan, kitlelerin doğrudan belirlediği ve denetlediği bir iktidardır ve devrimin ertesi günü, bir an bile ara vermeksizin, araya bir aşama koymaksızın sosyalizme doğru yürüyecektir.
Konumuz açısından ele alındığında bu devrim, her şeyden önce anti-emperyalist doğası gereği, coğrafyamızın iç dinamiklerini körelterek onu emperyalist sömürünün alanı yapan her türden ekonomik, politik, askeri, vb. ilişki ve anlaşmayı derhal sona erdirecek, o güne kadar geçerli olan tüm taahhütleri, patent ve telif sözleşmelerini geçersiz sayacak, böylece ülkemizin bilimsel yaratıcılığının önünü açacaktır.
Aynı şekilde devrimimiz, emperyalistlerin tekel hakları için oluşturdukları bütün uluslar arası “hukuk” kurallarını da kendi toprakları üzerinde geçersiz sayacak, MAI-MIGA, TAHKİM gibi esaret sözleşmelerini yırtıp atacak, başta sağlık ve ilaç olmak üzere her alanda bilimsel araştırmayı önleyen prangaları tereddütsüz bir şekilde söküp atacaktır.
Öte yandan, işbirlikçi oligarşinin ve genel olarak tekellerin varlıklarını kamulaştıran devrimimiz, böylece bilim insanlarının tekellerin hizmetinde köleleştirilmesine son verecek, demokratik bir merkezi planlama yöntemiyle bütün kaynakları üretici güçlerin ve bu arada bilimlerin gelişimine yönlendirecektir. Bu, “kârlılık” gibi çarpık ölçütlerin terk edilmesi ve kolektif yararın ekonominin ve bilimin temeli haline getirilmesidir. Devrimci iktidar, toplumsal ihtiyaçların karşılanması için elbette üretimin artırılmasını ve teknolojinin gelişimini sonsuz biçimde önemser ama burada söz konusu olan amaç, yüksek kâr oranları değil, ihtiyaç karşılayan maddelerin bolluğunu sağlamaktır. Mümkün olan en az maliyetle, mümkün olan en üst sağlıklılık seviyesinde ve mümkün olan en çok ürünü üretir, topluma sunar, bunu bir planlama olarak görür. Ancak, devrimimiz, bilimi ve teknolojiyi salt bir kalkınma aracı olarak görmez; daha doğrusu devrimimiz sosyalizmin kendisini de bir “kalkınma biçimi” olarak algılamaz; bilimlerin ve teknolojinin bütünlüğünü sağlamak için bir yandan bilim insanlarına sorumluluk yükler, diğer yandan ise toplumsal yapının bütününü olduğu gibi bilim dünyasını, bilim insanlarını da devrimci bir anlayışla yeniden dönüştürür.
Bu arada, oligarşik diktatörlüğü ve onun bütün baskı kurumlarını tasfiye ederek demokratik halk iktidarını kuracak olan devrimimiz, bilimsel çalışmanın en önemli ihtiyacı olan demokrasi ve özgürlük ortamını geliştirir, düşünce özgürlüğünü hakim kılar, bilim insanlarının hiçbir sınırlama olmaksızın bilim üretmesinin önünü açar. Devrim, ayrıca bilim dünyasının hurafelere ve ırkçı-dinci ideolojilere karşı mücadelesinde de tarafsız kalmaz; devrimci iktidar bütün güç ve olanaklarını gericiliğe karşı mücadele yürüten bilim insanları ve örgütlerinin emrine verir ve bu mücadelenin kitleler nezdinde de kazanılması için çaba sarf eder.
Bunu yaparken devrimimiz, salt bir devlet işlemiyle yetinmez. Bütün alanlarda kitlelerle birlikte, kitleleri örgütleyerek, onları iktidara doğrudan katarak yürüyen devrim, aynı şeyi bilim dünyası için de öngörür ve bilim insanlarının örgütlenişlerini teşvik eder. Dahası, devrimimiz, bilim insanları ve onların örgütlenişleriyle iktidar arasındaki buyurgan ilişkiyi de sona erdirir. Yeni-sömürge kapitalizminin kurallarını korumakla görevli olan burjuva devlet, bugün bu insanları ve onların kapitalizm koşullarında çoğu kez sert ya da ılımlı muhalefet yapan kurumlarını ya hiçe sayar ya da onlarla otoriter bir ilişki kurar; politik-ekonomik karar alma süreçlerinde ise onları süs çiçeği konumuna düşürür. Deprem söz konusuysa deprembilimcilerin, çevre söz konusuysa çevrebilimcilerin, ilaç söz konusuysa tıp uzmanlarının görüşlerini dinlememek ya da önemsememek, bugünün Türkiye’sinde adeta bir devlet geleneğidir. Devrimimiz ise daha iktidarın ilk gününden itibaren bu mantığı kırarak bütün bilim kurumlarını, üniversiteler başta olmak üzere tüm bilim ortamlarını demokratikleştirir, onları bizzat politik iktidarın sahiplerinden biri durumuna getirerek karar alma süreçlerinin içine dahil eder. Bugünkü uygulamanın tam tersine, kentleşmeden çevreye, sanayileşmeden tarıma kadar her alanda bilim insanları ve örgütleriyle birlikte planlamalar ve projeler yapmak, devrimci iktidarımızın doğal davranış çizgisidir.
Elbette böyle bir yaklaşım, özgür bilim ve özgür üniversiteyi şart koşar. Üniversiteyi işbirlikçi tekellerin AR-GE bürosu olma utancından kurtaran devrim, bir yandan üniversitedeki ortamı öğrenci ve öğretim üyelerinin örgütlenmeleri aracılığıyla demokratikleştirirken, diğer yandan da sadece teknolojik alanlara daraltılmış bulunan bilim ortamının bütünlüğünü kurar, üniversiteyi bir salt bir “öğretim” kurumu olmaktan çıkararak özgürce bilim üretilen, toplumun kolektif ihtiyaçlarını gözeterek çalışan bir halk kurumu haline getirir. Elbette bu çaba, daha alt düzeyde bütün eğitim sisteminin demokratik ve bilimsel esaslar üzerinden yeniden düzenlenmesini zorunlu kılar. Bu anlamda devrim, sadece bugün bilim ve üniversite dünyasını prangasıyla boğan kurumları kaldırmak ve onun yerine yeni kurumlar koymakla yetinmez, bilim insanlarının ve öğrencilerin bizzat kendilerinin kendi kurumlarına sahip çıkarak yönetmelerini ilke olarak benimser, teşvik eder. Ayrıca devrimimiz bilimin üretilmesi sürecini salt bir okul-üniversite süreci olmaktan çıkarmayı hedefler. Bilimin üretilmesi sürecini üretim alanlarına, serbest zamanlara yaymak için her türlü olanağın yaratılmasını hedefler. Bilimin üretilmesini, salt bu işlerle profesyonel olarak uğraşanların işi olmaktan çıkararak yeni sosyalist insanın her alanda ve her zeminde gerçekleştirebileceği bir uğraş haline getirmeyi öngörür. Kafa ile kol emeği arasındaki çelişkinin adım adım kaldırılması perspektifi bunu gerektirir.
Ve yine devrim, politika-dışı tutum adı altında bilimin insan yararına hizmeti ilkesini unutan yaklaşımları değil, devrimci duyarlılığı teşvik eder, örgütler. Başını kendi dar alanından kaldırmayan, o dar alanda oyalanırken dünyanın geri kalan bölümünü umursamayan bilim adamını yeniden dönüştürür ve bilim insanları arasında da bütünlüklü yeni insanın temellerini atar, onlara sorumluluk yükler.
Ayrıca, devrimimizin en önemli ilkelerinden biri olan devrimci ve aktif enternasyonalizm tutumu, bilim alanında da geçerlidir. Devrim, her türlü milliyetçiliği bilim alanından sürüp atar, dünyanın başka köşelerindeki insanların acısını da içinde hisseden ve yaptıklarını evrensel bir mantıkla şekillendiren bilim insanı tipini öne çıkarır, bunun bilim dünyasında başat eğilim olması için mücadele eder.
Sonuç olarak devrimimiz, komünist uygarlık düzeyine giden yolun başlangıcı olarak, bilimle toplum arasındaki yabancılaşmanın ve güvensizliğin kırılması için ilk adımları hemen atacak, bilim dünyasını bugünkü toplumun kirinden arındırmak için hemen yola koyulacaktır. Bunun için bir saniye bile beklemek gereksizdir.
Devrim, Sosyalizm ve Bilim… Bu üç öğe, yolun hangi kilometresinde olursak olalım, birbirinden ayrılmaz öğelerdir.
Yeni bin yılın bilimsel sosyalist aydınlanmasının bu coğrafyadaki mütevazı bir müfrezesi olan devrimci sosyalizm, bu bütünlüğü her zaman gözetecek, yürüyüşü boyunca bu anlayışı rehber edinecektir.
Aydınlık bir geleceğe ulaşmanın başka bir yolu yoktur.

(*) Bu süreci izlemek için okurun Isaac Asimov’un “Bilim ve Buluşlar Tarihi” (İmge Yay.) ve Cemal Yıldırım’ın “Bilim Tarihi” (Remzi Kitabevi) isimli yapıtlarına başvurması yerinde olacaktır.

(**) Bu inceleme tabii ki esas olarak tekelci kapitalizm ile bilim ilişkisini ele alıyor. Ancak, 20. yüzyıl, artık kapitalizmin dünyada yalnız olduğu bir yüzyıl değildir. 1917’den itibaren gezegenimizde sosyalist ülkeler de vardır ve onların bilimlerin gelişmelere katkısı tartışmasız biçimde önemlidir. Şüphesiz, başlangıç itibarıyla sosyalist ülkeler açısından zaman ve imkân sorunları vardır. Denilebilir ki bu ilk dönemde, ayakta durma çabası bir çok şeyi belirlemiştir; hatta zaman zaman büyük bir abluka altında açlıkla bile boğuşulmaktadır. 1945’lerden sonraki ikinci dönemde ise, durum daha farklıdır. Bu dönemde büyük gelişme olanakları yaratılmış, birçok bilim alanında ciddi ilerlemeler yaşanmıştır. Yoğun bir dezenformasyon sonucu bugün insanların “Amerikan icadı” diye anımsadıkları şeylerin çoğu -ilk uzay yolculuğu başta olmak üzere- esasen Sovyet biliminin ürünleridir.
Ancak, bu ikinci dönemin reel sosyalizm açısından en büyük zaafı, bu ülkelerin kapitalist dünya ile “yarışmayı” ve “kalkınmacı” bir anlayışı önüne koymasıdır. Bu anlayış, bilim ve teknolojideki büyük sıçramalara karşın, reel sosyalist dünyayı, komünist perspektifin sunduğu ufuk çizgisinden daha geri bir noktada tutmuştur.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19