Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

51. Sayı - Mayıs 2007

İzmir Konak Meydanı’nda bir toplu cenaze töreni... Herkes acılı, üzgün… Kapadokya’ya geziye giden bir öğrenci kafilesi kaza geçirmiş ve 30’un üzerinde çocuk yaşamını yitirmiş. Nereden bakılırsa bakılsın korkunç bir olay, doğurup büyüttüğünüz çocuğunuz, bir anda elinizden kayıp gidiyor.
Cenaze töreni yapılıyor ama ortada bir tuhaflık var; bütün küçük tabutların üzerinde birer Türk bayrağı… Neden? Ne ilgisi var? 45 kişilik otobüse 60’ın üzerinde çocuk tıka basa dolduruldu diye cumhuriyetimiz övünüyor mu? Yoksa yine “tehlikede” miyiz? Neden Türk bayrağı? Şöför bir an uyudu ya da dalgınlık yaptı diye mi? Yoksa şöför irticacı mıydı neydi?
Kütahya’nın Tavşanlı ilçesinde bir başka cenaze töreni… Bir asker cenazesi… Büyük bir kalabalık PKK’yi protesto eden sloganlarla yürüyor. “Büyük bir kalabalık” sözü durumu tam ifade etmiyor; kitle, bir madenci kasabası olan Tavşanlı’nın neredeyse tamamından oluşuyor. Peki, şu noktada, en azından şu somut anda, Tavşanlı’da solun, devrimcilerin bir var olma, gelişme şansı var mı? En azından şimdilik, hayır.
Sonra, Üsküdar Meydanı’nda bir grup… Toplu halde Kadıköy’e maç seyretmeye giderlerken, birden tam meydanda İstiklal Marşı’na başlıyorlar, ellerinde bayraklar. Marş biter bitmez de rakip takıma yönelik slogan patlıyor: “Ananızı…”
Sonra, Çukurova Üniversitesi’nde bir Çanakkale Savaşı etkinliği... Rektör öğrencilere kızgın, çünkü etkinliğe gereğince ilgi gösterilmemiş. Onların ulusal duygularının zayıflığından söz ediyor, vs. Daha sonra da tabii, Çanakkale’ye gidiş hazırlıkları başlıyor. Ama en azından Çukurova Üniversitesi için sorulabilir, ulusal duyguları göstermek için üniversite yönetimi, neden ta Çanakkale’ye kadar çocukları yoruyor? Yirmi otuz kilometre ötede, ulusal duyguların gösterilebileceği bir başka yer var: İncirlik! Kalkıp gitseler, “ulusal” jandarmamız kasabanın girişinde onları “ulusal” bir sopayla dövecek değil ya!
Bu arada, Çanakkale büyük bir “anma turizmi” patlaması yaşıyor. Daha on-on beş yıl önce kimsenin çok ilgi göstermediği törenler birden yeniden moda oluyor. Anadolu halklarının en çok acı çektiği üç kanlı olay, Yemen-Sarıkamış-Çanakkale, geçmişte solun hep duyarlı olduğu olaylardı; bu acılar üzerine yakılmış türküler de hep solun dilindeydi. “Askeri kırdıran Enver Paşa”, “Gelinleri ağlatan soyka Yemen”, “ölmeden mezara girilen” Çanakkale… Şimdi durum farklı; şimdi, on metre ötede egzoz patlasa korkudan kalp krizi geçiren adamlar, bırakın Çanakkale’yi memleketin tümünü pazarlayanlar, törenden törene koşuşturup şehitlerin yiğitliğini övgülere boğuyorlar.
Ama hepsi bu kadar mı? Tabii ki değil, binlerce baka insan da var kalabalığın içinde. Onlar için mesele Türk Milli Takımı’nın şu 1956’daki meşhur “Macaristan zaferi” gibi bir anlam ifade ediyor. Bir defa yenmişiz ya hani! Şimdi durup, IMF’nin küçülttüğü ekmeklerine, yeni-sömürge Türkiye’nin onursuz durumuna bakıyorlar, sonra yine de başlarını kaldırıp, “ama biz bunları Çanakkale’de nasıl yenmiştik” diyorlar!
Ve nihayet şu mitingler… Tandoğan ve Çağlayan… Mikrofon uzatılan biri, “Tayyip bizi IMF’ye sattı” diyor; kürsüde ise bütün marifeti öğrenci kıyımı yapmak ve harçları artırıp üniversitesinin yemekhanelerini, vs. özelleştirmek olan eski bir kadın rektör yardımcısı bütün gücüyle haykırıyor: “Her şeyimizi satıyorlar!” Hâlâ darbe yapmadığı için orduya fırça atan sonradan olma televizyoncu ise kendi ekranında “emperyalizme karşı” ateş püskürüyor: Sanırsınız ki az sonra yanındaki emekli generallerle birlikte kendini Sierra-Maestra dağlarına vuracak; bir sakalı ve yıldızlı beresi eksik! Şehla hocamız Zekeriya Beyaz da bu arada iki magazin programı arasına bir miting sıkıştırmayı ihmal etmiyor; az ötede daha birkaç gün önce Radikal’deki röportajında “Gerçekçi olmak lazım. Muhalefetteyken atıvermek kolay. Ama IMF’den borç almışsınız. Borcunuzu ödemeden ben bu ilişkiyi kesiyorum diyemezsiniz” buyuran DSP’nin “soluk mavi” genel başkanı Zeki Sezer, elde bayrak yürüyor, vs. vs…

Karışık Zamanlar Karışık Kafalar…
Daha böyle onlarca olay sıralanabilir değil mi?
Türkiye, tuhaf bir karmaşanın içinden geçiyor bugünlerde. Durum karışık, kafalar karışık…
Özellikle anti-emperyalizm meselesi herhalde hiç bu kadar karmaşık bir hale gelmemişti. Karmaşık olması, çözülemez olduğu anlamına gelmiyor. Aksine, ortada kolayca çözülebilir bir durum var ve karmaşanın artması, esasında doğru bir yönelimin bütün maskeleri bir anda indirmesinin yolunu da açıyor. Asıl sorun, meselenin giderek daha fazla pratikte çözümlenebilecek bir mesele haline gelmesidir. Yığınların etkisi altında kaldığı dezenformasyon bugün öylesine çok taraflı ve kapsamlıdır ki, yalnızca “sözel” bir düzey, bu kaotik gibi görünen durumu netleştirmeye yetmiyor. En bayağı türden şovenizmin, her türlü sahtekarlığın ama bunun yanında içtenlikli bir Amerikan düşmanlığının ve canı yanmışlığın iç içe geçtiği bu karışıklık, yalnızca sözlerle, yazılarla düzelmiyor.
Ama önce anlamak, anlamak için çaba göstermek gerekiyor. Önümüzdeki erken seçimde de oyunu AKP’ye vermeyi düşünen bir işçi ile Çağlayan’da bayrak sallayan ya da Seydişehir’de aynı bayrağı sallayarak polisin kafasına taş yağdıran işçi ve nihayet 1 Mayıs’ta biber gazına boğulan bir diğer işçi, nereden ve nasıl bir çizgi üzerinden ayrı ayrı yerlerde duruyorlar?
Biz, baştan beri söylüyoruz: Türkiye Devrimci Hareketi, yalnızca kendi küçük dünyası içinde devinip bu kadarıyla mutlu olamaz. Koca bir emekçi denizini yok sayarak dünyanın hiçbir yerinde devrim yapamazsınız. Bugünkü dar çerçevenin içinde kalarak tipik bir muhalefet durumunu sürdürmek mümkündür; ama devrim, başka bir şeydir. Bunun için bu büyük emekçiler toplamının durumunu, duygularını, ruh halini, vs. anlayıp çözümlemek gereklidir. Evet, dünyanın her ülkesinde devrimci güç belli yörelerde, topluluklarda, daha erken ve daha fazla tutunur, belli yörelerde zaman içersinde bir güç haline gelir, belli yörelerde ise ta devrime dek, hatta bazen devrim sonrasında bile yerine oturmayan bir ilişki, bir türlü yakalanamayan bir frekans vardır. Bu, anlaşılabilir bir durumdur. Ama dünyanın hiçbir yerinde hiçbir devrimci güç, en baştan kendisini bir darlığa mahkum edip bundan mutlu olamaz. Orada, bize çok yakın ve bizden çok uzakta milyonlarca insan var ve biz onları tanımadan, anlamadan bugünkü tıkanıklığı aşamayız.
Türkiye devrimci hareketi, bu karışıklığı çözümlemek, anlamak ve en uygun politikaları saptamak göreviyle karşı karşıyadır.

Emperyalizm ve Anti-Emperyalizm…
Bilgilerimizi Tazelemek İçin…

Durum böyle bir noktaya gelince, önce işe bir bilgi tazelemesiyle başlamak gerekiyor.
Nedir emperyalizm?
Lenin’in ünlü “Emperyalizm” kitabı bu konuda hâlâ en ciddi referanslardan biri olarak önümüzde duruyor. Bilindiği gibi Lenin, kitapta, emperyalizm için beş temel belirleyici olgu sayıyor: “1) Üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, iktisadi yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır; 2) banka sermayesi sanayi sermayesi ile kaynaşmış ve bu mali sermaye temeli üzerinde bir mali oligarşi kurulmuştur; 3) sermaye ihracı meta ihracından ayrı olarak özel bir önem kazanmıştır; 4) dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur; 5) en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır.”
Yani, sonuç olarak emperyalizm, bir ülkenin diğer ülkeye egemen olmak istediği her durumun adı değil; kavram, kapitalizmin bir dönemini, onun kendi evrimi sonucunda ulaşmış olduğu üst bir aşamayı tarif ediyor. Yani günlük kullanımda sözcük “gelişkin ülkelerin zayıfları sömürmesi” gibi düz bir anlam taşısa da gerçekte daha derin bir anlamı var ve kapitalizmin evrimini bize anlatıyor.
Elbette emperyalizm, meseleye daha pratik olarak “ülkelerin sömürülmesi” üzerinden bakılırsa, sonuç itibarıyla tarihi çok daha uzak geçmişe kadar giden en eski sömürgecilikle temelde aynı mantığa sahiptir; daha geri durumdaki bir toprak parçasına egemen olmak ve oradaki zenginlikleri çalarak metropole aktarmak! Ama bu çok basit bir tanımdır. Bu kez söz konusu olan şey, artık basit bir hırsızlık ya da yağma değil, bir dünya sistemi olarak örgütlenmiş tekelci kapitalizmdir. Yani, bazı ülkelerde zaten hazır bulunan değerli nesneleri zorbalıkla yağmalamak ayrı şeydir, bir bütün olarak ülkeleri bağımlı hale getirmek, onların tüm zenginliklerine yüzlerce karmaşık yoldan el koymak başka bir şey. Bu, politik bakımdan da çok şeyi değiştirir. Biri için, hırsızlığın koordine edildiği basit bir düzen kurmak ve kılıç kullanmak yeterlidir; diğeri ise bu ülkelerde duruma ve sürece göre değişebilen daha komplike egemenlik biçimleri kurmayı gerektirir.
Öte yandan, dinamik bir sistem olan tekelci kapitalizm-emperyalizm, kendi gelişim süreci açısından da durduğu yerde durmaz, durmamıştır. Sürecin başlangıcındaki el koyma ve sömürü biçimleri (ve buna bağlı olarak politik hegemonya biçimleri) büyük ölçüde geçmişin sömürgeci sisteminden devralınmış ilişkilerdir. Sömürge ülkenin belli başlı merkezi bölgelerini, kentlerini işgal altında tutmak, özellikle hammaddelerin aktarılmasına uygun liman kentlerini geliştirip egemenlik altına almak ve bunun için de sınırlı sayıda işbirlikçi-hainle dışsal bir ilişki kurmak… Yani, sömürülen ülkenin tablosu, genel olarak işgal altındaki belli başlı merkezler ve uçsuz bucaksız feodal kırlar biçiminde oluşur. Hatta Çin örneğinde, ünlü “Uzun Yürüyüş” sırasında Mao’nun da fark edip yazdığı gibi, ülkenin bazı yörelerindeki insanlar Pekin’de kimin yönetimde olduğundan bile habersiz, son derece ilkel bir yaşantı sürdürmektedirler. Bu arada, emperyalistlerin yerli işbirlikçilerle kurduğu ilişki de basit bir yardakçılık ilişkisini geçmez. Bir grup yerli tüccar ve büyük toprak sahibi, emperyalist sömürüye yardım etmekte, acentacılık yaparak sömürüyü kolaylaştırmakta ve bunun karşılığında bir yandan bu hırsızlıktan belli bir pay alırken, diğer yandan da kelimenin gerçek anlamıyla “uşaklık” sınırlarını asla geçmeyen bir politik konum elde etmektedirler. Bu konum, ülkeyi doğrudan yöneten “sömürge valileri”nin yanında hiçbir ciddi anlam taşımaz ama yerli halka dönük yüzü açısından önemlidir. Bilindiği gibi Marksist terminolojide bu durum, “yarı-sömürge” ve “komprador burjuvazi” gibi özgün kavramlarla ifade edilir.
Ayrıca bu süreçte sömürgeciler, uşaklarıyla da fazladan bir kültürel ilişki kurmazlar, en gelişkin durumlarda bile onlarla iç içe geçmezler. Klasik sömürge kolonisi yaşamı, kültürel açıdan da geçerlidir. Anavatan’dan sömürge ülkeye gelmiş olan azınlık, kendi arasında bir yaşam biçimi kurar; orada kendine özgü bir hiyerarşi vardır; komprador kesimler ve aileler ise, bu yaşam biçimini berbat şekilde taklit eden bir başka politik-sosyal-kültürel dünyaya sahiplerdir. Artık eski yerel kültürden kopmuşlardır, efendilerinin yaşam alışkanlıklarını, tavırlarını kopyalarlar ama bunlar her zaman silik kopyalardır.
1945’lerden sonra başlayan yeni-sömürgecilik dönemi ise bütün bu ilişkileri önemli ölçüde değiştirir. Bu kez, emperyalist sistem, kendi bünyesi ve iç ilişkilerindeki bir dizi değişiklikle paralel olarak bağımlı ülkelere yönelik yeni bir sömürü ve egemenlik biçimi geliştirir. Bu, tek cümleyle özetlersek eğer, artık tümüyle paylaşılmış ve savaş yoluyla yeniden paylaşılması da oldukça zorlaşmış olan sömürü alanlarının derinlemesine geliştirilmesidir. Eski hırsızlık biçimi dönüşerek daha karmaşık hale gelir; emperyalist sermaye ihracının bileşimi değişir ve bağımlı ülkelerdeki sermaye birikimi ile iç içe geçerek ortaklıklar kuran bir düzen kurulur. Bu, daha derin bir ilişkidir; çünkü böylece bu ülkelerdeki birikim de harekete geçirilmekte, bağımlı bir kapitalist üretim ve kapitalist ilişkiler yaygınlaştırılmakta, ciddi bir pazar genişlemesi yaşanmaktadır. Dış borçlar, yardımlar, patent anlaşmaları, vs. ile öyle bir yeni bağımlılık yaratılmaktadır ki, bu kez oluşan ilişki ve yağma miktarı eskisini kat kat aşarak daha istikrarlı olmaktadır.
Şüphesiz artık bu ilişkinin politik-sosyal-kültürel düzeyi de değişiktir. Emperyalist işgalin gizlendiği, emperyalistlerin ülkede bir “iç olgu” haline geldikleri bu durumda, emperyalist ilişkiyle ve etkin korumayla hızla tekelleşen yerli işbirlikçilerin başını çektiği bir blok olarak oligarşi, daha gelişkin bir uşaklık ilişkisi içinde ülkeyi yönetmektedir. İçinde emperyalizmin de olduğu bu oligarşik diktatörlük, ülkedeki diğer gerici sınıfların kaymak tabakasını da kapsamakta ve emperyalistler için nispeten daha “sağlam” bir dayanak oluşturmaktadır. Öte yandan, kapitalist ilişkiler ve bu ilişkiler için gerekli olan ulaşım-haberleşme ağlarıyla birlikte ülkenin ücra köşelerine dek yayılan emperyalist ilişki ve kültür artık daha etkindir; hem daha etkili baskı ve kontrol mekanizmalarına sahiptir, hem de yerel yaşam biçimlerini deforme ederek emperyalist kültürle harmanlayan yeni mekanizmalara kavuşmuştur. Geçmişin çok dar işbirlikçi elitinin yerini, daha geniş bir ilişki ağı almıştır; ayrıca ülkenin her yanındaki üst ve orta kesimleri bu ilişkiye bağlayan binlerce iplik bu ağı güçlendirmektedir.

Türkiye: Her Şey 1946’da mı Başladı?
Türkiye açısından baktığımızda tablo, bu genel çizgiye az çok uyar. Daha kapsamlı irdelemeler için okurumuz, Sosyalist Barikat’ın çeşitli sayılarındaki yazılara başvurabilir ama burada çok kısa bir özet yapmamız mümkün.
Bilindiği gibi, son döneminde giderek zayıflayan ve artık bir yarı-sömürge sayılabilecek olan Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Paylaşım Savaşı sonrasında gelip dayandığı yer, doğrudan parçalanma ve işgale uğrama durumudur. Bu, aslında tümden bir işgal değildir; doğal olarak galip emperyalist devletler, daha çok ticari anlamı olan liman kentlerini, vs. tercih etmektedirler.
Bu koşullar altında harekete geçen Osmanlı askeri bürokrasisinin en dinamik unsurları, zamanla yerel direniş biçimlerini de kontrol altına alıp merkezileştirerek organize etmişler ve sonuç olarak işgale karşı başarılı sayılabilecek bir savaş yürütmüşlerdir. Aslında eski imparatorluğun mümkün olabilen bütün yakın coğrafyasını yeniden bütünleştirmeyi hedeflese de bu savaş, bir süre sonra daha “gerçekçi” bir rota izlemiş ve bugünkü TC sınırlarıyla yetinmek durumunda kalmıştır. Ve tabii, bu arada Kürt coğrafyası da o günkü güç dengelerine göre parçalanmış ve hayli önemli bir parça Türkiye sınırları içinde kalmış, bir süre sonra da bunu Hatay’ın ilhakı izlemiştir.
Baskın şekilde Bonapartist eğilim taşıyan bu savaş önderliği, savaş sonrasında esas olarak yüzünü Batı’ya, kapitalist dünyaya dönme kararındadır. Eskiye ait birçok kurumun tasfiyesi, bu arada Cumhuriyet’in kurulması, daha alt düzeyden bir dizi reformla tamamlanmış, Türkiye uzunluk-ağırlık ölçüleri ve alfabesi dahil olmak üzere bir dizi alanda kapitalist dünya ile uyumlu hale getirilmiştir. Doğal olarak bu süreç, politik anlamda da sorun yaratan eski kültürel normlarla mücadeleyi gerektirmiş, zaman zaman uzlaşma eğilimleri belirse de genel olarak modern bir yapı kurma fikri süreci belirlemiştir.
Bu süreç, kendi içinde çelişkileri de barındıran karmaşık bir süreçtir.
Öncelikle belirtmek gerekiyor ki, Türkiye’nin emperyalizmle ilişkilerinin 1946 sonrasında başladığı, ondan önce ise bağımsız bir ülke olunduğu tezi hiç doğru değildir. Kemalist yönetimin bakışı ve perspektifi, işin başından beri yönünü kapitalizme ve emperyalizme dönmüştür. Bu süreç boyunca emperyalistlerle bir dizi anlaşma yapıldığı gibi, Kemalist önderliğin kendisi de birçok kez bu ilişkileri istediğini açıkça ifade etmiştir. Ancak sürecin asıl önemli problemi, emperyalist-kapitalist cenahta henüz böyle gelişkin bir ilişki perspektif ve ihtiyacının var olmamasıdır. Yani, herhangi bir Amerikalı şirket, çok daha “ekonomik” olan Latin Amerika talanı henüz sürerken ya da eski sömürge ilişkileri henüz olağanüstü düzeyde verimliyken Türkiye ya da benzeri ülkelere özel bir yatırım isteği duymamaktadır. Süreç böyle işlememektedir; ayrıca Türkiye’nin politik iklimi de henüz buna uygun değildir. Çok daha kolay yönetilebilir “muz cumhuriyetleri”nin yanında köklü bir imparatorluk ve devlet geleneklerinden gelen, ehlileştirilmesi zaman alacak bir Türkiye tablosu, özel bir cazibe oluşturmamakta, şimdilik komünizme karşı Batı’nın müttefiki olması, Sovyetlerin yanı başındaki bu ülkede komünistlere göz açtırmayan bir baskı rejiminin mevcudiyeti yeterli görülmektedir. Zaten sosyalizm de henüz tek bir ülkede iktidardadır ve yıkılmasının bir zaman meselesi olduğu düşünülmektedir. Sonuçta, Türkiye’ye yönelik yatırımlar ya da yatırım yapma isteği hiç yok değildir ama çok zayıftır.
Kemalist yönetimin batıcı ve emperyalizmle işbirliğine açık bu tutumu daha cumhuriyetin kuruluş aşamasında İzmir İktisat Kongresi'nde açık biçimde ortaya konmuş, cumhuriyeti kuranların tercihi liberal, emperyalizmle işbirliği içinde vahşi bir kapitalist sistemin yaratılması olarak biçimlenmiştir. Bu yöndeki çabalar 1929'a kadar sıkı biçimde sürmesine karşın ciddi bir ilerleme kaydedilmemiştir. Yanmış, yıkılmış ve çok sınırlı bir sermaye birikimine sahip olan TC, emperyalistler için kayda değer bir değerlenme alanı olarak görülmemiştir. 1929 büyük dünya ekonomik kriziyle birlikte tüm dünya ekonomisinin ve bu arada liberal ekonomi anlayışının çöküşünden sonra, TC ekonomik yönelimlerini dünyadaki diğer emperyalist kapitalist devletlere paralel olarak değiştirmiş ve devletin ekonomiye müdahalesini öne alan bir ekonomik politika izlemiştir.
Böylece dönem boyunca devletçiliğin ağır bastığı, devlet eliyle özel sermaye birikimi yaratmanın başat eğilim olduğu bir kapitalist işleyiş hükmünü sürdürmüştür. Bu, emperyalizmle karşıtlık içinde olan, ona karşı özel tutum alan bir yaklaşım değil, reel ve pratik bir durumdur.
1945 sonrasına gelindiğinde ise dünyadaki genel durum ve emperyalizmin yönelimi farklıdır. Bir yandan sosyalizmin yayılması karşısında dehşete kapılmış olan emperyalizmin jeopolitik ihtiyaçları değişmiştir, diğer yandan da dışarıya akmak isteyen büyük bir emperyalist sermaye birikimi yeni politikaları zorlamaktadır.
Ancak, yukarıda kısmen özetlediğimiz yeni-sömürgecilik yönteminin, Türkiye’nin “köhnemiş”, “modası geçmiş” sayılan bürokratik yapısıyla uygulanması mümkün değildir. Dolayısıyla, bu ilişkilerin başlamasıyla “çok partili demokrasi” miladının denk düşmesi ve eski yöneticiler kuşağının kısmen tasfiyesi anlaşılabilir bir durumdur. Yeni-sömürgeci emperyalist-kapitalist ilişki, eski yapıyla değil, daha dinamik ve “ulusallık” gibi takıntılardan daha fazla kurtulmuş bir yapıyla inşa edilebilirdi ve öyle de oldu. Yıllar boyunca her bakımdan yıpranmış olan Kemalist şeflik düzeni çatırdadı ve yerine emperyalizm açısından tümüyle pürüzsüz yeni bir politik düzen kuruldu. Devlet eliyle yaratılmış bulunan sermaye birikiminin sahipleri, emperyalist uluslararası şirketlerle iç içe geçerken, Türkiye boydan boya bir şantiyeye dönüştü ve dışa bağımlı-çarpık bir kapitalist kalkınma sürece hakim oldu. Bu arada, ordu başta olmak üzere eski devlet yapısının bütün mekanizmaları çoğu durumda bizzat ABD’li uzmanların denetiminde tepeden tırnağa yeniden düzenlendi, ekonominin ve politikanın tüm cepheleri emperyalist ilişkiye göre yeniden inşa edildi.
Bütün bunlar kuşkusuz o gün için Türkiye bağlamında yeni ve çarpıcı değişikliklerdi. Sözgelimi, yaşamış olsaydı eğer, muhtemelen Mustafa Kemal de, mantığı gereği NATO bünyesine dahil olmakta bir sakınca görmez ve bunun için çaba gösterirdi; zaten halefi olan İnönü yönetimi de bu konuda isteklidir; ama “Amerika ne verirse alacağız ne isterse yapacağız, işte o kadar” diye kestirip atan Celal Bayar, yine de farklı bir olgudur ve bu yönetim yeni ilişkiler için biçilmiş kaftandır.
Peki bu süreç, iddia edildiği gibi bir “karşı devrim” midir?
Bu, ancak gerçeklere gözümüzü kaparsak söyleyebileceğimiz bir sözdür.
Aslında mesele şudur: sonuç itibarıyla emperyalizm, her zaman kendi politikalarının uygulanması konusunda eğer mümkünse “sıfır pürüz” noktasını tercih eder. Bu anlamda, bugün, şu anda da CIA, çeşitli ülkelerde yeni sürecin politikalarını uygulamakta ayak sürüyen ya da yapısal olarak buna uygun olmayan yönetimleri şöyle ya da böyle tasfiye etmekte ya da en azından tasfiye etmeyi istemektedir. Örneğin, 1950’lerde, 1960’larda açıklanan CIA raporlarında ABD’nin “Türkiye’nin gelişmesini önleyen eski kafalı köhne bürokratlar”dan yakındığı da doğrudur ve bu hep vardır. Bugün bile emperyalizm, Türkiye için “daha rahat yatırım iklimi”nden söz ediyor ve bunu yaratmak için kesintisiz bir çaba sürdürüyor; imza atmaya üşenen müdürleri sevmiyor, özelleştirme konunda mırın kırın edenlerden hiç hoşlanmıyor, vs. vs…
Bu anlamda elbette 1946 dönemeci, emperyalizm ve Türkiye ilişkileri açısından yeni bir milat noktasıdır; ilişkilerin yeniden inşası ve politik-sosyal-kültürel ortamın dönüştürülmesi için yeni bir başlangıçtır. Ama 1946 öncesini “devrim”, sonrasını da “karşı devrim” diye nitelemek (ve sonradan bunun üzerine bir tür “ulusalcılık” teorisi inşa etmek) kesinlikle doğru değildir. 1946’da olan şey, emperyalist politikaların dünya çapında değişim ve dönüşümüdür; Türkiye’de ya da başka bir ülkede aynı dönemde olan şeyler ise bunun yansımaları ve pratik sonuçlarıdır. Yani, emperyalistlerin, kendi politikalarına tam uyumlu olmayan ülke yönetimlerini şöyle ya da böyle satın alması ya da tasfiye etmesi, zaman zaman da bu yerel unsurların direnç göstermesi, vb. olağan durumlardır. Zaten 1945 sonrasında çeşitli ülkelerde yeni-sömürgeciliğe geçiş biçimleri de her ülke için değişik yollardan olmuştur. Çok geri sömürgelerde belki daha kolay geçişler yaşanmıştır, daha gelişkin bazı ülkelerde ise kimi güçlüklerle karşılaşılmıştır, vs. vs… Sonuç itibarıyla Türkiye, Afrika ya da Latin Amerika’daki bazı çok küçük ülkeler gibi gelenekleri ve bürokrasisi zayıf bir ülke değildir; nispeten daha oturmuş, daha fazla yönetsel birikime sahip bir ülkedir. Ayrıca aynı süreçte Türkiye’nin sermeye birikimi ve hammadde altyapısı da çok geri noktalarda değildir. Dolayısıyla, 1945’lere gelindiğinde Türkiye, yeni sömürge düzenine geçmeye bir yandan çok hazırdır, bir yandan da eski düzenden kalan alışkanlıkları, vs. vardır ve burada emperyalizm tarafından izlenen en pratik yol, tek partili düzenin esnetilerek bir başka ekibin iktidara getirilmesi olmuştur. Kuşkusuz geçerken bir yanılgıyı da önlemek gerekiyor; ABD ile ikili anlaşmaların hatırı sayılır bir bölümü, DP döneminden önce, CHP iktidarı henüz sürerken yapılmıştır.
Her ne olursa olsun, sonuçta, buradan hareketle geçmişe dönük bir “kahramanlık” efsanesi yaratmak, “devrim” (1923) ve “karşı-devrim” (1946) ayrımları yapmak ve giderek Türk burjuva siyasetinin iki kanadından birini (DP, AP, ANAP, DYP, AKP, vs) Amerikan işbirlikçisi, CHP kanadını da “bağımsızlıkçı, anti-emperyalist” ilan etmek saçma ve gülünçtür. Evet, burjuva siyasetin sağ kanadının yeni sömürgeciliğin inşası boyunca özel bir rol üstlendiği doğrudur; DP-AP-ANAP üçlüsü bu ilişkinin üç kritik döneminde (1950’ler, 1960’lar, 1980’ler) sahne almış ve ciddi görevleri yerine getirmişlerdir; ancak bu durum genel tabloyu değiştirmez. Emperyalizm, elbette arkasında sol beklentiler olmayan en gerici partileri ve güçleri her zaman daha çok sever ve onlarla işini yürütmeyi daha avantajlı bulur. Diğer kesim de zaman zaman yönetime geldiğinde emperyalizmle ilişkilerde hiçbir değişiklik yapmış değildir; ama yine de özellikle ABD açısından sağ-muhafazakâr kesim her zaman daha iyi bir müttefiktir.
Sonuç olarak, özellikle 2000’li yıllara geldiğimizde ise zaten artık bu ayrım noktası da silinip gitmiştir, bütün düzen partileri tartışmasız biçimde emperyalist hegemonyaya hizmet eden “pürüzsüz” bir noktaya gelmişlerdir.

Bir Efsane: Milli Burjuvazi!
Yazımız bu doğrultuda ilerlerken bir an durup şöyle bir soru sorulabilir: Türkiye’de anti-emperyalist “ulusal” bir burjuvazi var mıdır ve varsa bu sınıfın anti-emperyalist mücadeleye katılması, bayraktarlık yapması mümkün müdür?
Soruyu yanıtlamadan önce bir olguyu netleştirmekte yarar var. Emperyalizm tanımını “kapitalizmin tekelci aşaması” gibi bir kavramsal temel üzerinden yaptığımızda, emperyalizme karşı olmak, mutlaka ve mutlaka kapitalizme karşı olmak, dolayısıyla sosyalist olmak gibi çok dar bir ölçüte gelip dayanabilir. Elbette bu aslında mantıkidir; ama gerçek hayatta durum böyle değildir. Genel olarak emperyalizm, bütün dünyada, bütün ülkelerde çeşitli sınıflardan, çeşitli eğilimlerden insanları rahatsız eder, onların çıkarlarını zedeler ve çeşitli karşı çıkış biçimleri yaratır. Yalnızca sosyalist bir perspektifin emperyalizmi köklü biçimde kavradığını ve yalnızca onun sonuna kadar tutarlı bir çizgi izleyebileceğini söyleyebiliriz; bu doğrudur. Ama bu doğru belirleme, yine de, emperyalizme karşı tutum almanın yalnızca Marksist-Leninistlerin tekelinde olduğunu söylememize izin vermez. Marksist terminolojiye sonradan “tutarlı anti-emperyalizm” gibi ek kavramların dahil olması, hayatın içindeki bu değişik nüanslar yüzünden olsa gerektir. Çünkü tarihte örnekleri görüldüğü gibi, belirli bir anda ya da belli bir süre, belli bir toplumsal kategorinin ya da tek tek bireylerin, Marksist-Leninist olmaksızın da emperyalizme karşı duygular taşıması, bunları eyleme dökmesi, hatta bunun için en sert çatışmaları göze alması mümkündür. Vietnam’dan Küba’ya ve Latin Amerika’ya dek birçok örnekte din adamları başta olmak üzere birçok insan, salt bağımsızlıkçı motiflerle gelip en ciddi kavgaların içine girebilmişlerdir. Böyle durumlardadır ki Marksist-Leninistler, -özellikle ulusal kurtuluş ağırlıklı mücadele süreçlerinde- bütün bu eğilimleri, sınıfları-tabakaları da kapsayan cepheler kurmuşlardır.
Yani, bir karşı çıkış biçiminin, daha sonra, ya da eninde sonunda, ya da klasik deyimle söylersek, “son tahlilde” yine emperyalizmle uzlaşmaya yönelebilecek olması, onun bir belirli anda emperyalizme karşı bir güç olma durumunu ortadan kaldırmaz. Üstelik bu teslimiyet eğilimi de her zaman, her konjonktürde mutlak değildir. Uluslararası dengelerin halkların lehine daha çok değiştiği durumlarda özgün biçimler daha çok artabilir ve az çok istikrarlı olabilir. Dönemler ve ilişki biçimleri de bunu belirler. Sözgelimi, örnek olsun diye söylüyoruz; klasik sömürge durumu o kadar kaba saba, o kadar vahşice bir işgal halidir ki, bu durumda yalnızca bir avuç komprador, sıradan uşaklar olarak işbirlikçilik sürecine dahil olabilir, ülke içinde var olan ve şu ya da bu oranda üretim yapan burjuvazinin ve toprak sahiplerinin bir kesimi ise bu sürece hiç entegre olamaz. Dahası, kurulan komprador düzen, bu güçlerin çıkarlarını zedeler. Böylesi durumlarda, bu güçlerin ve onların sözcüsü olan entelektüellerin ya da politik önderlerin sömürgeciliğe karşı savaşı üstlendiklerine tanık olunur; ya da o ülkedeki devrimci komünist güç, önüne koyduğu ulusal kurtuluş programına bu güçleri de davet eder; kendi platformuna çağırır.
Ama yeni-sömürgeciliğe, hele hele de günümüzün derinleşmiş ilişkilerine geldiğimizde, durum değişiktir. Artık son derece derinlemesine ve karmaşık bir bağımlılık ilişkisi vardır. Emperyalist güç, ülkenin bütün politik-sosyal-kültürel ilişkilerine sızdığı gibi, ekonomik alanda da kapitalist işleyişin ve ticaretin doğasından gelen bir “geniş bağımlılık” durumu vardır. Yani emperyalizme bağımlılık ve işbirlikçilik sadece çok “dar” anlamıyla bir avuç tekelcinin niteliği değildir. Her ipliği birbirine eklenmiş, birbiri olmadan yürüyemeyen parçalardan oluşan yeni-sömürge kapitalizmi, içinde devinen orta ve alt sınıfların bir bölümünü de mevcut yapıdan kopamaz, onunla çatışamaz hale getirir ve böylece daha “geniş” bir bağımlılık biçimi ortaya çıkar. Örneğin yalnızca otomobil üreten bir ana şirket değil, onunla paralel çalışan, yan sanayi olarak emperyalist tekellere ara malı üreten firmalar, vb. gibi bir dizi orta ve küçük boy işletme de aslında bu bağımlılık ilişkisinin parçası olur. Elbette en küçük bir krizde geriye sağlam olarak tekelci şirketler kalır ama işler biraz yolundaysa bu ilişki sürer. Kendisini en çok “milli” gören işletmeler bile sonuçta tekeller ve emperyalizm dünyasından uzakta değildir.
Yine de toplumsal yapıda emperyalist politikalardan rahatsız olan, özellikle kriz dönemlerinde krizin yükünün aşağı yansımasıyla dolaylı ya da doğrudan biçimde zarar gören küçük ve orta burjuva kesimler mevcut bulunmaktadır. Ancak artık buradan bir ulusal önderlik, bir ulusal hareket çıkmasını beklemek boşunadır. Bu güçler, zaman zaman meslek örgütlerinin, odaların seçimlerinde tepkilerini ortaya koysalar da ciddi bir siyasi akım yaratamazlar. Şimdilik en çok yapabildikleri şey, “kendilerini koruyabileceğini” umdukları burjuva partilerine dahil olmak, onlara umutlarını bağlamak ve istisnasız her seferinde fena halde kandırılmaktır. Bu bakımdan DSP genel başkanı Sezer’in yukarıda aktardığımız sözleri gerçekten de tam bir simgedir: “Gerçekçi olmak lazım!” Her gün tekrarlanan “vatandaşı ezdirmeme” söylemlerinin eninde sonunda gelip dayandığı yer burasıdır: Gerçekçi olmak! Türkiye’de her burjuva partisi, özellikle seçim söylemine bir parça milliyetçilik katmak ve ara sıra da emperyalizme karşı imalarda bulunmak zorundadır; ama fazla abartmadan ve beklentileri fazla artırmadan!
Türkiye’deki bütün işbirlikçi siyasi partiler, siyasal perspektif ve program olarak tekellerin ve emperyalizmin sözcüsüdür; ama bu partilerin tamamının pratikte dayandığı güçler (ve çoğu zaman taşra düzeyindeki yöneticileri) bu sıkıntılı orta kesimlerden oluşur. Bu yüzden Türk siyasi literatüründe “iktidar partisi” diye bir kavram icat edilmiştir; çünkü bu partiler iktidar oldukları takdirde kendi bünyesindeki orta ve alt kesimlere sınırlı bazı avantajlar sağlayabilmektedirler. İktidardan düştüklerinde ise bu kesimlerin çoğu partiyi terk ederek işlerini yürütme kaygısıyla yeni duruma uyum sağlamaya çalışmaktadırlar.
Sonuçta sistem böyle çalışmaktadır ve yeni-sömürge kapitalizmi, devrimci bir alternatifin olmadığı koşullarda bu güçlerle olan ilişkilerini onarmanın bir yolunu bulmaktadır. Ayrıca bu onarma yolu bulunamadığında da, yerleşik oligarşik kast ve onun devasa şiddet aygıtı karşısında bu güçlerin eli çok zayıftır. Hem ideolojik olarak büyük bir dezenformasyon onları isyandan alıkoymaktadır, hem de gerektiğinde kıpırdayanı ezebilecek bir baskı gücünün mevcudiyeti daha en baştan bir geri çekilme yaratmaktadır. Kısacası, bu kesimlerde kendiliğinden bir “ulusalcı”, “anti-emperyalist” hareket zemini oldukça zayıftır.
Dolayısıyla, yeni-sömürge sürecinde ve özellikle de 2000’li yılların derinleşmiş yeni-sömürgecilik tablosu içinde devrimci güçler, artık böyle bir “milli burjuvazi” tanımı yapamazlar; çünkü bu her şeyden önce olmayan bir durumun tanımlanması anlamına gelir. Klasik “Milli Demokratik Devrim” teorisine uysun diye ya da temelsiz ulusal-yurtsever cepheler yaratmak için böyle kategorileri yoktan yaratmak, durumu zorlamaktan başka bir şey değildir.
Devrimci güçlerin, özel olarak da devrimci sosyalizmin yaptığı-yapacağı şey ise bellidir: Biz, mücadelemizin her aşamasında genel anti-emperyalist seferberlik çağrısı yaparız, özel durumlarda özel olarak bazı emperyalist politikalara karşı çağrılar yapar, platformlar da kurarız; emperyalist politikalardan zarar gören bütün alt ve orta sınıfları da bu mücadeleye çağırırız. Özellikle krizlerin üst üste gelerek yoksulluğu artırdığı dönemlerde ya da Irak işgali gibi yakıcı bölgesel gelişmeler olduğunda her kesimde ortaya çıkan anti-emperyalist duyguların burjuva politikasının riyakarlığına terk edilmesi düşünülemez Ayrıca devrimin belli aşamalarında, emperyalist işgalin yüzünün iyice açığa çıktığı hallerde bu çağrı daha kapsamlı olabilir ve daha fazla yurtseverlik vurgusu içerebilir; tabii ki devrim sürecinin her aşaması için şimdiden kehanetlerde bulunamayız; ama bütün bunları yaparken de özel bir ulusal burjuvazi arayıp bulmak derdinde olmayız, politikalarımızı, programımızı buna göre düzenlemeyiz. Düzenin dışlayarak bize doğru ittiği herkesi uygun platformlarla kapsarız, ama kapsayıcı olmak için özel programatik değişikliklere gitmeyiz.

Provokasyon ve Yanlış Kamp Çizgileri
Böyle bir toparlamadan sonra artık günümüze gelip mevcut durumu anlamaya çalışabiliriz.
Gerçekten ne oluyor Türkiye’de? Birdenbire nereden çıktı bu anti-emperyalizm sevdası? Sayıları milyonlarla ifade edilen insan topluluklarının derdi nedir? Türkiye ile emperyalizmin ilişkileri Tayyip Erdoğan’la birlikte mi başladı ki herkes bir “işbirlikçi AKP” tutturmuş gidiyor?
Aslında olup bitenlerin bir cephesini anlamak zor değil. İşbirlikçiler çetesi içinde kıyasıya bir inisiyatif savaşı sürüyor ve bütün bu organizasyonların Genelkurmay tarafından doğrudan koordine edildiğini kimse gizlemek zahmetine katlanmıyor. Birkaç haftada susturulan Nokta dergisinin son sayısında yayınlanan belgelerde ordunun “madem cunta olmuyor, öyleyse sivil hareket yaratalım” diyerek işe giriştiği açık açık yazıyordu. AKP’yi sıkıştırmak, zora düşürmek ve güçsüzleştirmek, bu arada da politik alanı dengeleyebilecek diğer güçleri “birleşmeler”le kuvvetlendirmek, vs. vs… Gelişmeler son bir ayda çok yoğunlaşmışsa da aslında Genelkurmay’ın politik atakları yeni olgular değildir. Bir yandan sürekli darbe tehdidi, diğer yandan sokaktaki tepkiyi çarpıtarak kullanmak bu inisiyatif politikalarının esas taktikleridir.
Ama bütün bunların ötesinde bir başka olgu daha var: Bu gün öyle görünüyor ki, genel olarak Türkiye toplumundaki Amerikan düşmanlığı ve yoksulluğa, yolsuzluğa, hırsızlığa karşı öfke, bir süredir klasik burjuva partileri tarafından yeterince emilemiyor. Özellikle Amerikan haydutluğu, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yoğun bir nefretin odak noktası haline gelmiş durumda ve burjuva politikasının mevcut partileri bu konuda ciddi bir yetersizlik sergiliyorlar. Daha doğrusu bu bir “yetersizlik” değil; işbirlikçi politikaların doğrudan temsilcisi olan bu partiler, her adımlarında göz ucuyla Washington’u kollamak, bir yandan seçmeni avuturken diğer yandan orayla arasını bozmamak durumundalar. Ama bu -devrimci güçlerin de henüz değerlendiremediği- boşluk, bir yandan da sıkıntılı bir durum yaratıyor. IMF gelip gidiyor, yoksulluk ve işsizlik sahte rakamların ötesinde bir noktaya doğru derinleşiyor, sosyal mekanizmalar çökertiliyor ve en önemlisi yanı başımızda, Irak’ta açık bir hayvanlık gösterisi sürdürülüyor… Ve bütün bunlara karşın burjuva ufukta yeni bir umut, yeni bir avutucu söylem görünmüyor.
İşte böylesi koşullarda (aslında mitingler furyasından çok önce başlayan) bir “ulusalcılık” demagojisi ortalığı kaplıyor. Ama mitingler ortaya yeni bir tablo çıkarıyor. Değişik yönelim ve motiflerle hareket eden yüzbinlerce insan, bir araya geliyorlar, daha doğrusu getiriliyorlar ve tam bir çelişkiler dünyası ile karşılaşıyoruz. Kitlenin büyük ölçüde orta sınıflardan oluştuğu ve faşist özlemleri dillendirdiği söylenebilir; ama bütün toplulukları böyle görmek de çok mantıklı değil. Tek bir duyguyla, “Cumhuriyeti korumak” için bir araya geldikleri söylense de aslında daha geniş bir toplamın söz konusu olduğunu deneyimlerimizle ve gözlemlerimizle biliyoruz. Yani önümüzde oldukça karışık bir durum var. Bunun faşizan bir hareket olduğunu söylemek mümkün ama aynı zamanda çok da kolay bir yoldur. Bir yanda “ne lüzum var partilere” gibi laflar duyulurken, diğer yanda “demokrasi”den söz edilmekte, bir başka köşede ise “IMF’nin milleti soyup soğana çevirdiği” dillendirilmektedir. Yani herkesi “faşist” ilan edip bu işten kurtulmak devrimciler için mümkün görünmüyor.
Sonuç olarak, düzenleyicilerin niyetleri ne olursa olsun ortaya çıkan pratik tablo, bütün diğer olguların yanında, emperyalizme karşı uzun süredir biriken duyguların kendisine düzen-içi bir kanal bulduğudur. Salt AKP’ye yöneltilen işbirlikçilik suçlaması ve ordu dahil diğer işbirlikçi odakların temize çıkarılmasıyla yanlış yerden çekilen bir kamplaşma çizgisi, ABD karşıtlığıyla bulanmış Kürt düşmanlığı, vs. bu duyguların iğdiş edilmesinin ifadesi olmaktadır. Yanlış bir kamplaşma diyoruz; çünkü söz konusu mitingler sırasında evinde oturan ya da fabrikasında çalışan ve dini düşüncelerinden ötürü bu mitinge gitmeyi aklından bile geçirmeyen bir başka kesim de aslında Amerikan haydutluğu konusunda aynı duygulara sahiptir.
Yanlış ama gerekli bir kamplaşma! Böylece genel olarak tam da istenen yerden yanlış bir bölünme gerçekleşiyor ve bu arada kitlelerin emperyalizmle, işsizlik ve yoksullukla ilgili gerçek duyguları kendi içine çöken, kendi saflarına yönelen bir boğulmaya uğruyor. Alanlarda toplanan insanlar, kim tarafından manipüle edilmiş olurlarsa olsunlar tamamen homojen bir topluluk oluşturmuyorlar; hatırı sayılır bir bölümü gerçekten içtenlikle emperyalist hegemonyanın sona ermesini istiyor. Ancak, alandakilerin hedef aldığı politik güçlerin tabanındaki insanların da hatırı sayılır bir bölümü emekçi ve onlar da Amerikan dostu değiller.
Türkiye, yalnızca dün değil, uzun süredir sergilenen çok taraflı ve kapsamlı bir provokasyonla karşı karşıyadır. En sağlam ABD müttefiki olan Genelkurmay tarafından bizzat organize edilen bu provokasyon, bir yandan genel bir şovenizm-linç dalgası yaratarak faşizmi güçlendirmeyi hedefliyor; diğer yandan da kitlelerdeki anti-emperyalist birikimi sorunun özünden uzaklaştırmayı, tepkileri yanlış kanallara akıtarak kurutmayı hedefliyor. Böylece bir toplumsal gerginlik ve kamplaşma oluşuyor ama tamamen yanlış bir yerden oluşuyor.

Sahte Bir Anti-Emperyalizm Olarak “Ulusalcılık”
“Ulusalcılık” adı altında anılan bulamaç gibi karışık toplam da işte tam bu provokasyonun yan malzemesi olarak ideolojik bir arka plan oluşturuyor. Kuvvetli ve etkili bir arka plan değil; aslında çok net bir tanımı da yok; sonuçta bu kategori içinde yer alanların tümü Kemalizm referansını öne sürüyor ama zaten Kemalizm’in kendisi de her dönem başka türlü tanımlanabiliyor.
Devrimcilere, Kürtlere balyoz gibi cezalar talep etmiş eski savcılar, öğrenci harcama makinesi rektörler, çoğu Kürt illerinde “icraat” yapmış emekli generaller, Susurluk çetesinin güzide elemanları, Kahverengi Gömlek giymeye pek meraklı yeni yetme gençler… Kendisine “ulusalcı” diyen ideologlar kadrosu tam bir bulamaç havası veriyor. Öyle ki, bazılarını Genelkurmay bile zararlı buluyor ve genelgeler yayınlayıp ordu tesislerine girmelerini yasaklıyor.
Hiçbir biçimde 68 havası değil! Salt biçimsel bazı benzerliklerden hareketle böyle düşünmek son derece yanlış. Aralarında Sıddık Sami Onar gibi üniversiteye girmek isteyen polise göğsünü siper eden bir tane rektör yok; aralarında yolu sonradan Kızıldere’ye çıkacak olan bir tane Üsteğmen Saffet Alp yok; aralarında bir tane postunu tehlikeye atacak Deniz Gezmiş yok… Esasen bu cenahı bir araya getiren tek ortak payda şovenizm ve Kürt düşmanlığından başkası değil.
Genel söylemleri de öyle…
Milliyetçilik kavramını mümkün olduğunca az kullanıyorlar; çünkü bu kavramın kan ve irinle ne kadar kirlenmiş olduğunun farkındalar. “Ulusalcılık” diyorlar ve bu kavramın içi, “Türkiye’yi bölmek isteyen Amerika”, “Fare gibi çoğalarak her yanı istila eden Kürtler” ve “memleketi İran’a benzetmek isteyen şeriatçılar” başlıklarından oluşan üç temel klişe ile doluyor. Bu üçlüyü sol söyleme bulayarak süslemek isteyen daha genç kesimlerde en yaygın eğilimler; buram buram cahillik kokan abuk sabuk Marksizm ve enternasyonalizm “eleştirileri” ve son derece uç noktada pervasız Kürt düşmanlığı şeklinde gelişiyor. Che’nin aslında milliyetçi olduğunu kanıtlamaya ayrılmış uzun uzun yazılar, Marks’ın sömürgeci olduğuna dair müthiş deliller, İngiltere İşçi Partisi’nin Irak işgaline tam katılımını örnek göstererek “hani ne oldu işçi enternasyonalizmi” sorusunu sorabilen bayağılıklar bu grupların yayın organlarında birbirini izliyor. El çabukluğu ile tüm solu “neoliberal dönek” ilan etme ucuzlukları, ordu dalkavuklukları, “PKK terörü, silahla bastırılacak, eşkıya gebertilecek ve sorun morun kalmayacaktır” gibi Türkeşvari kasap öğütleri ve nihayet bu kesimin en pervasız kalemlerinden Gökçe Fırat’ın döktürdüğü “Türkoğlu Türklüğünü koru” çağrıları… Ve bu 2000 model Orhun Kitabesi’in en son öğüdü: “Her şeyden önce Türk üremelidir. Artan her bir Türk bebesi, bizi Ergenokon’dan çıkartacak bir kurtarıcıdır.”
Bu arada sözde Manifesto adı altında yazılan belgede “hegemonyasını silahla kuran emperyalizm ancak silahla yıkılabilir” gibi iri laflar eden Türk Solu güruhunun şu ana kadar Türkiye’de cirit atan emperyalistlere karşı bir marifet göstermemiş olduğunu da eklemeliyiz.
Daha fazla uzatmaya gerek yok. Burada bütün zırvaları ele alıp inceleyecek değiliz. Ve zaten bütün bu zevzekliklerin alanlarda yürüyen insanlar üzerinde bir etkisi olduğu da söylenemez. Orada işleyen mekanizma, “büyük teorisyen”lerin laf kalabalığına değil, Soros’tan çok şey öğrenmiş olan Genelkurmay’ın organizasyon yeteneğine bağlıdır. Yani, herkes biliyor, bu mitingler amatör derneklerin ya da basında çok şişirilen üç-beş kadın akademisyenin becerisinin ürünü de değildir. Başka bir düğmeye basılması halinde, ne bu “beceri”ler, ne de “ulusalcı” gevezelikler, üç kişiyi bile bir araya getiremez, şimdiye kadar da getirememiştir.
Ancak bu metinlerin klasik istihbarat metinleri olduğu ve Genelkurmay’ın “silahsız kuvvetler” dediği güçlerin bir araya getirilip organize edilmesinde bir rol oynadığı kesindir. Metinler kitleyi yönlendirmemekte ama bir araya getirilen kitlelerin ruh haline, içlerinde zaten var olan şovenist şeytana denk düşmektedir. ABD’nin Türkiye’yi bölmek istediği demagojisi, bir sabit fikirdir örneğin. “Kürt istilası” kavramı, ekonomik sıkıntı arttıkça özellikle taşrada çok “yararlı” bir hikayedir. Ve nihayet, İran ve Şeriat fobisi tam da Washington politikalarının paralel çizgisidir.
Sonuç olarak olan şey şudur: Her türlü şovenist histeri ve faşizan eğilimle iç içe geçirilerek tam bir bulamaç haline getirilen emperyalizm karşıtlığı böylece fiilen boğulmakta, provokatif kamplaşmalar içinde çarpılarak etkisiz hale gelmektedir. Bu, kelimenin tam anlamıyla emperyalizme hizmettir ve bu, yürütülmekte olan provokasyonun bütün diğer politik amaçlarının yanında asli sonuçlarından biridir.

Anti-Emperyalizm: Başka Türlüsü Mümkün Değil mi?
Elbette mümkün! Genelkurmay ve bütün diğer işbirlikçi hiziplerin görülmesini istemediği, devrimci hareketin de kendi sübjektif konumunun zayıflığından ötürü henüz “gösteremediği” gerçek budur.
Evet, bu mümkündür.
Türkiye’de hem ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını sonuna dek tutarlı biçimde savunmak, hem de Amerikan emperyalizmini bu coğrafyadan kovarak özgür bir ülke kurmak mümkündür.
Türkiye’de hem emperyalizmin bütün kurum ve kuruluşlarını defetmek, hem de son derece açıkça Kürt ulusunun ayrılma hakkı dahil bütün haklarını tanımak ve onlarla yeniden özgür-eşit-kardeşçe bir ilişki inşa etmek mümkündür.
Esasen bunlar bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Emperyalizme karşı mücadele, bir toprak-bayrak meselesi değildir; o, bir özgürlük savaşıdır ve gerçek bir özgürlük savaşı, başkalarını esaret altında tutmayı hedefleyemez. Başkalarını ezenler kendileri özgür olamazlar.
Aynı şekilde, hem komünist bir dünya perspektifine sahip olmak, hem de bu toprakların bağımsızlığı için savaşmak mümkündür. Mümkündür, gereklidir ve zorunludur. Bağımsızlık, kesintisiz biçimde sosyalizme yürüyecek olan devrimimizin olmazsa olmaz ön şartıdır. Emperyalizmin bu coğrafyadan sökülüp atılması ile devrimci bir Anadolu’nun Kürt coğrafyasıyla onun kendi iradesi doğrultusunda yeni bir ilişki kurması birbiriyle çelişmez. “Bağımsızlık” ve “yurtseverlik” kavramlarının bir başka ulusun katledildiği koşullarda “kuşkulu” hale gelmiş olması ve şovenizmin elinde bir oyuncağa dönüşmesi, tümüyle devrimci hareketin güçsüzlüğü koşullarında gerçekleşmiş bir durumdur ve bu durumun ortadan kaldırılarak kavramların yeniden inşa edilmesi devrimci hareketin atılımıyla gerçekleşecektir.
Ve yine, hem sarsılmaz bir enternasyonalizme sahip olmak, hem de üzerinde yaşadığımız topraklar için savaşmak mümkündür. Mümkündür, gereklidir ve zorunludur. Devrimimiz, kendi kaderini Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın bütün köşelerindeki emekçi halkların kaderiyle birleştirir; asla kendisini kendi başarısıyla sınırlamaz, dünyada emperyalizm ve kapitalizm yüzünden acı çeken tek bir insan bile varsa onun bütün acısını içinde duyar, onun için bütün olanaklarını seferber eder.
Ve nihayet, hem bu toprakları sevmek, bu topraklar uğruna ölecek kadar yurtsever olmak, hem de şovenist soytarılıklardan uzakta dünya proletaryasının yüce davasına bağlı kalmak mümkündür. Mümkündür, gereklidir, zorunludur. Devrimimiz, kontr-gerilla çamuruna bulanmamış, ırkçı katiller tarafından kirletilmemiş, gurur duymaktan utanmayacağımız yeni bir sosyalist Türkiye kimliğinin de yeniden inşasıdır. Anti-emperyalist, anti-oligarşik devrim, bu topraklar üzerinde yaşayan insanların uzun yıllardır unutmuş olduğu şovenist ve kompleksli olmayan, başka halklara saygı duyan ve saygı gören yeni bir kimliği yaratacak ve uzun yıllardır ilk kez insanlarımız başlarını onurla dik tutmanın gururunu yaşayacaklardır.
Kıt zekalı şovenist şarlatanlar ne derse desin, bütün bunlar bir düş değildir.
Anti-emperyalist, anti-oligarşik demokratik halk devrimimiz, coğrafyamızdaki bütün emperyalist güçleri kovacak, askeri üsler dahil olmak üzere onların bütün kurum ve kuruluşlarını derhal söküp atacak, NATO, IMF, DB başta olmak üzere bütün emperyalist askeri-ekonomik-siyasi-kültürel kurumlarla ilişkisini kesecek, bugüne dek yapılmış gizli ya da açık bütün anlaşma, sözleşme, protokolleri yırtıp atacak, bağımlılığı güvence altına almak için icat edilmiş bütün uluslararası hukuk kurallarını geçersiz sayacak, tümüyle özgür ve bağımsız bir ülke inşa edecektir.
Anti-emperyalist, anti-oligarşik devrimimiz, emperyalist güçlerle işbirliği içinde halklarımızı soyarak semirmiş olan oligarşinin bütün temsilcilerinin ve tüm tekellerin mal varlıklarına derhal el koyacak ve bu ekonomik kaynakları demokratik bir merkezi planlamayla yeni sosyalist düzenimizin inşasına yöneltecektir.
Anti-emperyalist, anti-oligarşik devrimimiz, bu soygun düzenini korumak için inşa edilen ve on yıllardır sayısız katliamın, sayısız zulmün sorumlusu olan oligarşik diktatörlüğü ortadan kaldıracak, emperyalizmin hizmetindeki tüm baskı kurumlarını tasfiye edecek ve yerine emekçi halkların devrimci iktidarını, bu iktidarın demokratik, kitleler tarafından denetlenebilir yeni organlarını inşa edecektir. Eski zulüm düzeninin bütün ırkçı-şovenist uygulamaları sona erdirilecek, bu coğrafya üzerinde yaşayan bütün uluslar ve halkların yalnızca ve yalnızca kendi özgür iradeleri geçerli olacaktır.
Ve nihayet devrimimiz, araya asla bir aşama koymaksızın, daha iktidarının ertesi günü, kesintisiz biçimde sosyalizmin inşasına girişecek ve bu inşa, dünya devrimine, komünist bir uygarlık düzeyinin kurulmasına dek bir an bile durmaksızın sürecektir. Bu amaçla devrimimiz ve halklarımız, dünyanın geri kalanını asla unutmayacak, hangi ülkede kim emperyalizme karşı savaşmak istiyorsa bizim işçi kardeşliğimizi mutlaka ama mutlaka yanı başında hissedecektir.
Türkiye devriminin ve devrimci sosyalist hareketin bugünkü somut görevi, bugün düzen temsilcileri tarafından karmakarışık hale getirilmiş bulunan siyasi ortama böyle bir çizgi ve program üzerinden müdahale etmek, emperyalizmin hizmetkârlarının maskelerini aşağı indirerek emekçi kitlelerin içinde yaşadığı alaca karanlık ortamı aydınlatmaktır.
Önümüzdeki süreç, devrimci sosyalist harekete bu konuda tarihi sorumluluklar yüklemektedir.
Ve devrimci sosyalizm, kuşkusuz bu görevin bilincindedir.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19