İzmir Konak Meydanı’nda bir toplu cenaze töreni...
Herkes acılı, üzgün… Kapadokya’ya geziye giden
bir öğrenci kafilesi kaza geçirmiş ve 30’un üzerinde
çocuk yaşamını yitirmiş. Nereden bakılırsa bakılsın
korkunç bir olay, doğurup büyüttüğünüz çocuğunuz,
bir anda elinizden kayıp gidiyor.
Cenaze töreni yapılıyor ama ortada bir tuhaflık
var; bütün küçük tabutların üzerinde birer Türk
bayrağı… Neden? Ne ilgisi var? 45 kişilik otobüse
60’ın üzerinde çocuk tıka basa dolduruldu diye
cumhuriyetimiz övünüyor mu? Yoksa yine “tehlikede”
miyiz? Neden Türk bayrağı? Şöför bir an uyudu
ya da dalgınlık yaptı diye mi? Yoksa şöför irticacı
mıydı neydi?
Kütahya’nın Tavşanlı ilçesinde bir başka cenaze
töreni… Bir asker cenazesi… Büyük bir kalabalık
PKK’yi protesto eden sloganlarla yürüyor. “Büyük
bir kalabalık” sözü durumu tam ifade etmiyor;
kitle, bir madenci kasabası olan Tavşanlı’nın
neredeyse tamamından oluşuyor. Peki, şu noktada,
en azından şu somut anda, Tavşanlı’da solun, devrimcilerin
bir var olma, gelişme şansı var mı? En azından
şimdilik, hayır.
Sonra, Üsküdar Meydanı’nda bir grup… Toplu halde
Kadıköy’e maç seyretmeye giderlerken, birden tam
meydanda İstiklal Marşı’na başlıyorlar, ellerinde
bayraklar. Marş biter bitmez de rakip takıma yönelik
slogan patlıyor: “Ananızı…”
Sonra, Çukurova Üniversitesi’nde bir Çanakkale
Savaşı etkinliği... Rektör öğrencilere kızgın,
çünkü etkinliğe gereğince ilgi gösterilmemiş.
Onların ulusal duygularının zayıflığından söz
ediyor, vs. Daha sonra da tabii, Çanakkale’ye
gidiş hazırlıkları başlıyor. Ama en azından Çukurova
Üniversitesi için sorulabilir, ulusal duyguları
göstermek için üniversite yönetimi, neden ta Çanakkale’ye
kadar çocukları yoruyor? Yirmi otuz kilometre
ötede, ulusal duyguların gösterilebileceği bir
başka yer var: İncirlik! Kalkıp gitseler, “ulusal”
jandarmamız kasabanın girişinde onları “ulusal”
bir sopayla dövecek değil ya!
Bu arada, Çanakkale büyük bir “anma turizmi” patlaması
yaşıyor. Daha on-on beş yıl önce kimsenin çok
ilgi göstermediği törenler birden yeniden moda
oluyor. Anadolu halklarının en çok acı çektiği
üç kanlı olay, Yemen-Sarıkamış-Çanakkale, geçmişte
solun hep duyarlı olduğu olaylardı; bu acılar
üzerine yakılmış türküler de hep solun dilindeydi.
“Askeri kırdıran Enver Paşa”, “Gelinleri ağlatan
soyka Yemen”, “ölmeden mezara girilen” Çanakkale…
Şimdi durum farklı; şimdi, on metre ötede egzoz
patlasa korkudan kalp krizi geçiren adamlar, bırakın
Çanakkale’yi memleketin tümünü pazarlayanlar,
törenden törene koşuşturup şehitlerin yiğitliğini
övgülere boğuyorlar.
Ama hepsi bu kadar mı? Tabii ki değil, binlerce
baka insan da var kalabalığın içinde. Onlar için
mesele Türk Milli Takımı’nın şu 1956’daki meşhur
“Macaristan zaferi” gibi bir anlam ifade ediyor.
Bir defa yenmişiz ya hani! Şimdi durup, IMF’nin
küçülttüğü ekmeklerine, yeni-sömürge Türkiye’nin
onursuz durumuna bakıyorlar, sonra yine de başlarını
kaldırıp, “ama biz bunları Çanakkale’de nasıl
yenmiştik” diyorlar!
Ve nihayet şu mitingler… Tandoğan ve Çağlayan…
Mikrofon uzatılan biri, “Tayyip bizi IMF’ye sattı”
diyor; kürsüde ise bütün marifeti öğrenci kıyımı
yapmak ve harçları artırıp üniversitesinin yemekhanelerini,
vs. özelleştirmek olan eski bir kadın rektör yardımcısı
bütün gücüyle haykırıyor: “Her şeyimizi satıyorlar!”
Hâlâ darbe yapmadığı için orduya fırça atan sonradan
olma televizyoncu ise kendi ekranında “emperyalizme
karşı” ateş püskürüyor: Sanırsınız ki az sonra
yanındaki emekli generallerle birlikte kendini
Sierra-Maestra dağlarına vuracak; bir sakalı ve
yıldızlı beresi eksik! Şehla hocamız Zekeriya
Beyaz da bu arada iki magazin programı arasına
bir miting sıkıştırmayı ihmal etmiyor; az ötede
daha birkaç gün önce Radikal’deki röportajında
“Gerçekçi olmak lazım. Muhalefetteyken atıvermek
kolay. Ama IMF’den borç almışsınız. Borcunuzu
ödemeden ben bu ilişkiyi kesiyorum diyemezsiniz”
buyuran DSP’nin “soluk mavi” genel başkanı Zeki
Sezer, elde bayrak yürüyor, vs. vs…
Karışık Zamanlar Karışık Kafalar…
Daha böyle onlarca olay sıralanabilir değil mi?
Türkiye, tuhaf bir karmaşanın içinden geçiyor
bugünlerde. Durum karışık, kafalar karışık…
Özellikle anti-emperyalizm meselesi herhalde hiç
bu kadar karmaşık bir hale gelmemişti. Karmaşık
olması, çözülemez olduğu anlamına gelmiyor. Aksine,
ortada kolayca çözülebilir bir durum var ve karmaşanın
artması, esasında doğru bir yönelimin bütün maskeleri
bir anda indirmesinin yolunu da açıyor. Asıl sorun,
meselenin giderek daha fazla pratikte çözümlenebilecek
bir mesele haline gelmesidir. Yığınların etkisi
altında kaldığı dezenformasyon bugün öylesine
çok taraflı ve kapsamlıdır ki, yalnızca “sözel”
bir düzey, bu kaotik gibi görünen durumu netleştirmeye
yetmiyor. En bayağı türden şovenizmin, her türlü
sahtekarlığın ama bunun yanında içtenlikli bir
Amerikan düşmanlığının ve canı yanmışlığın iç
içe geçtiği bu karışıklık, yalnızca sözlerle,
yazılarla düzelmiyor.
Ama önce anlamak, anlamak için çaba göstermek
gerekiyor. Önümüzdeki erken seçimde de oyunu AKP’ye
vermeyi düşünen bir işçi ile Çağlayan’da bayrak
sallayan ya da Seydişehir’de aynı bayrağı sallayarak
polisin kafasına taş yağdıran işçi ve nihayet
1 Mayıs’ta biber gazına boğulan bir diğer işçi,
nereden ve nasıl bir çizgi üzerinden ayrı ayrı
yerlerde duruyorlar?
Biz, baştan beri söylüyoruz: Türkiye Devrimci
Hareketi, yalnızca kendi küçük dünyası içinde
devinip bu kadarıyla mutlu olamaz. Koca bir emekçi
denizini yok sayarak dünyanın hiçbir yerinde devrim
yapamazsınız. Bugünkü dar çerçevenin içinde kalarak
tipik bir muhalefet durumunu sürdürmek mümkündür;
ama devrim, başka bir şeydir. Bunun için bu büyük
emekçiler toplamının durumunu, duygularını, ruh
halini, vs. anlayıp çözümlemek gereklidir. Evet,
dünyanın her ülkesinde devrimci güç belli yörelerde,
topluluklarda, daha erken ve daha fazla tutunur,
belli yörelerde zaman içersinde bir güç haline
gelir, belli yörelerde ise ta devrime dek, hatta
bazen devrim sonrasında bile yerine oturmayan
bir ilişki, bir türlü yakalanamayan bir frekans
vardır. Bu, anlaşılabilir bir durumdur. Ama dünyanın
hiçbir yerinde hiçbir devrimci güç, en baştan
kendisini bir darlığa mahkum edip bundan mutlu
olamaz. Orada, bize çok yakın ve bizden çok uzakta
milyonlarca insan var ve biz onları tanımadan,
anlamadan bugünkü tıkanıklığı aşamayız.
Türkiye devrimci hareketi, bu karışıklığı çözümlemek,
anlamak ve en uygun politikaları saptamak göreviyle
karşı karşıyadır.
Emperyalizm ve Anti-Emperyalizm…
Bilgilerimizi Tazelemek İçin…
Durum böyle bir noktaya gelince, önce işe bir
bilgi tazelemesiyle başlamak gerekiyor.
Nedir emperyalizm?
Lenin’in ünlü “Emperyalizm” kitabı bu konuda hâlâ
en ciddi referanslardan biri olarak önümüzde duruyor.
Bilindiği gibi Lenin, kitapta, emperyalizm için
beş temel belirleyici olgu sayıyor: “1) Üretimde
ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir
gelişme derecesine ulaşmıştır ki, iktisadi yaşamda
kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır; 2) banka
sermayesi sanayi sermayesi ile kaynaşmış ve bu
mali sermaye temeli üzerinde bir mali oligarşi
kurulmuştur; 3) sermaye ihracı meta ihracından
ayrı olarak özel bir önem kazanmıştır; 4) dünyayı
aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist
birlikler kurulmuştur; 5) en büyük kapitalist
güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi
tamamlanmıştır.”
Yani, sonuç olarak emperyalizm, bir ülkenin diğer
ülkeye egemen olmak istediği her durumun adı değil;
kavram, kapitalizmin bir dönemini, onun kendi
evrimi sonucunda ulaşmış olduğu üst bir aşamayı
tarif ediyor. Yani günlük kullanımda sözcük “gelişkin
ülkelerin zayıfları sömürmesi” gibi düz bir anlam
taşısa da gerçekte daha derin bir anlamı var ve
kapitalizmin evrimini bize anlatıyor.
Elbette emperyalizm, meseleye daha pratik olarak
“ülkelerin sömürülmesi” üzerinden bakılırsa, sonuç
itibarıyla tarihi çok daha uzak geçmişe kadar
giden en eski sömürgecilikle temelde aynı mantığa
sahiptir; daha geri durumdaki bir toprak parçasına
egemen olmak ve oradaki zenginlikleri çalarak
metropole aktarmak! Ama bu çok basit bir tanımdır.
Bu kez söz konusu olan şey, artık basit bir hırsızlık
ya da yağma değil, bir dünya sistemi olarak örgütlenmiş
tekelci kapitalizmdir. Yani, bazı ülkelerde zaten
hazır bulunan değerli nesneleri zorbalıkla yağmalamak
ayrı şeydir, bir bütün olarak ülkeleri bağımlı
hale getirmek, onların tüm zenginliklerine yüzlerce
karmaşık yoldan el koymak başka bir şey. Bu, politik
bakımdan da çok şeyi değiştirir. Biri için, hırsızlığın
koordine edildiği basit bir düzen kurmak ve kılıç
kullanmak yeterlidir; diğeri ise bu ülkelerde
duruma ve sürece göre değişebilen daha komplike
egemenlik biçimleri kurmayı gerektirir.
Öte yandan, dinamik bir sistem olan tekelci kapitalizm-emperyalizm,
kendi gelişim süreci açısından da durduğu yerde
durmaz, durmamıştır. Sürecin başlangıcındaki el
koyma ve sömürü biçimleri (ve buna bağlı olarak
politik hegemonya biçimleri) büyük ölçüde geçmişin
sömürgeci sisteminden devralınmış ilişkilerdir.
Sömürge ülkenin belli başlı merkezi bölgelerini,
kentlerini işgal altında tutmak, özellikle hammaddelerin
aktarılmasına uygun liman kentlerini geliştirip
egemenlik altına almak ve bunun için de sınırlı
sayıda işbirlikçi-hainle dışsal bir ilişki kurmak…
Yani, sömürülen ülkenin tablosu, genel olarak
işgal altındaki belli başlı merkezler ve uçsuz
bucaksız feodal kırlar biçiminde oluşur. Hatta
Çin örneğinde, ünlü “Uzun Yürüyüş” sırasında Mao’nun
da fark edip yazdığı gibi, ülkenin bazı yörelerindeki
insanlar Pekin’de kimin yönetimde olduğundan bile
habersiz, son derece ilkel bir yaşantı sürdürmektedirler.
Bu arada, emperyalistlerin yerli işbirlikçilerle
kurduğu ilişki de basit bir yardakçılık ilişkisini
geçmez. Bir grup yerli tüccar ve büyük toprak
sahibi, emperyalist sömürüye yardım etmekte, acentacılık
yaparak sömürüyü kolaylaştırmakta ve bunun karşılığında
bir yandan bu hırsızlıktan belli bir pay alırken,
diğer yandan da kelimenin gerçek anlamıyla “uşaklık”
sınırlarını asla geçmeyen bir politik konum elde
etmektedirler. Bu konum, ülkeyi doğrudan yöneten
“sömürge valileri”nin yanında hiçbir ciddi anlam
taşımaz ama yerli halka dönük yüzü açısından önemlidir.
Bilindiği gibi Marksist terminolojide bu durum,
“yarı-sömürge” ve “komprador burjuvazi” gibi özgün
kavramlarla ifade edilir.
Ayrıca bu süreçte sömürgeciler, uşaklarıyla da
fazladan bir kültürel ilişki kurmazlar, en gelişkin
durumlarda bile onlarla iç içe geçmezler. Klasik
sömürge kolonisi yaşamı, kültürel açıdan da geçerlidir.
Anavatan’dan sömürge ülkeye gelmiş olan azınlık,
kendi arasında bir yaşam biçimi kurar; orada kendine
özgü bir hiyerarşi vardır; komprador kesimler
ve aileler ise, bu yaşam biçimini berbat şekilde
taklit eden bir başka politik-sosyal-kültürel
dünyaya sahiplerdir. Artık eski yerel kültürden
kopmuşlardır, efendilerinin yaşam alışkanlıklarını,
tavırlarını kopyalarlar ama bunlar her zaman silik
kopyalardır.
1945’lerden sonra başlayan yeni-sömürgecilik dönemi
ise bütün bu ilişkileri önemli ölçüde değiştirir.
Bu kez, emperyalist sistem, kendi bünyesi ve iç
ilişkilerindeki bir dizi değişiklikle paralel
olarak bağımlı ülkelere yönelik yeni bir sömürü
ve egemenlik biçimi geliştirir. Bu, tek cümleyle
özetlersek eğer, artık tümüyle paylaşılmış ve
savaş yoluyla yeniden paylaşılması da oldukça
zorlaşmış olan sömürü alanlarının derinlemesine
geliştirilmesidir. Eski hırsızlık biçimi dönüşerek
daha karmaşık hale gelir; emperyalist sermaye
ihracının bileşimi değişir ve bağımlı ülkelerdeki
sermaye birikimi ile iç içe geçerek ortaklıklar
kuran bir düzen kurulur. Bu, daha derin bir ilişkidir;
çünkü böylece bu ülkelerdeki birikim de harekete
geçirilmekte, bağımlı bir kapitalist üretim ve
kapitalist ilişkiler yaygınlaştırılmakta, ciddi
bir pazar genişlemesi yaşanmaktadır. Dış borçlar,
yardımlar, patent anlaşmaları, vs. ile öyle bir
yeni bağımlılık yaratılmaktadır ki, bu kez oluşan
ilişki ve yağma miktarı eskisini kat kat aşarak
daha istikrarlı olmaktadır.
Şüphesiz artık bu ilişkinin politik-sosyal-kültürel
düzeyi de değişiktir. Emperyalist işgalin gizlendiği,
emperyalistlerin ülkede bir “iç olgu” haline geldikleri
bu durumda, emperyalist ilişkiyle ve etkin korumayla
hızla tekelleşen yerli işbirlikçilerin başını
çektiği bir blok olarak oligarşi, daha gelişkin
bir uşaklık ilişkisi içinde ülkeyi yönetmektedir.
İçinde emperyalizmin de olduğu bu oligarşik diktatörlük,
ülkedeki diğer gerici sınıfların kaymak tabakasını
da kapsamakta ve emperyalistler için nispeten
daha “sağlam” bir dayanak oluşturmaktadır. Öte
yandan, kapitalist ilişkiler ve bu ilişkiler için
gerekli olan ulaşım-haberleşme ağlarıyla birlikte
ülkenin ücra köşelerine dek yayılan emperyalist
ilişki ve kültür artık daha etkindir; hem daha
etkili baskı ve kontrol mekanizmalarına sahiptir,
hem de yerel yaşam biçimlerini deforme ederek
emperyalist kültürle harmanlayan yeni mekanizmalara
kavuşmuştur. Geçmişin çok dar işbirlikçi elitinin
yerini, daha geniş bir ilişki ağı almıştır; ayrıca
ülkenin her yanındaki üst ve orta kesimleri bu
ilişkiye bağlayan binlerce iplik bu ağı güçlendirmektedir.
Türkiye: Her Şey 1946’da mı Başladı?
Türkiye açısından baktığımızda tablo, bu genel
çizgiye az çok uyar. Daha kapsamlı irdelemeler
için okurumuz, Sosyalist Barikat’ın çeşitli sayılarındaki
yazılara başvurabilir ama burada çok kısa bir
özet yapmamız mümkün.
Bilindiği gibi, son döneminde giderek zayıflayan
ve artık bir yarı-sömürge sayılabilecek olan Osmanlı
İmparatorluğu’nun I. Paylaşım Savaşı sonrasında
gelip dayandığı yer, doğrudan parçalanma ve işgale
uğrama durumudur. Bu, aslında tümden bir işgal
değildir; doğal olarak galip emperyalist devletler,
daha çok ticari anlamı olan liman kentlerini,
vs. tercih etmektedirler.
Bu koşullar altında harekete geçen Osmanlı askeri
bürokrasisinin en dinamik unsurları, zamanla yerel
direniş biçimlerini de kontrol altına alıp merkezileştirerek
organize etmişler ve sonuç olarak işgale karşı
başarılı sayılabilecek bir savaş yürütmüşlerdir.
Aslında eski imparatorluğun mümkün olabilen bütün
yakın coğrafyasını yeniden bütünleştirmeyi hedeflese
de bu savaş, bir süre sonra daha “gerçekçi” bir
rota izlemiş ve bugünkü TC sınırlarıyla yetinmek
durumunda kalmıştır. Ve tabii, bu arada Kürt coğrafyası
da o günkü güç dengelerine göre parçalanmış ve
hayli önemli bir parça Türkiye sınırları içinde
kalmış, bir süre sonra da bunu Hatay’ın ilhakı
izlemiştir.
Baskın şekilde Bonapartist eğilim taşıyan bu savaş
önderliği, savaş sonrasında esas olarak yüzünü
Batı’ya, kapitalist dünyaya dönme kararındadır.
Eskiye ait birçok kurumun tasfiyesi, bu arada
Cumhuriyet’in kurulması, daha alt düzeyden bir
dizi reformla tamamlanmış, Türkiye uzunluk-ağırlık
ölçüleri ve alfabesi dahil olmak üzere bir dizi
alanda kapitalist dünya ile uyumlu hale getirilmiştir.
Doğal olarak bu süreç, politik anlamda da sorun
yaratan eski kültürel normlarla mücadeleyi gerektirmiş,
zaman zaman uzlaşma eğilimleri belirse de genel
olarak modern bir yapı kurma fikri süreci belirlemiştir.
Bu süreç, kendi içinde çelişkileri de barındıran
karmaşık bir süreçtir.
Öncelikle belirtmek gerekiyor ki, Türkiye’nin
emperyalizmle ilişkilerinin 1946 sonrasında başladığı,
ondan önce ise bağımsız bir ülke olunduğu tezi
hiç doğru değildir. Kemalist yönetimin bakışı
ve perspektifi, işin başından beri yönünü kapitalizme
ve emperyalizme dönmüştür. Bu süreç boyunca emperyalistlerle
bir dizi anlaşma yapıldığı gibi, Kemalist önderliğin
kendisi de birçok kez bu ilişkileri istediğini
açıkça ifade etmiştir. Ancak sürecin asıl önemli
problemi, emperyalist-kapitalist cenahta henüz
böyle gelişkin bir ilişki perspektif ve ihtiyacının
var olmamasıdır. Yani, herhangi bir Amerikalı
şirket, çok daha “ekonomik” olan Latin Amerika
talanı henüz sürerken ya da eski sömürge ilişkileri
henüz olağanüstü düzeyde verimliyken Türkiye ya
da benzeri ülkelere özel bir yatırım isteği duymamaktadır.
Süreç böyle işlememektedir; ayrıca Türkiye’nin
politik iklimi de henüz buna uygun değildir. Çok
daha kolay yönetilebilir “muz cumhuriyetleri”nin
yanında köklü bir imparatorluk ve devlet geleneklerinden
gelen, ehlileştirilmesi zaman alacak bir Türkiye
tablosu, özel bir cazibe oluşturmamakta, şimdilik
komünizme karşı Batı’nın müttefiki olması, Sovyetlerin
yanı başındaki bu ülkede komünistlere göz açtırmayan
bir baskı rejiminin mevcudiyeti yeterli görülmektedir.
Zaten sosyalizm de henüz tek bir ülkede iktidardadır
ve yıkılmasının bir zaman meselesi olduğu düşünülmektedir.
Sonuçta, Türkiye’ye yönelik yatırımlar ya da yatırım
yapma isteği hiç yok değildir ama çok zayıftır.
Kemalist yönetimin batıcı ve emperyalizmle işbirliğine
açık bu tutumu daha cumhuriyetin kuruluş aşamasında
İzmir İktisat Kongresi'nde açık biçimde ortaya
konmuş, cumhuriyeti kuranların tercihi liberal,
emperyalizmle işbirliği içinde vahşi bir kapitalist
sistemin yaratılması olarak biçimlenmiştir. Bu
yöndeki çabalar 1929'a kadar sıkı biçimde sürmesine
karşın ciddi bir ilerleme kaydedilmemiştir. Yanmış,
yıkılmış ve çok sınırlı bir sermaye birikimine
sahip olan TC, emperyalistler için kayda değer
bir değerlenme alanı olarak görülmemiştir. 1929
büyük dünya ekonomik kriziyle birlikte tüm dünya
ekonomisinin ve bu arada liberal ekonomi anlayışının
çöküşünden sonra, TC ekonomik yönelimlerini dünyadaki
diğer emperyalist kapitalist devletlere paralel
olarak değiştirmiş ve devletin ekonomiye müdahalesini
öne alan bir ekonomik politika izlemiştir.
Böylece dönem boyunca devletçiliğin ağır bastığı,
devlet eliyle özel sermaye birikimi yaratmanın
başat eğilim olduğu bir kapitalist işleyiş hükmünü
sürdürmüştür. Bu, emperyalizmle karşıtlık içinde
olan, ona karşı özel tutum alan bir yaklaşım değil,
reel ve pratik bir durumdur.
1945 sonrasına gelindiğinde ise dünyadaki genel
durum ve emperyalizmin yönelimi farklıdır. Bir
yandan sosyalizmin yayılması karşısında dehşete
kapılmış olan emperyalizmin jeopolitik ihtiyaçları
değişmiştir, diğer yandan da dışarıya akmak isteyen
büyük bir emperyalist sermaye birikimi yeni politikaları
zorlamaktadır.
Ancak, yukarıda kısmen özetlediğimiz yeni-sömürgecilik
yönteminin, Türkiye’nin “köhnemiş”, “modası geçmiş”
sayılan bürokratik yapısıyla uygulanması mümkün
değildir. Dolayısıyla, bu ilişkilerin başlamasıyla
“çok partili demokrasi” miladının denk düşmesi
ve eski yöneticiler kuşağının kısmen tasfiyesi
anlaşılabilir bir durumdur. Yeni-sömürgeci emperyalist-kapitalist
ilişki, eski yapıyla değil, daha dinamik ve “ulusallık”
gibi takıntılardan daha fazla kurtulmuş bir yapıyla
inşa edilebilirdi ve öyle de oldu. Yıllar boyunca
her bakımdan yıpranmış olan Kemalist şeflik düzeni
çatırdadı ve yerine emperyalizm açısından tümüyle
pürüzsüz yeni bir politik düzen kuruldu. Devlet
eliyle yaratılmış bulunan sermaye birikiminin
sahipleri, emperyalist uluslararası şirketlerle
iç içe geçerken, Türkiye boydan boya bir şantiyeye
dönüştü ve dışa bağımlı-çarpık bir kapitalist
kalkınma sürece hakim oldu. Bu arada, ordu başta
olmak üzere eski devlet yapısının bütün mekanizmaları
çoğu durumda bizzat ABD’li uzmanların denetiminde
tepeden tırnağa yeniden düzenlendi, ekonominin
ve politikanın tüm cepheleri emperyalist ilişkiye
göre yeniden inşa edildi.
Bütün bunlar kuşkusuz o gün için Türkiye bağlamında
yeni ve çarpıcı değişikliklerdi. Sözgelimi, yaşamış
olsaydı eğer, muhtemelen Mustafa Kemal de, mantığı
gereği NATO bünyesine dahil olmakta bir sakınca
görmez ve bunun için çaba gösterirdi; zaten halefi
olan İnönü yönetimi de bu konuda isteklidir; ama
“Amerika ne verirse alacağız ne isterse yapacağız,
işte o kadar” diye kestirip atan Celal Bayar,
yine de farklı bir olgudur ve bu yönetim yeni
ilişkiler için biçilmiş kaftandır.
Peki bu süreç, iddia edildiği gibi bir “karşı
devrim” midir?
Bu, ancak gerçeklere gözümüzü kaparsak söyleyebileceğimiz
bir sözdür.
Aslında mesele şudur: sonuç itibarıyla emperyalizm,
her zaman kendi politikalarının uygulanması konusunda
eğer mümkünse “sıfır pürüz” noktasını tercih eder.
Bu anlamda, bugün, şu anda da CIA, çeşitli ülkelerde
yeni sürecin politikalarını uygulamakta ayak sürüyen
ya da yapısal olarak buna uygun olmayan yönetimleri
şöyle ya da böyle tasfiye etmekte ya da en azından
tasfiye etmeyi istemektedir. Örneğin, 1950’lerde,
1960’larda açıklanan CIA raporlarında ABD’nin
“Türkiye’nin gelişmesini önleyen eski kafalı köhne
bürokratlar”dan yakındığı da doğrudur ve bu hep
vardır. Bugün bile emperyalizm, Türkiye için “daha
rahat yatırım iklimi”nden söz ediyor ve bunu yaratmak
için kesintisiz bir çaba sürdürüyor; imza atmaya
üşenen müdürleri sevmiyor, özelleştirme konunda
mırın kırın edenlerden hiç hoşlanmıyor, vs. vs…
Bu anlamda elbette 1946 dönemeci, emperyalizm
ve Türkiye ilişkileri açısından yeni bir milat
noktasıdır; ilişkilerin yeniden inşası ve politik-sosyal-kültürel
ortamın dönüştürülmesi için yeni bir başlangıçtır.
Ama 1946 öncesini “devrim”, sonrasını da “karşı
devrim” diye nitelemek (ve sonradan bunun üzerine
bir tür “ulusalcılık” teorisi inşa etmek) kesinlikle
doğru değildir. 1946’da olan şey, emperyalist
politikaların dünya çapında değişim ve dönüşümüdür;
Türkiye’de ya da başka bir ülkede aynı dönemde
olan şeyler ise bunun yansımaları ve pratik sonuçlarıdır.
Yani, emperyalistlerin, kendi politikalarına tam
uyumlu olmayan ülke yönetimlerini şöyle ya da
böyle satın alması ya da tasfiye etmesi, zaman
zaman da bu yerel unsurların direnç göstermesi,
vb. olağan durumlardır. Zaten 1945 sonrasında
çeşitli ülkelerde yeni-sömürgeciliğe geçiş biçimleri
de her ülke için değişik yollardan olmuştur. Çok
geri sömürgelerde belki daha kolay geçişler yaşanmıştır,
daha gelişkin bazı ülkelerde ise kimi güçlüklerle
karşılaşılmıştır, vs. vs… Sonuç itibarıyla Türkiye,
Afrika ya da Latin Amerika’daki bazı çok küçük
ülkeler gibi gelenekleri ve bürokrasisi zayıf
bir ülke değildir; nispeten daha oturmuş, daha
fazla yönetsel birikime sahip bir ülkedir. Ayrıca
aynı süreçte Türkiye’nin sermeye birikimi ve hammadde
altyapısı da çok geri noktalarda değildir. Dolayısıyla,
1945’lere gelindiğinde Türkiye, yeni sömürge düzenine
geçmeye bir yandan çok hazırdır, bir yandan da
eski düzenden kalan alışkanlıkları, vs. vardır
ve burada emperyalizm tarafından izlenen en pratik
yol, tek partili düzenin esnetilerek bir başka
ekibin iktidara getirilmesi olmuştur. Kuşkusuz
geçerken bir yanılgıyı da önlemek gerekiyor; ABD
ile ikili anlaşmaların hatırı sayılır bir bölümü,
DP döneminden önce, CHP iktidarı henüz sürerken
yapılmıştır.
Her ne olursa olsun, sonuçta, buradan hareketle
geçmişe dönük bir “kahramanlık” efsanesi yaratmak,
“devrim” (1923) ve “karşı-devrim” (1946) ayrımları
yapmak ve giderek Türk burjuva siyasetinin iki
kanadından birini (DP, AP, ANAP, DYP, AKP, vs)
Amerikan işbirlikçisi, CHP kanadını da “bağımsızlıkçı,
anti-emperyalist” ilan etmek saçma ve gülünçtür.
Evet, burjuva siyasetin sağ kanadının yeni sömürgeciliğin
inşası boyunca özel bir rol üstlendiği doğrudur;
DP-AP-ANAP üçlüsü bu ilişkinin üç kritik döneminde
(1950’ler, 1960’lar, 1980’ler) sahne almış ve
ciddi görevleri yerine getirmişlerdir; ancak bu
durum genel tabloyu değiştirmez. Emperyalizm,
elbette arkasında sol beklentiler olmayan en gerici
partileri ve güçleri her zaman daha çok sever
ve onlarla işini yürütmeyi daha avantajlı bulur.
Diğer kesim de zaman zaman yönetime geldiğinde
emperyalizmle ilişkilerde hiçbir değişiklik yapmış
değildir; ama yine de özellikle ABD açısından
sağ-muhafazakâr kesim her zaman daha iyi bir müttefiktir.
Sonuç olarak, özellikle 2000’li yıllara geldiğimizde
ise zaten artık bu ayrım noktası da silinip gitmiştir,
bütün düzen partileri tartışmasız biçimde emperyalist
hegemonyaya hizmet eden “pürüzsüz” bir noktaya
gelmişlerdir.
Bir Efsane: Milli Burjuvazi!
Yazımız bu doğrultuda ilerlerken bir an durup
şöyle bir soru sorulabilir: Türkiye’de anti-emperyalist
“ulusal” bir burjuvazi var mıdır ve varsa bu sınıfın
anti-emperyalist mücadeleye katılması, bayraktarlık
yapması mümkün müdür?
Soruyu yanıtlamadan önce bir olguyu netleştirmekte
yarar var. Emperyalizm tanımını “kapitalizmin
tekelci aşaması” gibi bir kavramsal temel üzerinden
yaptığımızda, emperyalizme karşı olmak, mutlaka
ve mutlaka kapitalizme karşı olmak, dolayısıyla
sosyalist olmak gibi çok dar bir ölçüte gelip
dayanabilir. Elbette bu aslında mantıkidir; ama
gerçek hayatta durum böyle değildir. Genel olarak
emperyalizm, bütün dünyada, bütün ülkelerde çeşitli
sınıflardan, çeşitli eğilimlerden insanları rahatsız
eder, onların çıkarlarını zedeler ve çeşitli karşı
çıkış biçimleri yaratır. Yalnızca sosyalist bir
perspektifin emperyalizmi köklü biçimde kavradığını
ve yalnızca onun sonuna kadar tutarlı bir çizgi
izleyebileceğini söyleyebiliriz; bu doğrudur.
Ama bu doğru belirleme, yine de, emperyalizme
karşı tutum almanın yalnızca Marksist-Leninistlerin
tekelinde olduğunu söylememize izin vermez. Marksist
terminolojiye sonradan “tutarlı anti-emperyalizm”
gibi ek kavramların dahil olması, hayatın içindeki
bu değişik nüanslar yüzünden olsa gerektir. Çünkü
tarihte örnekleri görüldüğü gibi, belirli bir
anda ya da belli bir süre, belli bir toplumsal
kategorinin ya da tek tek bireylerin, Marksist-Leninist
olmaksızın da emperyalizme karşı duygular taşıması,
bunları eyleme dökmesi, hatta bunun için en sert
çatışmaları göze alması mümkündür. Vietnam’dan
Küba’ya ve Latin Amerika’ya dek birçok örnekte
din adamları başta olmak üzere birçok insan, salt
bağımsızlıkçı motiflerle gelip en ciddi kavgaların
içine girebilmişlerdir. Böyle durumlardadır ki
Marksist-Leninistler, -özellikle ulusal kurtuluş
ağırlıklı mücadele süreçlerinde- bütün bu eğilimleri,
sınıfları-tabakaları da kapsayan cepheler kurmuşlardır.
Yani, bir karşı çıkış biçiminin, daha sonra, ya
da eninde sonunda, ya da klasik deyimle söylersek,
“son tahlilde” yine emperyalizmle uzlaşmaya yönelebilecek
olması, onun bir belirli anda emperyalizme karşı
bir güç olma durumunu ortadan kaldırmaz. Üstelik
bu teslimiyet eğilimi de her zaman, her konjonktürde
mutlak değildir. Uluslararası dengelerin halkların
lehine daha çok değiştiği durumlarda özgün biçimler
daha çok artabilir ve az çok istikrarlı olabilir.
Dönemler ve ilişki biçimleri de bunu belirler.
Sözgelimi, örnek olsun diye söylüyoruz; klasik
sömürge durumu o kadar kaba saba, o kadar vahşice
bir işgal halidir ki, bu durumda yalnızca bir
avuç komprador, sıradan uşaklar olarak işbirlikçilik
sürecine dahil olabilir, ülke içinde var olan
ve şu ya da bu oranda üretim yapan burjuvazinin
ve toprak sahiplerinin bir kesimi ise bu sürece
hiç entegre olamaz. Dahası, kurulan komprador
düzen, bu güçlerin çıkarlarını zedeler. Böylesi
durumlarda, bu güçlerin ve onların sözcüsü olan
entelektüellerin ya da politik önderlerin sömürgeciliğe
karşı savaşı üstlendiklerine tanık olunur; ya
da o ülkedeki devrimci komünist güç, önüne koyduğu
ulusal kurtuluş programına bu güçleri de davet
eder; kendi platformuna çağırır.
Ama yeni-sömürgeciliğe, hele hele de günümüzün
derinleşmiş ilişkilerine geldiğimizde, durum değişiktir.
Artık son derece derinlemesine ve karmaşık bir
bağımlılık ilişkisi vardır. Emperyalist güç, ülkenin
bütün politik-sosyal-kültürel ilişkilerine sızdığı
gibi, ekonomik alanda da kapitalist işleyişin
ve ticaretin doğasından gelen bir “geniş bağımlılık”
durumu vardır. Yani emperyalizme bağımlılık ve
işbirlikçilik sadece çok “dar” anlamıyla bir avuç
tekelcinin niteliği değildir. Her ipliği birbirine
eklenmiş, birbiri olmadan yürüyemeyen parçalardan
oluşan yeni-sömürge kapitalizmi, içinde devinen
orta ve alt sınıfların bir bölümünü de mevcut
yapıdan kopamaz, onunla çatışamaz hale getirir
ve böylece daha “geniş” bir bağımlılık biçimi
ortaya çıkar. Örneğin yalnızca otomobil üreten
bir ana şirket değil, onunla paralel çalışan,
yan sanayi olarak emperyalist tekellere ara malı
üreten firmalar, vb. gibi bir dizi orta ve küçük
boy işletme de aslında bu bağımlılık ilişkisinin
parçası olur. Elbette en küçük bir krizde geriye
sağlam olarak tekelci şirketler kalır ama işler
biraz yolundaysa bu ilişki sürer. Kendisini en
çok “milli” gören işletmeler bile sonuçta tekeller
ve emperyalizm dünyasından uzakta değildir.
Yine de toplumsal yapıda emperyalist politikalardan
rahatsız olan, özellikle kriz dönemlerinde krizin
yükünün aşağı yansımasıyla dolaylı ya da doğrudan
biçimde zarar gören küçük ve orta burjuva kesimler
mevcut bulunmaktadır. Ancak artık buradan bir
ulusal önderlik, bir ulusal hareket çıkmasını
beklemek boşunadır. Bu güçler, zaman zaman meslek
örgütlerinin, odaların seçimlerinde tepkilerini
ortaya koysalar da ciddi bir siyasi akım yaratamazlar.
Şimdilik en çok yapabildikleri şey, “kendilerini
koruyabileceğini” umdukları burjuva partilerine
dahil olmak, onlara umutlarını bağlamak ve istisnasız
her seferinde fena halde kandırılmaktır. Bu bakımdan
DSP genel başkanı Sezer’in yukarıda aktardığımız
sözleri gerçekten de tam bir simgedir: “Gerçekçi
olmak lazım!” Her gün tekrarlanan “vatandaşı ezdirmeme”
söylemlerinin eninde sonunda gelip dayandığı yer
burasıdır: Gerçekçi olmak! Türkiye’de her burjuva
partisi, özellikle seçim söylemine bir parça milliyetçilik
katmak ve ara sıra da emperyalizme karşı imalarda
bulunmak zorundadır; ama fazla abartmadan ve beklentileri
fazla artırmadan!
Türkiye’deki bütün işbirlikçi siyasi partiler,
siyasal perspektif ve program olarak tekellerin
ve emperyalizmin sözcüsüdür; ama bu partilerin
tamamının pratikte dayandığı güçler (ve çoğu zaman
taşra düzeyindeki yöneticileri) bu sıkıntılı orta
kesimlerden oluşur. Bu yüzden Türk siyasi literatüründe
“iktidar partisi” diye bir kavram icat edilmiştir;
çünkü bu partiler iktidar oldukları takdirde kendi
bünyesindeki orta ve alt kesimlere sınırlı bazı
avantajlar sağlayabilmektedirler. İktidardan düştüklerinde
ise bu kesimlerin çoğu partiyi terk ederek işlerini
yürütme kaygısıyla yeni duruma uyum sağlamaya
çalışmaktadırlar.
Sonuçta sistem böyle çalışmaktadır ve yeni-sömürge
kapitalizmi, devrimci bir alternatifin olmadığı
koşullarda bu güçlerle olan ilişkilerini onarmanın
bir yolunu bulmaktadır. Ayrıca bu onarma yolu
bulunamadığında da, yerleşik oligarşik kast ve
onun devasa şiddet aygıtı karşısında bu güçlerin
eli çok zayıftır. Hem ideolojik olarak büyük bir
dezenformasyon onları isyandan alıkoymaktadır,
hem de gerektiğinde kıpırdayanı ezebilecek bir
baskı gücünün mevcudiyeti daha en baştan bir geri
çekilme yaratmaktadır. Kısacası, bu kesimlerde
kendiliğinden bir “ulusalcı”, “anti-emperyalist”
hareket zemini oldukça zayıftır.
Dolayısıyla, yeni-sömürge sürecinde ve özellikle
de 2000’li yılların derinleşmiş yeni-sömürgecilik
tablosu içinde devrimci güçler, artık böyle bir
“milli burjuvazi” tanımı yapamazlar; çünkü bu
her şeyden önce olmayan bir durumun tanımlanması
anlamına gelir. Klasik “Milli Demokratik Devrim”
teorisine uysun diye ya da temelsiz ulusal-yurtsever
cepheler yaratmak için böyle kategorileri yoktan
yaratmak, durumu zorlamaktan başka bir şey değildir.
Devrimci güçlerin, özel olarak da devrimci sosyalizmin
yaptığı-yapacağı şey ise bellidir: Biz, mücadelemizin
her aşamasında genel anti-emperyalist seferberlik
çağrısı yaparız, özel durumlarda özel olarak bazı
emperyalist politikalara karşı çağrılar yapar,
platformlar da kurarız; emperyalist politikalardan
zarar gören bütün alt ve orta sınıfları da bu
mücadeleye çağırırız. Özellikle krizlerin üst
üste gelerek yoksulluğu artırdığı dönemlerde ya
da Irak işgali gibi yakıcı bölgesel gelişmeler
olduğunda her kesimde ortaya çıkan anti-emperyalist
duyguların burjuva politikasının riyakarlığına
terk edilmesi düşünülemez Ayrıca devrimin belli
aşamalarında, emperyalist işgalin yüzünün iyice
açığa çıktığı hallerde bu çağrı daha kapsamlı
olabilir ve daha fazla yurtseverlik vurgusu içerebilir;
tabii ki devrim sürecinin her aşaması için şimdiden
kehanetlerde bulunamayız; ama bütün bunları yaparken
de özel bir ulusal burjuvazi arayıp bulmak derdinde
olmayız, politikalarımızı, programımızı buna göre
düzenlemeyiz. Düzenin dışlayarak bize doğru ittiği
herkesi uygun platformlarla kapsarız, ama kapsayıcı
olmak için özel programatik değişikliklere gitmeyiz.
Provokasyon ve Yanlış Kamp Çizgileri
Böyle bir toparlamadan sonra artık günümüze gelip
mevcut durumu anlamaya çalışabiliriz.
Gerçekten ne oluyor Türkiye’de? Birdenbire nereden
çıktı bu anti-emperyalizm sevdası? Sayıları milyonlarla
ifade edilen insan topluluklarının derdi nedir?
Türkiye ile emperyalizmin ilişkileri Tayyip Erdoğan’la
birlikte mi başladı ki herkes bir “işbirlikçi
AKP” tutturmuş gidiyor?
Aslında olup bitenlerin bir cephesini anlamak
zor değil. İşbirlikçiler çetesi içinde kıyasıya
bir inisiyatif savaşı sürüyor ve bütün bu organizasyonların
Genelkurmay tarafından doğrudan koordine edildiğini
kimse gizlemek zahmetine katlanmıyor. Birkaç haftada
susturulan Nokta dergisinin son sayısında yayınlanan
belgelerde ordunun “madem cunta olmuyor, öyleyse
sivil hareket yaratalım” diyerek işe giriştiği
açık açık yazıyordu. AKP’yi sıkıştırmak, zora
düşürmek ve güçsüzleştirmek, bu arada da politik
alanı dengeleyebilecek diğer güçleri “birleşmeler”le
kuvvetlendirmek, vs. vs… Gelişmeler son bir ayda
çok yoğunlaşmışsa da aslında Genelkurmay’ın politik
atakları yeni olgular değildir. Bir yandan sürekli
darbe tehdidi, diğer yandan sokaktaki tepkiyi
çarpıtarak kullanmak bu inisiyatif politikalarının
esas taktikleridir.
Ama bütün bunların ötesinde bir başka olgu daha
var: Bu gün öyle görünüyor ki, genel olarak Türkiye
toplumundaki Amerikan düşmanlığı ve yoksulluğa,
yolsuzluğa, hırsızlığa karşı öfke, bir süredir
klasik burjuva partileri tarafından yeterince
emilemiyor. Özellikle Amerikan haydutluğu, bütün
dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yoğun bir nefretin
odak noktası haline gelmiş durumda ve burjuva
politikasının mevcut partileri bu konuda ciddi
bir yetersizlik sergiliyorlar. Daha doğrusu bu
bir “yetersizlik” değil; işbirlikçi politikaların
doğrudan temsilcisi olan bu partiler, her adımlarında
göz ucuyla Washington’u kollamak, bir yandan seçmeni
avuturken diğer yandan orayla arasını bozmamak
durumundalar. Ama bu -devrimci güçlerin de henüz
değerlendiremediği- boşluk, bir yandan da sıkıntılı
bir durum yaratıyor. IMF gelip gidiyor, yoksulluk
ve işsizlik sahte rakamların ötesinde bir noktaya
doğru derinleşiyor, sosyal mekanizmalar çökertiliyor
ve en önemlisi yanı başımızda, Irak’ta açık bir
hayvanlık gösterisi sürdürülüyor… Ve bütün bunlara
karşın burjuva ufukta yeni bir umut, yeni bir
avutucu söylem görünmüyor.
İşte böylesi koşullarda (aslında mitingler furyasından
çok önce başlayan) bir “ulusalcılık” demagojisi
ortalığı kaplıyor. Ama mitingler ortaya yeni bir
tablo çıkarıyor. Değişik yönelim ve motiflerle
hareket eden yüzbinlerce insan, bir araya geliyorlar,
daha doğrusu getiriliyorlar ve tam bir çelişkiler
dünyası ile karşılaşıyoruz. Kitlenin büyük ölçüde
orta sınıflardan oluştuğu ve faşist özlemleri
dillendirdiği söylenebilir; ama bütün toplulukları
böyle görmek de çok mantıklı değil. Tek bir duyguyla,
“Cumhuriyeti korumak” için bir araya geldikleri
söylense de aslında daha geniş bir toplamın söz
konusu olduğunu deneyimlerimizle ve gözlemlerimizle
biliyoruz. Yani önümüzde oldukça karışık bir durum
var. Bunun faşizan bir hareket olduğunu söylemek
mümkün ama aynı zamanda çok da kolay bir yoldur.
Bir yanda “ne lüzum var partilere” gibi laflar
duyulurken, diğer yanda “demokrasi”den söz edilmekte,
bir başka köşede ise “IMF’nin milleti soyup soğana
çevirdiği” dillendirilmektedir. Yani herkesi “faşist”
ilan edip bu işten kurtulmak devrimciler için
mümkün görünmüyor.
Sonuç olarak, düzenleyicilerin niyetleri ne olursa
olsun ortaya çıkan pratik tablo, bütün diğer olguların
yanında, emperyalizme karşı uzun süredir biriken
duyguların kendisine düzen-içi bir kanal bulduğudur.
Salt AKP’ye yöneltilen işbirlikçilik suçlaması
ve ordu dahil diğer işbirlikçi odakların temize
çıkarılmasıyla yanlış yerden çekilen bir kamplaşma
çizgisi, ABD karşıtlığıyla bulanmış Kürt düşmanlığı,
vs. bu duyguların iğdiş edilmesinin ifadesi olmaktadır.
Yanlış bir kamplaşma diyoruz; çünkü söz konusu
mitingler sırasında evinde oturan ya da fabrikasında
çalışan ve dini düşüncelerinden ötürü bu mitinge
gitmeyi aklından bile geçirmeyen bir başka kesim
de aslında Amerikan haydutluğu konusunda aynı
duygulara sahiptir.
Yanlış ama gerekli bir kamplaşma! Böylece genel
olarak tam da istenen yerden yanlış bir bölünme
gerçekleşiyor ve bu arada kitlelerin emperyalizmle,
işsizlik ve yoksullukla ilgili gerçek duyguları
kendi içine çöken, kendi saflarına yönelen bir
boğulmaya uğruyor. Alanlarda toplanan insanlar,
kim tarafından manipüle edilmiş olurlarsa olsunlar
tamamen homojen bir topluluk oluşturmuyorlar;
hatırı sayılır bir bölümü gerçekten içtenlikle
emperyalist hegemonyanın sona ermesini istiyor.
Ancak, alandakilerin hedef aldığı politik güçlerin
tabanındaki insanların da hatırı sayılır bir bölümü
emekçi ve onlar da Amerikan dostu değiller.
Türkiye, yalnızca dün değil, uzun süredir sergilenen
çok taraflı ve kapsamlı bir provokasyonla karşı
karşıyadır. En sağlam ABD müttefiki olan Genelkurmay
tarafından bizzat organize edilen bu provokasyon,
bir yandan genel bir şovenizm-linç dalgası yaratarak
faşizmi güçlendirmeyi hedefliyor; diğer yandan
da kitlelerdeki anti-emperyalist birikimi sorunun
özünden uzaklaştırmayı, tepkileri yanlış kanallara
akıtarak kurutmayı hedefliyor. Böylece bir toplumsal
gerginlik ve kamplaşma oluşuyor ama tamamen yanlış
bir yerden oluşuyor.
Sahte Bir Anti-Emperyalizm Olarak “Ulusalcılık”
“Ulusalcılık” adı altında anılan bulamaç gibi karışık
toplam da işte tam bu provokasyonun yan malzemesi
olarak ideolojik bir arka plan oluşturuyor. Kuvvetli
ve etkili bir arka plan değil; aslında çok net bir
tanımı da yok; sonuçta bu kategori içinde yer alanların
tümü Kemalizm referansını öne sürüyor ama zaten
Kemalizm’in kendisi de her dönem başka türlü tanımlanabiliyor.
Devrimcilere, Kürtlere balyoz gibi cezalar talep
etmiş eski savcılar, öğrenci harcama makinesi rektörler,
çoğu Kürt illerinde “icraat” yapmış emekli generaller,
Susurluk çetesinin güzide elemanları, Kahverengi
Gömlek giymeye pek meraklı yeni yetme gençler… Kendisine
“ulusalcı” diyen ideologlar kadrosu tam bir bulamaç
havası veriyor. Öyle ki, bazılarını Genelkurmay
bile zararlı buluyor ve genelgeler yayınlayıp ordu
tesislerine girmelerini yasaklıyor.
Hiçbir biçimde 68 havası değil! Salt biçimsel bazı
benzerliklerden hareketle böyle düşünmek son derece
yanlış. Aralarında Sıddık Sami Onar gibi üniversiteye
girmek isteyen polise göğsünü siper eden bir tane
rektör yok; aralarında yolu sonradan Kızıldere’ye
çıkacak olan bir tane Üsteğmen Saffet Alp yok; aralarında
bir tane postunu tehlikeye atacak Deniz Gezmiş yok…
Esasen bu cenahı bir araya getiren tek ortak payda
şovenizm ve Kürt düşmanlığından başkası değil.
Genel söylemleri de öyle…
Milliyetçilik kavramını mümkün olduğunca az kullanıyorlar;
çünkü bu kavramın kan ve irinle ne kadar kirlenmiş
olduğunun farkındalar. “Ulusalcılık” diyorlar ve
bu kavramın içi, “Türkiye’yi bölmek isteyen Amerika”,
“Fare gibi çoğalarak her yanı istila eden Kürtler”
ve “memleketi İran’a benzetmek isteyen şeriatçılar”
başlıklarından oluşan üç temel klişe ile doluyor.
Bu üçlüyü sol söyleme bulayarak süslemek isteyen
daha genç kesimlerde en yaygın eğilimler; buram
buram cahillik kokan abuk sabuk Marksizm ve enternasyonalizm
“eleştirileri” ve son derece uç noktada pervasız
Kürt düşmanlığı şeklinde gelişiyor. Che’nin aslında
milliyetçi olduğunu kanıtlamaya ayrılmış uzun uzun
yazılar, Marks’ın sömürgeci olduğuna dair müthiş
deliller, İngiltere İşçi Partisi’nin Irak işgaline
tam katılımını örnek göstererek “hani ne oldu işçi
enternasyonalizmi” sorusunu sorabilen bayağılıklar
bu grupların yayın organlarında birbirini izliyor.
El çabukluğu ile tüm solu “neoliberal dönek” ilan
etme ucuzlukları, ordu dalkavuklukları, “PKK terörü,
silahla bastırılacak, eşkıya gebertilecek ve sorun
morun kalmayacaktır” gibi Türkeşvari kasap öğütleri
ve nihayet bu kesimin en pervasız kalemlerinden
Gökçe Fırat’ın döktürdüğü “Türkoğlu Türklüğünü koru”
çağrıları… Ve bu 2000 model Orhun Kitabesi’in en
son öğüdü: “Her şeyden önce Türk üremelidir. Artan
her bir Türk bebesi, bizi Ergenokon’dan çıkartacak
bir kurtarıcıdır.”
Bu arada sözde Manifesto adı altında yazılan belgede
“hegemonyasını silahla kuran emperyalizm ancak silahla
yıkılabilir” gibi iri laflar eden Türk Solu güruhunun
şu ana kadar Türkiye’de cirit atan emperyalistlere
karşı bir marifet göstermemiş olduğunu da eklemeliyiz.
Daha fazla uzatmaya gerek yok. Burada bütün zırvaları
ele alıp inceleyecek değiliz. Ve zaten bütün bu
zevzekliklerin alanlarda yürüyen insanlar üzerinde
bir etkisi olduğu da söylenemez. Orada işleyen mekanizma,
“büyük teorisyen”lerin laf kalabalığına değil, Soros’tan
çok şey öğrenmiş olan Genelkurmay’ın organizasyon
yeteneğine bağlıdır. Yani, herkes biliyor, bu mitingler
amatör derneklerin ya da basında çok şişirilen üç-beş
kadın akademisyenin becerisinin ürünü de değildir.
Başka bir düğmeye basılması halinde, ne bu “beceri”ler,
ne de “ulusalcı” gevezelikler, üç kişiyi bile bir
araya getiremez, şimdiye kadar da getirememiştir.
Ancak bu metinlerin klasik istihbarat metinleri
olduğu ve Genelkurmay’ın “silahsız kuvvetler” dediği
güçlerin bir araya getirilip organize edilmesinde
bir rol oynadığı kesindir. Metinler kitleyi yönlendirmemekte
ama bir araya getirilen kitlelerin ruh haline, içlerinde
zaten var olan şovenist şeytana denk düşmektedir.
ABD’nin Türkiye’yi bölmek istediği demagojisi, bir
sabit fikirdir örneğin. “Kürt istilası” kavramı,
ekonomik sıkıntı arttıkça özellikle taşrada çok
“yararlı” bir hikayedir. Ve nihayet, İran ve Şeriat
fobisi tam da Washington politikalarının paralel
çizgisidir.
Sonuç olarak olan şey şudur: Her türlü şovenist
histeri ve faşizan eğilimle iç içe geçirilerek tam
bir bulamaç haline getirilen emperyalizm karşıtlığı
böylece fiilen boğulmakta, provokatif kamplaşmalar
içinde çarpılarak etkisiz hale gelmektedir. Bu,
kelimenin tam anlamıyla emperyalizme hizmettir ve
bu, yürütülmekte olan provokasyonun bütün diğer
politik amaçlarının yanında asli sonuçlarından biridir.
Anti-Emperyalizm: Başka Türlüsü Mümkün Değil
mi?
Elbette mümkün! Genelkurmay ve bütün diğer işbirlikçi
hiziplerin görülmesini istemediği, devrimci hareketin
de kendi sübjektif konumunun zayıflığından ötürü
henüz “gösteremediği” gerçek budur.
Evet, bu mümkündür.
Türkiye’de hem ulusların kendi kaderlerini tayin
hakkını sonuna dek tutarlı biçimde savunmak, hem
de Amerikan emperyalizmini bu coğrafyadan kovarak
özgür bir ülke kurmak mümkündür.
Türkiye’de hem emperyalizmin bütün kurum ve kuruluşlarını
defetmek, hem de son derece açıkça Kürt ulusunun
ayrılma hakkı dahil bütün haklarını tanımak ve
onlarla yeniden özgür-eşit-kardeşçe bir ilişki
inşa etmek mümkündür.
Esasen bunlar bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır.
Emperyalizme karşı mücadele, bir toprak-bayrak
meselesi değildir; o, bir özgürlük savaşıdır ve
gerçek bir özgürlük savaşı, başkalarını esaret
altında tutmayı hedefleyemez. Başkalarını ezenler
kendileri özgür olamazlar.
Aynı şekilde, hem komünist bir dünya perspektifine
sahip olmak, hem de bu toprakların bağımsızlığı
için savaşmak mümkündür. Mümkündür, gereklidir
ve zorunludur. Bağımsızlık, kesintisiz biçimde
sosyalizme yürüyecek olan devrimimizin olmazsa
olmaz ön şartıdır. Emperyalizmin bu coğrafyadan
sökülüp atılması ile devrimci bir Anadolu’nun
Kürt coğrafyasıyla onun kendi iradesi doğrultusunda
yeni bir ilişki kurması birbiriyle çelişmez. “Bağımsızlık”
ve “yurtseverlik” kavramlarının bir başka ulusun
katledildiği koşullarda “kuşkulu” hale gelmiş
olması ve şovenizmin elinde bir oyuncağa dönüşmesi,
tümüyle devrimci hareketin güçsüzlüğü koşullarında
gerçekleşmiş bir durumdur ve bu durumun ortadan
kaldırılarak kavramların yeniden inşa edilmesi
devrimci hareketin atılımıyla gerçekleşecektir.
Ve yine, hem sarsılmaz bir enternasyonalizme sahip
olmak, hem de üzerinde yaşadığımız topraklar için
savaşmak mümkündür. Mümkündür, gereklidir ve zorunludur.
Devrimimiz, kendi kaderini Ortadoğu başta olmak
üzere dünyanın bütün köşelerindeki emekçi halkların
kaderiyle birleştirir; asla kendisini kendi başarısıyla
sınırlamaz, dünyada emperyalizm ve kapitalizm
yüzünden acı çeken tek bir insan bile varsa onun
bütün acısını içinde duyar, onun için bütün olanaklarını
seferber eder.
Ve nihayet, hem bu toprakları sevmek, bu topraklar
uğruna ölecek kadar yurtsever olmak, hem de şovenist
soytarılıklardan uzakta dünya proletaryasının
yüce davasına bağlı kalmak mümkündür. Mümkündür,
gereklidir, zorunludur. Devrimimiz, kontr-gerilla
çamuruna bulanmamış, ırkçı katiller tarafından
kirletilmemiş, gurur duymaktan utanmayacağımız
yeni bir sosyalist Türkiye kimliğinin de yeniden
inşasıdır. Anti-emperyalist, anti-oligarşik devrim,
bu topraklar üzerinde yaşayan insanların uzun
yıllardır unutmuş olduğu şovenist ve kompleksli
olmayan, başka halklara saygı duyan ve saygı gören
yeni bir kimliği yaratacak ve uzun yıllardır ilk
kez insanlarımız başlarını onurla dik tutmanın
gururunu yaşayacaklardır.
Kıt zekalı şovenist şarlatanlar ne derse desin,
bütün bunlar bir düş değildir.
Anti-emperyalist, anti-oligarşik demokratik halk
devrimimiz, coğrafyamızdaki bütün emperyalist
güçleri kovacak, askeri üsler dahil olmak üzere
onların bütün kurum ve kuruluşlarını derhal söküp
atacak, NATO, IMF, DB başta olmak üzere bütün
emperyalist askeri-ekonomik-siyasi-kültürel kurumlarla
ilişkisini kesecek, bugüne dek yapılmış gizli
ya da açık bütün anlaşma, sözleşme, protokolleri
yırtıp atacak, bağımlılığı güvence altına almak
için icat edilmiş bütün uluslararası hukuk kurallarını
geçersiz sayacak, tümüyle özgür ve bağımsız bir
ülke inşa edecektir.
Anti-emperyalist, anti-oligarşik devrimimiz, emperyalist
güçlerle işbirliği içinde halklarımızı soyarak
semirmiş olan oligarşinin bütün temsilcilerinin
ve tüm tekellerin mal varlıklarına derhal el koyacak
ve bu ekonomik kaynakları demokratik bir merkezi
planlamayla yeni sosyalist düzenimizin inşasına
yöneltecektir.
Anti-emperyalist, anti-oligarşik devrimimiz, bu
soygun düzenini korumak için inşa edilen ve on
yıllardır sayısız katliamın, sayısız zulmün sorumlusu
olan oligarşik diktatörlüğü ortadan kaldıracak,
emperyalizmin hizmetindeki tüm baskı kurumlarını
tasfiye edecek ve yerine emekçi halkların devrimci
iktidarını, bu iktidarın demokratik, kitleler
tarafından denetlenebilir yeni organlarını inşa
edecektir. Eski zulüm düzeninin bütün ırkçı-şovenist
uygulamaları sona erdirilecek, bu coğrafya üzerinde
yaşayan bütün uluslar ve halkların yalnızca ve
yalnızca kendi özgür iradeleri geçerli olacaktır.
Ve nihayet devrimimiz, araya asla bir aşama koymaksızın,
daha iktidarının ertesi günü, kesintisiz biçimde
sosyalizmin inşasına girişecek ve bu inşa, dünya
devrimine, komünist bir uygarlık düzeyinin kurulmasına
dek bir an bile durmaksızın sürecektir. Bu amaçla
devrimimiz ve halklarımız, dünyanın geri kalanını
asla unutmayacak, hangi ülkede kim emperyalizme
karşı savaşmak istiyorsa bizim işçi kardeşliğimizi
mutlaka ama mutlaka yanı başında hissedecektir.
Türkiye devriminin ve devrimci sosyalist hareketin
bugünkü somut görevi, bugün düzen temsilcileri
tarafından karmakarışık hale getirilmiş bulunan
siyasi ortama böyle bir çizgi ve program üzerinden
müdahale etmek, emperyalizmin hizmetkârlarının
maskelerini aşağı indirerek emekçi kitlelerin
içinde yaşadığı alaca karanlık ortamı aydınlatmaktır.
Önümüzdeki süreç, devrimci sosyalist harekete
bu konuda tarihi sorumluluklar yüklemektedir.
Ve devrimci sosyalizm, kuşkusuz bu görevin bilincindedir.
|