Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

50. Sayı - Nisan 2007

Geçtiğimiz ay boyunca Abdullah Öcalan’ın İmralı’da belirli maddelerle sistematik olarak zehirlendiği iddiaları gündemden düşmedi. Öcalan’ın saç tellerinden örnekler üzerinde yapılan incelemelerde bu türden bulgulardan söz ediliyor ve bağımsız bir heyetin konuyu incelemesi avukatları tarafından isteniyordu.
Elbette sorun kamuoyunda değişik tepkiler yarattı. Böyle bir işin “pek güzel” olacağını, hatta daha “kestirmeden” de gidilebileceğini düşünenler de dahil herkes görüşlerini söyledi. Bir Adli Tıp heyeti de devleti “töhmet altında” kalmaktan kurtarmak amacıyla apar topar İmralı’ya gitti, vs.
Ama yine de sorun bitmedi. Kuşkusuz bu, her şeyden önce devletten bağımsız bir heyet değildi; ayrıca Adli Tıp kurumunun geçmişte işkence gibi konularda verdiği raporlar da doğrusu oldukça kuşkuluydu.
En önemlisi, onlarca yıldır “Osmanlı’da oyun çok” deyişinin doğruluğuna hep tanık olmuş olan Kürt halkı açısından kuşkular ortadan kalkmadı. Abdullah Öcalan, kim ne derse desin, bugün Kürt halkının yurtsever kesimlerinin hayli önemli bir bölümü tarafından politik önder olarak kabul edilmekte ve saygı görmektedir. Ve doğal olarak Kürt halkının önemli bir bölümü onun yaşamıyla ilgili olumsuz bir girişimi kendisine yapılmış saymaktadır. Yani, onun yaşamı ve sağlığı doğal olarak yalnızca Kürtleri değil, halkların kardeşliğine inanan herkesi ilgilendirmektedir.
Devletin ve “Mehmetçik” medyanın bu konudaki tutumu ise tümüyle saldırgan ve tahrik edicidir.
Ama asıl önemlisi, devletin ve medyanın tutumunun “Türk devletinin mertliği” gibi bir savunma noktasına dayanmasıdır. Hükümet sözcüsü ve Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in “devletimiz böyle şeylere tevessül etmez” sözü, “istesek yaparız ama bize yakışmaz” anlamında tam bir “dürüstlük” gösterisidir.
Peki gerçekten de durum böyle midir?
Yani, Türkiye Cumhuriyeti devleti, genel olarak bu topraklardaki sınıf mücadelesi boyunca ve özel olarak da son yirmi yıllık Kürt savaşı sırasında gerçekten “dürüst” ve “temiz” bir mücadele mi yürütmüştür?
1 Mayıs 1977’nin otuzuncu yıldönümünde, doğrusu bu çok anlamlı bir sorudur.
Yeniden soruyoruz: Devlet, muhaliflerine karşı, “kurallara uygun” centilmence bir mücadele mi yürütmektedir?

Karadeniz Sularından Kızıldere’ye
Bu sorunun yanıtı, kuşkusuz bir kısa cumhuriyet tarihi gezintisini gerektirir ve bu gezinin ilk durağı, elbette Trabzon açıklarında, içinde on beş komünistin olduğu şu malum balıkçı teknesidir. Devrimci Rusya’dan ülkelerine gelen Mustafa Suphi ve yoldaşları, Erzurum’da ölüm tehditleriyle karşılanarak Trabzon’a doğru sürüldüklerinde, onları kim karşılar? Topal Osman çetesinin adamı, Balıkçılar Kahyası Yahya! Kimdir bu adamlar? Doğrudan Ankara’ya bağlı çeteler değil midirler? Bunlardan bazıları sonradan Çankaya Köşkü’nün özel muhafız birliğini oluşturmamışlar mıdır? Peki aynı günlerde Suphi’lerin Erzurum’da hakaretlere uğradığı haberi Meclis’e geldiğinde dakikalarca alkışlanmaz mı? Ve en az bunlar kadar önemli olan bir diğer nokta ise, Suphilerin gelmeden önce Ankara'yla temas kurmaları, çalışmaları konusunda olumlu bir diyaloğun gelişmesi ve bir tür güvenlik güvencesi almış olmalarıdır... Ancak Ankara, bir yandan gülücükler gönderirken, bir yandan da çeteleri harekete geçirmiştir... Tuzak kurmak, arkadan hançerlemek bu değilse nedir?
Ve nihayet, “Suphi’lerin tasfiyesi Yunan’ın denize dökülmesinden daha önemli bir iş olmuştur” diyen şu yaşlı “tarihçi” sayıklıyor mu?
Ya daha sonrası? Komünistlere karşı düzenlenen onca provokasyon ve ajanlık faaliyetleri, Türkiye’nin en iyi öykü yazarı Sabahattin Ali’nin kurşunlanması, uydurma gerekçelerle düşünürlerin-yazarların yıllarca hapislerde süründürülmesi, vs.,vs…
Hatta arada düzenin iç muhaliflerini tasfiye etmek için kullanılan kuşkulu birtakım “suikast” iddiaları, bir zamanlar Maliye Nazırlığı yapmış adamların apar topar idam sehpalarına çıkarılması…
Peki, 1938’de Munzur’un kan akması, sayısı belirsiz bir yığın insanın bombardımanlarla yok edilmesi, çok “dürüstçe” ve “mertçe” midir? Dersim ayaklanmasının liderlerinden Alişer’i öldürtmek için akrabasını “istihdam” eden devlet, böylece “dürüst” bir yol mu izlemiştir?
6-7 Eylül 1955 olayları öncesinde, provokasyon yaratmak için Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evi bombalayan ve sonra yakalanan kişiler kimlerdir? Bunlardan Ergun Gökdeniz’in sonradan MİT görevine devam ettiği ve hatta 1 Mayıs 1977 günü Taksim’de olduğu bilinmeyen şeyler midir? Aynı olaydaki diğer MİT görevlisi sonradan uzun yıllar valilik yapmamış mıdır? Yani sonuç olarak bir provokasyonla kitleleri kışkırtıp bir günde yüzlerce kiliseyi yakıp yıkmak, azınlıklara saldırıp onları bu topraklardan kovmak, “kurallara uygun” mudur? Yassıada yargılamalarında bu işlere bizzat devlet tarafından “tenezzül” edildiği ortaya çıkmamış mıdır?
Peki, 1946’da Tan Matbaası’nı yakıp yıkan ırkçı sürüleri emri kimden almıştır?
Biraz daha yakına gelelim ve Cemil Çiçek’in sözlerinin doğruluğunu test etmeyi sürdürelim:
1960’lardan sonra faşist çeteyi örgütleyen ve onları “komando kampları”nda eğiten, sonra da devrimci öğrencilerin üzerine saldırtan devlet değil midir? Bu güçler CIA ve MİT tarafından desteklenip eğitilmemişler midir? Kanlı Pazar nasıl bir şeydir; akan kimin kanıdır, akıtan kimdir? Biraz anı kitapları karıştırsa Cemil Çiçek, bunun itiraflarını bulamaz mı?
Örneğin, 1960’ların sonunda Dr. Necdet Güçlü’yü öldüren faşistlerin kullandığı silah (Uğur Mumcu’nun defalarca seri numarasını yazıp kanıtladığı gibi) o dönemde üsteğmen olan Fehmi Altınbilek’in beylik tabancası değil midir? Aynı Altınbilek’in sonradan İbrahim Kaypakkaya’nın yaralı halde karda yürütülmesi ve işkenceyle öldürülmesi sonucu yeniden sahneye çıkması rastlantı mıdır?
Örneğin, şimdilerde “televizyon yorumculuğu” yapan Mahir Kaynak, 12 Mart 1971 cuntası öncesinde darbe yapmayı planlayan genç subayların içinde ajan olarak bulunup onları kışkırtan kişi değil midir? Yargılaması sırasında mahkeme heyeti bu gerçeği itiraf edip onu serbest bırakmamış mıdır?
Örneğin, yine 12 Mart günlerinde Kültür Sarayı ve vapurlar dahil olmak üzere bir dizi yangın ya da kundaklamayı “balyoz harekatı” için organize eden ya da bahane yapan ve neredeyse okur-yazar kim varsa işkencehanelere dolduran güç hangisidir? Altan Öymen ve İlhan Selçuk dahil yüzlerce kişi devletin kontr-gerilla teşkilatının gizli Ziverbey Köşkü işkencehanesinden geçmedi mi?
Örneğin, Kızıldere’de o gün kimler vardı? Yalnızca resmi devlet görevlileri mi? Başka ülkelerin, örneğin ABD’nin resmi görevlileri de operasyona katıldılar mı?

Dürüst (!) Operasyonlar…
Daha sonralarına gelelim…
Maraş katliamı, devletin “dürüst” işlerinden midir?
Onlarca insanı birkaç günde boğazlayan, yakan, gözlerini oyarak öldüren bu vahşi güruh, kendiliğinden mi ortaya çıktı? Bu çaptaki bir örganizasyon yalnızca Ülkü Ocakları’nın mı marifetiydi? Sonra Çorum’da yapılan deneme kimin eseriydi? Ecevit’in anı notları arasında katliamın MİT tarafından organize edildiğinin yazılı oluşu, oligarşinin en iğrenç yöntemlere başvurmaktan asla çekinmediğinin açık göstergesidir.
Bir 16 Mart günü, İstanbul Üniversitesi’nin önünde öğrencilerin üzerine bomba atarak 7 kişiyi öldürenler kimin desteğindeydi? Hrant Dink olayının organize edildiği Trabzon’da emniyet müdürü olan Reşat Altay, o günlerde İstanbul’da hangi görevdeydi? “Dürüst” ve “mert” devlet, neden onca yıldır konuyla ilgili MİT belgelerini ilgili mahkemeye vermiyor?
Ve nihayet 1 Mayıs 1977 günü Taksim’i kim kana buladı?
İşçi sınıfının bayramını kutlamaya gelmiş olan emekçilerin üzerine ateş açmak, Türk Devleti’nin “tevessül etmeyeceği” işler listesinde var mıdır, yok mudur? Intercontinental Oteli’nin pencerelerinde ve Sular İdaresi’nin duvarında kimler vardır o gün?
Ve daha bir yığın katliam, kıyım ve provokasyon…

Daha Yakın Tarihe Gelirsek…
Biraz daha yakına gelirsek ve böylece İmralı’ya doğru da yaklaşırsak Cemil Çiçek’in durumu iyice zorlaşır.
Son derece açık, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, eski katliam sanığı Çatlı, Kırcı gibi faşistleri, bin türlü kirli sabıkası olan itirafçıları ve resmi görevlileri bir araya getirerek bir kont-gerilla örgütü kurarak cinayetler işlemiş midir, işlememiş midir? Üstelik şimdi abartılarak, faşist caniler adeta kahraman ilan edilerek ortaya serilenler; yurtdışında ermeni ibadet yerlerinin ve mezarlıklarının bombalanması, vb... Neyi gösteriyor? Pis işler kimlerin elinde biçimleniyor? Susurluk’ta açığa çıkan çete, üç-beş kişinin basit bir organizasyonu mudur? Bu kontra örgütler, 1990’lar boyunca yüzlerce insanı katletmiş midir? Aynı dönemde bir dolu insan hiçbir iz bırakmadan kaybedilmemiş midir?
Peki kendi yurttaşlarına “dışkı” yediren bir organizasyon gerçekten mert midir?
Peki, en son Şemdinli’de ortaya çıkan çetenin elemanları Cemil Çiçek’in devletinin değil de başka bir devletin görevlileri midir?
Yine 1990’lar boyunca Hizbullah denilen bir vahşi cinayet çetesi bizzat devlet tarafından korunup kollanmış mıdır?
Ve nihayet, bir polis muhbiri, bir Ermeni aydınının öldürüleceği üzerine 17 kez ihbarda bulunmuş ve sonunda cinayet gerçekleşmişse ve üstüne üstlük katil karakollarda kahraman gibi karşılanmışsa, bu cinayet kimin eseridir?

Mertlik Edebiyatı ve Gerçek…
Şimdi Cemil Çiçek’e yeniden dönelim ve soralım:
“Mert” ve “dürüst” Türk Devleti, gerçekten böyle işlere “tevessül” etmez mi?
Bize bunun garantisini verebiliyor mu?
Türk devletinin yaptıkları yapacaklarının teminatı mıdır, değil midir?
Bütün bu olaylarla Cemil Çiçek’in açıklamalarını yan yana koyduğumuzda manzara açıktır. Abdullah Öcalan’ın zehirlendiği iddiası doğrudur ya da yanlıştır, bu ayrı bir tartışma; ama bu tartışmanın dışında, kesin olan şey, “Türk devleti şöyle şeyler yapar, şöyle şeyler yapmaz” yolundaki açıklamaların kimseye güven vermediğidir.
Şimdiye dek yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz şey, Türk devletinin her şeyi yapabileceği yönündedir. Bunun aksini kanıtlayacak bir veriyle de henüz karşılaşmış değiliz.
O yüzden, yapılması gereken şey, en azından Abdullah Öcalan’ın ve bütün siyasi tutsakların bir an önce tecrit halinden çıkarılması ve en azından normal insani haklarına kavuşturulmasıdır.
Bütün bunlar, en azından şimdilik bu kadarı yapılmadığı sürece ekranlara çıkıp “Türk Devleti’nin dürüstlüğü”nden söz etmek boş laf etmektir.
Tam da 1 Mayıs 2007’de, 77 Katliamı’nın 30. yılında, kimse bize “mertlik”ten söz etmesin!



 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19