Geçtiğimiz ay boyunca Abdullah Öcalan’ın İmralı’da
belirli maddelerle sistematik olarak zehirlendiği
iddiaları gündemden düşmedi. Öcalan’ın saç tellerinden
örnekler üzerinde yapılan incelemelerde bu türden
bulgulardan söz ediliyor ve bağımsız bir heyetin
konuyu incelemesi avukatları tarafından isteniyordu.
Elbette sorun kamuoyunda değişik tepkiler yarattı.
Böyle bir işin “pek güzel” olacağını, hatta daha
“kestirmeden” de gidilebileceğini düşünenler de
dahil herkes görüşlerini söyledi. Bir Adli Tıp
heyeti de devleti “töhmet altında” kalmaktan kurtarmak
amacıyla apar topar İmralı’ya gitti, vs.
Ama yine de sorun bitmedi. Kuşkusuz bu, her şeyden
önce devletten bağımsız bir heyet değildi; ayrıca
Adli Tıp kurumunun geçmişte işkence gibi konularda
verdiği raporlar da doğrusu oldukça kuşkuluydu.
En önemlisi, onlarca yıldır “Osmanlı’da oyun çok”
deyişinin doğruluğuna hep tanık olmuş olan Kürt
halkı açısından kuşkular ortadan kalkmadı. Abdullah
Öcalan, kim ne derse desin, bugün Kürt halkının
yurtsever kesimlerinin hayli önemli bir bölümü
tarafından politik önder olarak kabul edilmekte
ve saygı görmektedir. Ve doğal olarak Kürt halkının
önemli bir bölümü onun yaşamıyla ilgili olumsuz
bir girişimi kendisine yapılmış saymaktadır. Yani,
onun yaşamı ve sağlığı doğal olarak yalnızca Kürtleri
değil, halkların kardeşliğine inanan herkesi ilgilendirmektedir.
Devletin ve “Mehmetçik” medyanın bu konudaki tutumu
ise tümüyle saldırgan ve tahrik edicidir.
Ama asıl önemlisi, devletin ve medyanın tutumunun
“Türk devletinin mertliği” gibi bir savunma noktasına
dayanmasıdır. Hükümet sözcüsü ve Adalet Bakanı
Cemil Çiçek’in “devletimiz böyle şeylere tevessül
etmez” sözü, “istesek yaparız ama bize yakışmaz”
anlamında tam bir “dürüstlük” gösterisidir.
Peki gerçekten de durum böyle midir?
Yani, Türkiye Cumhuriyeti devleti, genel olarak
bu topraklardaki sınıf mücadelesi boyunca ve özel
olarak da son yirmi yıllık Kürt savaşı sırasında
gerçekten “dürüst” ve “temiz” bir mücadele mi
yürütmüştür?
1 Mayıs 1977’nin otuzuncu yıldönümünde, doğrusu
bu çok anlamlı bir sorudur.
Yeniden soruyoruz: Devlet, muhaliflerine karşı,
“kurallara uygun” centilmence bir mücadele mi
yürütmektedir?
Karadeniz Sularından Kızıldere’ye
Bu sorunun yanıtı, kuşkusuz bir kısa cumhuriyet
tarihi gezintisini gerektirir ve bu gezinin ilk
durağı, elbette Trabzon açıklarında, içinde on
beş komünistin olduğu şu malum balıkçı teknesidir.
Devrimci Rusya’dan ülkelerine gelen Mustafa Suphi
ve yoldaşları, Erzurum’da ölüm tehditleriyle karşılanarak
Trabzon’a doğru sürüldüklerinde, onları kim karşılar?
Topal Osman çetesinin adamı, Balıkçılar Kahyası
Yahya! Kimdir bu adamlar? Doğrudan Ankara’ya bağlı
çeteler değil midirler? Bunlardan bazıları sonradan
Çankaya Köşkü’nün özel muhafız birliğini oluşturmamışlar
mıdır? Peki aynı günlerde Suphi’lerin Erzurum’da
hakaretlere uğradığı haberi Meclis’e geldiğinde
dakikalarca alkışlanmaz mı? Ve en az bunlar kadar
önemli olan bir diğer nokta ise, Suphilerin gelmeden
önce Ankara'yla temas kurmaları, çalışmaları konusunda
olumlu bir diyaloğun gelişmesi ve bir tür güvenlik
güvencesi almış olmalarıdır... Ancak Ankara, bir
yandan gülücükler gönderirken, bir yandan da çeteleri
harekete geçirmiştir... Tuzak kurmak, arkadan
hançerlemek bu değilse nedir?
Ve nihayet, “Suphi’lerin tasfiyesi Yunan’ın denize
dökülmesinden daha önemli bir iş olmuştur” diyen
şu yaşlı “tarihçi” sayıklıyor mu?
Ya daha sonrası? Komünistlere karşı düzenlenen
onca provokasyon ve ajanlık faaliyetleri, Türkiye’nin
en iyi öykü yazarı Sabahattin Ali’nin kurşunlanması,
uydurma gerekçelerle düşünürlerin-yazarların yıllarca
hapislerde süründürülmesi, vs.,vs…
Hatta arada düzenin iç muhaliflerini tasfiye etmek
için kullanılan kuşkulu birtakım “suikast” iddiaları,
bir zamanlar Maliye Nazırlığı yapmış adamların
apar topar idam sehpalarına çıkarılması…
Peki, 1938’de Munzur’un kan akması, sayısı belirsiz
bir yığın insanın bombardımanlarla yok edilmesi,
çok “dürüstçe” ve “mertçe” midir? Dersim ayaklanmasının
liderlerinden Alişer’i öldürtmek için akrabasını
“istihdam” eden devlet, böylece “dürüst” bir yol
mu izlemiştir?
6-7 Eylül 1955 olayları öncesinde, provokasyon
yaratmak için Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evi
bombalayan ve sonra yakalanan kişiler kimlerdir?
Bunlardan Ergun Gökdeniz’in sonradan MİT görevine
devam ettiği ve hatta 1 Mayıs 1977 günü Taksim’de
olduğu bilinmeyen şeyler midir? Aynı olaydaki
diğer MİT görevlisi sonradan uzun yıllar valilik
yapmamış mıdır? Yani sonuç olarak bir provokasyonla
kitleleri kışkırtıp bir günde yüzlerce kiliseyi
yakıp yıkmak, azınlıklara saldırıp onları bu topraklardan
kovmak, “kurallara uygun” mudur? Yassıada yargılamalarında
bu işlere bizzat devlet tarafından “tenezzül”
edildiği ortaya çıkmamış mıdır?
Peki, 1946’da Tan Matbaası’nı yakıp yıkan ırkçı
sürüleri emri kimden almıştır?
Biraz daha yakına gelelim ve Cemil Çiçek’in sözlerinin
doğruluğunu test etmeyi sürdürelim:
1960’lardan sonra faşist çeteyi örgütleyen ve
onları “komando kampları”nda eğiten, sonra da
devrimci öğrencilerin üzerine saldırtan devlet
değil midir? Bu güçler CIA ve MİT tarafından desteklenip
eğitilmemişler midir? Kanlı Pazar nasıl bir şeydir;
akan kimin kanıdır, akıtan kimdir? Biraz anı kitapları
karıştırsa Cemil Çiçek, bunun itiraflarını bulamaz
mı?
Örneğin, 1960’ların sonunda Dr. Necdet Güçlü’yü
öldüren faşistlerin kullandığı silah (Uğur Mumcu’nun
defalarca seri numarasını yazıp kanıtladığı gibi)
o dönemde üsteğmen olan Fehmi Altınbilek’in beylik
tabancası değil midir? Aynı Altınbilek’in sonradan
İbrahim Kaypakkaya’nın yaralı halde karda yürütülmesi
ve işkenceyle öldürülmesi sonucu yeniden sahneye
çıkması rastlantı mıdır?
Örneğin, şimdilerde “televizyon yorumculuğu” yapan
Mahir Kaynak, 12 Mart 1971 cuntası öncesinde darbe
yapmayı planlayan genç subayların içinde ajan
olarak bulunup onları kışkırtan kişi değil midir?
Yargılaması sırasında mahkeme heyeti bu gerçeği
itiraf edip onu serbest bırakmamış mıdır?
Örneğin, yine 12 Mart günlerinde Kültür Sarayı
ve vapurlar dahil olmak üzere bir dizi yangın
ya da kundaklamayı “balyoz harekatı” için organize
eden ya da bahane yapan ve neredeyse okur-yazar
kim varsa işkencehanelere dolduran güç hangisidir?
Altan Öymen ve İlhan Selçuk dahil yüzlerce kişi
devletin kontr-gerilla teşkilatının gizli Ziverbey
Köşkü işkencehanesinden geçmedi mi?
Örneğin, Kızıldere’de o gün kimler vardı? Yalnızca
resmi devlet görevlileri mi? Başka ülkelerin,
örneğin ABD’nin resmi görevlileri de operasyona
katıldılar mı?
Dürüst (!) Operasyonlar…
Daha sonralarına gelelim…
Maraş katliamı, devletin “dürüst” işlerinden midir?
Onlarca insanı birkaç günde boğazlayan, yakan,
gözlerini oyarak öldüren bu vahşi güruh, kendiliğinden
mi ortaya çıktı? Bu çaptaki bir örganizasyon yalnızca
Ülkü Ocakları’nın mı marifetiydi? Sonra Çorum’da
yapılan deneme kimin eseriydi? Ecevit’in anı notları
arasında katliamın MİT tarafından organize edildiğinin
yazılı oluşu, oligarşinin en iğrenç yöntemlere
başvurmaktan asla çekinmediğinin açık göstergesidir.
Bir 16 Mart günü, İstanbul Üniversitesi’nin önünde
öğrencilerin üzerine bomba atarak 7 kişiyi öldürenler
kimin desteğindeydi? Hrant Dink olayının organize
edildiği Trabzon’da emniyet müdürü olan Reşat
Altay, o günlerde İstanbul’da hangi görevdeydi?
“Dürüst” ve “mert” devlet, neden onca yıldır konuyla
ilgili MİT belgelerini ilgili mahkemeye vermiyor?
Ve nihayet 1 Mayıs 1977 günü Taksim’i kim kana
buladı?
İşçi sınıfının bayramını kutlamaya gelmiş olan
emekçilerin üzerine ateş açmak, Türk Devleti’nin
“tevessül etmeyeceği” işler listesinde var mıdır,
yok mudur? Intercontinental Oteli’nin pencerelerinde
ve Sular İdaresi’nin duvarında kimler vardır o
gün?
Ve daha bir yığın katliam, kıyım ve provokasyon…
Daha Yakın Tarihe Gelirsek…
Biraz daha yakına gelirsek ve böylece İmralı’ya
doğru da yaklaşırsak Cemil Çiçek’in durumu iyice
zorlaşır.
Son derece açık, Türkiye Cumhuriyeti Devleti,
eski katliam sanığı Çatlı, Kırcı gibi faşistleri,
bin türlü kirli sabıkası olan itirafçıları ve
resmi görevlileri bir araya getirerek bir kont-gerilla
örgütü kurarak cinayetler işlemiş midir, işlememiş
midir? Üstelik şimdi abartılarak, faşist caniler
adeta kahraman ilan edilerek ortaya serilenler;
yurtdışında ermeni ibadet yerlerinin ve mezarlıklarının
bombalanması, vb... Neyi gösteriyor? Pis işler
kimlerin elinde biçimleniyor? Susurluk’ta açığa
çıkan çete, üç-beş kişinin basit bir organizasyonu
mudur? Bu kontra örgütler, 1990’lar boyunca yüzlerce
insanı katletmiş midir? Aynı dönemde bir dolu
insan hiçbir iz bırakmadan kaybedilmemiş midir?
Peki kendi yurttaşlarına “dışkı” yediren bir organizasyon
gerçekten mert midir?
Peki, en son Şemdinli’de ortaya çıkan çetenin
elemanları Cemil Çiçek’in devletinin değil de
başka bir devletin görevlileri midir?
Yine 1990’lar boyunca Hizbullah denilen bir vahşi
cinayet çetesi bizzat devlet tarafından korunup
kollanmış mıdır?
Ve nihayet, bir polis muhbiri, bir Ermeni aydınının
öldürüleceği üzerine 17 kez ihbarda bulunmuş ve
sonunda cinayet gerçekleşmişse ve üstüne üstlük
katil karakollarda kahraman gibi karşılanmışsa,
bu cinayet kimin eseridir?
Mertlik Edebiyatı ve Gerçek…
Şimdi Cemil Çiçek’e yeniden dönelim ve soralım:
“Mert” ve “dürüst” Türk Devleti, gerçekten böyle
işlere “tevessül” etmez mi?
Bize bunun garantisini verebiliyor mu?
Türk devletinin yaptıkları yapacaklarının teminatı
mıdır, değil midir?
Bütün bu olaylarla Cemil Çiçek’in açıklamalarını
yan yana koyduğumuzda manzara açıktır. Abdullah
Öcalan’ın zehirlendiği iddiası doğrudur ya da
yanlıştır, bu ayrı bir tartışma; ama bu tartışmanın
dışında, kesin olan şey, “Türk devleti şöyle şeyler
yapar, şöyle şeyler yapmaz” yolundaki açıklamaların
kimseye güven vermediğidir.
Şimdiye dek yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz şey,
Türk devletinin her şeyi yapabileceği yönündedir.
Bunun aksini kanıtlayacak bir veriyle de henüz
karşılaşmış değiliz.
O yüzden, yapılması gereken şey, en azından Abdullah
Öcalan’ın ve bütün siyasi tutsakların bir an önce
tecrit halinden çıkarılması ve en azından normal
insani haklarına kavuşturulmasıdır.
Bütün bunlar, en azından şimdilik bu kadarı yapılmadığı
sürece ekranlara çıkıp “Türk Devleti’nin dürüstlüğü”nden
söz etmek boş laf etmektir.
Tam da 1 Mayıs 2007’de, 77 Katliamı’nın 30. yılında,
kimse bize “mertlik”ten söz etmesin!
|