Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

50. Sayı - Nisan 2007

Giriş
Dünya, 1990’ların fırtınalı çöküşünden sonra 2000’li yıllara karanlık bir insanlık tablosuyla girdi. Ama sonra, daha aradan birkaç yıl geçmeden, bu karanlığın aslında tam da zifiri bir karanlık olmadığı ya da en azından karanlıktan beslenen güçlerin umduğu kadar koyu olmadığı ortaya çıktı. Yeryüzünün dört bir köşesinden değişik sesler gelmeye başladı; insanlığın binlerce yıllık özgürlük, eşitlik ve dayanışma davasının sanıldığından daha köklü temellere sahip olduğu ve birkaç darbe ile ortadan kalkmadığı, kalkmayacağı anlaşılmaya başlandı. Kapitalizmin insanlığa mutluluk ve özgürlük getirme gibi bir yeteneğe ve ufka sahip olmadığı, daha çöküş sonrasındaki ilk yirmi yılda yeniden kanıtlandı; emperyalist sistemin kendi krizine çözüm olarak ürettiği ve toplumsal güçlerin zayıf olduğu koşullarda ilk adımlarını attığı vahşi politikalar, şimdi emekçilerin isyan eğilimi ve pratiği olarak geriye dönmeye başlıyor.
Belki henüz şafak sökmüş değil, belki henüz çok belirgin ve haritaları yerinden oynatacak büyük nitelik sıçramalarıyla karşılaşmış değiliz; ama yeni-sömürgeler cephesinden metropollere kadar uzanan toplumsal kaynaşma ve devrimci kıpırdanmanın, gelecek için ciddi umutlar verdiği, ciddi birikimler yarattığı kesindir.
Öte yandan, 1990 miladıyla başlayan dönem, kuşkusuz yeni bir tarihsel süreç anlamına geliyordu. Dünya bu milat sonrasında, her cephede kapsamlı ve çarpıcı değişiklikler yaşadı. Her yeni tarihsel süreçte olduğu gibi bu dönemde de dünya tablosunun bütün unsurları yerinden oynadı ve yeniden biçimlendi. Emperyalistler arası ilişkilerden hegemonya biçimlerine, kapitalist üretimin sektörel bileşiminden bu üretimin gerçekleştirilme biçimlerine ve sömürü-bağımlılık ilişkilerine dek bir dizi alanda nispeten yeni olgularla karşılaştık ya da daha doğrusu, bir önceki sürecin içinde mayalanan, hatta belirmeye başlayan biçimler ve ilişkiler başat olgular haline geldiler.
Sonuçta, birçok yazımızda, sınırsız emperyalist hegemonya, neoliberal vahşi kapitalist düzen ve postmodern gericilik üçlemesiyle kabaca tanımladığımız yeni durumla karşı karşıya geldik. Bu, Türkiye açısından da, bir yandan emperyalist sömürü ilişkilerinin model değişimine uğraması ve oligarşik yapının bileşenlerinin değişmesi, vb. anlamına gelirken, diğer yandan da daha derinleştirilmiş bir yeni-sömürge ilişkisini ortaya çıkardı.
Ancak, öte yandan, her yeni tarihsel süreçte olduğu gibi, günümüzde de değişen yalnızca kapitalist işleyişin biçimleri ve emperyalist güç ilişkileri olmadı. Aynı zamanda, emperyalist-kapitalist cephenin karşısında duran güçlerin, yani proletaryanın ve uluslararası sosyalist hareketin de koordinatları yerinden oynadı. Bu güçler, yeni süreçte sadece kapitalist sistemin tablosunu yeniden değerlendirip yeni devrimci atılım yolları bulmak göreviyle karşı karşıya kalmadılar. Onlar, yıkımın ardından, kendi nihai hedefleri ve kurmak istedikleri politik-ekonomik-toplumsal-kültürel düzen bakımından da yeniden düşünmek ve sorgulamalar-çözümlemeler yapmak zorundaydılar. Tarihsel süreçler zaten genel olarak -az önce söylediğimiz gibi- tek yönlü değil, çok yönlü ve çok cepheli değişiklikler yaratırlar. Her yeni tarihsel süreç, dünya tablosunun birbirine karşıt ya da birbiriyle bağlaşık bütün unsurlarını az ya da çok değiştirir, biçimlendirir ve devrimci hareketin programatik belgeleri, mücadele-örgüt biçimleri ve hatta kadro tipleri de bundan muaf değildir. Böylesi süreçlerde taşlar yerine oturdukça, devrimci hareketler dönüp kendilerine bakarlar ve mevcut durum üzerine olduğu kadar kendi gelecekleri ve geçmişleri üzerine de tartışmalar yürütürler. Ve doğal olarak, bu çözümleme çabası 1990 çöküşü gibi bir olgunun ardından yapılıyorsa, yeni bir çağın bilimsel sosyalist aydınlanması, kendisini ortaya en çok geçmiş sosyalizm deneyimin eleştirisinden süzülerek yaratılacak yeni bir programatik çerçeve üzerinden ortaya koyabilir. Bu, komünizme doğru yürüyüşü kesintisiz sürdürmek isteyenlerin önünde duran somut bir görevdir.
Bu görev, 1990’ların henüz sıcak olan ortamında kendisini yakıcı bir biçimde ortaya koyduğunda, “erken dönem” diyebileceğimiz bu ilk tartışma anlarından itibaren dünya devrimci hareketi ve özel olarak tek tek bütün devrimci hareketler, birkaç somut seçenekle karşı karşıya geldiler:
Bu seçeneklerden birincisi, umutsuzluk içinde dağılıp gitmek yerine (ki tümüyle karşı cepheye yazılanları zaten bu tartışmaya dahil etmiyoruz) postmodern kahinlerin yumurtladığı “yeni” sosyalizm ilkelerini (!), “hakiki sosyalizmin” yeni icatlarını aynen kabullenerek ruhunu kurtarmaktı. Bu, elbette bir tür “yenilenme” idi ama çukur da nasıl bir “derinlik” sayılabilirse o kadar! Yani bu “yenilenme” aslında, geriye, kapitalist piyasacı-liberal görüşlerin biraz deforme edilmiş hallerine “geri dönüş” anlamına geliyordu. Keşfedilen şey, çöplerin ve süprüntülerin arasından çıkarılarak yeniden parlatılmış bir şeydi; onda aranan türlü hikmetler de uzun süre önce bizzat Marks ve Engels tarafından çürütülmüş şeylerdi. Bütünlüklü çözümleme ve mücadele fikrini çoktan aforoz etmiş olan postmodernizmin koltuk değneğiyle yürüyen bu “geriye doğru yenilenme” harekatı, problemin Marksizmin bizzat kendisinde olduğu “tespiti”nden başlayarak işçi sınıfının tarihsel misyonunun ve partinin öncülüğünün reddine kadar ulaşmış ve sonuçta bayağı liberalizmin bataklığına varmıştır.
Diğer seçenek, düşüncesizce bir “muhafazakârlık” türüydü. Kendini koruma anlamında bu tutum belki iyiydi, hoştu ama gelecek için sunabileceği bir perspektif yoktu. Acılar içinde kıvranan emekçi sınıfların umutsuzluğunu ortadan kaldıracak bir veri oluşturmuyordu. Şüphesiz proletarya kitleleri, biz ortaya iyi perspektifler koyduk diye hayata ve geleceğe daha fazla bağlanacak değillerdir; elbette bu, uzun ve zorlu bir mücadele sürecinin ürünü olacaktır. Ama devrimci yenilenme ihtiyacını hissetmeyen, bunun için çaba göstermeyen, yeni bir perspektif ve gelecek projesiyle kendini şekillendirmeyen devrimci güçlerin de böyle bir uzun soluklu mücadele sürecini örgütlemesi, emekçi kitlelere güven vermesi mümkün değildi.
Üçüncü seçenek ise devrimci bir yenilenmeydi... Marksizm-Leninizmin temel referanslarına dayanarak dünyayı yeniden yorumlamak, yeni tarihsel sürecin olgularını kavramak ve yeni bir atılım-sıçramanın yolunu aramak...
Şüphesiz böyle bir atılım arayışının ve devrimci yenilenmenin en önemli öğelerinden biri, geçmiş sosyalist deneyimin eleştirisi üzerinden yürümek, onu yok saymadan ama onu devrimci bir çözümlemeyle aşarak ortaya yeni bir program koymaktır. Artık bir devrimci partinin programı, örnek olsun, 1960-70 yıllarının klasik tarzı üzerinden yazılamaz. Yaşanmış gerçekliği, yani reel sosyalizmin çöküşünü yok sayan, onun eleştirisi üzerinden ortaya konulacak yeni bir sosyalist proje ihtiyacını kendisine görev edinmeyen bir devrimci program, tümüyle saçma ve akıldışı olması bir yana, pratikte de hitap ettiği emekçi kitleler bakımından bir anlam ifade etmeyecektir. Bir eleştiri olsun diye değil, bir durum tespiti anlamında söylüyoruz, “neyin-nasıl yıkılacağı” konusuna “neyin-nasıl kurulacağı”ndan daha fazla ağırlık veren bir program ve perspektif, 1960’lı, 70’li yıllarda yerine getirdiği fonksiyonları bugün yerine getiremez. 1960-70’li yılların programatik çerçevesinin böyle olması, dönemin doğası gereğidir. Oysa, çöküş deneyiminden geçmiş ve çöküş sonrasının pervasızlığını yaşamış ve yaşamakta olan bir proletarya kitlesine hitap ediyorsanız eğer, “neyin-nasıl kurulacağı”nı da “neyin-nasıl yıkılacağı” sorunu kadar önemseyen, komplike bir “yıkım-yapım” proje ve perspektifine ihtiyacınız vardır. Daha doğrusu, proletarya kitlelerinin bugünkü somut noktada ne talep ettiğinden de bağımsız olarak, sizin zihniniz bu konuda berrak ve tereddütsüz olmalıdır. Çünkü bu konuda yapacağınız çözümlemeler ve ortaya koyacağınız programatik çerçeve, sizin bugünkü politik ve örgütsel pratiğinizi birebir etkileyecek, gelecek projenizle şimdiki ilişkileriniz birbirini şekillendirecektir.
Dolayısıyla, devrimci yenilenme çizgisi, bu alanda da, hatta özellikle ve öncelikle bu alanda ortaya ciddi bir çözümleme çabası koyarak yeni bir perspektifin ana çizgilerini çekmek zorundadır. Devrimci sosyalist hareket, bu ağır ve zorlu görevin farkındadır; esasen onun varlık nedenlerinden biri de budur.

Yöntem Üzerine Hatırlatmalar
Konuyu ele alırken, daha en baştan büyük bir rahatlıkla söylenebilir ki, devrimci sosyalist hareket bu konuda geçmişinden gelen avantajlara ve köklü bir Marksist-Leninist birikime sahiptir. Türkiye’de devrimci sosyalist hareketin ilk önder kuşağı, THKP-C kurucuları, bazen iddia edildiği gibi salt reformizme duyulan tepkiden ya da savaşma arzusuna yol açan bir gençlik ateşinden doğmadı. Aynı yıllarda dünyanın başka köşelerinde devrim arzusuyla yanıp tutuşan ama özelikle parti, örgüt, öncülük gibi konularda oldukça zayıf temellere yaslanan hareketler de vardır. Oysa devrimci sosyalist hareketimizin ilk öncü kuşağı, daha baştan itibaren kendisini sağlam Marksist referanslar ve ciddi bir okuma-anlama çabası üzerinden var etmiştir. Evet, belki o, kendi yolunu savaş içersinde yavaş yavaş bulmuştur ama bu, savaşın gerekleri uğruna düşünme çabasından vazgeçen dar pratikçi bir tutum olmamıştır.
Böylece bu ilk kuşak, belki reel sosyalizmin detaylı eleştirisi ve yeni bir sosyalizm programının inşası anlamında çok şey yapmamıştır ama kendisini ve kendisinden doğan sonraki kuşakları şabloncu-klişeci anlayışlardan uzak tutmayı başarmış, belirli bir bağımsız düşünme kapasitesini korumuştur. Birçoklarının sandığının aksine THKP-C geçmişinden ve Mahir’den bugüne kalan tek miras, Türkiye üzerine yaptığı çözümlemeler ve ortaya koyduğu politik strateji değildir; en az bunun kadar önemli olan bir başka miras da işte bu bağımsız düşünme ve uluslararası sosyalist hareketin belli odaklarına körü körüne bağlılıktan uzak durma tavrıdır. 1970’li yıllardan bu yana devrimci sosyalist hareketi konjonktürel karışıklıkların içinde sürüklenmekten alıkoyan şey, bu bakıştır. Solda zaman zaman “orta yolculuk” olarak küçümsenen bu doğru tutum sayesindedir ki, devrimci sosyalist hareket, keyfi teorik belirlemelerle herkesi “emperyalist” ya da “sosyal faşist” ilan eden çizgilerin kafa karışıklığına kendisini kaptırmamış, yeni düşüncelere zihnini kapatmamıştır.
Devrimci yenilenme çizgisi, yeni bir sosyalist projeyi tartışır ve inşa ederken kuşkusuz bu olumlu mirası bir arka plan olarak kabul edecektir. Bugün de kendi yolumuzda yürürken, dünyanın diğer köşelerindeki deneyimleri büyük bir dikkatle incelemek, onlardan yararlanmak ve onları emperyalist haydutlara karşı savunmak ama kendimizi hiçbir zaman X ülkesinin, Y partisinin -bu ülke ve partiyi ne kadar doğru ve kendimize yakın bulursak bulalım- sabitlenmiş izleyicisi olarak görmemek, temel tutumumuz olacaktır.
Bu, Marksizm-Leninizmin temel referanslarının esas teorik-politik zeminimiz olduğu anlamına gelir. Devrimci sosyalist hareket, Marksizm-Leninizmin temel tezlerinin “eskimişliği” üzerine geçmişten beri yapılan spekülasyonlara hiçbir değer biçmemektedir. Devrimci yenilenme, devrim için yenilenmedir; komünist dünya hedefinden vazgeçmeye kılıf aramak için yürütülen bir simyacılık çabası değil.
Böyle bir yaklaşım, aynı zamanda geçmişe, toplam olarak devrimler sürecine ve reel sosyalist deneyime bakarken de önümüzü açar. Biz, o eleştirel aşma çabasının içinde yürürken de Marksizm-Leninizmin temel tezlerini referans alırız ve şu ya da bu tarihsel andaki olguları bu tezlerin ışığında irdeleriz. Dolayısıyla, bir belirli andaki tarihsel kişiliklerden ya da politik-ekonomik önermelerden-uygulamalardan hangisinin “haklı” hangisinin “haksız” olduğundan çok, bu olguların kendisine ve onların içinde belirdikleri tarihsel koşullara bakarız. Bu, belli tarihsel süreçlerde kişilerin, partilerin, grupların davranışların önemsiz olduğu anlamına gelmez, bu süreçlerle ilgili “tarafsız” bir konum da tutmayız. Tarihin dönemeçleri çoğu kez kritiktir ve o dönemeçlerde şöyle ya da böyle verilen kararlar, yapılan tartışmalar on yılları etkileyen sonuçlar yaratabilir. Bizim tavrımız, bunları önemsememek değil, salt “alkışlayıcı” ya da “yuhalayıcı” tutumlardan uzak durmak, tarihi bıçakla kesilmiş gibi birbirinden ayrılan bağımsız bölümler olarak ele alan anti-Marksist dogmalara prim vermemektir. Somut şartların somut tahlili, bir olgunun tarihsel bağlamda ele alınmasında yeterlidir; dahası zorunludur.
Ayrıca, devrimci yenilenme, bıkmaksızın tekrarlamak gerekir, devrim için yenilenmedir; bunun çok somut anlamı ise gelecek için yapılacak herhangi bir tartışmanın, herhangi bir programatik inşanın ancak ve ancak bugünkü örgütsel-devrimci pratik içinde mümkün ve verimli olabileceğidir. Devrimci sosyalist hareket, 90’lı yılların erken tartışmalar sürecinde solda çok moda olan “önce oturup şu sosyalizm meselesinde anlaşalım” gibi kitabi anlayışları hiçbir zaman benimsememiştir. Esasen devrimci harekete ait hiçbir tartışma, pratiğin öğreticiliğinden uzakta, sözde “steril” bir ortamda yapılamaz; devrimin güncelliğini öngörmeyen bir geçmiş muhasebesi “tarihçilik” oynamaktır; tek tek olguların labirentinde boğulan ve tartışanların her yol ayrımında yeniden yeniden ayrışarak şeker gibi ufalandığı yöntemsiz ve örgütsüz bir “tartışma süreci” bizim işimiz değildir. Sosyalizm sorununu “mimari bir proje çizimi” gibi değil, devrimci mücadeleye yol gösterecek bir “yıkım-yapım planı” olarak algılayan bizler, devrimci pratiğimizi durdurarak kağıt-kaleme sarılmayız. Bu, tipik bir akademisyen tutumudur. Somut devrimci-örgütsel pratikten uzakta yürütülecek her proje çabası, ortaya çıkarabileceği bütün parlak fikirlere karşın zorunlu olarak somut hayatın güçlüklerini, zorunluluklarını, avantajlarını, kitlelerin gücünü ve enerjisini, kısacası hayatla ilgili bütün unsurları hesaplayamayan kör bir teknik çaba olmaya mahkumdur. Biz, bu yoldan yürümeyiz. Biz, barınma hakkı için mücadele eden emekçilerin dünyasından uzakta üretilen “konut sorunu çözümleri”ni, işsizlik ve yoksulluğa karşı mücadele deneyimlerini hiç tanımamış olan “kamulaştırma” planlarını, vs. anlamlı bulmayız. Kuşkusuz her teorik çözümleme çabasında olduğu gibi baktığımız alan, yaşanmış olguların “cansız” alanıdır ama biz, oraya bakarken ayaklarımız ve kollarımız, bugünkü canlı pratiğin içindedir.
Ve yine, devrimci sosyalist hareket, seçim öncesinde yurttaşlara vaat listesi sunan bir düzen partisi değildir. Daha açıkça söylersek biz, “iktidarımızın sabahında şunları yapacağız” demiyoruz; bizim sosyalizm projemiz ve devrim programımız, bugünden başlayarak devrimci bir halk hareketinin önüne koyduğu, o hareketin bütün çizgisini ve davranışlarını, ilişkilerini biçimlendiren bir olgudur. Biz, iktidar sabahında kitleleri “terhis” edip eve gönderen, halk örgütlerini kof yapılara dönüştürerek sosyalizmi “akıllı adamların alacağı kararlara” indirgeyen bir anlayışa uzak olduğumuz içindir ki, insanlara vaat değil, bir birlikte yürüme ve birlikte yıkıp-yapma planı sunuyoruz. Geniş anlamıyla devrim, belli bir andaki iktidar değişiminden farklı olarak, bugünden başlayan ve kitlelerin içinde hareket ederek “geçmişin kirinden arındıkları” (Marks) bir süreçtir ve nihai olarak komünist bir dünya hedefine bağlanan bu sürecin her noktası, devrimci programların devrimci pratikle buluşup kaynaştığı, ikincinin birinciyi sınadığı, birincinin ikinciye yön verdiği aşamalardır.
Soruna böyle bakıldığında, bizim devrimci programımızın üretilme sürecinin neden kolektif bir katılıma ihtiyaç duyduğu da kolayca anlaşılabilir. Biz, sosyalizm konusundaki teorik inşanın “bilge” kişiler tarafından yapılabilecek bir masa başı çalışması olduğunu düşünmüyoruz; çünkü her şeyden önce sosyalizmin kendisinin “bilge kişiler yönetimi” olduğuna inanmıyoruz; bu konuda yapılacak her çalışma Marksist-Leninist örgütsel ilkeler gereği, bütün kadroların kolektif çabasını öngerektirir. Hatta bu süreçte, bizim dışımızdaki devrimci güçlerin görüşlerinden de yararlanmamız önemlidir.
Ve nihayet, son olarak, bu çaba, salt yerel bir olgu da değildir. Devrimci sosyalizm, diğer konularda olduğu gibi sosyalizm konusunda da yürüttüğü çalışmayı, uluslararası sosyalist hareketin bir müfrezesi olarak ele almakta ve yeni bin yılın bilimsel sosyalist aydınlanmasına yapılmış alçakgönüllü bir katkı olduğunu düşünmektedir. Şu andaki enternasyonal ilişkilerin geri düzeyi, bu düşünceyle çelişen bir olgu değildir. Bu verili durum, kuşkusuz devrimci süreç içinde değiştirilebilecektir.

İnsanlığın Binlerce Yıllık Özlemi: Eşitlik, Özgürlük ve Dayanışma, Komünizmin Tarihsel Arka Planı
Öncelikle belirtmek gerekir ki, komünist bir dünya düşüncesi, modern anlamıyla ortaya çıkışını kendisinden önce gelen güçlü bir tarihsel pratiğe ve sayısız teorik-felsefi denemelere borçludur. Ortaya koydukları bütün dahice düşüncelere karşın Marks ve Engels, kendilerine sağlam bir birikim teşkil eden bu tarihsel mirası hiçbir zaman reddetmemişlerdir.
Sınıflı toplumların tarihi nasıl “sınıf mücadelelerinin tarihi” ise, bu tarih aynı zamanda daha iyi, daha özgür, daha eşitlikçi, daha dayanışmacı bir yaşam arzusunun da tarihidir. Sınıflı toplumun başından beri, ta kölecilikten bu yana her zaman bu amaçlar için ayaklanan, mücadele eden insanlar olmuş ve bütün kanlı bastırmalara karşın halk hareketi yeniden yeniden kendi küllerinden doğarak kendisini var etmiştir. Daha doğrusu, tarih boyunca bu pratik isyan hareketleri ile nispeten daha üst sınıflar bünyesinde yeşeren ilerici düşünsel çaba birbirini izlemiş, birbirini etkilemiştir.
En çok bilinen köle ayaklanması olan Spartaküs hareketinin yüzyıllar sonra Alman devrimci hareketinin adı olarak yeniden doğuşu rastlantı değildir; çünkü nihai olarak sömürü ve zulme karşı mücadele, halkaların birbirine eklendiği bir tarihsel zincirdir.
Köleci dönemin tarihi kuşkusuz birçok irili ufaklı ayaklanma ile doludur ama 70 bin kişilik bir köle ordusuyla Roma kapılarına dayanan Spartaküs ayaklanması, gerçekten de bu tarihin kaydettiği en önemli olaylardan biridir. Sonuçta Roma’ya uzanan yolu altı bin isyancının asılı cesetleriyle süsleyen imparatorluk galip gelmiştir ama isyan ateşi de bir daha asla küllenmemiştir.
Daha sonraları, ortaçağ boyunca Avrupa’yı bir baştan bir başa sarsan köylü ayaklanmalarına tanık oluruz. Bunlar içersinde en çok bilineni ve adı komünizmle birlikte en çok anılanı Münzer ayaklanmasıdır ama aslında İspanya’dan İtalya’ya, İngiltere’ye, Fransa’ya ve Orta Avrupa’ya, oradan da Rusya içlerine kadar uzanan birçok köylü ayaklanması bir zincir gibi birbirini izleyerek neredeyse yüzyıllar boyu sürmüştür. Tarihte ilk kez bu dönemde halk kitlelerinin ağzında “komün” (ortaklık) kavramının dile gelmesi ve şehir komünlerinin, köy komünlerinin ortaya çıkması da rastlantı değildir. Çünkü şu ya da bu ayaklanmanın fitilini o somut anda ateşleyen pratik sebep ne olursa olsun, ayaklanmalara katılan yoksul köylü kitlelerinin asıl derdi her zaman kendilerini aç bırakırken başkalarını refaha boğan acımasız sömürü düzeninin yıkılması ve onun yerine en azından daha adil bir düzenin kurulmasıdır. Bu anlamda, ayaklanmalar sırasında sık sık komünal düşüncelerin, komünal yaşam biçimlerinin ve kurumlarının ortaya çıkması şaşırtıcı değildir; güçlü bir kardeşleşme duygusu yaratan ayaklanma ortamı hem böylesi biçimleri yaratmakta, hem de bugünkü devrimci yoldaşlığa çok yakın ilişki biçimlerini ortaya çıkarmaktadır.
Öte yandan bütün bu halk hareketlerinin çoğu kez dinsel-muhalefet ya da aynı anlama gelmek üzere mezhepler üzerinden gelişmesi de anlaşılabilir bir durumdur. Bu durumu çok iyi kavrayan Engels, “Münzer’e göre, Tanrı krallığı, orada artık hiç bir sınıf ayrılığı, hiç bir özel mülk, toplum üyelerine karşı çıkan hiç bir yabancı, özerkli devlet iktidarının bulunmadığı bir toplumdan başka bir şey değildi” diyerek durumu tanımlarken, “Tomas Münzer halkın o dönemde anlayacağı peygamber diliyle konuşuyor” diyor ve ekliyordu: “... ama gerçek amaçlarını güvendiği yakınlarına söylediği açık seçik ortadaydı.”
Yani, denilebilir ki, zaman içersinde şatafata ve dalkavukluğa ulaşarak halk düşmanı, yoksul düşmanı bir çizgiye ulaşan egemen dini eğilim karşısında yoksul köylü kitleleri aslında düpedüz daha iyilikçi, daha adil bir tanrı ve din icat etmektedirler.
Ancak eşitlik ve özgürlük isteğiyle karakterize olan halk ayaklanmalarının tarihini sadece Batı ile sınırlı görmek hiç doğru değildir ve fazlasıyla Avrupa merkezli bir bakıştır. Doğu dünyası ve özellikle Anadolu-Ortadoğu coğrafyasının tarihi de hemen hemen Batı’dakine benzeyen büyük ayaklanmalarla örülüdür ve bu ayaklanmaların da çoğunda dini muhaliflik motifiyle ortaya çıkan bir ilkel-komünist atmosfer hakimdir. Daha doğrusu, yine bu cephede de, herhangi bir ayaklanmanın görünürdeki sebebi ve ona önderlik eden kişinin/grubun niteliği ne olursa olsun asıl derindeki sorun, açlık, yoksulluk ve acımasız sömürüdür. Yani herhangi bir ayaklanmaya katılan köylüler, o anda X valisinin kötü davranışlarını sona erdirilmesini istiyor olabilirler ya da bir dini haksızlığa karşı isyan ediyor olabilirler; ama sonuç olarak tek tek ayaklanmaya katılan insanların çoğunun gerçek özlemi daha iyi ve daha adil bir sistemdir. Doğal olarak daha önceki örnekler bir yana, Hasan Sabbah’tan, Demirci Kawa efsanesine, Baba İshak’lara, Şeyh Bedreddin’lere ve Pir Sultan’lara dek uzanan çizgi boyunca egemen zalimler ile onların yanında yer alan egemen dini akım, bütün bu girişimleri “sapkınlık” ve “dinsizlik” olarak nitelendirmiş, böylece savaşların çoğu “dini” bir görüntü altında cereyan etmiştir. Oysa gerçekte, hakim İslami akımın çeşitli sıfatlarla aşağıladığı bu dinsel akımlar, dönemin koşullarında kendilerini bu yoldan ortaya koyan derin halk özlemlerinin ifadeleridir.
Öte yandan, aynı dönemlerde ya da bu dönemin kapanıp kapitalizmin şafağının söktüğü sıralarda, benzeri özlemleri ifade eden düşünsel akımların ve “toplum projeler”in ortaya çıkması da rastlantı sayılmamalıdır. Daha doğrusu, aslında bu düşünsel zincirin ilk halkaları ilkçağların maddeci filozoflarına dek uzanır, ancak modern komünist düşünceye daha yakın biçimler, nispeten biraz daha yakın yüzyıllarda belirmiştir.
Doğu’da yine başlangıçtaki dini muhaliflikten esinlenen tasavvufçu düşünceler ve Alevilik eğilimi günümüze dek varlığını sürdürürken, Batı’da ise toplumsal gelişmişlikle orantılı olarak daha doğrudan ütopya tasarımları ortaya çıkmıştır. Bir ucu Ortaçağ’ın karanlıklarına dek uzanan bu tasarımlar, ki Thomas More’un “Ütopya” eseri bunların en ünlüsüdür, esas olarak en ilkel biçimleriyle özgür ve eşitlikçi birer düzen tasarımıdır. Denilebilir ki, yüz yıllar boyunca köleler ve köylüler arasında ne kadar ayaklanma varsa, üstyapıda da bir o kadar sayıda ütopik komünist tasarım vardır.
Ancak bir süre sonra, özellikle kapitalizmin gelişimine ve burjuva devrimlerin aydınlanma birikimine bağlı olarak deyim yerindeyse “salt romantik” tasarımlardan, kapitalist eşitsizliğe tepki olarak çıkan “ütopik sosyalizme” doğru bir geçiş gerçekleşmiş ve artık Saint-Simon ve Fourier gibi teorik çabaların yanında Robert Owen gibi pratik komünal denemelere girişenler de belirmeye başlamıştır. Bu kez artık söz konusu olan, tamamen kurgusal ütopyalardan çok, “eşitlik-özgürlük-kardeşlik” şiarını fabrikaların gürültüsüne boğan burjuvaziye karşı oluşan tepkidir. Vahşi kapitalist sömürünün yarattığı acımasız sonuçlar, düşünsel planda çözüm arayışlarını da hızlandırmaktadır.
Sonuç olarak, bütün bu tasarım ve girişimler, Marksizm öncesi komünist özlemlerin henüz zayıf olan ifadeleridir.
Daha yakın tarihli sayılabilecek Marksizm-öncesi komünist akımlar ise, 1800’ler boyunca artık köylü değil işçi ayaklanmalarına ve devrim girişimlerine eşlik etmiştir. Bu süreçte, “makine kırıcılığı” gibi kaba işçi ayaklanmaları ile birlikte Charles Hall, William Thompson gibileri artık gelişkin sınai kapitalizme eleştiri yöneltiyorlar, hatta Dietzgen gibi işçiler Marks’tan bağımsız olarak kapitalist sistemin işleyişine kafa yorarak eksik de olsa bazı sonuçlara varabiliyorlardı. Babeuf ve Blanqui gibi sistematik görüşler üretemeyen “meslekten ayaklanmacılar” ve Proudhon gibi yetersiz çözümleme örnekleri de bu dönemin tipik olgularıdır.
Tarihin mantığı gereği, tam da bu dönem, Marks ve Engels’in devrimci çözümlemelerini oturtmaya çalıştıkları ve bunu yaparken büyük 1848 devrimlerine tanıklık ettikleri dönemdir. Böylece, Marksist anlamdaki kapitalizm çözümlemeleri ve komünizm düşüncesi, artık yalnızca teorik planda üretilen bir olgu olmaktan çıkmış, somut işçi ayaklanmaları ve devrim girişimlerinin (bu girişimler yenilmiş olsa da) alttan alta beslediği yaşayan bir olgu haline gelmiştir. Marks ve Engels’in bütün önemli yapıtlarının bu elli yıl içine sığmış olması, kapitalist üretimin işleyişinin keşfi ve komünist bir dünya tasarımının kağıda dökülmesi ile canlı bir işçi hareketinin patlamaları ve geri çekilmeleri sürecinin aynı zaman dilimine denk düşmesi kuşkusuz büyük bir şanstır ama rastlantı değildir. Böylesi bir denk düşme, olgunun doğasına uygundur; bu sayededir ki birbirini besleyen felsefi-ekonomik-politik süreçlerle birlikte Marksizmin eşsiz düşünce sistematiği olgunlaşmış, Marks ve Engels’in komünist toplum tasarımlarını kendilerini önceleyen bütün “ütopik” tasarımlardan bir adım öteye ulaştırmıştır: Bu komünist toplum, sınıfların ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin tümüyle kaldırıldığı, çalışmanın artık bir zorunluluk olmaktan çıkarak yaşamın olağan bir parçası haline geldiği ve buna paralel olarak da toplumun devlet gibi baskı araçlarına ihtiyaç hissetmeksizin yaşamını sürdürdüğü bir özgür insanlar topluluğudur. Varılan bu nokta çok önemlidir; çünkü Marks ve Engels, tam da bu noktada, tarih boyunca ortaya konulan bütün “Mesihçi” kurtarıcılık biçimlerini silkeleyip bir kenara atmışlar ve “işçi sınıfının kurtuluşunun onun kendi eseri olacağını” açıkça ortaya koymuşlardır. Bu artık, sözcük anlamı “yok-ülke” olan “ütopya” kavramından çok ötede, bir “var-ülke” kavramıdır; ulaşılamaz bir düşün yerini işçi sınıfının kendi kollarıyla kuracağı somut bir gelecek almıştır. Bundan sonraki süreç, belki şu ya da bu dönemin devrime “uygunluğu” ya da “uygunsuzluğu” bakımından tartışılabilir ama mevcut kapitalist düzenin kimin tarafından yıkılacağı ve yerine neyin konulacağı tartışması artık geride kalmıştır. Çünkü bu arada, bir yandan diyalektik materyalizmle eski felsefi mirastan kopulurken, diğer yandan da kapitalist sistemin işleyiş yasaları Marks ve Engels tarafından ayrıntılarıyla çözümlenmiş ve böylece yeni -ve artık gerçek!- bir komünist hareketin yolu düzlenmiştir. Örgütlenen işçi sınıfı zora dayanan bir devrim yoluyla mevcut kapitalist düzeni yıkacak ve proletarya diktatörlüğü aracılığıyla komünist bir dünya düzeni kuracaktır. Öyle ki, bu eylem, artık onun son politik eylemidir; bu, proletaryanın bizzat kendisini de bir sınıf olarak yok ettiği, nihai olarak sınıfsız, devletsiz, sınırsız insanlık ailesine ulaşılacak olan bir süreçtir. Eugene Poittier’in Enternasyonal marşının eşsiz sözlerinde ifade edildiği gibi “bu kavga en sonuncu kavga”dır artık…

Kapitalizmin Ufku İnsanlığın Ufku
Kuşkusuz, Marks ve Engels’in bu denli “yıkıcı” bir teori ortaya koymuş olmalarının nedenleri vardır. Bu, onların keyfi tercihlerinden ya da kişilik yapılarından kaynaklanmamaktadır.
Evet, bu teori, gerçekten de kelimenin hakiki anlamıyla “yıkıcı”dır. Sonradan onların düşüncelerine yüklenmeye çalışılan reformist-revizyonist eklentiler ne olursa olsun, Marks ve Engels, mevcut kapitalist sistemin ve onu koruyan politik-askeri mekanizmanın tümüyle parçalanmasını, ortadan kaldırılmasını ve yeni toplumsal düzenin bu zemin üzerinde kurulmasını öngörmektedirler. Çünkü onlar, son derece açık bir biçimde, kapitalist sistemin bir başka yoldan “ıslah” edilebilmesinin ya da zaman içersinde yavaş yavaş daha “insani” bir aşamaya ulaşmasının mümkün olmadığı görüşündedirler.
Yani, bu iş, kapitalizmin tasfiyesi, onlara göre tedrici adımlarla değil, kesin ve kökten bir biçimde bir devrim yoluyla yapılmalı, onun işleyişine dair bütün kalıntılar ve izler yeryüzünden tümüyle silinmelidir. Komünizme doğru yürürken henüz kapitalizmin özelliklerini zorunlu olarak içinde taşıyan bir geçiş aşamasının gerekli olduğundan söz etseler de, onlar, bu aşama için de geriye gidişi önleyecek ve toplumu ileriye çekecek bir çoğunluk diktatörlüğünü, proletarya diktatörlüğünü şart koşarlar; çünkü kapitalist işleyişin tam ve kesin olarak tasfiye edilmesi çok zorlu bir süreçtir, oysa aynı sistemin kendisini yeniden üreterek yeniden sahneye çıkması son derece kolaydır.
Bu görüş, kapitalizmin içsel işleyişinin derinlikli olarak kavranmasına dayanır. Marks ve Engels, kapitalist işleyişi çözümleyerek, insanlığın bugüne dek görmüş olduğu en yüksek üretim biçimi olan kapitalizmin artık tarihsel misyonunu tamamladığı, insanın sonsuz üretici gücünün önünde yıkılması gereken bir engel haline geldiği sonucuna varırlar; bu, insanlığın komünist bir dünyadan önceki son durağıdır. Ve bu son aşamanın devam ettiği her an, işçi sınıfı için olduğu kadar, bütün insanlık için de yıkım ve çürüme anlamına gelmektedir; onun yalnızca kâr üzerine kurulu akıl-dışı işleyişine bir devrim yoluyla müdahale edilmeli ve yani bir insanlık çağının kapıları açılmalıdır.
Bu belirlemelerin yapılmasından günümüze dek geçen yüz elli yıllık zaman dilimi, Marks ve Engels’in düşüncelerini kesin biçimde doğrulamıştır.
Her şeyden önce, tam bir anarşi üzerinden yürüyen kapitalist düzen, bu yüz elli yılda, art arda gelen ve tamamen sistemin kâr üzerine kurulu doğasından kaynaklanan sayısız krizle insanlığın büyük üretim güçlerini heba etmiş, gezegenimizin bugün varmış olabileceği muazzam gelişkinlik düzeyinin engeli olmuştur. Üretici güçlerin ve en önemli üretici güç olan insanın sınırsız gelişiminin önünü kesen bu düzen, bugün dünyamızın olması gereken yerden en az bir yüzyıl geride olmasının gerçek nedenidir.
Bu yüz elli yılda, bir avuç insanın akıl almaz zenginliği, yüz milyonlarca insanın açlığı ve yoksulluğu anlamına gelmiş; bu zenginlik, kendi yarattığı yoksulluktan beslenmiştir. Öyle ki, sonuçta bu akıldışı düzen altında dünyamız, birkaç yüz kişinin yüzlerce ülkenin gelirinden daha fazla zenginliğe sahip olduğu, buna karşın milyarlarca insanın açlık, kötü beslenme, susuzluk, eğitimsizlik ve kolayca tedavi edilebilir hastalıkların pençesinde kıvrandığı bir noktaya varmıştır. Bu, Marks zamanındaki durumla kıyaslanamayacak kadar büyük bir felakettir.
Ve yine aynı yüz elli yıl, tamamen kapitalist sistemin işleyişinden kaynaklanan, sömürü alanlarının ele geçirilmesi ya da elde tutulmasına hizmet eden korkunç savaşlarla insanlığı tüketmiş, milyonlarca insanın ölümüne ve devasa büyüklükteki üretici güçlerin mahvolmasına yol açmıştır.
Bu, aynı yüz elli yılda, insani ilerleme için ayrılması mümkün olan muazzam üretici kaynakların savaş ve yıkım için kullanılmasına, bilimin yönünün yaşama değil ölüme doğru döndürülmesine neden olmuştur. Bir o kadar kaynak ise asalaklaşmış devletlerin ve baskı aygıtlarının salt çürümüş düzeni korumak uğruna ayakta tutulmasına harcanmış, milyonlarca insanın açlıktan öldüğü bir dünyada kendisini açların öfkesinden korumak isteyen düzen, olağanüstü kaynakları böylece heba etmiştir.
Üstelik, bu yüz elli yıl, kapitalist üretimin doğasında var olan insani yabancılaşma ve çürüme eğilimini evrensel düzeye taşımış, insan ilişkilerine derin bir yalnızlık ve yıkım getirmiş, kolektif gücüyle dağları yerinden oynatabilecek olan insanı, yalnız ve bitkin bir yırtıcı hayvana döndürmüştür. Kadınların aşağılanmasını ve dibe itilmesini pekiştiren kapitalizm, bir bütün olarak toplumsal yaşamı felç etmiştir.
Ve nihayet kapitalizm bu yüz elli yıl boyunca, doğanın ve kaynakların kullanımı konusunda bir an olsun kâr dışında bir ölçüt kullanmamış, günümüzde artık dünyanın doğal dengelerini geri dönülmesi çok güç bir felaket noktasına getirmiştir. Böylece kapitalizm, savunucularının uydurdukları yalanların tersine, dünyayı uçuruma doğru sürükleyen akıldışı bir düzen olduğunu kanıtlamıştır.
Bütün bunlar, tesadüfi olgular değildir.
Bütün bunlar, sistemin “istenmeyen yan etkileri” değildir. Bu yıkım tablosunun tümü, kapitalizmin işleyişinin doğrudan sonucudur ve bu durumun herhangi bir biçimde reformlarla düzeltilmesi mümkün değildir. Zaman zaman kendi krizlerini savuşturmak ya da sosyalist ülkeler karşısında pozisyonunu güçlendirmek için çeşitli “reformlar” uygulayan kapitalizm, bugün, insani bakımdan Manifesto’nun yazılmış olduğu günden bir adım ileride değildir. Onunla yola devam etmek, yeni felaketlere sürüklenmekten başka bir anlam taşımamaktadır. O kadar ki, bunu anlamak için 2007 yılının herhangi bir gününde herhangi bir haber bültenini birkaç dakika izlemek yeterlidir.
İnsanlık, yoluna kapitalizmle devam etmeyecektir. Nihai hedefi komünist bir dünya olan büyük ileri atılımın öncüsü olan işçi sınıfı, bu atılımı zafere ulaştıracak güç ve potansiyele sahiptir.

Komünist Bir Dünya: Kökler ve Temeller
İşte bu yüzden, Marks ve Engels’in tanımladığı modern biçimiyle komünizm, tarih boyunca ortaya atılmış olan yüzlerce ütopik tasarımdan kesin çizgilerle ayrılır. Onlar, bu tarihsel mirası asla reddetmezler ama artık sözünü ettikleri şey, insan zihninde üretilmiş “mantıki” bir tasarım değil, tarihsel bir zorunluluktur. “Kapitalist üretim biçiminin tarihsel olarak ortaya çıkışından bu yana, tüm üretim araçlarına toplum tarafından el konulması, gelecek ülküsü olarak, belli-belirsiz bir biçimde, birçok bireyin olduğu kadar, birçok tarikatın gözlerinde de, sık sık tüttü. Ama bu, ancak gerçekleşmesinin maddi koşulları bir kez verildikten sonra olanaklı olabilir, ancak bundan sonra tarihsel bir zorunluluk durumuna gelebilirdi” (Anti-Dühring 401) derken Engels’in kastettiği tam da bu tarihsel olgunlaşmadır. Şüphesiz bu, iradi müdahale olmaksızın da kendisini ortaya koyacak bir zorunluluk hali değildir ama böyle bir “gelecek ülküsü”nün gelişkin kapitalizm koşullarının ortaya çıkışından önce kendisini somutlaması da olanaksızdır. Bu anlamda komünizm, kapitalizmin kendi temel niteliklerini ortaya koymasıyla birlikte, bu niteliklerin kavranılmasından hareket edilerek gerçek bir toplumsal tasarım olarak inşa edilebilmiştir.
Bu anlamda o, artık ne bir ütopyadır, ne de ulaşılması imkânsız bir düş… Onun kökenleri, Marks’ın ve Engels’in bulduğu yerde, yani kapitalist sistemin tam da içindedir.
“[Sermaye]…üretken güçlerin gelişmesinin mutlak biçimi değildir, üretken güçlerin gelişmesiyle mutlak olarak denk düşen bir zenginlik biçimi de değildir” (Grundrisse) diyor Marks ve açıkça ifade ediyor: “genel olarak üretimin yapısında değil, fakat sermaye üstüne kurulu üretimde bir sınır vardır.” (age)
Demek ki, her şeyden önce bu komünist teorinin keşfinin yolunu açan başlıca saptama, kapitalizmin üretici güçlerin önünü kesen bir sistem olduğudur; onun değiştirilemez ve reforme edilemez bu niteliği, bütün üretken güçleri tümüyle serbest bırakan yeni bir sistemin zorunluluğunun kanıtıdır. Yani daha açık ve yalın bir dille söylersek, başta insan olmak üzere bütün üretici güçlerin gelişiminin sınırsızlığı ile özel mülkiyete dayanan kapitalist üretimin doğasındaki sınırlılık, başka herhangi bir yoldan, sözgelimi bir “ara çözüm” yolundan değil, bu güçlerin önünü tümüyle açacak bir toplumsal sistemle çözülebilir.
Bu büyük çelişkinin pratikte kendini ortaya koyuş biçimi, belirli bir üretim biçimi belirli bir sınıf yapısına denk düştüğü için sınıfsaldır. Yani, üretimin toplumsal yapısı ile onun ürünlerinin özel mülk edinilmesi arasındaki çelişki, üreticiler ile el koyucular arasındaki çelişkidir ve burada yine komünist üretim düzeninin bir başka temeli yatmaktadır. Yine yalın ve açık bir dille söylersek, toplumsal ölçekte yapılan üretimle özel mülkiyet arasında bir çelişki varsa, bunun tek mantıklı ve mümkün çözümü, ikincinin birinciye uyumlu hale getirilmesi, yani üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıdır. Böylece, üretim araçlarının mülkiyeti ve dolayısıyla ürünlerin bizzat kendisi de toplumsallaştırılmış olacak ve bütün bunların tüm toplum tarafından yönetilmesi, paylaşılması mümkün hale gelecektir.
Tam da bu noktada son derece önemli olan şey, tarihte ilk kez bir üretim biçiminin bu komünist tasarımın gerçekleşmesine uygun bir zemini yaratmış olmasıdır. Yani, kapitalizm öncesi üretim biçimleri de esasen üretici güçlerin gelişimini engellemişlerdir; ama kapitalizmin ayırıcı özelliği, bu güçleri kendi işleyişi bakımından mümkün olabilecek en üst seviyeye dek geliştirmesidir. Yalnızca yirminci yüzyıl bile, korkunç yıkımların yanında muazzam bir üretkenlik gelişmesine de tanıklık eder. Yani kapitalizm, kendi dar sınırları ve yıkım yaratıcı işleyişinin yanında ve onunla ölümcül şekilde çelişkili olarak, insanlığın bugüne dek görmüş olduğu en yüksek üretici düzeyin ve en üretimin en yüksek seviyedeki toplumsallaşmasının da yaratıcısıdır. Bu muazzam gelişme bir yandan üretimin komünist bir biçimde örgütlenmesinin önünü açarak ona zemin sağlarken, diğer yandan da gelişkin üretici güçler ve toplumsal üretim ile özel mülkiyet arasındaki çelişkinin en üst seviyeye çıkmasını sağlamıştır. Yani, denilebilir ki, kapitalizm, hem kendi yarattığı temeller üzerinde bir başka uygarlık düzeyinin kurulabilmesini olanaklı kılmış, hem de bu işi yapacak olan güçleri, kendi “mezar kazıcılarını” ortaya çıkararak geliştirmiştir. Hiç kuşkusuz bütün bunlar Ortaçağ karanlıklarında mümkün olan şeyler değildir. Daha doğrusu, az önce görmüş olduğumuz gibi köleci ve feodal çağlarda bütün bunları “düşünmek-düşlemek” mümkündür ama “yapma imkânları” ve “yapacak güçlerin varlığı” ancak kapitalizmle olanaklı olmuştur.
Öte yandan, kapitalist üretim ilişkilerinin en temel unsuru olan artı-değerin keşfi de, komünist toplum ilişkilerinin mümkün ve zorunlu olduğunu bize gösteren en önemli kanıtlardan bir diğeridir. Karşılığı ödenmemiş emek olarak artı-değer, işgücü tarafından yaratılan değerin bir bölümünün kapitalist tarafından gasp edilmesidir. Bu gerçeğin bütün çıplaklığıyla ortaya konulması ve bütün zenginliklerin, sermaye birikiminin kaynağı olarak belirlenmesi, durumu tümüyle değiştirir. Çünkü, o zaman, bu son derece büyük hırsızlığın ortadan kaldırılmasının anlamı, insan emeğinin özgürleşmesinden başka bir şey değildir. Daha açıkça söylersek, özel mülkiyet ortadan kaldırılarak bu büyük soyguna da son verildiğinde, işçinin kendi yaşamını devam ettirmesi için gerekli olan zorunlu emek ile bunun fazlası olan artık-emeğin toplumun kolektif ihtiyacına yöneltilmesi mümkün hale gelmektedir. “Genel olarak artık emek” diyor Marks, “yani verili gereksinmelerin üzerinde harcanan emek, her zaman var olacaktır. Kapitalist sistemde de, köleci, vb. sistemde de bu antagonist bir biçim alır ve buna toplumun bir katmanının mutlak çalışmazlığı eşlik eder.” (Kapital, cilt III, 819) Buradan çıkan biricik sonuç ise, ancak özel mülkiyetin tümüyle ortadan kaldırıldığı koşullarda, zorunlu emek ve artık emek ayrımının da ortadan kalkacağı, daha doğrusu artık “[Komünist toplumda] kazalara karşı sigorta olarak, nüfus artışını ve gereksinimlerin gelişmesini izleyebilmek için yeniden üretim sürecinin zorunlu ve giderek artan biçimde genişlemesi (ki buna kapitalist açıdan birikim denir) belirli bir nicelikte emek” (age, 819) ayırmanın mümkün olabileceğidir. Başka bir deyişle söylersek, kapitalizm koşullarında yalnızca kapitalistin servetinin artmasına yol açan fazla çalışma, özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı koşullarda artık bütün toplumun ihtiyaçlarına yönelik bir işlev kazanabilecektir; ki bu da aslında zorunlu-fazla çalışma kavramlarının fiilen ortadan kalkması, çalışma kavramının yeni ve kolektif-insani bir boyut kazanmasıdır. Böylece, “tüm toplum için emek zamanını giderek küçülen bir minimuma indirmek ve böylece herkesin gelişmesi için gerekli serbest zamanı vermek için, toplumun isteğe göre kullanılabilir zamanını yaratmak”(Grundrisse) mümkün olur. Görüldüğü gibi burada kapitalist üretim ilişkisinin en temel unsurunun keşfi, sınırsız toplumsal ve insani gelişmenin de kaynağının bulunması anlamına gelmektedir. Ki, bu artık “zorunlu” ya da “artık” emek değil, bütün bunları aşan, hayatın olağan bir parçası ve bir zevk haline gelmiş olan gönüllü emektir.
Ve kuşkusuz, bu yoldan nesnelerin değerlerinin kaynağının onun içerdiği emek olduğu bir kez keşfedildiğinde, artık “kullanım değeri” ile “değişim değeri” arasındaki ayrıma ve komünizmin çok yalın temellerinden birine daha gelmiş oluruz. Daha Kapital’in en başında Marks bu konuda net bir belirleme yapar: “Kullanım değerleri, zenginliğin toplumsal biçimi ne olursa olsun, tüm zenginliklerin özünü teşkil eder. İnceleyeceğimiz toplum biçiminde [kapitalizmde] bunlar, buna ek olarak bir de değişim değerinin maddi taşıyıcısıdırlar.” (Kapital, cilt I, 44) Başka bir deyişle, kullanım değeri, yani o nesneye duyulan ihtiyaç, onun kullanımıyla ilgili özü, daha sonradan üzerine, değişim değeri ve fiyat denilen başka yükleri de yüklenmektedir. Sorun bir kez böyle ortaya konulduğunda, özel mülkiyetin ve artı-değerin tümüyle ortadan kaldırılması halinde, geriye yalnızca nesnelerin kullanım değerinin kalacağı gerçeği ortaya çıkar. Daha basit ve yalın haliyle söylersek, ayakkabıya duyulan ihtiyaç, son derece açık ve anlaşılır bir olgudur. Kapitalist işleyiş ise bu basit kullanım değerinin üstüne fiyat, kâr, piyasa kârı, tekel kârı gibi ayakkabı ihtiyacı ile ilgili olmayan, tamamen işleyişten kaynaklanan bütün diğer yükleri bindirmektedir. Öyleyse, nesnelere sonradan yüklenmiş olan yüklerin ortadan kaldırılması ve doğrudan onun özüne dönülmesi de mümkündür ve bu, ancak kapitalist düzen sona erdirildiğinde gerçekleştirilebilir.
Sorunlara böyle bir noktadan bakıldığında ve kapitalist üretimin kullanım değerini, yani insanın nesneye olan ihtiyacını değil de, o nesneden elde edilecek kârı temel aldığı bir kez anlaşıldığında, “bolluk içinde yokluk” kavramının anlamını yeniden anlarız ve oradan kapitalizmdeki “bolluğun” niçin “nimet” değil “felaket” olduğunu görürüz. Nesnelerin kâr için üretilmesi sonucunda oluşan bolluk, kapitalizm için kriz demektir; üretim anarşisinden doğan bu durum insan yığınlarına daha iyi bir yaşam olarak değil, işsizlik ve yoksulluğun artışı olarak yansır. Kapitalist işleyişin doğası, rekabete ve kâr oranlarının sürekli biçimde yükseltilmesine dayanır. Dolayısıyla üretim maliyetlerinin (ve doğal olarak en başta işçi ücretlerinin) düşürülmesi ve fazla üretim, kapitalizm için kaçınılmaz bir sonuçtur. Ancak bu sonucun yarattığı tablo, üretilenlerin tüketilememesi ve böylece kâr oranlarının yeniden düşmesidir. Bu kısır döngünün kapitalizm koşullarındaki çözümü ise ürünlerin ve üretici güçlerin bir bölümünün tasfiyesidir, krizdir. Bolluk içinde yokluk, işte budur ve bu o kadar akıl ve mantık dışı bir olgudur ki, sonuçta insanlık için daha çok besin, daha çok giysi, vb. anlamına gelebilecek olan bir durum, kapitalist sistem için “sorun” haline gelmektedir.
İşte bu gerçeğin keşfi, son derece açık olarak bunun tersinin de mümkün olduğunun keşfidir. Daha açık bir deyişle söylersek, özel mülkiyetin, kârın ve kapitalist değişim değerinin tasfiye edildiği koşullarda, bütün nesnelerin artık sadece ve sadece toplumun şimdiki ya da gelecekteki ihtiyaçları için üretildiği koşullarda bu ihtiyacı belirlemek ve basit bir planlamayla ona uygun olarak üretmek mümkün olabilecektir. Bu, hiç kuşkusuz, her türlü üretim biçiminin nüfusun çoğalması karşısında yetersiz kalacağını söyleyen burjuva papazların iddialarının tümüyle boşa düşmesi anlamına gelir. Çünkü artık her şey, kapitalizmdeki halinin tersi biçimde işlemektedir; örneğin gıda maddeleri ve tekstil üretimindeki bir artış, “fazla üretim” değil, insanların daha iyi beslenip daha iyi giyinmeleri anlamına gelir; yeni bir enerji kaynağının keşfi, daha kolay, daha çok üretim ve daha fazla “serbest zaman” anlamına gelir, vb, vb…
Ve nihayet, kapitalist işleyişin bu niteliklerinin keşfi, artık bütün alanların kapitalist mantığın tersi yönden ele alınabilmesinin kapılarını açar. Kapitalizmin emrindeki bilimin yeniden toplumla barışıp onun geleceğine hizmet etmesi, askeri harcamaların ve savaşların yeryüzünden silinerek bütün yaratıcı güçlerin insanlığın emrine verilmesi, mülkiyet ilişkileri içinde geri plana itilen kadının yeniden öne çıkması, kâr hırsıyla iliği sömürülen doğa ile yeni bir ilişkinin kurulması, vb. vb..
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Marks ve Engels’in temellerini attıkları komünist toplum projesi, şüphesiz bugünkü kapitalist toplumun bağrında doğan üretim ilişkilerine dayanmamaktadır; ama bu proje, bütün teorik temellerini ve kanıtlarını kapitalist toplum düzeninin tam içinden almaktadır. Kapitalizme dair her Marksist keşif, komünizme ilişkin yeni bir kanıt ve zemin ortaya çıkarmaktadır. İşte bu yüzden Marks ve Engels, ütopyacılar gibi düşler dünyasında değillerdir; onların ayakları tam da basması gereken yere, kapitalist toplumun mevcut ilişkilerine basmaktadır.

Komünist Bir Dünya: Temel Noktalar
Buraya kadar söylediklerimizin üzerinden yükselerek kısa bir tanım yapma ihtiyacı duyarsak; şöyle diyebiliriz: İlkel komünal dönemi saymazsak eğer, insanlığın bugüne kadar görmüş olduğu sınıflı toplum biçimleri olan köleci ve feodal toplumlardan sonra gelen modern kapitalist üretim ilişkisi, en gelişkin üretim düzeni olarak aynı zamanda insanın insan üzerindeki egemenliğinin de son aşamasıdır. Bu son aşamada, kapitalist üretim biçimi, tarih boyunca ulaşılmış olan en yetkin sınıflı toplum olarak, tarihsel anlamda devrini tamamlamış ve üretici güçlerin önünde yıkılıp geçilmesi gereken bir engel haline gelmiştir. Komünizm, işte bu noktaya gelmiş olan kapitalist üretimin tümüyle tasfiye edilmesi, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilerek bütün üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve buna bağlı olarak bütün toplumsal sınıfların ve sınıfların oluşumuna yol açan toplumsal işbölümünün ortadan kaldırılması, böylece bütün üretici güçlerin ve özellikle de insanın uçsuz bucaksız gelişme potansiyellerinin önünün açılmasıdır. “Komünistlerin amaçları nedir” sorusuna Engels’in verdiği yanıt da böyledir: “Toplumu, onun her üyesinin kendini geliştirebileceği, tüm yeteneklerini ve güçlerini tam bir özgürlük içinde ve böylece toplumun temel koşullarını engellemeden kullanabileceği biçimde örgütlemek...”
Bu, şüphesiz, böyle bir “son” görevi yerine getiren proletaryanın da kendi sınıfsal varlığını yok etmesi anlamına gelir ve bu yoldan varılan yer artık özgür insan toplumundan başka bir şey değildir. Devletin ve bütün diğer bürokratik kurumların gereksizleşerek “söndüğü” bu koşullarda, toplumsal üretimin planlanması ya da sosyal hayatın düzenlenmesi artık bütün toplumun kendi iradesiyle yaratacağı basit mekanizmalar tarafından yerine getirilebilecektir. Bugünkü anlamıyla politika ve demokrasi kavramlarının tarihe karıştığı böyle bir aşama, orduların, savaşların, bütün baskı güçlerinin çöplüğe atıldığı bir noktadır.
Daha ayrıntılarına inerek kısaca özetlersek;
Her şeyden önce komünizm, kapitalizmin yarattığı toplumsal temeli düzelten, insanlık için daha “yararlı” hale getiren, bir “yeniden düzenleme” değil, tüm toplumsal yaşamı, insanlığın tüm etkinliklerini daha önceki tüm toplumsal biçimlerden farklı olarak, sınırsız üretkenlik, insani yeteneklerin sınırsız gelişimi, tüm değerlerin ihtiyaçlara göre kolektif paylaşımı, insanların yönetimi yerine şeylerin yönetimini, bu temelde doğayla bütünleşmeyi esas alan yeni bir uygarlık düzeyidir.
Komünist uygarlıkta tüm üretim süreçleri-araçları toplumsallaştırılmıştır, tüm üretim süreçleri en ileri otomasyon teknikleriyle gerçekleştirilecektir. Ve bu, tüm insanlar için muazzam bir serbest anlamına gelir, insanın zorunlu iş süreçlerine bağlımlılığı ortadan kalkacaktır. Tüm insanlar bütün yeteneklerini sınırsız biçimde geliştirme olanağına kavuşacaklardır, böylece kafa emeği-kol emeği ayrımı ortadan kalkacaktır. Kafa emeğinin kullanma becerisini kazanmak bir ayrıcalık olmaktan çıkacaktır. Öte yandan, tüm yaşam alanları insanın istediği her etkinliği gerçekleştirmesini ve doğayla dolaysız biçimde buluşmasını sağlayacak tarzda yeniden inşa edilecektir. Böylece sınıflı toplumlara özgü kent-kır ayrımı ortadan kaldırılacaktır. Yaşam alanları kente ve kıra özgü tüm etkinliklerin (tarım-sanayi vd.) aynı anda yapılmasını sağlayacak yapıya kavuşacaktır. Bütün bu süreçler aynı zamanda tüm üretim süreçlerinin tüm yaşam alanlarının, tüm toplumsal yaşamın doğrudan demokrasiyi olanaklı kılacak tarzda yeni bir yapıya kavuşması, tüm siyasal-yönetsel süreçlerin ortadan kalkması anlamına gelecektir.
Yukarıda görmüş olduğumuz gibi böyle bir dünya tasarımı, düş ürünü değildir; o, bizzat bugünkü toplumsal düzenin geliştirerek sonradan engeli haline geldiği üretici güçlerin üzerinde kurulacaktır.
Biraz daha açacak olursak;
1- Bu komünist dünya düzeni, her şeyden önce, bütün üretim araçlarının kesin biçimde toplumsallaştırılması anlamına gelir. “Kamulaştırma” kavramı yerine “toplumsallaştırma” kavramını bilerek kullanıyoruz; çünkü “kamulaştırma” ya da “devletleştirme” gibi kavramlar, mülkiyetin topluma geçmesi anlamını tam olarak ifade etmezler. Bugünkü kapitalist toplumda bile siyasi irade kararı olarak uygulanabilen bu durumlar, üretim araçlarının “toplum adına” yönetilmesi anlamına gelirler. Komünist topluma doğru ilerlerken kuşkusuz devrimci iktidarlar da bu yoldan geçecek, geçmek zorunda kalacaklardır. Ancak yine de, aradaki fark çok önemlidir. “Kamulaştırma” bir siyasi irade tarafından uygulanan “el koyma” biçimidir ve nispeten daha “kolay” bir işlemdir; oysa üretim araçlarının “toplumsallaşması”, mülkiyetin tümüyle topluma geçmesi, toplum tarafından kullanılıp yönetilmesi, dolayısıyla da toplumun bütün bunları yapabilecek yetkinliğe, inisiyatife, eğitime sahip olması, toplumsal üretimin sıradan yurttaşlar tarafından yönetilebilir hale gelmesi demektir. Yani “üretim araçları üzerindeki kapitalist mülkiyete son vermek”, otomatik olarak bu mülkiyetin topluma geçmesi anlamına gelmez. Birincisi, esas olarak politik bir eylemdir, ikincisi ise politik, ekonomik, ideolojik, kültürel, vb. unsurların tümünü kapsayan bir süreçtir. Bu anlamda da, “toplumsallaşma” zorlu bir sürecin ürünüdür ama komünist bir toplumun da olmazsa olmaz en önemli unsurudur. Uzun bir yürüyüş boyunca hangi ara aşamalardan geçilirse geçilsin, bu amaca varmadan komünist bir toplumdan söz etmek mümkün değildir.

2- Böyle bir süreç yalnızca sınıfların değil, toplumun sınıflara bölünmesine zemin sağlayan öğelerin de ortadan kaldırılması anlamına gelir. Bu, birebir olarak bugünkü egemen kapitalist sınıfın mülksüzleştirilmesi ve iktidardan uzaklaştırılması, vb. ile aynı şey değildir. Bütün bunlar elbette gerekli ilk adımlardır ama sınıfların ortadan kaldırılması, daha uzun vadeli ve zorlu bir süreçtir.
Her şeyden önce, büyük kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi ve üretim araçlarına el konulması, binlerce yıllık meta üretimini ve değişim değerine dayanan meta olgusunu bir çırpıda sona erdirmez. Meta üretiminin olduğu her yer, kapitalizmin çoğalma özelliğine sahip küçük birer hücresi gibidir. Dolayısıyla, büyük üretim araçlarına el konulmasından sonra da, uzun erimli bir toplumsallaşma sürecinde, bir dizi ekonomik, politik, kültürel değişimin yaşandığı bir süreç vardır. Ürünler bakımından “salt kullanım değeri”ne geçiş anlamına gelen bu süreç, birbirini izleyen kuşakların kolektif deneyimlerini ve eğitimini gerektirecektir. Herhangi bir nesnenin sadece ve sadece ona duyduğumuz ihtiyaç üzerinden değer ifade etmesi, başka hiçbir özel yük taşımaması, komünist toplumun gerçek niteliğidir. “Üretim araçlarına, toplum tarafından el konulması ile meta üretimi ve bunun sonucu, ürünün üretici üzerindeki egemenliği ortadan kalkar. Toplumsal üretim içindeki anarşi yerine, bilinçli, planlı örgüt geçer. Bireysel yaşama savaşımı son bulur. Böylece, ilk kez olarak, insan, belli bir alanda, hayvanlar âleminden kesinlikle ayrılır, hayvansal yaşama koşullarından, gerçekten insanca yaşama koşullarına geçer” diyor Engels.
Varılması gereken yer işte tam da budur. Sınıflar, yalnızca iradi kararlarla ortadan kaldırılamazlar. Onların ortadan kaldırılması ve toplumun belleğinden sınıf kavramının tümüyle silinmesi, kol ve kafa emeği, kır ve kent arasındaki farkların ortadan kalkmasına, en önemlisi de bugünkü anlamıyla işbölümünün sona ermesine bağlıdır. Yine Engels, Komünizmin İlkeleri’nde “Sınıflar işbölümü yüzünden varoldular” diyor ve devam ediyor: “bu işbölümünün bugüne kadarki varlık biçimi tamamıyla yok olacaktır. Çünkü sınai ve tarımsal üretimi tanımlanan düzeye getirmek için, mekanik ve kimyasal araçlar tek başlarına yeterli değildir; bu araçları harekete geçiren insanların yetenekleri de buna tekabül eden bir ölçüde geliştirilmelidir. Nasıl ki geçen yüzyılda köylüler ve manüfaktür işçileri tüm yaşam biçimlerini değiştirmişler ve büyük sanayiye sürüklendiklerinde bizzat çok farklı insanlar haline gelmişlerse, üretimin toplumun tamamı tarafından ortak yönetimi ve bunun sonucu üretimin göstereceği yeni gelişme de çok farklı insanları gerektirecek ve aynı zamanda bunları yaratacaktır. Üretimin ortak yönetimi, her biri tek bir üretim dalına bağlanmış, ona zincirlenmiş, onun tarafından sömürülen, her biri bütün öteki yetenekleri pahasına yeteneklerinden yalnızca bir tekini geliştirmiş ve toplam üretimin yalnızca bir tek dalını, ya da o dalın dallarından birini bilen bugünün insanları tarafından gerçekleştirilemez.”
Daha somut bir anlatım, Marks’ın bu konudaki düşüncelerini en açıkça koyduğu metin olan Gotha Programının Eleştirisi’nde vardır: “Komünist toplumun daha yüksek bir evresinde, bireylerin işbölümüne kölece boyun eğmesinin ve onunla birlikte de kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasından sonra; emek, yalnızca yaşam aracı değil, yaşamın birincil gereksinmesi haline gelmesinden sonra; bireylerin her yönüyle gelişmesiyle birlikte, üretici güçlerin de artması ve bütün kolektif zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırmasından sonra - ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üzerine şunu yazabilecektir: “Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre!”
Açıktır ki bu, para dahil olmak üzere bütün kapitalist değişim ve değer ölçülerinin parçalanması, ortadan kalkması ve her türlü ekonomik ilişkinin tümüyle insanın ihtiyacına göre düzenlenmesi anlamına gelecektir. Fiyat etiketlerinin olmadığı bir dünyanın kaos ve kıtlık içinde boğulacağı yaygarası ise tipik bir burjuva yalandır. Fiyat etiketleri, bugünkü insanın ihtiyaçlarının değil, satın alabileceklerinin sınırını çizer. Eğer bu böyleyse, yenilenmiş bir dünyanın yenilenmiş insanı, alabilecekleri konusunda herhangi bir sınır olmadığında, bu kez ihtiyaçlarının sınırını kendisini ve kolektifi bir arada düşünerek kendi aklıyla çizmeye yetenekli olacaktır.

3- Demek ki bu, nihai olarak sınıflara yol açan işbölümünün ortadan kaldırılması ve çalışma kavramının da artık yeni ve kolektif bir anlam kazanmasıdır. Zorunlu emek-artık emek ayrımını ortadan kaldıran, daha doğrusu artık-emeği kapitalistleri zenginleştiren bir sömürü biçimi olmaktan çıkarıp toplumun geleceği için gönüllü çalışma haline dönüştüren birleşmiş üreticiler topluluğu, böylece Marks’ın sözünü etmiş olduğu “sabah balıkçı, öğleden sonra tiyatro eleştirmeni” olma halini, yani insanın herhangi bir zorunluluk olmaksızın tümüyle kendi isteğiyle bir zevk olarak şu ya da bu alanda çalışmasını ve yetkinleşmesini ortaya çıkarır. İnsanın doğasında böyle bir olgunun olmadığı, bunun tembellikten başka bir sonuca yol açmayacağı biçimindeki burjuva görüş, tümüyle cahilcedir, tarihsel bakış açısından yoksundur. Böyle bir toplumsal yapı ve çalışma kavramının bu anlamı, şu andaki rekabete dayalı yırtıcı hayvan mücadelesinin penceresinden bakarak anlaşılamaz; bunu anlayabilmek için yaşamsal bütün ihtiyaçlar için özel olarak mücadele etmek zorunda olmayan insanı ve onun kolektif-hümanist biçimlenişini düşünmek gereklidir. “Genelde insanlar, kendilerini yeterli nitelik ve nicelikte yiyecek, içecek, barınma ve giyecek bulamadıkları müddetçe özgürleştirilemezler” (Alman İdeolojisi, 38) diyor Marks ve doğrudur. Bütün mülkiyet sınırlarından sıyrılarak sonsuz gelişim olanaklarını yakalayan komünist üretim de işte tam bunu sağlar. “Yoksa” diyor Marks, “[üretken güçlerin böyle bir gelişkinliği olmadan] yalnızca yoksulluk, gereksinimler genelleştirilir ve yoklukla birlikte gereksinimler için mücadele yeniden başlar ve tüm o eski pis işler zorunlu olarak yeniden doğar” (age, 49)
Yani, dünyanın fiziki olanaklarının artan nüfusu besleyemeyeceğini söyleyerek yoksulların kısırlaştırılmasını bile öneren Malthus gibi gerici papazların aksine Marks, bu imkânların sınırsız olduğunu, üretici güçlerin gelişiminin önündeki engellerin kaldırılmasıyla sonsuz bir gelişme temposunun yakalanmasının bir hayal olmadığını söyler. Bu böyledir, çünkü, örneğin üretimi hızlandıracak ya da maliyeti düşürecek herhangi bir gelişme kapitalizmde artı-değerin ve kâr oranının artışı anlamına gelirken, aynı gelişme komünist bir toplumda daha çok boş zaman, daha çok ürün demek olacaktır. Kapitalizm için felaket anlamına gelen “bol ürün” komünizm için yaşam düzeyinin yükselmesi demek olacaktır.
İşte ancak o zaman, Marks ve Engels’in komünist bir toplum insanına biçtikleri asıl rol ortaya çıkar: Özgür birey! “Bireylerin evrensel gelişmesine ve onların toplumsal zenginliği anlamındaki ortak, toplumsal üretkenliğinin buna bağımlı kılınmasına dayalı özgür bireysellik” diyor Marks ve kastettiği şey tam da artık sınıfsal konumdan, yaşam mücadelesinden kurtulmuş, içindeki bütün potansiyelleri dilediği biçimde değerlendiren, bunun için istediği toplumsal desteği ve eğitimi kolayca alabilen ve karşılığını topluma verdiği yaratıcı çaba ile ödeyen özgür insandır. Kapitalist üretimin zorunlu emek-artık-emek işleyişini tümden ortadan kaldıran komünist üretim, onun yerine komünizmin en önemli amacı olarak “serbest zaman”ı koyar, Marks’ın deyimiyle bu zaman diliminin yaratılması ve insanın gelişimine yol açmak için durmadan artırılması, komünizmin “birinci ekonomik yasası”dır; çünkü ancak bu yoldan insan zihninin eski toplumun bütün kirinden temizlenmesi ve toplum için çalışmanın erdemini keşfetmesi mümkündür. Bir başka deyişle bu, kapitalist toplum tarafından dar alanlara ve dar düşünme biçimlerine hapsedilmiş bulunan insanın, bütünlüklü bir birey noktasına varması ve sınıflı toplum tarafından ruhuna işlenmiş olan şizofrenik yarılmayı yok ederek kendi insan kimliğini yeniden keşfetmesidir.

4- Yani, komünist toplum projesi, burjuva arenadaki günlük tartışmalarda çoğu kez gösterilmek istendiği gibi basit bir “politik iktidar değişikliği” ya da “bir iktisat teorisinden diğerine geçiş” değildir. Bu, tümüyle yetersiz ve sığ bir bakıştır. Esasen, reel sosyalizmin resmi teorisyenlerinin 1960’larda sık sık “komünizme geçtik-geçiyoruz” demelerinin ardında da bu dar ve yanlış kavrayış vardır. Oysa, komünizm, yalnızca bir üretim-bölüşüm biçiminden diğerine geçiş değil, insan ilişkilerinin bir biçiminden diğerine geçiştir; insanın yeni bir halidir, Engels’in deyimiyle onun “hayvanlıktan çıkarak” insanlaşmasıdır. Bu, çalışmanın yeni bir anlam kazanması olduğu kadar, insanın her cephede kendisiyle buluşması, binlerce yılın kirinden arınması ve tüm ilişkilerinin insanileşmesi anlamına da gelir. Marks’ın “insanın ilerlemesinin gerçek ölçütü” dediği kadın-erkek ilişkilerinden, doğaya, topluma bakışa kadar her alanda bu böyledir. Bu ilişkilerin, insanın doğasında mevcut olmayan sınıfsal ölçülerden, bir cinsi, bir ırkı, vb. üstün tutan saçmalıklardan sıyrılması, insanlığın yeni bir uygarlık düzeyine sıçramasıdır. Bütün çocukların ve yaşlıların, tümüyle insan yaşamının toplumsal garanti altına alındığı, herhangi bir yarışma çabasının gereksizleştiği koşullarda yaşamın bir zevk haline gelmesi, Lenin’in dediği gibi insanları birbirine “sevgi” dışında bir bağın bağlamamasıdır. Bu, kadının ezilmişliğinin toplumsal temellerinin ortadan kaldırılması ve onun bütün komünist toplum üyeleri gibi bütünlüklü bir birey haline getirilmesidir.
Bu anlamda, bütün eserlerinde ısrarlı bir biçimde proletaryaya vurgu yapan Marks ve Engels’in sıra komünizme ilişkin tanımlar yapmaya geldiğinde “birleşmiş üreticiler topluluğu” ya da “insanlar” gibi kavramlara geçiş yapması rastlantı değildir. Çünkü, sınıfların ve mülkiyet ilişkilerinin bulunmadığı bu aşamayı başka türlü tanımlamak mümkün değildir. Bu anlamda Marks ve Engels, evet, proletaryanın filozoflarıdır, ama aslında onlar insanlığın geleceğine dair söz söyleyen insanlardır. İstedikleri şey, basit bir biçimde “proletaryanın iktidar olması” değil, proletaryanın “sınıf” kavramıyla birlikte kendisini de ortadan kaldırdığı bir insani gelişme düzeyi olarak komünizmdir. Ve doğal olarak böyle bir tasarım, ileride göreceğimiz gibi, yerel ya da ulusal değildir, dünya çapında bir olgudur.

5- “Devletin sönmesi” sorunu da tümüyle bununla bağlantılıdır. Marks ve Engels, bir devrim yoluyla kapitalizmin yıkılmasından komünizme geçişe kadar uzanan yol boyunca proletarya diktatörlüğünün gerekli olduğunu açık bir biçimde söylerler. Toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçiler için demokrasi, eski düzeni geri getirmek isteyen burjuvazi içinse diktatörlük anlamına gelen bu yönetim, kuşkusuz Lenin’in dediği gibi en demokratik burjuva demokrasisinden “bin kez daha fazla demokratik”tir, ama sonuç olarak bir devlettir ve bütün devletler gibi “bir sınıfın diğeri üzerindeki baskı aracı”dır.
Proletarya, tarihte ilk kez olarak, bu kurumun kendisini de ortadan kaldırmayı önüne hedef olarak koyar. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortadan kaldırılarak toplumsallaştırılması ve işbölümünün, kafa-kol, kır-kent ayrımlarının silinmesiyle birlikte sınıflar ve sınıf karşıtlıklarının ortadan kaybolması, bizzat proletaryanın kendisinin de bir sınıf olarak yok olması anlamına gelecektir. “Gerçek anlamında siyasal güç, bir sınıfın bir başka sınıfı ezmek amacıyla örgütlenmiş gücüdür. Eğer proletarya, burjuvaziyle savaşımında, koşulların zorlamasıyla, kendisini bir sınıf olarak örgütlemek zorunda kalacak, bir devrim yoluyla kendisini egemen sınıf durumuna getirecek, ve egemen sınıf olarak eski üretim koşullarını zor kullanarak ortadan kaldıracak olursa, o zaman, bu koşullarla birlikte, sınıf karşıtlıklarını ve genel olarak sınıfların varlık koşullarını da ortadan kaldırmış ve böylelikle, bir sınıf olarak kendi egemenliğini ortadan kaldırmış olacaktır.
Sınıflarıyla ve sınıf karşıtlıklarıyla birlikte eski burjuva toplumun yerini, kişinin özgür gelişiminin, herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birlik alacaktır.” (Lenin, Devlet ve İhtilal)
“Devlet varoldukça, özgürlük yoktur. Özgürlük olacağı zaman, devlet olmayacaktır” diyor Lenin aynı eserinde. Gerçekten de devlet, sınıf karşıtlıklarının tarihe karıştığı bu aşamada ortadan kalkacaktır ama bu, bir talimat ya da kararla değil, Engels’in eşsiz deyimiyle “sönme” biçiminde gerçekleşecektir. Kolektif insan toplumu, yavaş yavaş bütün yönetsel işlevleri yalınlaştırarak tüm yurttaşların yapabileceği bir noktaya ulaştıracak ve bugün bildiğimiz politik anlamıyla devlet sönerek yerini nesnelerin yönetimine ve kolektif planlamanın basit biçimlerine bırakacaktır. Bu, toplumsal tepkinin zorlayıcı hukukun yerini aldığı, dışlama ve ayıplamanın cezanın yerine geçtiği üst bir düzeydir. Bütün bunların mümkün olmadığı, insanlığın mutlaka devlet tarafından yönetilmeye mecbur olduğu safsatası ise böylesi tarihsel koşullarda tarihe karışacaktır. İnsanlığın devletsiz bir dönemi tarihte var olmuştur ve gelecekte de insan bu asalak mekanizmayı sırtında taşımak zorunda değildir. Şüphesiz bütün bunlar, tümüyle kendiliğinden süreçler değildir; şüphesiz bütün bunlar devrim sonrasındaki her adımda bu yönde bir irade gerektirecektir ve ayrıca böylesi bir süreç tek ülke koşullarında da yaratılamayacaktır. Emperyalist-kapitalizmin dünya yüzeyinden yok edilmesi ya da en azından sosyalizm denizinde bir ada haline getirilmesi, yani tek tek ülkelerin kurtuluşu üzerinden yürüyecek olan uzun bir dünya devrimi süreci bunun için zorunludur. Bu yüzdendir ki, daha ilk günden itibaren böyle bir hedef için çalışmayı unutan bir devrim, komünist toplum aşamasını asla gerçekleştiremeyecektir.

6- Böyle bir komünist dünya düzeninin insanlığa sunacağı en büyük armağan ise herhalde, kâr hırsı ve emperyalist paylaşım için çıkarılan ve yalnızca milyonlarca insanın hayatının değil, insanlığın üretici güçlerinin, kültürel mirasının, vb. de yok edildiği savaşların sonsuza dek ortadan kaldırılmasıdır. Kapitalizmden arınan insanlık, onun en yıkıcı sonucu olan savaşlardan, toplumsal kaynakları yutan ve körelten savaş araçlarından, ordulardan ve diğer bütün zorbalık kurumlarından kurtulacak; bütün bu kaynakları artık insan sağlığına, kültürel gelişimine, vb. ayırabilecektir.
Ve şüphesiz, savaşların nedenlerinin ve araçlarının ortadan kaldırılması, yüzlerce yıldır insan bilincinde bir ur gibi duran ve onun sağlıklı düşünmesini önleyen her türlü ulusal önyargıyı, ırkçılığın her türünü, şovenizmi adım adım temizleyecektir. İnsan toplumunun çok ileri aşamalarında bugünkü ulusal renklerin, dillerin, vb. nasıl bir biçim alacağını şimdiden kestirmek mümkün değildir ama kesin olan şey, bu ulusal-etnik renklerin, kültürel biçimlerin artık başkalarına üstünlük taslayan, başkalarını hor gören bir noktadan uzaklaşacağı, olsa olsa en çok genel bir zenginlik haline dönüşebileceğidir.

7- Böyle bir insanlık durumu, kuşkusuz üstyapı kurumlarını da bugün bildiğimiz hallerinden başka ve daha üst bir noktaya taşıyacaktır; örneğin kültür kavramı böyledir. Üretim araçlarını olduğu kadar kültür araçlarını da özel mülkiyetten arındırarak toplumun ortak zemini haline getirecek olan komünizm, insanın gelişme potansiyellerinin önündeki sınıfsal engelleri bir kez ortadan kaldırdığında, tek tek her bireyin hem insanlık kültürünün bütün ürünlerine ulaşma, hem de bizzat kendi varlığını bu kolektif bütüne katma olanağı doğacaktır. Bu, özel bir kategori olarak sanatçı-aydın kavramının eski ayrıcalıklı halinin sona ermesidir. Deyim yerindeyse tüm insanlığı kapsayan büyük bir aydınlanma dalgası, tek tek insanların özel bir “aydın” statüsüne sahip olmasını boşa düşürecek, gereksiz hale getirecektir. Böylece ortaya çıkan durum, herkesin mutlaka sanatsal ürünler ortaya koyması sonucunu vermese de, herkesin böyle bir imkâna sahip olması anlamına gelecek, bu büyük zenginlikten “yaşamın sanat haline dönüşmesi” sonucu çıkacaktır.

8- Ve nihayet, böyle bir toplumsal düzen, insanın doğayla ilişkilerini yeniden düzenleyecektir. Doğanın bir parçası olan insan, bu ilişkinin üzerine yüzyıllar boyunca çeşitli üretim biçimleri ama özellikle de kapitalizm tarafından yığılmış olan çer-çöp yığınlarını temizleyecek, yüzlerce yıl süren büyük yabancılaşmayı parçalayacaktır. Bu, doğanın sırtına binerek onu çatlayıncaya kadar insana hizmet ettirme mantığının kırılması ve onunla barışık, onunla birlikte gelişen bir yeni ilişkinin ortaya çıkarılmasıdır. Komünizm, basit olarak bugünkü kirliliğin ortadan kaldırılması ve doğanın mevcut halinin “korunması”ndan ibaret değildir; o, üretimin ve yaşamın seyrinin bu barışıklığa göre düzenlenmesi, kentleşmeden sanayi üretimine dek her adımın karşılıklı yarar esasıyla ele alınmasıdır. Kirlenmişi temizlemekten öte, bu doğal ilişkinin kalıcı olarak inşa edilip sürdürülmesidir. Böyle bir toplumsal düzen, tarımı tamamen sanayileşme ve ticaretin ihtiyaçlarına bağlayarak onu aslında körelten kapitalist işleyişin tersine toprağın gerçek üretici gücünü keşfedecek, tarımı toplumsal ihtiyaçla barıştırdığı andan itibaren klasik tarım-sanayi ayrımını da ortadan kaldırmış olacaktır.

9- Kapitalizmin kendi hizmetine koşarak köleleştirdiği ve kârlı olmayan alanlar bakımından körelttiği bilimin yeniden insanlıkla, insan yararıyla barıştırılması da komünist toplumun esaslı öğelerinden biridir. Özellikle son yirmi-otuz yılda neoliberal vahşet tarafından zirve noktasına yükseltilen bilim-insan yabancılaşmasının kırılması, daha devrimin ilk günlerinden itibaren her devrimci iktidarın asli görevlerinden biridir ve bu görev komünist topluma kadar kesintisiz biçimde gündemdedir. Komünist toplum, bilim alanlarının kendi içlerine kapanarak dar düşünme biçimlerine hapsolmasını, kâr getiren girişimler dışında gelişmesinin kösteklenmesini ve bugünkü topluma ait bütün diğer sakatlıkları ortadan kaldıracak ve bilimin önüne insanlığın kolektif yararını gerçek bir hedef olarak koyacaktır. Bir yandan herkesin her düzeyde eğitime, bilimlere ve bilimsel gelişmenin ürünlerine kolayca ulaşması sağlanırken diğer yandan da herhangi bir bilim insanı, sınıfsal, parasal, bütün kaygılardan uzakta çalışma imkânlarına kavuşacaktır.
Böyle bir toplum, kapitalizme ait “verimlilik” (aslında tam olarak söylenirse kârlılık!) ölçütlerini kullanamaz. Üretim anarşisinin yerini basit ve kolayca yönetilebilir bir planlamanın alması ve doğal kaynaklarının haydutça yağmalanmasının önüne geçilmesinin yanında bu toplum, kendi kaynaklarını dağıtırken de şu ya da bu alanın “verimli” (kârlı) olup olmadığını değil, kısa ya da uzun vadede insanlığa yararlı olup olmadığını gözetecektir. Bu bağlamda yeni enerji kaynaklarının ve biçimlerinin keşfi, tıbbın sadece hastalanmış insanı iyileştirecek değil sağlıklı tutacak seviyeye getirilmesi, vb. kısa vadede ne sonuç verdiği sorusundan tamamen bağımsız olarak komünist toplumun kaynak akıttığı alanlar olacaktır. Böyle bir mantık, kapitalist işleyişin ve kapitalist zihnin temizlenmesi ve tümüyle farklı bir zihinsel işleyişinin önünün açılmasıdır; örneğin böyle bir zihin, tam da Che’nin bir zamanlar dediği gibi hastane denilen şeyi sadece çok gerekli müdahaleler için elinin altında tutacak, asıl enerjisini ise toplumun kolektif olarak sağlıklı kalması için harcayacaktır, ki bu tıp alanının dışında, aynı zamanda ekonomik, ekolojik bir çaba olmak zorundadır.

Komünizmin Alt Aşaması Olarak Sosyalizm
Bütün bu söylediklerimizden sonra genel olarak komünizm üzerine düşünürsek herhalde artık şu iki sonucu çıkarmamız zor olmaz:
Birincisi, böyle bir toplum biçimi, herhangi bir proletarya devriminin ertesi gününde gerçekleşmeyecek; bunun için uzun ve zorlu bir yoldan geçilecektir.
İkincisi, sınıfların, devletin, ordunun, vb. tarihe karıştığı böyle bir toplum biçimi, bugünkü dünya tablosu esaslı biçimde değişmedikçe tek tek ülkelerde kurulamayacaktır; öyleyse bu bir dünya sistemidir. Ki dikkatli okurlar, yazı boyunca sürekli olarak “komünist dünya düzeni” kavramını öne çıkardığımızı fark etmişlerdir.

Diyalektik İşleyiş ve Toplumsal Değişim
Öncelikle işe birinci sonuçtan başlayalım. Bu sonucu ikinciden kısmen ayırabiliriz, çünkü bu sonuç dünya tablosunun nasıl olduğundan bağımsız olarak diyalektiğin mantığı ile ilgilidir. Koşullar nasıl olursa olsun, hiçbir zaman bir toplumsal düzen ya da süreç bıçakla kesilmiş gibi sona ermez ve bir başkası da aniden ortaya çıkmaz. Özellikle komünizm bakımından bu böyledir; çünkü o, kapitalizmin bağrında üretim ilişkileri olarak belirmez, böyle bir avantaja da sahip değildir. O, iktidarı ele geçiren proletaryanın iradi olarak kurmaya başladığı bir şeydir.
Kaldı ki, proletarya devriminin en temel görevlerinden biri olan üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmesi bile çoğu kez problemli bir alandır. Örneğin küçük tarım üretiminde ve genel olarak küçük üretim ve ticaret alanında, proletarya çoğu kez daha sabırlı ve iknaya ya da ekonomik zorlamalara, eğitime, vb. dayalı karmaşık bir yol izlemek zorunda kalır. Ama bu sorun bir yana bırakılsa bile, üretim araçlarına el konulması eylemi ile o araçların bütün toplum tarafından yönetilmesi, işbölümünün, kafa-kol, kır-kent çelişkilerine son verilmesi, sınıfların ortadan kaldırılması, vb. arasında yine de ciddi bir mesafe vardır ve bütün bunlar bir günde çözülebilir sorunlar değildir.
Marks ve Engels, bu sorunun farkındadırlar ve tam da bu nedenle, yukarıda irdelemeye çalıştığımız komünist toplum düzenini, “komünizmin üst evresi” olarak tanımlamakta, bu evreye ulaşmak için geçilecek olan süreci ise “alt evre” olarak adlandırmaktadırlar. Daha sonraları günlük kullanımda bu “alt evre”, sosyalizm olarak adlandırılmıştır ve esas olarak proletaryanın iktidarı ele almasından komünist toplumun üst evresine kadar uzanan süreci böyle adlandırmanın bir sakıncası da yoktur.
Ancak burada şu önemli notu mutlaka düşmek zorundayız: Tarihsel sıralanıştaki ilkel-komünal, köleci, feodal ve kapitalist üretim/toplum biçimlerinden sonra özel olarak bir “sosyalist üretim/toplum biçimi” esasen yoktur; Marksist-Leninist literatür, kapitalist toplumdan sonra komünist toplumu tanır. Yani “sosyalizm” diye adlandırdığımız özel dönem, aslında, ancak bu bağlam üzerinden tanımlanabilecek, ancak komünist toplum hedefi referans gösterilerek anlaşılabilecek bir toplumsal süreçtir. Marks’ın deyimiyle bu toplum “kendi temelleri üzerinde gelişmiş olan değil, tersine, kapitalist toplumdan doğduğu şekliyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla, iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur.” (Gotha Programının Eleştirisi) Onun üretimi de, bölüşümü de, hukuku da, vs. henüz burjuva toplumun izlerini taşır. Daha önce de aktarmış olduğumuz gibi, ancak, “bireylerin işbölümüne kölece boyun eğmesinin ve onunla birlikte de kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasından sonra; emek, yalnızca yaşam aracı değil, yaşamın birincil gereksinmesi haline gelmesinden sonra; bireylerin her yönüyle gelişmesiyle birlikte, üretici güçlerin de artması ve bütün kolektif zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırmasından sonra - ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üzerine şunu yazabilecektir: “Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre!” (age)
Bundan önce ise, “birey olarak üretici (gerekli indirimler yapıldıktan sonra), topluma vermiş olduğunun tam karşılığını alır. Onun topluma verdiği şey, birey olarak, kendi emek miktarıdır. Örneğin, toplumsal işgünü, bireysel çalışma saatleri toplamından oluşur; her üreticinin birey olarak emek-zamanı, toplumsal işgünü olarak sunmuş olduğu kısımdır, onun bu bakımdan katkısıdır. O, toplumdan, şu kadar emek verdiğini saptayan bir belge alır (bunda kolektif fonlar için sarfetmiş olduğu emeğin indirimi yapılmıştır) ve bu belge ile toplumun tüketim araçları stoklarından, emeğinin eşit bir tutarı kadar bir miktar alır. Topluma, bir biçimde sunmuş olduğu aynı emek miktarını, ondan, başka bir biçimde geri alır.”
Yani, burada üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmiş olsa da, uygulanan ilke aslında hâlâ burjuva hukukun ufkundan sıyrılmış değildir. Eşit hak, hâlâ “burjuva sınırlar içinde”dir ve insan ihtiyacını, onun özgür çalışmasını değil, topluma verdiği emeği gözetir.
Sonuç olarak, sadece bu dağıtım sorunundan ötürü değil, genel olarak kapitalist toplumdan devralınmış olan bütün diğer kalıntılardan ötürü, toplum bir hamlede komünist üretim ve yaşam biçimine geçemez ve Marksist literatür bu geçiş aşamasını “alt evre” olarak tanımlayarak bir kavram kargaşasının önünü kesmek ister.
Ancak burada önemli olan şey şudur: Günlük dilde nasıl kullanılırsa kullanılsın, “sosyalist toplum” kavramının yalnızca bu “alt evre”yi tanımladığı kesindir; bunu unutmak, bu dönem için komünizm hedefinden bağımsız özel (ve keyfi!) bir tanımlama yapmak, kesinlikle revizyonist bir kaymanın habercisidir. Bu “alt evre”yi, nihai hedeften bağımsızlaştırarak kendi başına bir amaç haline getirmek, onu bir inşaat iskelesi gibi değil, inşaatın kendisi gibi ele almak, son derece tehlikelidir. Reel Sosyalist ülkelerin revizyonist merkezleri, belki teorik dilde bunu bu açıklıkta hiç söylememişlerdir ama aslında daha tehlikeli bir şey yaparak komünizmin üst evresinin temel koordinatlarını bozmuşlar ve bu “alt evre”yi komünizmin kendisi gibi göstermeye çalışmışlardır. Böylece, paranın, devletin, ordunun da mevcut olduğu tuhaf “komünist toplum”(!) biçimleri icat edilmiştir; ki bu, pratikte dünya devriminden ve komünist bir dünya hedefinden vazgeçmek anlamına gelmiştir.
Bu karıştırmanın ikinci önemli sakıncası ise, reel sosyalizm eleştirilerinde sık düşülen bir hataya yol açmasıdır. “Alt evre”nin mantığını unutan böyle bir eleştiri, “sosyalizm şudur” diye katı, akışkan olmayan tanımlar ortaya çıkarır. (Örneğin, sosyalizmde para yoktur, sosyalizmde sınıflar yoktur, devlet yoktur, vb. gibi) Hatta “proletarya diktatörlüğü dönemi-sosyalizm-komünizm” gibi daha ilginç sıralamalar yaparak arada bir yerde “bütün halkın devleti” anlayışına yer açan yaklaşımlar da mevcuttur. Oysa bu, tarihsel bakıştan yoksun bir anlayıştır. Proletaryanın iktidarı aldığı andan itibaren komünizmin üst evresine dek uzanan bir süreç vardır ve bu süreç, her noktası aynı olan katı bir olgu değildir; tam da kelimenin gerçek anlamıyla bir süreçtir. Örneğin bu sürecin bir A aşamasında küçük üretim bile vardır, bir B noktasında kolektifleştirme şu aşamadadır, bir başka C noktasında devletin bazı fonksiyonları artık yavaş yavaş topluma doğru geçmeye başlamıştır, vb. vb… Yani komünist toplum, bir sabah boru sesiyle kurulduğu ilan edilen bir şey değildir. Gelişmesinin her aşamasında, nihai hedefi hiç unutmadan bir adımdan diğerine geçerek ilerleyen kesintisiz bir devrimler silsilesinden söz ediyoruz. Dolayısıyla, sosyalizm, her aşamada, ancak ve ancak komünizme ne kadar yaklaşıldığına bağlı olarak, bu mesafeyi gözeten bir yerden tanımlanabilir ve yeniden yeniden tanımlanabilir. Bunun dışında, sosyalizm üzerine bilgiç tanımlar üretmenin hiçbir pratik değeri yoktur.

Aynı Zincirin İki Halkası: Komünist Toplumun İnşası ve Dünya Devrimi
Tam da bu geldiğimiz yerden hareketle ikinci önemli sonuca geçebiliriz.
Az önce yukarıda, sınıfların, devletin, ordunun, vb. tarihe karıştığı böyle bir toplum biçimi, bugünkü dünya tablosu esaslı biçimde değişmedikçe tek tek ülkelerde kurulamaz; öyleyse bu bir dünya sistemidir, demiştik.
Bu ne anlama gelir? Bu bir umutsuzluk noktası mıdır? Durum gerçekten böyleyse ve biz uzunca bir süre dünya tablosunun uygun hale gelmesini bekleyeceksek, iktidar elde etmek için harekete geçmeyi biraz ertelesek olmaz mı? Ya da şu dünya tablosunu hep birlikte bir güzel devrim yapıp bir anda değiştirsek?
Fanteziler bir yana, bu belirlemenin somut anlamı şudur: Siz dünyanın herhangi bir ülkesinde devrim yaparak iktidar elde ettiğinizde, komünizmi kurmaya başlayabiliyorsunuz ama mevcut dünya tablosu esaslı bir biçimde değişmedikçe, bu kuruluşun “komünizmin üst evresi” dediğimiz aşamaya dek ulaşması şansı pratik olarak bulunmuyor. Nedenleri de gayet açık: En basitinden emperyalizme karşı kendinizi savunmak zorundasınız ve bunun için orduyu, devlet mekanizmalarını muhafaza etmeye zorunlusunuz. Eğer komünist toplum düşüncesine -deyim yerindeyse- “su katmak” isterseniz, “aslında bu toplumda şu ve şu da olabilir” derseniz, tabii ki dilediğinizi yapabilir, “şanlı kuruluşlar” ilan edebilirsiniz ama kurduğunuz, kuracağınız şey komünizm olmaz.
Yok eğer, böylesi yanlış anlayışlara prim vermiyorsanız, o zaman son derece yalın iki görev karşınızda durur:
Birincisi, komünist topluma giden yolun ekonomik, politik, ideolojik, sosyal, kültürel, temellerini inşa etmeye hemen başlamak.
İkincisi ise, mevcut dünya tablosunun değişmesi için çaba göstermek, bu yolda çaba gösterenlere her yol ve her aracı kullanarak destek olmak, yani kendinizi dar-ulusal bir hareket olarak değil, enternasyonal bir müfreze olarak tanımlamak.
Bu iki yol dışında başka bir yol da yoktur.
Özellikle 1960’larda SBKP tarafından geliştirilen “kapitalist dünya ile yarışan ve onlara üstünlük sağlayan bir uygarlıkla insanlığı sosyalist cepheye çekme, böylece emperyalist militarizmi ehlileştirerek onları şiddetten alıkoyma” teorisi, pratikte iflas etmiş ve insanlığın koca bir yüzyılına mal olmuştur. Esasen sosyalist uygarlığı yükselterek dünya halklarını ve özellikle emperyalist ülkelerin halklarını etkilemek doğrudur ve mümkündür; böylece emperyalist militarizm ortadan kaldırılamaz ama onun hareket alanı “içeriden”, yani kendi işçi sınıflarının baskısıyla sınırlanabilir. Ancak SBKP pratiğinde bu, yalnızca sınai-teknik bir süreç olarak algılanmış, sosyalist ülke halklarının ayağa kalkarak katıldıkları, emperyalist pratiğe müdahale ettikleri genel bir eyleme dönüşmemiştir. Kitleleri yönetimden ve politik hayattan dışlayarak onların aktivitesini sıfırlamış olan bürokrasinin zaten böyle bir komplike hareket geliştirme şansı da yoktur. Kitlelerin sosyal haklar ve refah noktasında elde ettiği düzey, onların demokratik katılımıyla bütünleşmemiş olduğu için bu uygarlık, yalnızca tek ayaklı bir “yarış” yapabilmektedir.
Bütün bunlardan daha önemlisi, bu ve benzeri teorilerle SBKP yönetiminin yapmak istediği şey, aslında komünizmin önünü açacak bir dünya tablosu yaratmak değil, dünya devriminden vazgeçmenin bir yolunu bulmak, dünyanın çeşitli köşelerindeki devrimci kıpırdanışların önüne set çekmenin ideolojik zeminini yaratmaktır. Bu yüzden o, genel bir anti-emperyalist cephe kurmayı değil, diplomatik manevraları tercih etmiştir.
Sonuç olarak yine konumuza ve somut iki görevimize dönersek, önce birincisinden başlayabiliriz.
Dünyanın herhangi bir ülkesinde şu ya da bu aşamadan, özgün biçimden geçerek proletarya iktidarı alabilir ve -kuşkusuz yerel koşulların özgünlüğünü de hesaplayarak- komünist toplum düzeninin inşasına, “alt evre” diyerek de anabileceğimiz sosyalist kuruluşa başlayabilir. Bu mümkündür, yapılabilir ve bu konuda Ekim Devrimi için bile “keşke iktidarı almasalardı” diyebilen gevezeliklerin üzerine en baştan bir çizgi çekebiliriz.
Bu mümkündür, yapılabilir. “Tek Ülkede Sosyalizm” başlığı altında yapılan tartışmaların da bu konuda çok anlamı yoktur. Bunun tek ülkede “mümkün” olup olmadığını tartışmak anlamsızdır; çünkü zaten tek ülke koşullarında yapılabilecek olan budur. Emperyalizmin artık dünya çapında bir tehlike olmaktan çıktığı koşullarda olsaydık, zaten tartışma tümüyle anlamsız olurdu; kuşkusuz o koşullarda daha az zorlanarak ve muhtemelen daha hızlı bir yoldan, örneğin daha çok kaynağı daha önemli alanlara aktararak ve kardeş halkların daha fazla desteğiyle yürüme şansımız olurdu. Oysa, “tek ülke” ya da birkaç ülkeden söz ediyorsak, burada zaten önümüzdeki olgu, “alt evre” anlamında sosyalizmdir. Ama bu sosyalizm, teorisyenlerin keyfi ölçütlerle içini doldurdukları, kendi başına “bağımsız” anlam ifade eden bir düzen değildir; burada sözünü ettiğimiz şey, devrimden hemen sonra kesintisiz olarak başlayan ve komünizme dek sürecek olan bir kuruluş ve inşa sürecidir. Bu, kelimenin gerçek anlamıyla bir süreçtir ve böyle bir sürecin “tek ülke” koşullarında yaşanamayacağını söylemek politik felç halinden başka bir anlam ifade etmez. Pratikte devrim yapmaktan kaçmak ve oportünizm demektir.
Aynı sürecin bu “tek ülke” koşullarında komünizmin kurulmasıyla sonuçlanacağını ya da sonuçlandığını söylemek ise ya düpedüz yalandır ya da komünizmin şurasından burasından kırpmak, halk deyimiyle onu “kuşa benzetmek”tir. Sorun aslında bu kadar yalındır. İşin aynı ölçüde yalın olmayan bölümü ise bu inşanın “nasıl yapılacağı”dır ki, az sonra o konudaki temel görüşlerimizi anlatmaya çalışacağız.
Komünizme giden yoldaki ikinci göreve gelirsek, orada da durum aslında oldukça yalındır.
Çok sade bir mantıkla düşündüğümüzde, eğer mevcut dünya ilişkileri komünist toplum düzenine izin vermiyorsa, bu ilişkileri değiştirmek için savaşmaktan başka bir yol yoktur. Bu, enternasyonalizm ve dünya devrimi yoludur.
Devrimci iktidar, her şeyden önce, ulusal çaptaki bir dar bir olgu değil, dünya proletaryasının bir müfrezesidir. Enternasyonalizmin mantığı budur. O, bir yandan, az önce sözünü ettiğimiz gibi ileri bir uygarlık düzeyini, -sadece ekonomik/teknik bakımdan değil, politik bakımdan da- ortaya koyarken ve kendi emekçi kitlelerini dünyanın her köşesindeki zulme karşı sürekli bir aktivite içinde ayakta tutarken, diğer yandan da dünyadaki bütün devrimci girişimleri, hatta sosyalist ideolojiden uzak muhalefet biçimlerini bile tereddütsüz ve aktif bir biçimde destekler. Bu destek, zamana ve duruma göre birçok biçim alabilir. Doğrudan askeri destekten, kendi yurttaşlarını başka ülkelerde savaşmaları için özgür bırakmaya, politik kitle gösterilerinden uluslar arası kampanyalara, emperyalist kampa karşı başka kamplar ve platformlar yaratmaktan, yeni kurtulan ülkeleri desteklemeye ve hatta kapitalist ülke halklarına bile doğrudan halktan halka yapılan yardımlar gibi desteklere kadar yüzlerce yol ve yöntem mümkündür. Burada asıl önemli olan, enternasyonalizm ve dünya devrimi davasının salt bir devlet politikası, sadece bir diplomatik açıklamalar alanı olarak algılanmaması, devrimci ülkenin bütün emekçi halkının bu dava için ideolojik olarak, moral ve pratik açıdan şekillendirilmesidir. “Sosyalist ideal, bir an için bile, enternasyonalist olmadan var olamaz. Hangi ülkede olursa olsun, sosyalizm için mücadele edenler dünyanın geri kalan kısmını unutamazlar. Dünyanın bir kısmında var olan yoksulluğu, fakirliği, cehaleti acıyı ve sömürüyü asla unutamazlar. Bir an için bile dünyanın bir kısmının ihtiyaçlarını asla unutamazlar. Biz inanıyoruz ki, dünya gerçeklerinin unutulmasına göz yumulursa, yığınlara gerçek enternasyonalist görüşü, gerçek devrimci görüşü aşılamak olanaksızlaşır” (Çekoslovakya Sorunu s, 21-22, Aşama Yayınları Temmuz,1975) diyor Fidel ve doğrudur. Tam da anlatmak istediğimiz şey budur.
Bu, kitlelere dayanan devrimci enternasyonalizmdir. Doğrusu, “dünya devrimi” üzerine yapılan binlerce Troçkist laf kalabalığından daha anlamlısı, Kongo ve Bolivya’da savaşan Che’dir; Pakistan köylerinde bugün sağlık dağıtan Kübalı doktorlardır, vb. vb… Yöntemler önemli değildir; önemli olan son derece açık ve berrak bir enternasyonalist tutum koymak, politik sağlamlığa sahip olmak ve bunu kitlelerle birlikte yapmaktır.
Eğer bunları yapmıyorsanız, ya da diplomatik gevezeliklerle, kınamalarla, en çok da yardımlar ve uzmanlarla yetiniyorsanız, dünya devrimi sizin için boş bir laftır.
Demek ki, toparlarsak, “küresel devrim” gibi boş hayaller peşinde koşmuyorsak eğer ve ayrıca geveze değil de devrimciysek, komünizmin alt evresi olarak sosyalizm konusunda zihnimiz oldukça berraktır, görevlerimiz de bellidir: Devrim için savaşmak, devrimci iktidarımızda da bir yandan kesintisiz bir biçimde komünist toplum düzeninin ilk adımlarını atmaya başlarken, diğer yandan da dünyanın öteki köşelerindeki devrimler için devrimci enternasyonalist çabamızı tereddüt etmeksizin ortaya koymak. Bu yolda yürürken bir kutup yıldızı gibi hiç şaşırmadan izleyeceğimiz olgu ise, komünizm düşüncesinin ta kendisidir.
Bir “alt evre” olarak sosyalizmin, orada tıkanıp kalmaması, kendi içine çökerek sonunda kendi yıkım noktasına dek ulaşmaması, ancak böyle bir anlayışla mümkündür.

Devrimci Sosyalizm: Proletarya Önderliğinde Emekçi Kitlelerle Birlikte
Uzun Bir Yürüyüş

Bütün bu uzun açıklamaların ardından söylediklerimizi devrimci sosyalist hareketin yürüyüş hattı olarak özetlemeye çalışırsak;

A- Devrimci Sosyalizmin Hedefi Komünist Dünya Düzenidir
Devrimci sosyalizm, açık ve tereddütsüz bir biçimde komünist bir dünya düzenini nihai hedef olarak benimsemiştir.
Demokratik Halk Devrimiyle birlikte kesintisiz olarak başlayacak olan sosyalist kuruluş, kendi başına bir siyasi-toplumsal sistem değil, komünist toplumun alt aşaması olarak anlamlıdır. Bu, tek bir ülkede, kuşkusuz bizim ülkemizde de başarılabilir; ancak devrimci sosyalizm, sosyalist kuruluşu kendi çerçevesinde tamamlanarak sonlanacak bir süreç olarak görmez. Komünist dünya hedefini ve dünya devrimi perspektifini yitirmiş bir tamamlanmışlık sosyalizm için söz konusu edilemez. O, ancak bir dünya devrimi ve komünist dünya düzenine ulaşılmasıyla tamamlanacak bir ara aşamadır. Dolayısıyla, sosyalist kuruluş boyunca proletaryanın görevleri esas olarak iki temel unsuru içerir:
Birincisi, komünist toplumun uluslar arası koşullarını yaratmak için başka ülkelerdeki devrimlerin gerçekleşmesini bütün gücüyle desteklemek, eksiksiz bir enternasyonalist tutumla dünya devriminin çeşitli parçaları için açık dayanışma göstermek.
İkincisi, bu süreçte komünist bir toplumun maddi zeminlerini döşemek, üretim araçlarının kolektivizasyonundan bütün toplumun örgütlenmesine ve sosyalist kültürle donanmasına dek tüm çalışmaları yürütmek… Bu iki görev karşı karşıya konulamaz, herhangi biri diğerinin yerine geçirilemez ya da unutulamaz.

B) Devrimci Enternasyonalizm, Dünya Devrimi Hedefinin Ayrılmaz Parçasıdır
Yalnızca diğer halklar hakkında “iyi duygular” beslemekle sınırlı olmayan devrimci ve aktif bir enternasyonalizm, devrimci sosyalizmin dünya devrimi perspektifinin temelini oluşturur. Devrimci sürecin tüm evrelerinde olduğu gibi sosyalist kuruluş boyunca da devrimimiz, dünyanın başka köşelerindeki devrimci güçler ve emekçi halklarla mümkün olan bütün yollarla enternasyonalist dayanışma gösterecek, salt kendi devrimci iktidarını savunmakla yetinen içe kapalı ve dar bir yaklaşıma teslim olmayacaktır. Devrimimiz, bunun için meşru bütün yol ve yöntemleri kullanacak, bu süreçte kendisini bölgesel ya da genel bir üs ve odak noktası haline getirmekten ürkmeyecek, kitleleri harekete geçirmekten çekinmeyecek, enternasyonalizmden vazgeçerek sağlanacak avantajları reddedecektir.

C) Devrim ve Sosyalizm Proletarya ve Emekçi Kitlelerin Eseridir
Devrimci sosyalist hareket, sosyalist kuruluşu ya da aynı anlama gelmek üzere komünist toplum düzeninin alt aşamasını, yalnızca üretim araçlarının el değiştirmesi, yalnızca yaşam koşullarının iyileştirilmesi ya da teknolojik gelişmenin artırılması olarak algılayan bütün ekonomist-teknisist yaklaşımlardan kendisini kalın çizgilerle ayırır. Sosyalist kuruluş, bir grup “akıllı”nın emekçilerin bütünü adına kararlar verdiği bir bürokratik işleyiş değildir; o baştan itibaren bütün emekçi kitlelerin katıldıkları, bütün enerjilerini ortaya koydukları bir süreçtir.
Her devrimin gerçek sorunu iktidar sorunudur ve iktidarın ele geçirilmesi kuşkusuz sürecin en kilit aşamasıdır. Ancak devrimimiz, yalnızca iktidarın elde edilmesi ile sonuçlanan bir politik eylemden ibaret değildir. Devrimimiz, kesintisiz bir devrimci akış anlamına gelmektedir; bunun anlamı, devrim dediğimiz sürecin bugünden başlayarak komünizme dek devam edecek olan kesintisiz bir devrimci kitle hareketi olmasıdır. Dolayısıyla, devrimci iktidar, iktidara yürüyüş sırasında ortaya çıkan halk örgütlerinin, meclislerin, konseylerin, komitelerin ve süreç içersinde ortaya çıkabilecek bütün diğer kitlesel organizasyonların “terhis” edilmesi, işlevsizleştirilerek çürütülmesi, kitleleri “eve göndererek” ülkenin yönetilmesi anlamına gelmeyecektir. Devrimci iktidar döneminin bir “istikrar” ve “sükunet” dönemi olduğu, bu dönemde kitlelerin “uslu durması” ve yalnızca önündeki işe bakması yolundaki klasik revizyonist-statükocu düşünce, devrimci sosyalizme yabancıdır. Tersine devrimci sosyalizm, kitlelerin ve kitle örgütlerinin tam da bu dönemde büyümesini, yüz kat daha aktifleşerek yönetimin asli unsuru haline gelmesini öngörür; devrim “sokakların boşalması” değildir.
Devrimci sosyalizm, emekçi kitlelerin her düzeyde örgütlenerek bir yandan sosyalizmin kuruluşuna katılmasını, bu kuruluşun olası ve gerçekleşmiş yanlışlıklarını eleştirmesini ve diğer yandan da dünyanın her köşesindeki emperyalist zulme karşı sesini yükseltmesini “tehlikeli” bir gelişme olarak değil, komünizme doğru ilerleyişin gerçek güvencesi olarak görür. Ayrıca devrimci sosyalizm, bunun partinin öncülüğü ile de çelişmediği düşüncesindedir. Partinin öncülüğü, onun kitlelere hesap vermediği, kitlelerle karşılıklı bir iletişim ve eleştiri-özeleştiri sürecini yaşamadığı bir tür elit yönetimi anlamına gelmez. Tersine, partinin perspektiflerinin pratikte yaşam alanı bulması, kitlelerin örgütlenmesinin bütün biçimlerinin bin kat daha artırılarak düzeyinin yükseltilmesiyle ve kitlelerin katılım ve yönetim araçlarının yetkinleştirilmesiyle mümkündür. Devrimimiz, sosyalizmin yalnızca bir ekonomik düzen değil, toplumun tepeden tırnağa örgütlenmesi olduğunu yalnızca kendi metinlerine yazmayı değil bizzat kitlelerin zihnine de kazımayı görev olarak kabul edecektir. Bu, sosyalist demokrasinin gerçek zeminidir.
Devrimci sosyalist parti, devrimimizin her aşamasında ve sosyalist kuruluş sürecinde de işçi sınıfının ve emekçi halkın öncüsüdür. Ancak, kendisini önceleyen bütün “Mesihçi” kurtuluş teorilerinin ve ütopyacıların aksine Marksizm-Leninizm, esasen kitlelerin kendi kaderlerine el koyarak kendi kendilerini kurtarmalarını öngörür. Devrimci sosyalist parti, sürecin her aşamasında kitlelerin mücadelesini örgütleyen, onları doğru perspektiflerle yönlendiren bir örgüttür ama asla kendisini kitlelerin yerine ikame etmez.
Dolayısıyla o, daha öncesinde olduğu gibi, sosyalist kuruluş sürecinde de, kitlelerin öz örgütü olarak onların içinde yaşar, onlarla birlikte soluk alıp verir, kitlelerden öğrenir ve kitlelere öğretir. Kendisini kitlelerden koparacak bürokratik eğilimleri, ayrıcalıklı ilişkileri, yine kitlelerin örgütlü gücü ve denetimiyle ezer. Emekçi kitlelerin tümüyle örgütlenerek politik sürece katıldıkları bir sosyalist kuruluş süreci partinin öncülüğünün gerçek güvencesidir.
Bu anlamda, kitlelerin merkezi temsil organları da, iktidar anındaki somut durum ne olursa olsun esas olarak, ilk temelleri Paris Komünü’nde atılan doğrudan temsil ilkelerine uygun bir anlayışla düzenlenecek, klasik burjuva parlamentosunun çerçevesi tümüyle dağıtılacaktır. Devrimci iktidarımız, ırkçı, gerici ve emperyalistlerin işbirlikçiliğini yapan odakları tümüyle ve acımasızca ezerken, bütün halkın seçme ve seçilme, seçilmişleri geri çağırma ve hesap sorma haklarını güvence altına alacaktır. Bu, ülkenin gerçek yönetiminin tümüyle bu halk örgütlerinin elinde olacağı anlamına gelir.
Sosyalist ülkeyi koruma onurundan başka hiçbir özel ayrıcalığa sahip olamayan devrimci halk ordusu, yine bu mantıkla tamamen politik-devrimci bir emekçi hareketi olarak varlığını sürdürecek, aktif devrimci enternasyonalizmin bir parçası olarak devrimci amaçlarından kopmayacaktır.
Yine hiçbir özel ayrıcalığa sahip olmayan ve emekçi halk hareketinin aktif bir bileşeni olan halk milisimiz, kendisini devrimci bir kitle organizasyonu olarak örgütleyecektir.
Açık ve ayrıcalıksız yargılama yöntemini benimseyen halk mahkemelerimiz, emekçi kitlelerin içinden seçimle gelecek ve onların denetimi altına olacaktır.
Daha açık ve bütün alanları tanımlayan bir cümle kurarsak eğer, devrimimiz, iktisatçıların ekonomiyi, askerlerin orduyu, yargıçların adaleti, vb. yürüttüğü, halkın da durumu kenardan seyrettiği bir bölünmüşlükler karmaşası yaratmayacak, devrimci iktidarımızın bütün kurumları, doğrudan halk kitlelerinin örgütlenerek yönetip denetlediği devrimci-politik organlar olarak inşa edilecektir.
Bütün bu süreç boyunca devrimci iktidar, coğrafyamızda yaşayan halklar arasındaki özgür, eşit ve kardeşçe olmayan hiçbir ilişkiyi kabul etmeyecek, bütün ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesini ilke olarak benimserken, hiçbir etnik ya da dini gruba karşı ayrı davranılmasını kabul etmeyecektir.
Irkçılık ve savaş kışkırtıcılığı dışındaki bütün düşüncelerin ifade özgürlüğü devrimci iktidarın güvencesi altında olacak, aynı güvence çeşitli dini düşünceler için de geçerli olacaktır. Kadınları yeni toplumsal yapımızın özgür ve öncü gücü haline getirecek olan devrimimiz, cinsiyet ayrımcılığını devrimci pratik yoluyla tarihe gömecektir.
Ve yine devrimimiz, kültür devrimini de kesintisiz bir süreç olarak algılayacak, onu dar zamanlara sıkıştırılmış kampanyalar ya da yavanlaştırılmış “eğitim hamleleri” düzeyinde ele almadan gerçek bir devrimci-enternasyonalist toplum yaratma hedefine yöneltecektir. Aynı şey, bugün dar alanlara hapsedilerek sonuçta burjuvazinin hizmetine koşulan bilimin halkın ve insanlığın hizmetine koşulması, hiçbir “kârlılık” ölçütünü dikkate almadan geliştirilmesi konusunda da geçerlidir.
Şimdilik, bu yazı çerçevesinde kabaca tanımladığımız bütün bu adımlar, esasen nihai amacı sınıfsız-sömürüsüz-devletsiz bir komünist düzen olan devrimci sosyalizmin mantığına da son derece uygundur. Kitlelerin her düzeydeki inisiyatifinin sürekli canlı ve işlevli tutulması, bütün halk örgütlerinin, komitelerin, meclislerin, (ve zaman içersinde ortaya çıkabilecek diğer halk örgütlerini) sürekli bir biçimde politik yönetime katılması, nihai olarak devletin “uykuya dalması”nı öngören komünist perspektifin güncel aşamadaki pratik adımlarıdır.
En önemlisi de bütün bu devrimci pratik adımların, devrimci sosyalist hareketin mantığında bir “aşama”ya özgü görülmemesidir.
Devrimci sosyalist hareket, demokratik halk devrimini sosyalizmden önceki özel bir “aşama” olarak görmemekte, devrimin ertesi günü sosyalist kuruluşu başlatan bir kesintisiz devrim olarak algılamaktadır. Dolayısıyla, devrimimiz, komünist bir dünya düzenine doğru yürüyüşümüzün ilk adımıdır.
Dünya devrimci hareketinin bir müfrezesi olan devrimci sosyalist hareket, kendi coğrafyasında gerçekleştireceği bir devrimi, bu muazzam yürüyüşün önemli aşamalarından biri olarak görmektedir. Kapitalist barbarlık ne kalıcıdır ne de yıkılamayacak kadar güçlüdür. İnsanlığın binlerce yıllık özgür ve eşit yaşam isteği, şimdiye dek yüzlerce kez kanıtlandığı gibi zalimlerin bütün zor mekanizmalarından ve ordularından daha güçlüdür.
Devrimci sosyalist hareket, bu tarihsel mirastan güç almakta, Spartaküs’lerden, Şeyh Bedreddin’lerden bu yana akıp gelen komünist hareketin bir parçası olmaktan onur duymaktadır.
Nihai olarak kazanacağımız şey, kırıntılar değil, koskoca bir dünyadır.

 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19