Giriş
Dünya, 1990’ların fırtınalı çöküşünden sonra 2000’li
yıllara karanlık bir insanlık tablosuyla girdi.
Ama sonra, daha aradan birkaç yıl geçmeden, bu
karanlığın aslında tam da zifiri bir karanlık
olmadığı ya da en azından karanlıktan beslenen
güçlerin umduğu kadar koyu olmadığı ortaya çıktı.
Yeryüzünün dört bir köşesinden değişik sesler
gelmeye başladı; insanlığın binlerce yıllık özgürlük,
eşitlik ve dayanışma davasının sanıldığından daha
köklü temellere sahip olduğu ve birkaç darbe ile
ortadan kalkmadığı, kalkmayacağı anlaşılmaya başlandı.
Kapitalizmin insanlığa mutluluk ve özgürlük getirme
gibi bir yeteneğe ve ufka sahip olmadığı, daha
çöküş sonrasındaki ilk yirmi yılda yeniden kanıtlandı;
emperyalist sistemin kendi krizine çözüm olarak
ürettiği ve toplumsal güçlerin zayıf olduğu koşullarda
ilk adımlarını attığı vahşi politikalar, şimdi
emekçilerin isyan eğilimi ve pratiği olarak geriye
dönmeye başlıyor.
Belki henüz şafak sökmüş değil, belki henüz çok
belirgin ve haritaları yerinden oynatacak büyük
nitelik sıçramalarıyla karşılaşmış değiliz; ama
yeni-sömürgeler cephesinden metropollere kadar
uzanan toplumsal kaynaşma ve devrimci kıpırdanmanın,
gelecek için ciddi umutlar verdiği, ciddi birikimler
yarattığı kesindir.
Öte yandan, 1990 miladıyla başlayan dönem, kuşkusuz
yeni bir tarihsel süreç anlamına geliyordu. Dünya
bu milat sonrasında, her cephede kapsamlı ve çarpıcı
değişiklikler yaşadı. Her yeni tarihsel süreçte
olduğu gibi bu dönemde de dünya tablosunun bütün
unsurları yerinden oynadı ve yeniden biçimlendi.
Emperyalistler arası ilişkilerden hegemonya biçimlerine,
kapitalist üretimin sektörel bileşiminden bu üretimin
gerçekleştirilme biçimlerine ve sömürü-bağımlılık
ilişkilerine dek bir dizi alanda nispeten yeni
olgularla karşılaştık ya da daha doğrusu, bir
önceki sürecin içinde mayalanan, hatta belirmeye
başlayan biçimler ve ilişkiler başat olgular haline
geldiler.
Sonuçta, birçok yazımızda, sınırsız emperyalist
hegemonya, neoliberal vahşi kapitalist düzen ve
postmodern gericilik üçlemesiyle kabaca tanımladığımız
yeni durumla karşı karşıya geldik. Bu, Türkiye
açısından da, bir yandan emperyalist sömürü ilişkilerinin
model değişimine uğraması ve oligarşik yapının
bileşenlerinin değişmesi, vb. anlamına gelirken,
diğer yandan da daha derinleştirilmiş bir yeni-sömürge
ilişkisini ortaya çıkardı.
Ancak, öte yandan, her yeni tarihsel süreçte olduğu
gibi, günümüzde de değişen yalnızca kapitalist
işleyişin biçimleri ve emperyalist güç ilişkileri
olmadı. Aynı zamanda, emperyalist-kapitalist cephenin
karşısında duran güçlerin, yani proletaryanın
ve uluslararası sosyalist hareketin de koordinatları
yerinden oynadı. Bu güçler, yeni süreçte sadece
kapitalist sistemin tablosunu yeniden değerlendirip
yeni devrimci atılım yolları bulmak göreviyle
karşı karşıya kalmadılar. Onlar, yıkımın ardından,
kendi nihai hedefleri ve kurmak istedikleri politik-ekonomik-toplumsal-kültürel
düzen bakımından da yeniden düşünmek ve sorgulamalar-çözümlemeler
yapmak zorundaydılar. Tarihsel süreçler zaten
genel olarak -az önce söylediğimiz gibi- tek yönlü
değil, çok yönlü ve çok cepheli değişiklikler
yaratırlar. Her yeni tarihsel süreç, dünya tablosunun
birbirine karşıt ya da birbiriyle bağlaşık bütün
unsurlarını az ya da çok değiştirir, biçimlendirir
ve devrimci hareketin programatik belgeleri, mücadele-örgüt
biçimleri ve hatta kadro tipleri de bundan muaf
değildir. Böylesi süreçlerde taşlar yerine oturdukça,
devrimci hareketler dönüp kendilerine bakarlar
ve mevcut durum üzerine olduğu kadar kendi gelecekleri
ve geçmişleri üzerine de tartışmalar yürütürler.
Ve doğal olarak, bu çözümleme çabası 1990 çöküşü
gibi bir olgunun ardından yapılıyorsa, yeni bir
çağın bilimsel sosyalist aydınlanması, kendisini
ortaya en çok geçmiş sosyalizm deneyimin eleştirisinden
süzülerek yaratılacak yeni bir programatik çerçeve
üzerinden ortaya koyabilir. Bu, komünizme doğru
yürüyüşü kesintisiz sürdürmek isteyenlerin önünde
duran somut bir görevdir.
Bu görev, 1990’ların henüz sıcak olan ortamında
kendisini yakıcı bir biçimde ortaya koyduğunda,
“erken dönem” diyebileceğimiz bu ilk tartışma
anlarından itibaren dünya devrimci hareketi ve
özel olarak tek tek bütün devrimci hareketler,
birkaç somut seçenekle karşı karşıya geldiler:
Bu seçeneklerden birincisi, umutsuzluk içinde
dağılıp gitmek yerine (ki tümüyle karşı cepheye
yazılanları zaten bu tartışmaya dahil etmiyoruz)
postmodern kahinlerin yumurtladığı “yeni” sosyalizm
ilkelerini (!), “hakiki sosyalizmin” yeni icatlarını
aynen kabullenerek ruhunu kurtarmaktı. Bu, elbette
bir tür “yenilenme” idi ama çukur da nasıl bir
“derinlik” sayılabilirse o kadar! Yani bu “yenilenme”
aslında, geriye, kapitalist piyasacı-liberal görüşlerin
biraz deforme edilmiş hallerine “geri dönüş” anlamına
geliyordu. Keşfedilen şey, çöplerin ve süprüntülerin
arasından çıkarılarak yeniden parlatılmış bir
şeydi; onda aranan türlü hikmetler de uzun süre
önce bizzat Marks ve Engels tarafından çürütülmüş
şeylerdi. Bütünlüklü çözümleme ve mücadele fikrini
çoktan aforoz etmiş olan postmodernizmin koltuk
değneğiyle yürüyen bu “geriye doğru yenilenme”
harekatı, problemin Marksizmin bizzat kendisinde
olduğu “tespiti”nden başlayarak işçi sınıfının
tarihsel misyonunun ve partinin öncülüğünün reddine
kadar ulaşmış ve sonuçta bayağı liberalizmin bataklığına
varmıştır.
Diğer seçenek, düşüncesizce bir “muhafazakârlık”
türüydü. Kendini koruma anlamında bu tutum belki
iyiydi, hoştu ama gelecek için sunabileceği bir
perspektif yoktu. Acılar içinde kıvranan emekçi
sınıfların umutsuzluğunu ortadan kaldıracak bir
veri oluşturmuyordu. Şüphesiz proletarya kitleleri,
biz ortaya iyi perspektifler koyduk diye hayata
ve geleceğe daha fazla bağlanacak değillerdir;
elbette bu, uzun ve zorlu bir mücadele sürecinin
ürünü olacaktır. Ama devrimci yenilenme ihtiyacını
hissetmeyen, bunun için çaba göstermeyen, yeni
bir perspektif ve gelecek projesiyle kendini şekillendirmeyen
devrimci güçlerin de böyle bir uzun soluklu mücadele
sürecini örgütlemesi, emekçi kitlelere güven vermesi
mümkün değildi.
Üçüncü seçenek ise devrimci bir yenilenmeydi...
Marksizm-Leninizmin temel referanslarına dayanarak
dünyayı yeniden yorumlamak, yeni tarihsel sürecin
olgularını kavramak ve yeni bir atılım-sıçramanın
yolunu aramak...
Şüphesiz böyle bir atılım arayışının ve devrimci
yenilenmenin en önemli öğelerinden biri, geçmiş
sosyalist deneyimin eleştirisi üzerinden yürümek,
onu yok saymadan ama onu devrimci bir çözümlemeyle
aşarak ortaya yeni bir program koymaktır. Artık
bir devrimci partinin programı, örnek olsun, 1960-70
yıllarının klasik tarzı üzerinden yazılamaz. Yaşanmış
gerçekliği, yani reel sosyalizmin çöküşünü yok
sayan, onun eleştirisi üzerinden ortaya konulacak
yeni bir sosyalist proje ihtiyacını kendisine
görev edinmeyen bir devrimci program, tümüyle
saçma ve akıldışı olması bir yana, pratikte de
hitap ettiği emekçi kitleler bakımından bir anlam
ifade etmeyecektir. Bir eleştiri olsun diye değil,
bir durum tespiti anlamında söylüyoruz, “neyin-nasıl
yıkılacağı” konusuna “neyin-nasıl kurulacağı”ndan
daha fazla ağırlık veren bir program ve perspektif,
1960’lı, 70’li yıllarda yerine getirdiği fonksiyonları
bugün yerine getiremez. 1960-70’li yılların programatik
çerçevesinin böyle olması, dönemin doğası gereğidir.
Oysa, çöküş deneyiminden geçmiş ve çöküş sonrasının
pervasızlığını yaşamış ve yaşamakta olan bir proletarya
kitlesine hitap ediyorsanız eğer, “neyin-nasıl
kurulacağı”nı da “neyin-nasıl yıkılacağı” sorunu
kadar önemseyen, komplike bir “yıkım-yapım” proje
ve perspektifine ihtiyacınız vardır. Daha doğrusu,
proletarya kitlelerinin bugünkü somut noktada
ne talep ettiğinden de bağımsız olarak, sizin
zihniniz bu konuda berrak ve tereddütsüz olmalıdır.
Çünkü bu konuda yapacağınız çözümlemeler ve ortaya
koyacağınız programatik çerçeve, sizin bugünkü
politik ve örgütsel pratiğinizi birebir etkileyecek,
gelecek projenizle şimdiki ilişkileriniz birbirini
şekillendirecektir.
Dolayısıyla, devrimci yenilenme çizgisi, bu alanda
da, hatta özellikle ve öncelikle bu alanda ortaya
ciddi bir çözümleme çabası koyarak yeni bir perspektifin
ana çizgilerini çekmek zorundadır. Devrimci sosyalist
hareket, bu ağır ve zorlu görevin farkındadır;
esasen onun varlık nedenlerinden biri de budur.
Yöntem Üzerine Hatırlatmalar
Konuyu ele alırken, daha en baştan büyük bir rahatlıkla
söylenebilir ki, devrimci sosyalist hareket bu
konuda geçmişinden gelen avantajlara ve köklü
bir Marksist-Leninist birikime sahiptir. Türkiye’de
devrimci sosyalist hareketin ilk önder kuşağı,
THKP-C kurucuları, bazen iddia edildiği gibi salt
reformizme duyulan tepkiden ya da savaşma arzusuna
yol açan bir gençlik ateşinden doğmadı. Aynı yıllarda
dünyanın başka köşelerinde devrim arzusuyla yanıp
tutuşan ama özelikle parti, örgüt, öncülük gibi
konularda oldukça zayıf temellere yaslanan hareketler
de vardır. Oysa devrimci sosyalist hareketimizin
ilk öncü kuşağı, daha baştan itibaren kendisini
sağlam Marksist referanslar ve ciddi bir okuma-anlama
çabası üzerinden var etmiştir. Evet, belki o,
kendi yolunu savaş içersinde yavaş yavaş bulmuştur
ama bu, savaşın gerekleri uğruna düşünme çabasından
vazgeçen dar pratikçi bir tutum olmamıştır.
Böylece bu ilk kuşak, belki reel sosyalizmin detaylı
eleştirisi ve yeni bir sosyalizm programının inşası
anlamında çok şey yapmamıştır ama kendisini ve
kendisinden doğan sonraki kuşakları şabloncu-klişeci
anlayışlardan uzak tutmayı başarmış, belirli bir
bağımsız düşünme kapasitesini korumuştur. Birçoklarının
sandığının aksine THKP-C geçmişinden ve Mahir’den
bugüne kalan tek miras, Türkiye üzerine yaptığı
çözümlemeler ve ortaya koyduğu politik strateji
değildir; en az bunun kadar önemli olan bir başka
miras da işte bu bağımsız düşünme ve uluslararası
sosyalist hareketin belli odaklarına körü körüne
bağlılıktan uzak durma tavrıdır. 1970’li yıllardan
bu yana devrimci sosyalist hareketi konjonktürel
karışıklıkların içinde sürüklenmekten alıkoyan
şey, bu bakıştır. Solda zaman zaman “orta yolculuk”
olarak küçümsenen bu doğru tutum sayesindedir
ki, devrimci sosyalist hareket, keyfi teorik belirlemelerle
herkesi “emperyalist” ya da “sosyal faşist” ilan
eden çizgilerin kafa karışıklığına kendisini kaptırmamış,
yeni düşüncelere zihnini kapatmamıştır.
Devrimci yenilenme çizgisi, yeni bir sosyalist
projeyi tartışır ve inşa ederken kuşkusuz bu olumlu
mirası bir arka plan olarak kabul edecektir. Bugün
de kendi yolumuzda yürürken, dünyanın diğer köşelerindeki
deneyimleri büyük bir dikkatle incelemek, onlardan
yararlanmak ve onları emperyalist haydutlara karşı
savunmak ama kendimizi hiçbir zaman X ülkesinin,
Y partisinin -bu ülke ve partiyi ne kadar doğru
ve kendimize yakın bulursak bulalım- sabitlenmiş
izleyicisi olarak görmemek, temel tutumumuz olacaktır.
Bu, Marksizm-Leninizmin temel referanslarının
esas teorik-politik zeminimiz olduğu anlamına
gelir. Devrimci sosyalist hareket, Marksizm-Leninizmin
temel tezlerinin “eskimişliği” üzerine geçmişten
beri yapılan spekülasyonlara hiçbir değer biçmemektedir.
Devrimci yenilenme, devrim için yenilenmedir;
komünist dünya hedefinden vazgeçmeye kılıf aramak
için yürütülen bir simyacılık çabası değil.
Böyle bir yaklaşım, aynı zamanda geçmişe, toplam
olarak devrimler sürecine ve reel sosyalist deneyime
bakarken de önümüzü açar. Biz, o eleştirel aşma
çabasının içinde yürürken de Marksizm-Leninizmin
temel tezlerini referans alırız ve şu ya da bu
tarihsel andaki olguları bu tezlerin ışığında
irdeleriz. Dolayısıyla, bir belirli andaki tarihsel
kişiliklerden ya da politik-ekonomik önermelerden-uygulamalardan
hangisinin “haklı” hangisinin “haksız” olduğundan
çok, bu olguların kendisine ve onların içinde
belirdikleri tarihsel koşullara bakarız. Bu, belli
tarihsel süreçlerde kişilerin, partilerin, grupların
davranışların önemsiz olduğu anlamına gelmez,
bu süreçlerle ilgili “tarafsız” bir konum da tutmayız.
Tarihin dönemeçleri çoğu kez kritiktir ve o dönemeçlerde
şöyle ya da böyle verilen kararlar, yapılan tartışmalar
on yılları etkileyen sonuçlar yaratabilir. Bizim
tavrımız, bunları önemsememek değil, salt “alkışlayıcı”
ya da “yuhalayıcı” tutumlardan uzak durmak, tarihi
bıçakla kesilmiş gibi birbirinden ayrılan bağımsız
bölümler olarak ele alan anti-Marksist dogmalara
prim vermemektir. Somut şartların somut tahlili,
bir olgunun tarihsel bağlamda ele alınmasında
yeterlidir; dahası zorunludur.
Ayrıca, devrimci yenilenme, bıkmaksızın tekrarlamak
gerekir, devrim için yenilenmedir; bunun çok somut
anlamı ise gelecek için yapılacak herhangi bir
tartışmanın, herhangi bir programatik inşanın
ancak ve ancak bugünkü örgütsel-devrimci pratik
içinde mümkün ve verimli olabileceğidir. Devrimci
sosyalist hareket, 90’lı yılların erken tartışmalar
sürecinde solda çok moda olan “önce oturup şu
sosyalizm meselesinde anlaşalım” gibi kitabi anlayışları
hiçbir zaman benimsememiştir. Esasen devrimci
harekete ait hiçbir tartışma, pratiğin öğreticiliğinden
uzakta, sözde “steril” bir ortamda yapılamaz;
devrimin güncelliğini öngörmeyen bir geçmiş muhasebesi
“tarihçilik” oynamaktır; tek tek olguların labirentinde
boğulan ve tartışanların her yol ayrımında yeniden
yeniden ayrışarak şeker gibi ufalandığı yöntemsiz
ve örgütsüz bir “tartışma süreci” bizim işimiz
değildir. Sosyalizm sorununu “mimari bir proje
çizimi” gibi değil, devrimci mücadeleye yol gösterecek
bir “yıkım-yapım planı” olarak algılayan bizler,
devrimci pratiğimizi durdurarak kağıt-kaleme sarılmayız.
Bu, tipik bir akademisyen tutumudur. Somut devrimci-örgütsel
pratikten uzakta yürütülecek her proje çabası,
ortaya çıkarabileceği bütün parlak fikirlere karşın
zorunlu olarak somut hayatın güçlüklerini, zorunluluklarını,
avantajlarını, kitlelerin gücünü ve enerjisini,
kısacası hayatla ilgili bütün unsurları hesaplayamayan
kör bir teknik çaba olmaya mahkumdur. Biz, bu
yoldan yürümeyiz. Biz, barınma hakkı için mücadele
eden emekçilerin dünyasından uzakta üretilen “konut
sorunu çözümleri”ni, işsizlik ve yoksulluğa karşı
mücadele deneyimlerini hiç tanımamış olan “kamulaştırma”
planlarını, vs. anlamlı bulmayız. Kuşkusuz her
teorik çözümleme çabasında olduğu gibi baktığımız
alan, yaşanmış olguların “cansız” alanıdır ama
biz, oraya bakarken ayaklarımız ve kollarımız,
bugünkü canlı pratiğin içindedir.
Ve yine, devrimci sosyalist hareket, seçim öncesinde
yurttaşlara vaat listesi sunan bir düzen partisi
değildir. Daha açıkça söylersek biz, “iktidarımızın
sabahında şunları yapacağız” demiyoruz; bizim
sosyalizm projemiz ve devrim programımız, bugünden
başlayarak devrimci bir halk hareketinin önüne
koyduğu, o hareketin bütün çizgisini ve davranışlarını,
ilişkilerini biçimlendiren bir olgudur. Biz, iktidar
sabahında kitleleri “terhis” edip eve gönderen,
halk örgütlerini kof yapılara dönüştürerek sosyalizmi
“akıllı adamların alacağı kararlara” indirgeyen
bir anlayışa uzak olduğumuz içindir ki, insanlara
vaat değil, bir birlikte yürüme ve birlikte yıkıp-yapma
planı sunuyoruz. Geniş anlamıyla devrim, belli
bir andaki iktidar değişiminden farklı olarak,
bugünden başlayan ve kitlelerin içinde hareket
ederek “geçmişin kirinden arındıkları” (Marks)
bir süreçtir ve nihai olarak komünist bir dünya
hedefine bağlanan bu sürecin her noktası, devrimci
programların devrimci pratikle buluşup kaynaştığı,
ikincinin birinciyi sınadığı, birincinin ikinciye
yön verdiği aşamalardır.
Soruna böyle bakıldığında, bizim devrimci programımızın
üretilme sürecinin neden kolektif bir katılıma
ihtiyaç duyduğu da kolayca anlaşılabilir. Biz,
sosyalizm konusundaki teorik inşanın “bilge” kişiler
tarafından yapılabilecek bir masa başı çalışması
olduğunu düşünmüyoruz; çünkü her şeyden önce sosyalizmin
kendisinin “bilge kişiler yönetimi” olduğuna inanmıyoruz;
bu konuda yapılacak her çalışma Marksist-Leninist
örgütsel ilkeler gereği, bütün kadroların kolektif
çabasını öngerektirir. Hatta bu süreçte, bizim
dışımızdaki devrimci güçlerin görüşlerinden de
yararlanmamız önemlidir.
Ve nihayet, son olarak, bu çaba, salt yerel bir
olgu da değildir. Devrimci sosyalizm, diğer konularda
olduğu gibi sosyalizm konusunda da yürüttüğü çalışmayı,
uluslararası sosyalist hareketin bir müfrezesi
olarak ele almakta ve yeni bin yılın bilimsel
sosyalist aydınlanmasına yapılmış alçakgönüllü
bir katkı olduğunu düşünmektedir. Şu andaki enternasyonal
ilişkilerin geri düzeyi, bu düşünceyle çelişen
bir olgu değildir. Bu verili durum, kuşkusuz devrimci
süreç içinde değiştirilebilecektir.
İnsanlığın Binlerce Yıllık Özlemi: Eşitlik,
Özgürlük ve Dayanışma, Komünizmin Tarihsel Arka
Planı
Öncelikle belirtmek gerekir ki, komünist bir dünya
düşüncesi, modern anlamıyla ortaya çıkışını kendisinden
önce gelen güçlü bir tarihsel pratiğe ve sayısız
teorik-felsefi denemelere borçludur. Ortaya koydukları
bütün dahice düşüncelere karşın Marks ve Engels,
kendilerine sağlam bir birikim teşkil eden bu
tarihsel mirası hiçbir zaman reddetmemişlerdir.
Sınıflı toplumların tarihi nasıl “sınıf mücadelelerinin
tarihi” ise, bu tarih aynı zamanda daha iyi, daha
özgür, daha eşitlikçi, daha dayanışmacı bir yaşam
arzusunun da tarihidir. Sınıflı toplumun başından
beri, ta kölecilikten bu yana her zaman bu amaçlar
için ayaklanan, mücadele eden insanlar olmuş ve
bütün kanlı bastırmalara karşın halk hareketi
yeniden yeniden kendi küllerinden doğarak kendisini
var etmiştir. Daha doğrusu, tarih boyunca bu pratik
isyan hareketleri ile nispeten daha üst sınıflar
bünyesinde yeşeren ilerici düşünsel çaba birbirini
izlemiş, birbirini etkilemiştir.
En çok bilinen köle ayaklanması olan Spartaküs
hareketinin yüzyıllar sonra Alman devrimci hareketinin
adı olarak yeniden doğuşu rastlantı değildir;
çünkü nihai olarak sömürü ve zulme karşı mücadele,
halkaların birbirine eklendiği bir tarihsel zincirdir.
Köleci dönemin tarihi kuşkusuz birçok irili ufaklı
ayaklanma ile doludur ama 70 bin kişilik bir köle
ordusuyla Roma kapılarına dayanan Spartaküs ayaklanması,
gerçekten de bu tarihin kaydettiği en önemli olaylardan
biridir. Sonuçta Roma’ya uzanan yolu altı bin
isyancının asılı cesetleriyle süsleyen imparatorluk
galip gelmiştir ama isyan ateşi de bir daha asla
küllenmemiştir.
Daha sonraları, ortaçağ boyunca Avrupa’yı bir
baştan bir başa sarsan köylü ayaklanmalarına tanık
oluruz. Bunlar içersinde en çok bilineni ve adı
komünizmle birlikte en çok anılanı Münzer ayaklanmasıdır
ama aslında İspanya’dan İtalya’ya, İngiltere’ye,
Fransa’ya ve Orta Avrupa’ya, oradan da Rusya içlerine
kadar uzanan birçok köylü ayaklanması bir zincir
gibi birbirini izleyerek neredeyse yüzyıllar boyu
sürmüştür. Tarihte ilk kez bu dönemde halk kitlelerinin
ağzında “komün” (ortaklık) kavramının dile gelmesi
ve şehir komünlerinin, köy komünlerinin ortaya
çıkması da rastlantı değildir. Çünkü şu ya da
bu ayaklanmanın fitilini o somut anda ateşleyen
pratik sebep ne olursa olsun, ayaklanmalara katılan
yoksul köylü kitlelerinin asıl derdi her zaman
kendilerini aç bırakırken başkalarını refaha boğan
acımasız sömürü düzeninin yıkılması ve onun yerine
en azından daha adil bir düzenin kurulmasıdır.
Bu anlamda, ayaklanmalar sırasında sık sık komünal
düşüncelerin, komünal yaşam biçimlerinin ve kurumlarının
ortaya çıkması şaşırtıcı değildir; güçlü bir kardeşleşme
duygusu yaratan ayaklanma ortamı hem böylesi biçimleri
yaratmakta, hem de bugünkü devrimci yoldaşlığa
çok yakın ilişki biçimlerini ortaya çıkarmaktadır.
Öte yandan bütün bu halk hareketlerinin çoğu kez
dinsel-muhalefet ya da aynı anlama gelmek üzere
mezhepler üzerinden gelişmesi de anlaşılabilir
bir durumdur. Bu durumu çok iyi kavrayan Engels,
“Münzer’e göre, Tanrı krallığı, orada artık hiç
bir sınıf ayrılığı, hiç bir özel mülk, toplum
üyelerine karşı çıkan hiç bir yabancı, özerkli
devlet iktidarının bulunmadığı bir toplumdan başka
bir şey değildi” diyerek durumu tanımlarken, “Tomas
Münzer halkın o dönemde anlayacağı peygamber diliyle
konuşuyor” diyor ve ekliyordu: “... ama gerçek
amaçlarını güvendiği yakınlarına söylediği açık
seçik ortadaydı.”
Yani, denilebilir ki, zaman içersinde şatafata
ve dalkavukluğa ulaşarak halk düşmanı, yoksul
düşmanı bir çizgiye ulaşan egemen dini eğilim
karşısında yoksul köylü kitleleri aslında düpedüz
daha iyilikçi, daha adil bir tanrı ve din icat
etmektedirler.
Ancak eşitlik ve özgürlük isteğiyle karakterize
olan halk ayaklanmalarının tarihini sadece Batı
ile sınırlı görmek hiç doğru değildir ve fazlasıyla
Avrupa merkezli bir bakıştır. Doğu dünyası ve
özellikle Anadolu-Ortadoğu coğrafyasının tarihi
de hemen hemen Batı’dakine benzeyen büyük ayaklanmalarla
örülüdür ve bu ayaklanmaların da çoğunda dini
muhaliflik motifiyle ortaya çıkan bir ilkel-komünist
atmosfer hakimdir. Daha doğrusu, yine bu cephede
de, herhangi bir ayaklanmanın görünürdeki sebebi
ve ona önderlik eden kişinin/grubun niteliği ne
olursa olsun asıl derindeki sorun, açlık, yoksulluk
ve acımasız sömürüdür. Yani herhangi bir ayaklanmaya
katılan köylüler, o anda X valisinin kötü davranışlarını
sona erdirilmesini istiyor olabilirler ya da bir
dini haksızlığa karşı isyan ediyor olabilirler;
ama sonuç olarak tek tek ayaklanmaya katılan insanların
çoğunun gerçek özlemi daha iyi ve daha adil bir
sistemdir. Doğal olarak daha önceki örnekler bir
yana, Hasan Sabbah’tan, Demirci Kawa efsanesine,
Baba İshak’lara, Şeyh Bedreddin’lere ve Pir Sultan’lara
dek uzanan çizgi boyunca egemen zalimler ile onların
yanında yer alan egemen dini akım, bütün bu girişimleri
“sapkınlık” ve “dinsizlik” olarak nitelendirmiş,
böylece savaşların çoğu “dini” bir görüntü altında
cereyan etmiştir. Oysa gerçekte, hakim İslami
akımın çeşitli sıfatlarla aşağıladığı bu dinsel
akımlar, dönemin koşullarında kendilerini bu yoldan
ortaya koyan derin halk özlemlerinin ifadeleridir.
Öte yandan, aynı dönemlerde ya da bu dönemin kapanıp
kapitalizmin şafağının söktüğü sıralarda, benzeri
özlemleri ifade eden düşünsel akımların ve “toplum
projeler”in ortaya çıkması da rastlantı sayılmamalıdır.
Daha doğrusu, aslında bu düşünsel zincirin ilk
halkaları ilkçağların maddeci filozoflarına dek
uzanır, ancak modern komünist düşünceye daha yakın
biçimler, nispeten biraz daha yakın yüzyıllarda
belirmiştir.
Doğu’da yine başlangıçtaki dini muhaliflikten
esinlenen tasavvufçu düşünceler ve Alevilik eğilimi
günümüze dek varlığını sürdürürken, Batı’da ise
toplumsal gelişmişlikle orantılı olarak daha doğrudan
ütopya tasarımları ortaya çıkmıştır. Bir ucu Ortaçağ’ın
karanlıklarına dek uzanan bu tasarımlar, ki Thomas
More’un “Ütopya” eseri bunların en ünlüsüdür,
esas olarak en ilkel biçimleriyle özgür ve eşitlikçi
birer düzen tasarımıdır. Denilebilir ki, yüz yıllar
boyunca köleler ve köylüler arasında ne kadar
ayaklanma varsa, üstyapıda da bir o kadar sayıda
ütopik komünist tasarım vardır.
Ancak bir süre sonra, özellikle kapitalizmin gelişimine
ve burjuva devrimlerin aydınlanma birikimine bağlı
olarak deyim yerindeyse “salt romantik” tasarımlardan,
kapitalist eşitsizliğe tepki olarak çıkan “ütopik
sosyalizme” doğru bir geçiş gerçekleşmiş ve artık
Saint-Simon ve Fourier gibi teorik çabaların yanında
Robert Owen gibi pratik komünal denemelere girişenler
de belirmeye başlamıştır. Bu kez artık söz konusu
olan, tamamen kurgusal ütopyalardan çok, “eşitlik-özgürlük-kardeşlik”
şiarını fabrikaların gürültüsüne boğan burjuvaziye
karşı oluşan tepkidir. Vahşi kapitalist sömürünün
yarattığı acımasız sonuçlar, düşünsel planda çözüm
arayışlarını da hızlandırmaktadır.
Sonuç olarak, bütün bu tasarım ve girişimler,
Marksizm öncesi komünist özlemlerin henüz zayıf
olan ifadeleridir.
Daha yakın tarihli sayılabilecek Marksizm-öncesi
komünist akımlar ise, 1800’ler boyunca artık köylü
değil işçi ayaklanmalarına ve devrim girişimlerine
eşlik etmiştir. Bu süreçte, “makine kırıcılığı”
gibi kaba işçi ayaklanmaları ile birlikte Charles
Hall, William Thompson gibileri artık gelişkin
sınai kapitalizme eleştiri yöneltiyorlar, hatta
Dietzgen gibi işçiler Marks’tan bağımsız olarak
kapitalist sistemin işleyişine kafa yorarak eksik
de olsa bazı sonuçlara varabiliyorlardı. Babeuf
ve Blanqui gibi sistematik görüşler üretemeyen
“meslekten ayaklanmacılar” ve Proudhon gibi yetersiz
çözümleme örnekleri de bu dönemin tipik olgularıdır.
Tarihin mantığı gereği, tam da bu dönem, Marks
ve Engels’in devrimci çözümlemelerini oturtmaya
çalıştıkları ve bunu yaparken büyük 1848 devrimlerine
tanıklık ettikleri dönemdir. Böylece, Marksist
anlamdaki kapitalizm çözümlemeleri ve komünizm
düşüncesi, artık yalnızca teorik planda üretilen
bir olgu olmaktan çıkmış, somut işçi ayaklanmaları
ve devrim girişimlerinin (bu girişimler yenilmiş
olsa da) alttan alta beslediği yaşayan bir olgu
haline gelmiştir. Marks ve Engels’in bütün önemli
yapıtlarının bu elli yıl içine sığmış olması,
kapitalist üretimin işleyişinin keşfi ve komünist
bir dünya tasarımının kağıda dökülmesi ile canlı
bir işçi hareketinin patlamaları ve geri çekilmeleri
sürecinin aynı zaman dilimine denk düşmesi kuşkusuz
büyük bir şanstır ama rastlantı değildir. Böylesi
bir denk düşme, olgunun doğasına uygundur; bu
sayededir ki birbirini besleyen felsefi-ekonomik-politik
süreçlerle birlikte Marksizmin eşsiz düşünce sistematiği
olgunlaşmış, Marks ve Engels’in komünist toplum
tasarımlarını kendilerini önceleyen bütün “ütopik”
tasarımlardan bir adım öteye ulaştırmıştır: Bu
komünist toplum, sınıfların ve üretim araçları
üzerindeki özel mülkiyetin tümüyle kaldırıldığı,
çalışmanın artık bir zorunluluk olmaktan çıkarak
yaşamın olağan bir parçası haline geldiği ve buna
paralel olarak da toplumun devlet gibi baskı araçlarına
ihtiyaç hissetmeksizin yaşamını sürdürdüğü bir
özgür insanlar topluluğudur. Varılan bu nokta
çok önemlidir; çünkü Marks ve Engels, tam da bu
noktada, tarih boyunca ortaya konulan bütün “Mesihçi”
kurtarıcılık biçimlerini silkeleyip bir kenara
atmışlar ve “işçi sınıfının kurtuluşunun onun
kendi eseri olacağını” açıkça ortaya koymuşlardır.
Bu artık, sözcük anlamı “yok-ülke” olan “ütopya”
kavramından çok ötede, bir “var-ülke” kavramıdır;
ulaşılamaz bir düşün yerini işçi sınıfının kendi
kollarıyla kuracağı somut bir gelecek almıştır.
Bundan sonraki süreç, belki şu ya da bu dönemin
devrime “uygunluğu” ya da “uygunsuzluğu” bakımından
tartışılabilir ama mevcut kapitalist düzenin kimin
tarafından yıkılacağı ve yerine neyin konulacağı
tartışması artık geride kalmıştır. Çünkü bu arada,
bir yandan diyalektik materyalizmle eski felsefi
mirastan kopulurken, diğer yandan da kapitalist
sistemin işleyiş yasaları Marks ve Engels tarafından
ayrıntılarıyla çözümlenmiş ve böylece yeni -ve
artık gerçek!- bir komünist hareketin yolu düzlenmiştir.
Örgütlenen işçi sınıfı zora dayanan bir devrim
yoluyla mevcut kapitalist düzeni yıkacak ve proletarya
diktatörlüğü aracılığıyla komünist bir dünya düzeni
kuracaktır. Öyle ki, bu eylem, artık onun son
politik eylemidir; bu, proletaryanın bizzat kendisini
de bir sınıf olarak yok ettiği, nihai olarak sınıfsız,
devletsiz, sınırsız insanlık ailesine ulaşılacak
olan bir süreçtir. Eugene Poittier’in Enternasyonal
marşının eşsiz sözlerinde ifade edildiği gibi
“bu kavga en sonuncu kavga”dır artık…
Kapitalizmin Ufku İnsanlığın Ufku
Kuşkusuz, Marks ve Engels’in bu denli “yıkıcı”
bir teori ortaya koymuş olmalarının nedenleri
vardır. Bu, onların keyfi tercihlerinden ya da
kişilik yapılarından kaynaklanmamaktadır.
Evet, bu teori, gerçekten de kelimenin hakiki
anlamıyla “yıkıcı”dır. Sonradan onların düşüncelerine
yüklenmeye çalışılan reformist-revizyonist eklentiler
ne olursa olsun, Marks ve Engels, mevcut kapitalist
sistemin ve onu koruyan politik-askeri mekanizmanın
tümüyle parçalanmasını, ortadan kaldırılmasını
ve yeni toplumsal düzenin bu zemin üzerinde kurulmasını
öngörmektedirler. Çünkü onlar, son derece açık
bir biçimde, kapitalist sistemin bir başka yoldan
“ıslah” edilebilmesinin ya da zaman içersinde
yavaş yavaş daha “insani” bir aşamaya ulaşmasının
mümkün olmadığı görüşündedirler.
Yani, bu iş, kapitalizmin tasfiyesi, onlara göre
tedrici adımlarla değil, kesin ve kökten bir biçimde
bir devrim yoluyla yapılmalı, onun işleyişine
dair bütün kalıntılar ve izler yeryüzünden tümüyle
silinmelidir. Komünizme doğru yürürken henüz kapitalizmin
özelliklerini zorunlu olarak içinde taşıyan bir
geçiş aşamasının gerekli olduğundan söz etseler
de, onlar, bu aşama için de geriye gidişi önleyecek
ve toplumu ileriye çekecek bir çoğunluk diktatörlüğünü,
proletarya diktatörlüğünü şart koşarlar; çünkü
kapitalist işleyişin tam ve kesin olarak tasfiye
edilmesi çok zorlu bir süreçtir, oysa aynı sistemin
kendisini yeniden üreterek yeniden sahneye çıkması
son derece kolaydır.
Bu görüş, kapitalizmin içsel işleyişinin derinlikli
olarak kavranmasına dayanır. Marks ve Engels,
kapitalist işleyişi çözümleyerek, insanlığın bugüne
dek görmüş olduğu en yüksek üretim biçimi olan
kapitalizmin artık tarihsel misyonunu tamamladığı,
insanın sonsuz üretici gücünün önünde yıkılması
gereken bir engel haline geldiği sonucuna varırlar;
bu, insanlığın komünist bir dünyadan önceki son
durağıdır. Ve bu son aşamanın devam ettiği her
an, işçi sınıfı için olduğu kadar, bütün insanlık
için de yıkım ve çürüme anlamına gelmektedir;
onun yalnızca kâr üzerine kurulu akıl-dışı işleyişine
bir devrim yoluyla müdahale edilmeli ve yani bir
insanlık çağının kapıları açılmalıdır.
Bu belirlemelerin yapılmasından günümüze dek geçen
yüz elli yıllık zaman dilimi, Marks ve Engels’in
düşüncelerini kesin biçimde doğrulamıştır.
Her şeyden önce, tam bir anarşi üzerinden yürüyen
kapitalist düzen, bu yüz elli yılda, art arda
gelen ve tamamen sistemin kâr üzerine kurulu doğasından
kaynaklanan sayısız krizle insanlığın büyük üretim
güçlerini heba etmiş, gezegenimizin bugün varmış
olabileceği muazzam gelişkinlik düzeyinin engeli
olmuştur. Üretici güçlerin ve en önemli üretici
güç olan insanın sınırsız gelişiminin önünü kesen
bu düzen, bugün dünyamızın olması gereken yerden
en az bir yüzyıl geride olmasının gerçek nedenidir.
Bu yüz elli yılda, bir avuç insanın akıl almaz
zenginliği, yüz milyonlarca insanın açlığı ve
yoksulluğu anlamına gelmiş; bu zenginlik, kendi
yarattığı yoksulluktan beslenmiştir. Öyle ki,
sonuçta bu akıldışı düzen altında dünyamız, birkaç
yüz kişinin yüzlerce ülkenin gelirinden daha fazla
zenginliğe sahip olduğu, buna karşın milyarlarca
insanın açlık, kötü beslenme, susuzluk, eğitimsizlik
ve kolayca tedavi edilebilir hastalıkların pençesinde
kıvrandığı bir noktaya varmıştır. Bu, Marks zamanındaki
durumla kıyaslanamayacak kadar büyük bir felakettir.
Ve yine aynı yüz elli yıl, tamamen kapitalist
sistemin işleyişinden kaynaklanan, sömürü alanlarının
ele geçirilmesi ya da elde tutulmasına hizmet
eden korkunç savaşlarla insanlığı tüketmiş, milyonlarca
insanın ölümüne ve devasa büyüklükteki üretici
güçlerin mahvolmasına yol açmıştır.
Bu, aynı yüz elli yılda, insani ilerleme için
ayrılması mümkün olan muazzam üretici kaynakların
savaş ve yıkım için kullanılmasına, bilimin yönünün
yaşama değil ölüme doğru döndürülmesine neden
olmuştur. Bir o kadar kaynak ise asalaklaşmış
devletlerin ve baskı aygıtlarının salt çürümüş
düzeni korumak uğruna ayakta tutulmasına harcanmış,
milyonlarca insanın açlıktan öldüğü bir dünyada
kendisini açların öfkesinden korumak isteyen düzen,
olağanüstü kaynakları böylece heba etmiştir.
Üstelik, bu yüz elli yıl, kapitalist üretimin
doğasında var olan insani yabancılaşma ve çürüme
eğilimini evrensel düzeye taşımış, insan ilişkilerine
derin bir yalnızlık ve yıkım getirmiş, kolektif
gücüyle dağları yerinden oynatabilecek olan insanı,
yalnız ve bitkin bir yırtıcı hayvana döndürmüştür.
Kadınların aşağılanmasını ve dibe itilmesini pekiştiren
kapitalizm, bir bütün olarak toplumsal yaşamı
felç etmiştir.
Ve nihayet kapitalizm bu yüz elli yıl boyunca,
doğanın ve kaynakların kullanımı konusunda bir
an olsun kâr dışında bir ölçüt kullanmamış, günümüzde
artık dünyanın doğal dengelerini geri dönülmesi
çok güç bir felaket noktasına getirmiştir. Böylece
kapitalizm, savunucularının uydurdukları yalanların
tersine, dünyayı uçuruma doğru sürükleyen akıldışı
bir düzen olduğunu kanıtlamıştır.
Bütün bunlar, tesadüfi olgular değildir.
Bütün bunlar, sistemin “istenmeyen yan etkileri”
değildir. Bu yıkım tablosunun tümü, kapitalizmin
işleyişinin doğrudan sonucudur ve bu durumun herhangi
bir biçimde reformlarla düzeltilmesi mümkün değildir.
Zaman zaman kendi krizlerini savuşturmak ya da
sosyalist ülkeler karşısında pozisyonunu güçlendirmek
için çeşitli “reformlar” uygulayan kapitalizm,
bugün, insani bakımdan Manifesto’nun yazılmış
olduğu günden bir adım ileride değildir. Onunla
yola devam etmek, yeni felaketlere sürüklenmekten
başka bir anlam taşımamaktadır. O kadar ki, bunu
anlamak için 2007 yılının herhangi bir gününde
herhangi bir haber bültenini birkaç dakika izlemek
yeterlidir.
İnsanlık, yoluna kapitalizmle devam etmeyecektir.
Nihai hedefi komünist bir dünya olan büyük ileri
atılımın öncüsü olan işçi sınıfı, bu atılımı zafere
ulaştıracak güç ve potansiyele sahiptir.
Komünist Bir Dünya: Kökler ve Temeller
İşte bu yüzden, Marks ve Engels’in tanımladığı modern
biçimiyle komünizm, tarih boyunca ortaya atılmış
olan yüzlerce ütopik tasarımdan kesin çizgilerle
ayrılır. Onlar, bu tarihsel mirası asla reddetmezler
ama artık sözünü ettikleri şey, insan zihninde üretilmiş
“mantıki” bir tasarım değil, tarihsel bir zorunluluktur.
“Kapitalist üretim biçiminin tarihsel olarak ortaya
çıkışından bu yana, tüm üretim araçlarına toplum
tarafından el konulması, gelecek ülküsü olarak,
belli-belirsiz bir biçimde, birçok bireyin olduğu
kadar, birçok tarikatın gözlerinde de, sık sık tüttü.
Ama bu, ancak gerçekleşmesinin maddi koşulları bir
kez verildikten sonra olanaklı olabilir, ancak bundan
sonra tarihsel bir zorunluluk durumuna gelebilirdi”
(Anti-Dühring 401) derken Engels’in kastettiği tam
da bu tarihsel olgunlaşmadır. Şüphesiz bu, iradi
müdahale olmaksızın da kendisini ortaya koyacak
bir zorunluluk hali değildir ama böyle bir “gelecek
ülküsü”nün gelişkin kapitalizm koşullarının ortaya
çıkışından önce kendisini somutlaması da olanaksızdır.
Bu anlamda komünizm, kapitalizmin kendi temel niteliklerini
ortaya koymasıyla birlikte, bu niteliklerin kavranılmasından
hareket edilerek gerçek bir toplumsal tasarım olarak
inşa edilebilmiştir.
Bu anlamda o, artık ne bir ütopyadır, ne de ulaşılması
imkânsız bir düş… Onun kökenleri, Marks’ın ve Engels’in
bulduğu yerde, yani kapitalist sistemin tam da içindedir.
“[Sermaye]…üretken güçlerin gelişmesinin mutlak
biçimi değildir, üretken güçlerin gelişmesiyle mutlak
olarak denk düşen bir zenginlik biçimi de değildir”
(Grundrisse) diyor Marks ve açıkça ifade ediyor:
“genel olarak üretimin yapısında değil, fakat sermaye
üstüne kurulu üretimde bir sınır vardır.” (age)
Demek ki, her şeyden önce bu komünist teorinin keşfinin
yolunu açan başlıca saptama, kapitalizmin üretici
güçlerin önünü kesen bir sistem olduğudur; onun
değiştirilemez ve reforme edilemez bu niteliği,
bütün üretken güçleri tümüyle serbest bırakan yeni
bir sistemin zorunluluğunun kanıtıdır. Yani daha
açık ve yalın bir dille söylersek, başta insan olmak
üzere bütün üretici güçlerin gelişiminin sınırsızlığı
ile özel mülkiyete dayanan kapitalist üretimin doğasındaki
sınırlılık, başka herhangi bir yoldan, sözgelimi
bir “ara çözüm” yolundan değil, bu güçlerin önünü
tümüyle açacak bir toplumsal sistemle çözülebilir.
Bu büyük çelişkinin pratikte kendini ortaya koyuş
biçimi, belirli bir üretim biçimi belirli bir sınıf
yapısına denk düştüğü için sınıfsaldır. Yani, üretimin
toplumsal yapısı ile onun ürünlerinin özel mülk
edinilmesi arasındaki çelişki, üreticiler ile el
koyucular arasındaki çelişkidir ve burada yine komünist
üretim düzeninin bir başka temeli yatmaktadır. Yine
yalın ve açık bir dille söylersek, toplumsal ölçekte
yapılan üretimle özel mülkiyet arasında bir çelişki
varsa, bunun tek mantıklı ve mümkün çözümü, ikincinin
birinciye uyumlu hale getirilmesi, yani üretim araçları
üzerindeki özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıdır.
Böylece, üretim araçlarının mülkiyeti ve dolayısıyla
ürünlerin bizzat kendisi de toplumsallaştırılmış
olacak ve bütün bunların tüm toplum tarafından yönetilmesi,
paylaşılması mümkün hale gelecektir.
Tam da bu noktada son derece önemli olan şey, tarihte
ilk kez bir üretim biçiminin bu komünist tasarımın
gerçekleşmesine uygun bir zemini yaratmış olmasıdır.
Yani, kapitalizm öncesi üretim biçimleri de esasen
üretici güçlerin gelişimini engellemişlerdir; ama
kapitalizmin ayırıcı özelliği, bu güçleri kendi
işleyişi bakımından mümkün olabilecek en üst seviyeye
dek geliştirmesidir. Yalnızca yirminci yüzyıl bile,
korkunç yıkımların yanında muazzam bir üretkenlik
gelişmesine de tanıklık eder. Yani kapitalizm, kendi
dar sınırları ve yıkım yaratıcı işleyişinin yanında
ve onunla ölümcül şekilde çelişkili olarak, insanlığın
bugüne dek görmüş olduğu en yüksek üretici düzeyin
ve en üretimin en yüksek seviyedeki toplumsallaşmasının
da yaratıcısıdır. Bu muazzam gelişme bir yandan
üretimin komünist bir biçimde örgütlenmesinin önünü
açarak ona zemin sağlarken, diğer yandan da gelişkin
üretici güçler ve toplumsal üretim ile özel mülkiyet
arasındaki çelişkinin en üst seviyeye çıkmasını
sağlamıştır. Yani, denilebilir ki, kapitalizm, hem
kendi yarattığı temeller üzerinde bir başka uygarlık
düzeyinin kurulabilmesini olanaklı kılmış, hem de
bu işi yapacak olan güçleri, kendi “mezar kazıcılarını”
ortaya çıkararak geliştirmiştir. Hiç kuşkusuz bütün
bunlar Ortaçağ karanlıklarında mümkün olan şeyler
değildir. Daha doğrusu, az önce görmüş olduğumuz
gibi köleci ve feodal çağlarda bütün bunları “düşünmek-düşlemek”
mümkündür ama “yapma imkânları” ve “yapacak güçlerin
varlığı” ancak kapitalizmle olanaklı olmuştur.
Öte yandan, kapitalist üretim ilişkilerinin en temel
unsuru olan artı-değerin keşfi de, komünist toplum
ilişkilerinin mümkün ve zorunlu olduğunu bize gösteren
en önemli kanıtlardan bir diğeridir. Karşılığı ödenmemiş
emek olarak artı-değer, işgücü tarafından yaratılan
değerin bir bölümünün kapitalist tarafından gasp
edilmesidir. Bu gerçeğin bütün çıplaklığıyla ortaya
konulması ve bütün zenginliklerin, sermaye birikiminin
kaynağı olarak belirlenmesi, durumu tümüyle değiştirir.
Çünkü, o zaman, bu son derece büyük hırsızlığın
ortadan kaldırılmasının anlamı, insan emeğinin özgürleşmesinden
başka bir şey değildir. Daha açıkça söylersek, özel
mülkiyet ortadan kaldırılarak bu büyük soyguna da
son verildiğinde, işçinin kendi yaşamını devam ettirmesi
için gerekli olan zorunlu emek ile bunun fazlası
olan artık-emeğin toplumun kolektif ihtiyacına yöneltilmesi
mümkün hale gelmektedir. “Genel olarak artık emek”
diyor Marks, “yani verili gereksinmelerin üzerinde
harcanan emek, her zaman var olacaktır. Kapitalist
sistemde de, köleci, vb. sistemde de bu antagonist
bir biçim alır ve buna toplumun bir katmanının mutlak
çalışmazlığı eşlik eder.” (Kapital, cilt III, 819)
Buradan çıkan biricik sonuç ise, ancak özel mülkiyetin
tümüyle ortadan kaldırıldığı koşullarda, zorunlu
emek ve artık emek ayrımının da ortadan kalkacağı,
daha doğrusu artık “[Komünist toplumda] kazalara
karşı sigorta olarak, nüfus artışını ve gereksinimlerin
gelişmesini izleyebilmek için yeniden üretim sürecinin
zorunlu ve giderek artan biçimde genişlemesi (ki
buna kapitalist açıdan birikim denir) belirli bir
nicelikte emek” (age, 819) ayırmanın mümkün olabileceğidir.
Başka bir deyişle söylersek, kapitalizm koşullarında
yalnızca kapitalistin servetinin artmasına yol açan
fazla çalışma, özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı
koşullarda artık bütün toplumun ihtiyaçlarına yönelik
bir işlev kazanabilecektir; ki bu da aslında zorunlu-fazla
çalışma kavramlarının fiilen ortadan kalkması, çalışma
kavramının yeni ve kolektif-insani bir boyut kazanmasıdır.
Böylece, “tüm toplum için emek zamanını giderek
küçülen bir minimuma indirmek ve böylece herkesin
gelişmesi için gerekli serbest zamanı vermek için,
toplumun isteğe göre kullanılabilir zamanını yaratmak”(Grundrisse)
mümkün olur. Görüldüğü gibi burada kapitalist üretim
ilişkisinin en temel unsurunun keşfi, sınırsız toplumsal
ve insani gelişmenin de kaynağının bulunması anlamına
gelmektedir. Ki, bu artık “zorunlu” ya da “artık”
emek değil, bütün bunları aşan, hayatın olağan bir
parçası ve bir zevk haline gelmiş olan gönüllü emektir.
Ve kuşkusuz, bu yoldan nesnelerin değerlerinin kaynağının
onun içerdiği emek olduğu bir kez keşfedildiğinde,
artık “kullanım değeri” ile “değişim değeri” arasındaki
ayrıma ve komünizmin çok yalın temellerinden birine
daha gelmiş oluruz. Daha Kapital’in en başında Marks
bu konuda net bir belirleme yapar: “Kullanım değerleri,
zenginliğin toplumsal biçimi ne olursa olsun, tüm
zenginliklerin özünü teşkil eder. İnceleyeceğimiz
toplum biçiminde [kapitalizmde] bunlar, buna ek
olarak bir de değişim değerinin maddi taşıyıcısıdırlar.”
(Kapital, cilt I, 44) Başka bir deyişle, kullanım
değeri, yani o nesneye duyulan ihtiyaç, onun kullanımıyla
ilgili özü, daha sonradan üzerine, değişim değeri
ve fiyat denilen başka yükleri de yüklenmektedir.
Sorun bir kez böyle ortaya konulduğunda, özel mülkiyetin
ve artı-değerin tümüyle ortadan kaldırılması halinde,
geriye yalnızca nesnelerin kullanım değerinin kalacağı
gerçeği ortaya çıkar. Daha basit ve yalın haliyle
söylersek, ayakkabıya duyulan ihtiyaç, son derece
açık ve anlaşılır bir olgudur. Kapitalist işleyiş
ise bu basit kullanım değerinin üstüne fiyat, kâr,
piyasa kârı, tekel kârı gibi ayakkabı ihtiyacı ile
ilgili olmayan, tamamen işleyişten kaynaklanan bütün
diğer yükleri bindirmektedir. Öyleyse, nesnelere
sonradan yüklenmiş olan yüklerin ortadan kaldırılması
ve doğrudan onun özüne dönülmesi de mümkündür ve
bu, ancak kapitalist düzen sona erdirildiğinde gerçekleştirilebilir.
Sorunlara böyle bir noktadan bakıldığında ve kapitalist
üretimin kullanım değerini, yani insanın nesneye
olan ihtiyacını değil de, o nesneden elde edilecek
kârı temel aldığı bir kez anlaşıldığında, “bolluk
içinde yokluk” kavramının anlamını yeniden anlarız
ve oradan kapitalizmdeki “bolluğun” niçin “nimet”
değil “felaket” olduğunu görürüz. Nesnelerin kâr
için üretilmesi sonucunda oluşan bolluk, kapitalizm
için kriz demektir; üretim anarşisinden doğan bu
durum insan yığınlarına daha iyi bir yaşam olarak
değil, işsizlik ve yoksulluğun artışı olarak yansır.
Kapitalist işleyişin doğası, rekabete ve kâr oranlarının
sürekli biçimde yükseltilmesine dayanır. Dolayısıyla
üretim maliyetlerinin (ve doğal olarak en başta
işçi ücretlerinin) düşürülmesi ve fazla üretim,
kapitalizm için kaçınılmaz bir sonuçtur. Ancak bu
sonucun yarattığı tablo, üretilenlerin tüketilememesi
ve böylece kâr oranlarının yeniden düşmesidir. Bu
kısır döngünün kapitalizm koşullarındaki çözümü
ise ürünlerin ve üretici güçlerin bir bölümünün
tasfiyesidir, krizdir. Bolluk içinde yokluk, işte
budur ve bu o kadar akıl ve mantık dışı bir olgudur
ki, sonuçta insanlık için daha çok besin, daha çok
giysi, vb. anlamına gelebilecek olan bir durum,
kapitalist sistem için “sorun” haline gelmektedir.
İşte bu gerçeğin keşfi, son derece açık olarak bunun
tersinin de mümkün olduğunun keşfidir. Daha açık
bir deyişle söylersek, özel mülkiyetin, kârın ve
kapitalist değişim değerinin tasfiye edildiği koşullarda,
bütün nesnelerin artık sadece ve sadece toplumun
şimdiki ya da gelecekteki ihtiyaçları için üretildiği
koşullarda bu ihtiyacı belirlemek ve basit bir planlamayla
ona uygun olarak üretmek mümkün olabilecektir. Bu,
hiç kuşkusuz, her türlü üretim biçiminin nüfusun
çoğalması karşısında yetersiz kalacağını söyleyen
burjuva papazların iddialarının tümüyle boşa düşmesi
anlamına gelir. Çünkü artık her şey, kapitalizmdeki
halinin tersi biçimde işlemektedir; örneğin gıda
maddeleri ve tekstil üretimindeki bir artış, “fazla
üretim” değil, insanların daha iyi beslenip daha
iyi giyinmeleri anlamına gelir; yeni bir enerji
kaynağının keşfi, daha kolay, daha çok üretim ve
daha fazla “serbest zaman” anlamına gelir, vb, vb…
Ve nihayet, kapitalist işleyişin bu niteliklerinin
keşfi, artık bütün alanların kapitalist mantığın
tersi yönden ele alınabilmesinin kapılarını açar.
Kapitalizmin emrindeki bilimin yeniden toplumla
barışıp onun geleceğine hizmet etmesi, askeri harcamaların
ve savaşların yeryüzünden silinerek bütün yaratıcı
güçlerin insanlığın emrine verilmesi, mülkiyet ilişkileri
içinde geri plana itilen kadının yeniden öne çıkması,
kâr hırsıyla iliği sömürülen doğa ile yeni bir ilişkinin
kurulması, vb. vb..
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Marks ve Engels’in
temellerini attıkları komünist toplum projesi, şüphesiz
bugünkü kapitalist toplumun bağrında doğan üretim
ilişkilerine dayanmamaktadır; ama bu proje, bütün
teorik temellerini ve kanıtlarını kapitalist toplum
düzeninin tam içinden almaktadır. Kapitalizme dair
her Marksist keşif, komünizme ilişkin yeni bir kanıt
ve zemin ortaya çıkarmaktadır. İşte bu yüzden Marks
ve Engels, ütopyacılar gibi düşler dünyasında değillerdir;
onların ayakları tam da basması gereken yere, kapitalist
toplumun mevcut ilişkilerine basmaktadır.
Komünist Bir Dünya: Temel Noktalar
Buraya kadar söylediklerimizin üzerinden yükselerek
kısa bir tanım yapma ihtiyacı duyarsak; şöyle
diyebiliriz: İlkel komünal dönemi saymazsak eğer,
insanlığın bugüne kadar görmüş olduğu sınıflı
toplum biçimleri olan köleci ve feodal toplumlardan
sonra gelen modern kapitalist üretim ilişkisi,
en gelişkin üretim düzeni olarak aynı zamanda
insanın insan üzerindeki egemenliğinin de son
aşamasıdır. Bu son aşamada, kapitalist üretim
biçimi, tarih boyunca ulaşılmış olan en yetkin
sınıflı toplum olarak, tarihsel anlamda devrini
tamamlamış ve üretici güçlerin önünde yıkılıp
geçilmesi gereken bir engel haline gelmiştir.
Komünizm, işte bu noktaya gelmiş olan kapitalist
üretimin tümüyle tasfiye edilmesi, üretim araçları
üzerindeki özel mülkiyete son verilerek bütün
üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve buna
bağlı olarak bütün toplumsal sınıfların ve sınıfların
oluşumuna yol açan toplumsal işbölümünün ortadan
kaldırılması, böylece bütün üretici güçlerin ve
özellikle de insanın uçsuz bucaksız gelişme potansiyellerinin
önünün açılmasıdır. “Komünistlerin amaçları nedir”
sorusuna Engels’in verdiği yanıt da böyledir:
“Toplumu, onun her üyesinin kendini geliştirebileceği,
tüm yeteneklerini ve güçlerini tam bir özgürlük
içinde ve böylece toplumun temel koşullarını engellemeden
kullanabileceği biçimde örgütlemek...”
Bu, şüphesiz, böyle bir “son” görevi yerine getiren
proletaryanın da kendi sınıfsal varlığını yok
etmesi anlamına gelir ve bu yoldan varılan yer
artık özgür insan toplumundan başka bir şey değildir.
Devletin ve bütün diğer bürokratik kurumların
gereksizleşerek “söndüğü” bu koşullarda, toplumsal
üretimin planlanması ya da sosyal hayatın düzenlenmesi
artık bütün toplumun kendi iradesiyle yaratacağı
basit mekanizmalar tarafından yerine getirilebilecektir.
Bugünkü anlamıyla politika ve demokrasi kavramlarının
tarihe karıştığı böyle bir aşama, orduların, savaşların,
bütün baskı güçlerinin çöplüğe atıldığı bir noktadır.
Daha ayrıntılarına inerek kısaca özetlersek;
Her şeyden önce komünizm, kapitalizmin yarattığı
toplumsal temeli düzelten, insanlık için daha
“yararlı” hale getiren, bir “yeniden düzenleme”
değil, tüm toplumsal yaşamı, insanlığın tüm etkinliklerini
daha önceki tüm toplumsal biçimlerden farklı olarak,
sınırsız üretkenlik, insani yeteneklerin sınırsız
gelişimi, tüm değerlerin ihtiyaçlara göre kolektif
paylaşımı, insanların yönetimi yerine şeylerin
yönetimini, bu temelde doğayla bütünleşmeyi esas
alan yeni bir uygarlık düzeyidir.
Komünist uygarlıkta tüm üretim süreçleri-araçları
toplumsallaştırılmıştır, tüm üretim süreçleri
en ileri otomasyon teknikleriyle gerçekleştirilecektir.
Ve bu, tüm insanlar için muazzam bir serbest anlamına
gelir, insanın zorunlu iş süreçlerine bağlımlılığı
ortadan kalkacaktır. Tüm insanlar bütün yeteneklerini
sınırsız biçimde geliştirme olanağına kavuşacaklardır,
böylece kafa emeği-kol emeği ayrımı ortadan kalkacaktır.
Kafa emeğinin kullanma becerisini kazanmak bir
ayrıcalık olmaktan çıkacaktır. Öte yandan, tüm
yaşam alanları insanın istediği her etkinliği
gerçekleştirmesini ve doğayla dolaysız biçimde
buluşmasını sağlayacak tarzda yeniden inşa edilecektir.
Böylece sınıflı toplumlara özgü kent-kır ayrımı
ortadan kaldırılacaktır. Yaşam alanları kente
ve kıra özgü tüm etkinliklerin (tarım-sanayi vd.)
aynı anda yapılmasını sağlayacak yapıya kavuşacaktır.
Bütün bu süreçler aynı zamanda tüm üretim süreçlerinin
tüm yaşam alanlarının, tüm toplumsal yaşamın doğrudan
demokrasiyi olanaklı kılacak tarzda yeni bir yapıya
kavuşması, tüm siyasal-yönetsel süreçlerin ortadan
kalkması anlamına gelecektir.
Yukarıda görmüş olduğumuz gibi böyle bir dünya
tasarımı, düş ürünü değildir; o, bizzat bugünkü
toplumsal düzenin geliştirerek sonradan engeli
haline geldiği üretici güçlerin üzerinde kurulacaktır.
Biraz daha açacak olursak;
1- Bu komünist dünya düzeni, her şeyden önce,
bütün üretim araçlarının kesin biçimde toplumsallaştırılması
anlamına gelir. “Kamulaştırma” kavramı yerine
“toplumsallaştırma” kavramını bilerek kullanıyoruz;
çünkü “kamulaştırma” ya da “devletleştirme” gibi
kavramlar, mülkiyetin topluma geçmesi anlamını
tam olarak ifade etmezler. Bugünkü kapitalist
toplumda bile siyasi irade kararı olarak uygulanabilen
bu durumlar, üretim araçlarının “toplum adına”
yönetilmesi anlamına gelirler. Komünist topluma
doğru ilerlerken kuşkusuz devrimci iktidarlar
da bu yoldan geçecek, geçmek zorunda kalacaklardır.
Ancak yine de, aradaki fark çok önemlidir. “Kamulaştırma”
bir siyasi irade tarafından uygulanan “el koyma”
biçimidir ve nispeten daha “kolay” bir işlemdir;
oysa üretim araçlarının “toplumsallaşması”, mülkiyetin
tümüyle topluma geçmesi, toplum tarafından kullanılıp
yönetilmesi, dolayısıyla da toplumun bütün bunları
yapabilecek yetkinliğe, inisiyatife, eğitime sahip
olması, toplumsal üretimin sıradan yurttaşlar
tarafından yönetilebilir hale gelmesi demektir.
Yani “üretim araçları üzerindeki kapitalist mülkiyete
son vermek”, otomatik olarak bu mülkiyetin topluma
geçmesi anlamına gelmez. Birincisi, esas olarak
politik bir eylemdir, ikincisi ise politik, ekonomik,
ideolojik, kültürel, vb. unsurların tümünü kapsayan
bir süreçtir. Bu anlamda da, “toplumsallaşma”
zorlu bir sürecin ürünüdür ama komünist bir toplumun
da olmazsa olmaz en önemli unsurudur. Uzun bir
yürüyüş boyunca hangi ara aşamalardan geçilirse
geçilsin, bu amaca varmadan komünist bir toplumdan
söz etmek mümkün değildir.
2- Böyle bir süreç yalnızca sınıfların değil,
toplumun sınıflara bölünmesine zemin sağlayan
öğelerin de ortadan kaldırılması anlamına gelir.
Bu, birebir olarak bugünkü egemen kapitalist sınıfın
mülksüzleştirilmesi ve iktidardan uzaklaştırılması,
vb. ile aynı şey değildir. Bütün bunlar elbette
gerekli ilk adımlardır ama sınıfların ortadan
kaldırılması, daha uzun vadeli ve zorlu bir süreçtir.
Her şeyden önce, büyük kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi
ve üretim araçlarına el konulması, binlerce yıllık
meta üretimini ve değişim değerine dayanan meta
olgusunu bir çırpıda sona erdirmez. Meta üretiminin
olduğu her yer, kapitalizmin çoğalma özelliğine
sahip küçük birer hücresi gibidir. Dolayısıyla,
büyük üretim araçlarına el konulmasından sonra
da, uzun erimli bir toplumsallaşma sürecinde,
bir dizi ekonomik, politik, kültürel değişimin
yaşandığı bir süreç vardır. Ürünler bakımından
“salt kullanım değeri”ne geçiş anlamına gelen
bu süreç, birbirini izleyen kuşakların kolektif
deneyimlerini ve eğitimini gerektirecektir. Herhangi
bir nesnenin sadece ve sadece ona duyduğumuz ihtiyaç
üzerinden değer ifade etmesi, başka hiçbir özel
yük taşımaması, komünist toplumun gerçek niteliğidir.
“Üretim araçlarına, toplum tarafından el konulması
ile meta üretimi ve bunun sonucu, ürünün üretici
üzerindeki egemenliği ortadan kalkar. Toplumsal
üretim içindeki anarşi yerine, bilinçli, planlı
örgüt geçer. Bireysel yaşama savaşımı son bulur.
Böylece, ilk kez olarak, insan, belli bir alanda,
hayvanlar âleminden kesinlikle ayrılır, hayvansal
yaşama koşullarından, gerçekten insanca yaşama
koşullarına geçer” diyor Engels.
Varılması gereken yer işte tam da budur. Sınıflar,
yalnızca iradi kararlarla ortadan kaldırılamazlar.
Onların ortadan kaldırılması ve toplumun belleğinden
sınıf kavramının tümüyle silinmesi, kol ve kafa
emeği, kır ve kent arasındaki farkların ortadan
kalkmasına, en önemlisi de bugünkü anlamıyla işbölümünün
sona ermesine bağlıdır. Yine Engels, Komünizmin
İlkeleri’nde “Sınıflar işbölümü yüzünden varoldular”
diyor ve devam ediyor: “bu işbölümünün bugüne
kadarki varlık biçimi tamamıyla yok olacaktır.
Çünkü sınai ve tarımsal üretimi tanımlanan düzeye
getirmek için, mekanik ve kimyasal araçlar tek
başlarına yeterli değildir; bu araçları harekete
geçiren insanların yetenekleri de buna tekabül
eden bir ölçüde geliştirilmelidir. Nasıl ki geçen
yüzyılda köylüler ve manüfaktür işçileri tüm yaşam
biçimlerini değiştirmişler ve büyük sanayiye sürüklendiklerinde
bizzat çok farklı insanlar haline gelmişlerse,
üretimin toplumun tamamı tarafından ortak yönetimi
ve bunun sonucu üretimin göstereceği yeni gelişme
de çok farklı insanları gerektirecek ve aynı zamanda
bunları yaratacaktır. Üretimin ortak yönetimi,
her biri tek bir üretim dalına bağlanmış, ona
zincirlenmiş, onun tarafından sömürülen, her biri
bütün öteki yetenekleri pahasına yeteneklerinden
yalnızca bir tekini geliştirmiş ve toplam üretimin
yalnızca bir tek dalını, ya da o dalın dallarından
birini bilen bugünün insanları tarafından gerçekleştirilemez.”
Daha somut bir anlatım, Marks’ın bu konudaki düşüncelerini
en açıkça koyduğu metin olan Gotha Programının
Eleştirisi’nde vardır: “Komünist toplumun daha
yüksek bir evresinde, bireylerin işbölümüne kölece
boyun eğmesinin ve onunla birlikte de kafa emeği
ile kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasından
sonra; emek, yalnızca yaşam aracı değil, yaşamın
birincil gereksinmesi haline gelmesinden sonra;
bireylerin her yönüyle gelişmesiyle birlikte,
üretici güçlerin de artması ve bütün kolektif
zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırmasından
sonra - ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları
tümüyle aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının
üzerine şunu yazabilecektir: “Herkesten yeteneğine
göre, herkese gereksinmesine göre!”
Açıktır ki bu, para dahil olmak üzere bütün kapitalist
değişim ve değer ölçülerinin parçalanması, ortadan
kalkması ve her türlü ekonomik ilişkinin tümüyle
insanın ihtiyacına göre düzenlenmesi anlamına
gelecektir. Fiyat etiketlerinin olmadığı bir dünyanın
kaos ve kıtlık içinde boğulacağı yaygarası ise
tipik bir burjuva yalandır. Fiyat etiketleri,
bugünkü insanın ihtiyaçlarının değil, satın alabileceklerinin
sınırını çizer. Eğer bu böyleyse, yenilenmiş bir
dünyanın yenilenmiş insanı, alabilecekleri konusunda
herhangi bir sınır olmadığında, bu kez ihtiyaçlarının
sınırını kendisini ve kolektifi bir arada düşünerek
kendi aklıyla çizmeye yetenekli olacaktır.
3- Demek ki bu, nihai olarak sınıflara yol açan
işbölümünün ortadan kaldırılması ve çalışma kavramının
da artık yeni ve kolektif bir anlam kazanmasıdır.
Zorunlu emek-artık emek ayrımını ortadan kaldıran,
daha doğrusu artık-emeği kapitalistleri zenginleştiren
bir sömürü biçimi olmaktan çıkarıp toplumun geleceği
için gönüllü çalışma haline dönüştüren birleşmiş
üreticiler topluluğu, böylece Marks’ın sözünü
etmiş olduğu “sabah balıkçı, öğleden sonra tiyatro
eleştirmeni” olma halini, yani insanın herhangi
bir zorunluluk olmaksızın tümüyle kendi isteğiyle
bir zevk olarak şu ya da bu alanda çalışmasını
ve yetkinleşmesini ortaya çıkarır. İnsanın doğasında
böyle bir olgunun olmadığı, bunun tembellikten
başka bir sonuca yol açmayacağı biçimindeki burjuva
görüş, tümüyle cahilcedir, tarihsel bakış açısından
yoksundur. Böyle bir toplumsal yapı ve çalışma
kavramının bu anlamı, şu andaki rekabete dayalı
yırtıcı hayvan mücadelesinin penceresinden bakarak
anlaşılamaz; bunu anlayabilmek için yaşamsal bütün
ihtiyaçlar için özel olarak mücadele etmek zorunda
olmayan insanı ve onun kolektif-hümanist biçimlenişini
düşünmek gereklidir. “Genelde insanlar, kendilerini
yeterli nitelik ve nicelikte yiyecek, içecek,
barınma ve giyecek bulamadıkları müddetçe özgürleştirilemezler”
(Alman İdeolojisi, 38) diyor Marks ve doğrudur.
Bütün mülkiyet sınırlarından sıyrılarak sonsuz
gelişim olanaklarını yakalayan komünist üretim
de işte tam bunu sağlar. “Yoksa” diyor Marks,
“[üretken güçlerin böyle bir gelişkinliği olmadan]
yalnızca yoksulluk, gereksinimler genelleştirilir
ve yoklukla birlikte gereksinimler için mücadele
yeniden başlar ve tüm o eski pis işler zorunlu
olarak yeniden doğar” (age, 49)
Yani, dünyanın fiziki olanaklarının artan nüfusu
besleyemeyeceğini söyleyerek yoksulların kısırlaştırılmasını
bile öneren Malthus gibi gerici papazların aksine
Marks, bu imkânların sınırsız olduğunu, üretici
güçlerin gelişiminin önündeki engellerin kaldırılmasıyla
sonsuz bir gelişme temposunun yakalanmasının bir
hayal olmadığını söyler. Bu böyledir, çünkü, örneğin
üretimi hızlandıracak ya da maliyeti düşürecek
herhangi bir gelişme kapitalizmde artı-değerin
ve kâr oranının artışı anlamına gelirken, aynı
gelişme komünist bir toplumda daha çok boş zaman,
daha çok ürün demek olacaktır. Kapitalizm için
felaket anlamına gelen “bol ürün” komünizm için
yaşam düzeyinin yükselmesi demek olacaktır.
İşte ancak o zaman, Marks ve Engels’in komünist
bir toplum insanına biçtikleri asıl rol ortaya
çıkar: Özgür birey! “Bireylerin evrensel gelişmesine
ve onların toplumsal zenginliği anlamındaki ortak,
toplumsal üretkenliğinin buna bağımlı kılınmasına
dayalı özgür bireysellik” diyor Marks ve kastettiği
şey tam da artık sınıfsal konumdan, yaşam mücadelesinden
kurtulmuş, içindeki bütün potansiyelleri dilediği
biçimde değerlendiren, bunun için istediği toplumsal
desteği ve eğitimi kolayca alabilen ve karşılığını
topluma verdiği yaratıcı çaba ile ödeyen özgür
insandır. Kapitalist üretimin zorunlu emek-artık-emek
işleyişini tümden ortadan kaldıran komünist üretim,
onun yerine komünizmin en önemli amacı olarak
“serbest zaman”ı koyar, Marks’ın deyimiyle bu
zaman diliminin yaratılması ve insanın gelişimine
yol açmak için durmadan artırılması, komünizmin
“birinci ekonomik yasası”dır; çünkü ancak bu yoldan
insan zihninin eski toplumun bütün kirinden temizlenmesi
ve toplum için çalışmanın erdemini keşfetmesi
mümkündür. Bir başka deyişle bu, kapitalist toplum
tarafından dar alanlara ve dar düşünme biçimlerine
hapsedilmiş bulunan insanın, bütünlüklü bir birey
noktasına varması ve sınıflı toplum tarafından
ruhuna işlenmiş olan şizofrenik yarılmayı yok
ederek kendi insan kimliğini yeniden keşfetmesidir.
4- Yani, komünist toplum projesi, burjuva arenadaki
günlük tartışmalarda çoğu kez gösterilmek istendiği
gibi basit bir “politik iktidar değişikliği” ya
da “bir iktisat teorisinden diğerine geçiş” değildir.
Bu, tümüyle yetersiz ve sığ bir bakıştır. Esasen,
reel sosyalizmin resmi teorisyenlerinin 1960’larda
sık sık “komünizme geçtik-geçiyoruz” demelerinin
ardında da bu dar ve yanlış kavrayış vardır. Oysa,
komünizm, yalnızca bir üretim-bölüşüm biçiminden
diğerine geçiş değil, insan ilişkilerinin bir biçiminden
diğerine geçiştir; insanın yeni bir halidir, Engels’in
deyimiyle onun “hayvanlıktan çıkarak” insanlaşmasıdır.
Bu, çalışmanın yeni bir anlam kazanması olduğu kadar,
insanın her cephede kendisiyle buluşması, binlerce
yılın kirinden arınması ve tüm ilişkilerinin insanileşmesi
anlamına da gelir. Marks’ın “insanın ilerlemesinin
gerçek ölçütü” dediği kadın-erkek ilişkilerinden,
doğaya, topluma bakışa kadar her alanda bu böyledir.
Bu ilişkilerin, insanın doğasında mevcut olmayan
sınıfsal ölçülerden, bir cinsi, bir ırkı, vb. üstün
tutan saçmalıklardan sıyrılması, insanlığın yeni
bir uygarlık düzeyine sıçramasıdır. Bütün çocukların
ve yaşlıların, tümüyle insan yaşamının toplumsal
garanti altına alındığı, herhangi bir yarışma çabasının
gereksizleştiği koşullarda yaşamın bir zevk haline
gelmesi, Lenin’in dediği gibi insanları birbirine
“sevgi” dışında bir bağın bağlamamasıdır. Bu, kadının
ezilmişliğinin toplumsal temellerinin ortadan kaldırılması
ve onun bütün komünist toplum üyeleri gibi bütünlüklü
bir birey haline getirilmesidir.
Bu anlamda, bütün eserlerinde ısrarlı bir biçimde
proletaryaya vurgu yapan Marks ve Engels’in sıra
komünizme ilişkin tanımlar yapmaya geldiğinde “birleşmiş
üreticiler topluluğu” ya da “insanlar” gibi kavramlara
geçiş yapması rastlantı değildir. Çünkü, sınıfların
ve mülkiyet ilişkilerinin bulunmadığı bu aşamayı
başka türlü tanımlamak mümkün değildir. Bu anlamda
Marks ve Engels, evet, proletaryanın filozoflarıdır,
ama aslında onlar insanlığın geleceğine dair söz
söyleyen insanlardır. İstedikleri şey, basit bir
biçimde “proletaryanın iktidar olması” değil, proletaryanın
“sınıf” kavramıyla birlikte kendisini de ortadan
kaldırdığı bir insani gelişme düzeyi olarak komünizmdir.
Ve doğal olarak böyle bir tasarım, ileride göreceğimiz
gibi, yerel ya da ulusal değildir, dünya çapında
bir olgudur.
5- “Devletin sönmesi” sorunu da tümüyle bununla
bağlantılıdır. Marks ve Engels, bir devrim yoluyla
kapitalizmin yıkılmasından komünizme geçişe kadar
uzanan yol boyunca proletarya diktatörlüğünün
gerekli olduğunu açık bir biçimde söylerler. Toplumun
çoğunluğunu oluşturan emekçiler için demokrasi,
eski düzeni geri getirmek isteyen burjuvazi içinse
diktatörlük anlamına gelen bu yönetim, kuşkusuz
Lenin’in dediği gibi en demokratik burjuva demokrasisinden
“bin kez daha fazla demokratik”tir, ama sonuç
olarak bir devlettir ve bütün devletler gibi “bir
sınıfın diğeri üzerindeki baskı aracı”dır.
Proletarya, tarihte ilk kez olarak, bu kurumun
kendisini de ortadan kaldırmayı önüne hedef olarak
koyar. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin
ortadan kaldırılarak toplumsallaştırılması ve
işbölümünün, kafa-kol, kır-kent ayrımlarının silinmesiyle
birlikte sınıflar ve sınıf karşıtlıklarının ortadan
kaybolması, bizzat proletaryanın kendisinin de
bir sınıf olarak yok olması anlamına gelecektir.
“Gerçek anlamında siyasal güç, bir sınıfın bir
başka sınıfı ezmek amacıyla örgütlenmiş gücüdür.
Eğer proletarya, burjuvaziyle savaşımında, koşulların
zorlamasıyla, kendisini bir sınıf olarak örgütlemek
zorunda kalacak, bir devrim yoluyla kendisini
egemen sınıf durumuna getirecek, ve egemen sınıf
olarak eski üretim koşullarını zor kullanarak
ortadan kaldıracak olursa, o zaman, bu koşullarla
birlikte, sınıf karşıtlıklarını ve genel olarak
sınıfların varlık koşullarını da ortadan kaldırmış
ve böylelikle, bir sınıf olarak kendi egemenliğini
ortadan kaldırmış olacaktır.
Sınıflarıyla ve sınıf karşıtlıklarıyla birlikte
eski burjuva toplumun yerini, kişinin özgür gelişiminin,
herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birlik
alacaktır.” (Lenin, Devlet ve İhtilal)
“Devlet varoldukça, özgürlük yoktur. Özgürlük
olacağı zaman, devlet olmayacaktır” diyor Lenin
aynı eserinde. Gerçekten de devlet, sınıf karşıtlıklarının
tarihe karıştığı bu aşamada ortadan kalkacaktır
ama bu, bir talimat ya da kararla değil, Engels’in
eşsiz deyimiyle “sönme” biçiminde gerçekleşecektir.
Kolektif insan toplumu, yavaş yavaş bütün yönetsel
işlevleri yalınlaştırarak tüm yurttaşların yapabileceği
bir noktaya ulaştıracak ve bugün bildiğimiz politik
anlamıyla devlet sönerek yerini nesnelerin yönetimine
ve kolektif planlamanın basit biçimlerine bırakacaktır.
Bu, toplumsal tepkinin zorlayıcı hukukun yerini
aldığı, dışlama ve ayıplamanın cezanın yerine
geçtiği üst bir düzeydir. Bütün bunların mümkün
olmadığı, insanlığın mutlaka devlet tarafından
yönetilmeye mecbur olduğu safsatası ise böylesi
tarihsel koşullarda tarihe karışacaktır. İnsanlığın
devletsiz bir dönemi tarihte var olmuştur ve gelecekte
de insan bu asalak mekanizmayı sırtında taşımak
zorunda değildir. Şüphesiz bütün bunlar, tümüyle
kendiliğinden süreçler değildir; şüphesiz bütün
bunlar devrim sonrasındaki her adımda bu yönde
bir irade gerektirecektir ve ayrıca böylesi bir
süreç tek ülke koşullarında da yaratılamayacaktır.
Emperyalist-kapitalizmin dünya yüzeyinden yok
edilmesi ya da en azından sosyalizm denizinde
bir ada haline getirilmesi, yani tek tek ülkelerin
kurtuluşu üzerinden yürüyecek olan uzun bir dünya
devrimi süreci bunun için zorunludur. Bu yüzdendir
ki, daha ilk günden itibaren böyle bir hedef için
çalışmayı unutan bir devrim, komünist toplum aşamasını
asla gerçekleştiremeyecektir.
6- Böyle bir komünist dünya düzeninin insanlığa
sunacağı en büyük armağan ise herhalde, kâr hırsı
ve emperyalist paylaşım için çıkarılan ve yalnızca
milyonlarca insanın hayatının değil, insanlığın
üretici güçlerinin, kültürel mirasının, vb. de
yok edildiği savaşların sonsuza dek ortadan kaldırılmasıdır.
Kapitalizmden arınan insanlık, onun en yıkıcı
sonucu olan savaşlardan, toplumsal kaynakları
yutan ve körelten savaş araçlarından, ordulardan
ve diğer bütün zorbalık kurumlarından kurtulacak;
bütün bu kaynakları artık insan sağlığına, kültürel
gelişimine, vb. ayırabilecektir.
Ve şüphesiz, savaşların nedenlerinin ve araçlarının
ortadan kaldırılması, yüzlerce yıldır insan bilincinde
bir ur gibi duran ve onun sağlıklı düşünmesini
önleyen her türlü ulusal önyargıyı, ırkçılığın
her türünü, şovenizmi adım adım temizleyecektir.
İnsan toplumunun çok ileri aşamalarında bugünkü
ulusal renklerin, dillerin, vb. nasıl bir biçim
alacağını şimdiden kestirmek mümkün değildir ama
kesin olan şey, bu ulusal-etnik renklerin, kültürel
biçimlerin artık başkalarına üstünlük taslayan,
başkalarını hor gören bir noktadan uzaklaşacağı,
olsa olsa en çok genel bir zenginlik haline dönüşebileceğidir.
7- Böyle bir insanlık durumu, kuşkusuz üstyapı
kurumlarını da bugün bildiğimiz hallerinden başka
ve daha üst bir noktaya taşıyacaktır; örneğin
kültür kavramı böyledir. Üretim araçlarını olduğu
kadar kültür araçlarını da özel mülkiyetten arındırarak
toplumun ortak zemini haline getirecek olan komünizm,
insanın gelişme potansiyellerinin önündeki sınıfsal
engelleri bir kez ortadan kaldırdığında, tek tek
her bireyin hem insanlık kültürünün bütün ürünlerine
ulaşma, hem de bizzat kendi varlığını bu kolektif
bütüne katma olanağı doğacaktır. Bu, özel bir
kategori olarak sanatçı-aydın kavramının eski
ayrıcalıklı halinin sona ermesidir. Deyim yerindeyse
tüm insanlığı kapsayan büyük bir aydınlanma dalgası,
tek tek insanların özel bir “aydın” statüsüne
sahip olmasını boşa düşürecek, gereksiz hale getirecektir.
Böylece ortaya çıkan durum, herkesin mutlaka sanatsal
ürünler ortaya koyması sonucunu vermese de, herkesin
böyle bir imkâna sahip olması anlamına gelecek,
bu büyük zenginlikten “yaşamın sanat haline dönüşmesi”
sonucu çıkacaktır.
8- Ve nihayet, böyle bir toplumsal düzen, insanın
doğayla ilişkilerini yeniden düzenleyecektir.
Doğanın bir parçası olan insan, bu ilişkinin üzerine
yüzyıllar boyunca çeşitli üretim biçimleri ama
özellikle de kapitalizm tarafından yığılmış olan
çer-çöp yığınlarını temizleyecek, yüzlerce yıl
süren büyük yabancılaşmayı parçalayacaktır. Bu,
doğanın sırtına binerek onu çatlayıncaya kadar
insana hizmet ettirme mantığının kırılması ve
onunla barışık, onunla birlikte gelişen bir yeni
ilişkinin ortaya çıkarılmasıdır. Komünizm, basit
olarak bugünkü kirliliğin ortadan kaldırılması
ve doğanın mevcut halinin “korunması”ndan ibaret
değildir; o, üretimin ve yaşamın seyrinin bu barışıklığa
göre düzenlenmesi, kentleşmeden sanayi üretimine
dek her adımın karşılıklı yarar esasıyla ele alınmasıdır.
Kirlenmişi temizlemekten öte, bu doğal ilişkinin
kalıcı olarak inşa edilip sürdürülmesidir. Böyle
bir toplumsal düzen, tarımı tamamen sanayileşme
ve ticaretin ihtiyaçlarına bağlayarak onu aslında
körelten kapitalist işleyişin tersine toprağın
gerçek üretici gücünü keşfedecek, tarımı toplumsal
ihtiyaçla barıştırdığı andan itibaren klasik tarım-sanayi
ayrımını da ortadan kaldırmış olacaktır.
9- Kapitalizmin kendi hizmetine koşarak köleleştirdiği
ve kârlı olmayan alanlar bakımından körelttiği
bilimin yeniden insanlıkla, insan yararıyla barıştırılması
da komünist toplumun esaslı öğelerinden biridir.
Özellikle son yirmi-otuz yılda neoliberal vahşet
tarafından zirve noktasına yükseltilen bilim-insan
yabancılaşmasının kırılması, daha devrimin ilk
günlerinden itibaren her devrimci iktidarın asli
görevlerinden biridir ve bu görev komünist topluma
kadar kesintisiz biçimde gündemdedir. Komünist
toplum, bilim alanlarının kendi içlerine kapanarak
dar düşünme biçimlerine hapsolmasını, kâr getiren
girişimler dışında gelişmesinin kösteklenmesini
ve bugünkü topluma ait bütün diğer sakatlıkları
ortadan kaldıracak ve bilimin önüne insanlığın
kolektif yararını gerçek bir hedef olarak koyacaktır.
Bir yandan herkesin her düzeyde eğitime, bilimlere
ve bilimsel gelişmenin ürünlerine kolayca ulaşması
sağlanırken diğer yandan da herhangi bir bilim
insanı, sınıfsal, parasal, bütün kaygılardan uzakta
çalışma imkânlarına kavuşacaktır.
Böyle bir toplum, kapitalizme ait “verimlilik”
(aslında tam olarak söylenirse kârlılık!) ölçütlerini
kullanamaz. Üretim anarşisinin yerini basit ve
kolayca yönetilebilir bir planlamanın alması ve
doğal kaynaklarının haydutça yağmalanmasının önüne
geçilmesinin yanında bu toplum, kendi kaynaklarını
dağıtırken de şu ya da bu alanın “verimli” (kârlı)
olup olmadığını değil, kısa ya da uzun vadede
insanlığa yararlı olup olmadığını gözetecektir.
Bu bağlamda yeni enerji kaynaklarının ve biçimlerinin
keşfi, tıbbın sadece hastalanmış insanı iyileştirecek
değil sağlıklı tutacak seviyeye getirilmesi, vb.
kısa vadede ne sonuç verdiği sorusundan tamamen
bağımsız olarak komünist toplumun kaynak akıttığı
alanlar olacaktır. Böyle bir mantık, kapitalist
işleyişin ve kapitalist zihnin temizlenmesi ve
tümüyle farklı bir zihinsel işleyişinin önünün
açılmasıdır; örneğin böyle bir zihin, tam da Che’nin
bir zamanlar dediği gibi hastane denilen şeyi
sadece çok gerekli müdahaleler için elinin altında
tutacak, asıl enerjisini ise toplumun kolektif
olarak sağlıklı kalması için harcayacaktır, ki
bu tıp alanının dışında, aynı zamanda ekonomik,
ekolojik bir çaba olmak zorundadır.
Komünizmin Alt Aşaması Olarak Sosyalizm
Bütün bu söylediklerimizden sonra genel olarak
komünizm üzerine düşünürsek herhalde artık şu
iki sonucu çıkarmamız zor olmaz:
Birincisi, böyle bir toplum biçimi, herhangi bir
proletarya devriminin ertesi gününde gerçekleşmeyecek;
bunun için uzun ve zorlu bir yoldan geçilecektir.
İkincisi, sınıfların, devletin, ordunun, vb. tarihe
karıştığı böyle bir toplum biçimi, bugünkü dünya
tablosu esaslı biçimde değişmedikçe tek tek ülkelerde
kurulamayacaktır; öyleyse bu bir dünya sistemidir.
Ki dikkatli okurlar, yazı boyunca sürekli olarak
“komünist dünya düzeni” kavramını öne çıkardığımızı
fark etmişlerdir.
Diyalektik İşleyiş ve Toplumsal Değişim
Öncelikle işe birinci sonuçtan başlayalım. Bu
sonucu ikinciden kısmen ayırabiliriz, çünkü bu
sonuç dünya tablosunun nasıl olduğundan bağımsız
olarak diyalektiğin mantığı ile ilgilidir. Koşullar
nasıl olursa olsun, hiçbir zaman bir toplumsal
düzen ya da süreç bıçakla kesilmiş gibi sona ermez
ve bir başkası da aniden ortaya çıkmaz. Özellikle
komünizm bakımından bu böyledir; çünkü o, kapitalizmin
bağrında üretim ilişkileri olarak belirmez, böyle
bir avantaja da sahip değildir. O, iktidarı ele
geçiren proletaryanın iradi olarak kurmaya başladığı
bir şeydir.
Kaldı ki, proletarya devriminin en temel görevlerinden
biri olan üretim araçlarının özel mülkiyetine
son verilmesi bile çoğu kez problemli bir alandır.
Örneğin küçük tarım üretiminde ve genel olarak
küçük üretim ve ticaret alanında, proletarya çoğu
kez daha sabırlı ve iknaya ya da ekonomik zorlamalara,
eğitime, vb. dayalı karmaşık bir yol izlemek zorunda
kalır. Ama bu sorun bir yana bırakılsa bile, üretim
araçlarına el konulması eylemi ile o araçların
bütün toplum tarafından yönetilmesi, işbölümünün,
kafa-kol, kır-kent çelişkilerine son verilmesi,
sınıfların ortadan kaldırılması, vb. arasında
yine de ciddi bir mesafe vardır ve bütün bunlar
bir günde çözülebilir sorunlar değildir.
Marks ve Engels, bu sorunun farkındadırlar ve
tam da bu nedenle, yukarıda irdelemeye çalıştığımız
komünist toplum düzenini, “komünizmin üst evresi”
olarak tanımlamakta, bu evreye ulaşmak için geçilecek
olan süreci ise “alt evre” olarak adlandırmaktadırlar.
Daha sonraları günlük kullanımda bu “alt evre”,
sosyalizm olarak adlandırılmıştır ve esas olarak
proletaryanın iktidarı ele almasından komünist
toplumun üst evresine kadar uzanan süreci böyle
adlandırmanın bir sakıncası da yoktur.
Ancak burada şu önemli notu mutlaka düşmek zorundayız:
Tarihsel sıralanıştaki ilkel-komünal, köleci,
feodal ve kapitalist üretim/toplum biçimlerinden
sonra özel olarak bir “sosyalist üretim/toplum
biçimi” esasen yoktur; Marksist-Leninist literatür,
kapitalist toplumdan sonra komünist toplumu tanır.
Yani “sosyalizm” diye adlandırdığımız özel dönem,
aslında, ancak bu bağlam üzerinden tanımlanabilecek,
ancak komünist toplum hedefi referans gösterilerek
anlaşılabilecek bir toplumsal süreçtir. Marks’ın
deyimiyle bu toplum “kendi temelleri üzerinde
gelişmiş olan değil, tersine, kapitalist toplumdan
doğduğu şekliyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla,
iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan,
bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ
taşıyan bir toplumdur.” (Gotha Programının Eleştirisi)
Onun üretimi de, bölüşümü de, hukuku da, vs. henüz
burjuva toplumun izlerini taşır. Daha önce de
aktarmış olduğumuz gibi, ancak, “bireylerin işbölümüne
kölece boyun eğmesinin ve onunla birlikte de kafa
emeği ile kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan
kalkmasından sonra; emek, yalnızca yaşam aracı
değil, yaşamın birincil gereksinmesi haline gelmesinden
sonra; bireylerin her yönüyle gelişmesiyle birlikte,
üretici güçlerin de artması ve bütün kolektif
zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırmasından
sonra - ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları
tümüyle aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının
üzerine şunu yazabilecektir: “Herkesten yeteneğine
göre, herkese gereksinmesine göre!” (age)
Bundan önce ise, “birey olarak üretici (gerekli
indirimler yapıldıktan sonra), topluma vermiş
olduğunun tam karşılığını alır. Onun topluma verdiği
şey, birey olarak, kendi emek miktarıdır. Örneğin,
toplumsal işgünü, bireysel çalışma saatleri toplamından
oluşur; her üreticinin birey olarak emek-zamanı,
toplumsal işgünü olarak sunmuş olduğu kısımdır,
onun bu bakımdan katkısıdır. O, toplumdan, şu
kadar emek verdiğini saptayan bir belge alır (bunda
kolektif fonlar için sarfetmiş olduğu emeğin indirimi
yapılmıştır) ve bu belge ile toplumun tüketim
araçları stoklarından, emeğinin eşit bir tutarı
kadar bir miktar alır. Topluma, bir biçimde sunmuş
olduğu aynı emek miktarını, ondan, başka bir biçimde
geri alır.”
Yani, burada üretim araçlarının özel mülkiyetine
son verilmiş olsa da, uygulanan ilke aslında hâlâ
burjuva hukukun ufkundan sıyrılmış değildir. Eşit
hak, hâlâ “burjuva sınırlar içinde”dir ve insan
ihtiyacını, onun özgür çalışmasını değil, topluma
verdiği emeği gözetir.
Sonuç olarak, sadece bu dağıtım sorunundan ötürü
değil, genel olarak kapitalist toplumdan devralınmış
olan bütün diğer kalıntılardan ötürü, toplum bir
hamlede komünist üretim ve yaşam biçimine geçemez
ve Marksist literatür bu geçiş aşamasını “alt
evre” olarak tanımlayarak bir kavram kargaşasının
önünü kesmek ister.
Ancak burada önemli olan şey şudur: Günlük dilde
nasıl kullanılırsa kullanılsın, “sosyalist toplum”
kavramının yalnızca bu “alt evre”yi tanımladığı
kesindir; bunu unutmak, bu dönem için komünizm
hedefinden bağımsız özel (ve keyfi!) bir tanımlama
yapmak, kesinlikle revizyonist bir kaymanın habercisidir.
Bu “alt evre”yi, nihai hedeften bağımsızlaştırarak
kendi başına bir amaç haline getirmek, onu bir
inşaat iskelesi gibi değil, inşaatın kendisi gibi
ele almak, son derece tehlikelidir. Reel Sosyalist
ülkelerin revizyonist merkezleri, belki teorik
dilde bunu bu açıklıkta hiç söylememişlerdir ama
aslında daha tehlikeli bir şey yaparak komünizmin
üst evresinin temel koordinatlarını bozmuşlar
ve bu “alt evre”yi komünizmin kendisi gibi göstermeye
çalışmışlardır. Böylece, paranın, devletin, ordunun
da mevcut olduğu tuhaf “komünist toplum”(!) biçimleri
icat edilmiştir; ki bu, pratikte dünya devriminden
ve komünist bir dünya hedefinden vazgeçmek anlamına
gelmiştir.
Bu karıştırmanın ikinci önemli sakıncası ise,
reel sosyalizm eleştirilerinde sık düşülen bir
hataya yol açmasıdır. “Alt evre”nin mantığını
unutan böyle bir eleştiri, “sosyalizm şudur” diye
katı, akışkan olmayan tanımlar ortaya çıkarır.
(Örneğin, sosyalizmde para yoktur, sosyalizmde
sınıflar yoktur, devlet yoktur, vb. gibi) Hatta
“proletarya diktatörlüğü dönemi-sosyalizm-komünizm”
gibi daha ilginç sıralamalar yaparak arada bir
yerde “bütün halkın devleti” anlayışına yer açan
yaklaşımlar da mevcuttur. Oysa bu, tarihsel bakıştan
yoksun bir anlayıştır. Proletaryanın iktidarı
aldığı andan itibaren komünizmin üst evresine
dek uzanan bir süreç vardır ve bu süreç, her noktası
aynı olan katı bir olgu değildir; tam da kelimenin
gerçek anlamıyla bir süreçtir. Örneğin bu sürecin
bir A aşamasında küçük üretim bile vardır, bir
B noktasında kolektifleştirme şu aşamadadır, bir
başka C noktasında devletin bazı fonksiyonları
artık yavaş yavaş topluma doğru geçmeye başlamıştır,
vb. vb… Yani komünist toplum, bir sabah boru sesiyle
kurulduğu ilan edilen bir şey değildir. Gelişmesinin
her aşamasında, nihai hedefi hiç unutmadan bir
adımdan diğerine geçerek ilerleyen kesintisiz
bir devrimler silsilesinden söz ediyoruz. Dolayısıyla,
sosyalizm, her aşamada, ancak ve ancak komünizme
ne kadar yaklaşıldığına bağlı olarak, bu mesafeyi
gözeten bir yerden tanımlanabilir ve yeniden yeniden
tanımlanabilir. Bunun dışında, sosyalizm üzerine
bilgiç tanımlar üretmenin hiçbir pratik değeri
yoktur.
Aynı Zincirin İki Halkası: Komünist Toplumun
İnşası ve Dünya Devrimi
Tam da bu geldiğimiz yerden hareketle ikinci önemli
sonuca geçebiliriz.
Az önce yukarıda, sınıfların, devletin, ordunun,
vb. tarihe karıştığı böyle bir toplum biçimi, bugünkü
dünya tablosu esaslı biçimde değişmedikçe tek tek
ülkelerde kurulamaz; öyleyse bu bir dünya sistemidir,
demiştik.
Bu ne anlama gelir? Bu bir umutsuzluk noktası mıdır?
Durum gerçekten böyleyse ve biz uzunca bir süre
dünya tablosunun uygun hale gelmesini bekleyeceksek,
iktidar elde etmek için harekete geçmeyi biraz ertelesek
olmaz mı? Ya da şu dünya tablosunu hep birlikte
bir güzel devrim yapıp bir anda değiştirsek?
Fanteziler bir yana, bu belirlemenin somut anlamı
şudur: Siz dünyanın herhangi bir ülkesinde devrim
yaparak iktidar elde ettiğinizde, komünizmi kurmaya
başlayabiliyorsunuz ama mevcut dünya tablosu esaslı
bir biçimde değişmedikçe, bu kuruluşun “komünizmin
üst evresi” dediğimiz aşamaya dek ulaşması şansı
pratik olarak bulunmuyor. Nedenleri de gayet açık:
En basitinden emperyalizme karşı kendinizi savunmak
zorundasınız ve bunun için orduyu, devlet mekanizmalarını
muhafaza etmeye zorunlusunuz. Eğer komünist toplum
düşüncesine -deyim yerindeyse- “su katmak” isterseniz,
“aslında bu toplumda şu ve şu da olabilir” derseniz,
tabii ki dilediğinizi yapabilir, “şanlı kuruluşlar”
ilan edebilirsiniz ama kurduğunuz, kuracağınız şey
komünizm olmaz.
Yok eğer, böylesi yanlış anlayışlara prim vermiyorsanız,
o zaman son derece yalın iki görev karşınızda durur:
Birincisi, komünist topluma giden yolun ekonomik,
politik, ideolojik, sosyal, kültürel, temellerini
inşa etmeye hemen başlamak.
İkincisi ise, mevcut dünya tablosunun değişmesi
için çaba göstermek, bu yolda çaba gösterenlere
her yol ve her aracı kullanarak destek olmak, yani
kendinizi dar-ulusal bir hareket olarak değil, enternasyonal
bir müfreze olarak tanımlamak.
Bu iki yol dışında başka bir yol da yoktur.
Özellikle 1960’larda SBKP tarafından geliştirilen
“kapitalist dünya ile yarışan ve onlara üstünlük
sağlayan bir uygarlıkla insanlığı sosyalist cepheye
çekme, böylece emperyalist militarizmi ehlileştirerek
onları şiddetten alıkoyma” teorisi, pratikte iflas
etmiş ve insanlığın koca bir yüzyılına mal olmuştur.
Esasen sosyalist uygarlığı yükselterek dünya halklarını
ve özellikle emperyalist ülkelerin halklarını etkilemek
doğrudur ve mümkündür; böylece emperyalist militarizm
ortadan kaldırılamaz ama onun hareket alanı “içeriden”,
yani kendi işçi sınıflarının baskısıyla sınırlanabilir.
Ancak SBKP pratiğinde bu, yalnızca sınai-teknik
bir süreç olarak algılanmış, sosyalist ülke halklarının
ayağa kalkarak katıldıkları, emperyalist pratiğe
müdahale ettikleri genel bir eyleme dönüşmemiştir.
Kitleleri yönetimden ve politik hayattan dışlayarak
onların aktivitesini sıfırlamış olan bürokrasinin
zaten böyle bir komplike hareket geliştirme şansı
da yoktur. Kitlelerin sosyal haklar ve refah noktasında
elde ettiği düzey, onların demokratik katılımıyla
bütünleşmemiş olduğu için bu uygarlık, yalnızca
tek ayaklı bir “yarış” yapabilmektedir.
Bütün bunlardan daha önemlisi, bu ve benzeri teorilerle
SBKP yönetiminin yapmak istediği şey, aslında komünizmin
önünü açacak bir dünya tablosu yaratmak değil, dünya
devriminden vazgeçmenin bir yolunu bulmak, dünyanın
çeşitli köşelerindeki devrimci kıpırdanışların önüne
set çekmenin ideolojik zeminini yaratmaktır. Bu
yüzden o, genel bir anti-emperyalist cephe kurmayı
değil, diplomatik manevraları tercih etmiştir.
Sonuç olarak yine konumuza ve somut iki görevimize
dönersek, önce birincisinden başlayabiliriz.
Dünyanın herhangi bir ülkesinde şu ya da bu aşamadan,
özgün biçimden geçerek proletarya iktidarı alabilir
ve -kuşkusuz yerel koşulların özgünlüğünü de hesaplayarak-
komünist toplum düzeninin inşasına, “alt evre” diyerek
de anabileceğimiz sosyalist kuruluşa başlayabilir.
Bu mümkündür, yapılabilir ve bu konuda Ekim Devrimi
için bile “keşke iktidarı almasalardı” diyebilen
gevezeliklerin üzerine en baştan bir çizgi çekebiliriz.
Bu mümkündür, yapılabilir. “Tek Ülkede Sosyalizm”
başlığı altında yapılan tartışmaların da bu konuda
çok anlamı yoktur. Bunun tek ülkede “mümkün” olup
olmadığını tartışmak anlamsızdır; çünkü zaten tek
ülke koşullarında yapılabilecek olan budur. Emperyalizmin
artık dünya çapında bir tehlike olmaktan çıktığı
koşullarda olsaydık, zaten tartışma tümüyle anlamsız
olurdu; kuşkusuz o koşullarda daha az zorlanarak
ve muhtemelen daha hızlı bir yoldan, örneğin daha
çok kaynağı daha önemli alanlara aktararak ve kardeş
halkların daha fazla desteğiyle yürüme şansımız
olurdu. Oysa, “tek ülke” ya da birkaç ülkeden söz
ediyorsak, burada zaten önümüzdeki olgu, “alt evre”
anlamında sosyalizmdir. Ama bu sosyalizm, teorisyenlerin
keyfi ölçütlerle içini doldurdukları, kendi başına
“bağımsız” anlam ifade eden bir düzen değildir;
burada sözünü ettiğimiz şey, devrimden hemen sonra
kesintisiz olarak başlayan ve komünizme dek sürecek
olan bir kuruluş ve inşa sürecidir. Bu, kelimenin
gerçek anlamıyla bir süreçtir ve böyle bir sürecin
“tek ülke” koşullarında yaşanamayacağını söylemek
politik felç halinden başka bir anlam ifade etmez.
Pratikte devrim yapmaktan kaçmak ve oportünizm demektir.
Aynı sürecin bu “tek ülke” koşullarında komünizmin
kurulmasıyla sonuçlanacağını ya da sonuçlandığını
söylemek ise ya düpedüz yalandır ya da komünizmin
şurasından burasından kırpmak, halk deyimiyle onu
“kuşa benzetmek”tir. Sorun aslında bu kadar yalındır.
İşin aynı ölçüde yalın olmayan bölümü ise bu inşanın
“nasıl yapılacağı”dır ki, az sonra o konudaki temel
görüşlerimizi anlatmaya çalışacağız.
Komünizme giden yoldaki ikinci göreve gelirsek,
orada da durum aslında oldukça yalındır.
Çok sade bir mantıkla düşündüğümüzde, eğer mevcut
dünya ilişkileri komünist toplum düzenine izin vermiyorsa,
bu ilişkileri değiştirmek için savaşmaktan başka
bir yol yoktur. Bu, enternasyonalizm ve dünya devrimi
yoludur.
Devrimci iktidar, her şeyden önce, ulusal çaptaki
bir dar bir olgu değil, dünya proletaryasının bir
müfrezesidir. Enternasyonalizmin mantığı budur.
O, bir yandan, az önce sözünü ettiğimiz gibi ileri
bir uygarlık düzeyini, -sadece ekonomik/teknik bakımdan
değil, politik bakımdan da- ortaya koyarken ve kendi
emekçi kitlelerini dünyanın her köşesindeki zulme
karşı sürekli bir aktivite içinde ayakta tutarken,
diğer yandan da dünyadaki bütün devrimci girişimleri,
hatta sosyalist ideolojiden uzak muhalefet biçimlerini
bile tereddütsüz ve aktif bir biçimde destekler.
Bu destek, zamana ve duruma göre birçok biçim alabilir.
Doğrudan askeri destekten, kendi yurttaşlarını başka
ülkelerde savaşmaları için özgür bırakmaya, politik
kitle gösterilerinden uluslar arası kampanyalara,
emperyalist kampa karşı başka kamplar ve platformlar
yaratmaktan, yeni kurtulan ülkeleri desteklemeye
ve hatta kapitalist ülke halklarına bile doğrudan
halktan halka yapılan yardımlar gibi desteklere
kadar yüzlerce yol ve yöntem mümkündür. Burada asıl
önemli olan, enternasyonalizm ve dünya devrimi davasının
salt bir devlet politikası, sadece bir diplomatik
açıklamalar alanı olarak algılanmaması, devrimci
ülkenin bütün emekçi halkının bu dava için ideolojik
olarak, moral ve pratik açıdan şekillendirilmesidir.
“Sosyalist ideal, bir an için bile, enternasyonalist
olmadan var olamaz. Hangi ülkede olursa olsun, sosyalizm
için mücadele edenler dünyanın geri kalan kısmını
unutamazlar. Dünyanın bir kısmında var olan yoksulluğu,
fakirliği, cehaleti acıyı ve sömürüyü asla unutamazlar.
Bir an için bile dünyanın bir kısmının ihtiyaçlarını
asla unutamazlar. Biz inanıyoruz ki, dünya gerçeklerinin
unutulmasına göz yumulursa, yığınlara gerçek enternasyonalist
görüşü, gerçek devrimci görüşü aşılamak olanaksızlaşır”
(Çekoslovakya Sorunu s, 21-22, Aşama Yayınları Temmuz,1975)
diyor Fidel ve doğrudur. Tam da anlatmak istediğimiz
şey budur.
Bu, kitlelere dayanan devrimci enternasyonalizmdir.
Doğrusu, “dünya devrimi” üzerine yapılan binlerce
Troçkist laf kalabalığından daha anlamlısı, Kongo
ve Bolivya’da savaşan Che’dir; Pakistan köylerinde
bugün sağlık dağıtan Kübalı doktorlardır, vb. vb…
Yöntemler önemli değildir; önemli olan son derece
açık ve berrak bir enternasyonalist tutum koymak,
politik sağlamlığa sahip olmak ve bunu kitlelerle
birlikte yapmaktır.
Eğer bunları yapmıyorsanız, ya da diplomatik gevezeliklerle,
kınamalarla, en çok da yardımlar ve uzmanlarla yetiniyorsanız,
dünya devrimi sizin için boş bir laftır.
Demek ki, toparlarsak, “küresel devrim” gibi boş
hayaller peşinde koşmuyorsak eğer ve ayrıca geveze
değil de devrimciysek, komünizmin alt evresi olarak
sosyalizm konusunda zihnimiz oldukça berraktır,
görevlerimiz de bellidir: Devrim için savaşmak,
devrimci iktidarımızda da bir yandan kesintisiz
bir biçimde komünist toplum düzeninin ilk adımlarını
atmaya başlarken, diğer yandan da dünyanın öteki
köşelerindeki devrimler için devrimci enternasyonalist
çabamızı tereddüt etmeksizin ortaya koymak. Bu yolda
yürürken bir kutup yıldızı gibi hiç şaşırmadan izleyeceğimiz
olgu ise, komünizm düşüncesinin ta kendisidir.
Bir “alt evre” olarak sosyalizmin, orada tıkanıp
kalmaması, kendi içine çökerek sonunda kendi yıkım
noktasına dek ulaşmaması, ancak böyle bir anlayışla
mümkündür.
Devrimci Sosyalizm: Proletarya Önderliğinde Emekçi
Kitlelerle Birlikte
Uzun Bir Yürüyüş
Bütün bu uzun açıklamaların ardından söylediklerimizi
devrimci sosyalist hareketin yürüyüş hattı olarak
özetlemeye çalışırsak;
A- Devrimci Sosyalizmin Hedefi Komünist Dünya
Düzenidir
Devrimci sosyalizm, açık ve tereddütsüz bir biçimde
komünist bir dünya düzenini nihai hedef olarak
benimsemiştir.
Demokratik Halk Devrimiyle birlikte kesintisiz
olarak başlayacak olan sosyalist kuruluş, kendi
başına bir siyasi-toplumsal sistem değil, komünist
toplumun alt aşaması olarak anlamlıdır. Bu, tek
bir ülkede, kuşkusuz bizim ülkemizde de başarılabilir;
ancak devrimci sosyalizm, sosyalist kuruluşu kendi
çerçevesinde tamamlanarak sonlanacak bir süreç
olarak görmez. Komünist dünya hedefini ve dünya
devrimi perspektifini yitirmiş bir tamamlanmışlık
sosyalizm için söz konusu edilemez. O, ancak bir
dünya devrimi ve komünist dünya düzenine ulaşılmasıyla
tamamlanacak bir ara aşamadır. Dolayısıyla, sosyalist
kuruluş boyunca proletaryanın görevleri esas olarak
iki temel unsuru içerir:
Birincisi, komünist toplumun uluslar arası koşullarını
yaratmak için başka ülkelerdeki devrimlerin gerçekleşmesini
bütün gücüyle desteklemek, eksiksiz bir enternasyonalist
tutumla dünya devriminin çeşitli parçaları için
açık dayanışma göstermek.
İkincisi, bu süreçte komünist bir toplumun maddi
zeminlerini döşemek, üretim araçlarının kolektivizasyonundan
bütün toplumun örgütlenmesine ve sosyalist kültürle
donanmasına dek tüm çalışmaları yürütmek… Bu iki
görev karşı karşıya konulamaz, herhangi biri diğerinin
yerine geçirilemez ya da unutulamaz.
B) Devrimci Enternasyonalizm, Dünya Devrimi
Hedefinin Ayrılmaz Parçasıdır
Yalnızca diğer halklar hakkında “iyi duygular”
beslemekle sınırlı olmayan devrimci ve aktif bir
enternasyonalizm, devrimci sosyalizmin dünya devrimi
perspektifinin temelini oluşturur. Devrimci sürecin
tüm evrelerinde olduğu gibi sosyalist kuruluş
boyunca da devrimimiz, dünyanın başka köşelerindeki
devrimci güçler ve emekçi halklarla mümkün olan
bütün yollarla enternasyonalist dayanışma gösterecek,
salt kendi devrimci iktidarını savunmakla yetinen
içe kapalı ve dar bir yaklaşıma teslim olmayacaktır.
Devrimimiz, bunun için meşru bütün yol ve yöntemleri
kullanacak, bu süreçte kendisini bölgesel ya da
genel bir üs ve odak noktası haline getirmekten
ürkmeyecek, kitleleri harekete geçirmekten çekinmeyecek,
enternasyonalizmden vazgeçerek sağlanacak avantajları
reddedecektir.
C) Devrim ve Sosyalizm Proletarya ve Emekçi
Kitlelerin Eseridir
Devrimci sosyalist hareket, sosyalist kuruluşu
ya da aynı anlama gelmek üzere komünist toplum
düzeninin alt aşamasını, yalnızca üretim araçlarının
el değiştirmesi, yalnızca yaşam koşullarının iyileştirilmesi
ya da teknolojik gelişmenin artırılması olarak
algılayan bütün ekonomist-teknisist yaklaşımlardan
kendisini kalın çizgilerle ayırır. Sosyalist kuruluş,
bir grup “akıllı”nın emekçilerin bütünü adına
kararlar verdiği bir bürokratik işleyiş değildir;
o baştan itibaren bütün emekçi kitlelerin katıldıkları,
bütün enerjilerini ortaya koydukları bir süreçtir.
Her devrimin gerçek sorunu iktidar sorunudur ve
iktidarın ele geçirilmesi kuşkusuz sürecin en
kilit aşamasıdır. Ancak devrimimiz, yalnızca iktidarın
elde edilmesi ile sonuçlanan bir politik eylemden
ibaret değildir. Devrimimiz, kesintisiz bir devrimci
akış anlamına gelmektedir; bunun anlamı, devrim
dediğimiz sürecin bugünden başlayarak komünizme
dek devam edecek olan kesintisiz bir devrimci
kitle hareketi olmasıdır. Dolayısıyla, devrimci
iktidar, iktidara yürüyüş sırasında ortaya çıkan
halk örgütlerinin, meclislerin, konseylerin, komitelerin
ve süreç içersinde ortaya çıkabilecek bütün diğer
kitlesel organizasyonların “terhis” edilmesi,
işlevsizleştirilerek çürütülmesi, kitleleri “eve
göndererek” ülkenin yönetilmesi anlamına gelmeyecektir.
Devrimci iktidar döneminin bir “istikrar” ve “sükunet”
dönemi olduğu, bu dönemde kitlelerin “uslu durması”
ve yalnızca önündeki işe bakması yolundaki klasik
revizyonist-statükocu düşünce, devrimci sosyalizme
yabancıdır. Tersine devrimci sosyalizm, kitlelerin
ve kitle örgütlerinin tam da bu dönemde büyümesini,
yüz kat daha aktifleşerek yönetimin asli unsuru
haline gelmesini öngörür; devrim “sokakların boşalması”
değildir.
Devrimci sosyalizm, emekçi kitlelerin her düzeyde
örgütlenerek bir yandan sosyalizmin kuruluşuna
katılmasını, bu kuruluşun olası ve gerçekleşmiş
yanlışlıklarını eleştirmesini ve diğer yandan
da dünyanın her köşesindeki emperyalist zulme
karşı sesini yükseltmesini “tehlikeli” bir gelişme
olarak değil, komünizme doğru ilerleyişin gerçek
güvencesi olarak görür. Ayrıca devrimci sosyalizm,
bunun partinin öncülüğü ile de çelişmediği düşüncesindedir.
Partinin öncülüğü, onun kitlelere hesap vermediği,
kitlelerle karşılıklı bir iletişim ve eleştiri-özeleştiri
sürecini yaşamadığı bir tür elit yönetimi anlamına
gelmez. Tersine, partinin perspektiflerinin pratikte
yaşam alanı bulması, kitlelerin örgütlenmesinin
bütün biçimlerinin bin kat daha artırılarak düzeyinin
yükseltilmesiyle ve kitlelerin katılım ve yönetim
araçlarının yetkinleştirilmesiyle mümkündür. Devrimimiz,
sosyalizmin yalnızca bir ekonomik düzen değil,
toplumun tepeden tırnağa örgütlenmesi olduğunu
yalnızca kendi metinlerine yazmayı değil bizzat
kitlelerin zihnine de kazımayı görev olarak kabul
edecektir. Bu, sosyalist demokrasinin gerçek zeminidir.
Devrimci sosyalist parti, devrimimizin her aşamasında
ve sosyalist kuruluş sürecinde de işçi sınıfının
ve emekçi halkın öncüsüdür. Ancak, kendisini önceleyen
bütün “Mesihçi” kurtuluş teorilerinin ve ütopyacıların
aksine Marksizm-Leninizm, esasen kitlelerin kendi
kaderlerine el koyarak kendi kendilerini kurtarmalarını
öngörür. Devrimci sosyalist parti, sürecin her
aşamasında kitlelerin mücadelesini örgütleyen,
onları doğru perspektiflerle yönlendiren bir örgüttür
ama asla kendisini kitlelerin yerine ikame etmez.
Dolayısıyla o, daha öncesinde olduğu gibi, sosyalist
kuruluş sürecinde de, kitlelerin öz örgütü olarak
onların içinde yaşar, onlarla birlikte soluk alıp
verir, kitlelerden öğrenir ve kitlelere öğretir.
Kendisini kitlelerden koparacak bürokratik eğilimleri,
ayrıcalıklı ilişkileri, yine kitlelerin örgütlü
gücü ve denetimiyle ezer. Emekçi kitlelerin tümüyle
örgütlenerek politik sürece katıldıkları bir sosyalist
kuruluş süreci partinin öncülüğünün gerçek güvencesidir.
Bu anlamda, kitlelerin merkezi temsil organları
da, iktidar anındaki somut durum ne olursa olsun
esas olarak, ilk temelleri Paris Komünü’nde atılan
doğrudan temsil ilkelerine uygun bir anlayışla
düzenlenecek, klasik burjuva parlamentosunun çerçevesi
tümüyle dağıtılacaktır. Devrimci iktidarımız,
ırkçı, gerici ve emperyalistlerin işbirlikçiliğini
yapan odakları tümüyle ve acımasızca ezerken,
bütün halkın seçme ve seçilme, seçilmişleri geri
çağırma ve hesap sorma haklarını güvence altına
alacaktır. Bu, ülkenin gerçek yönetiminin tümüyle
bu halk örgütlerinin elinde olacağı anlamına gelir.
Sosyalist ülkeyi koruma onurundan başka hiçbir
özel ayrıcalığa sahip olamayan devrimci halk ordusu,
yine bu mantıkla tamamen politik-devrimci bir
emekçi hareketi olarak varlığını sürdürecek, aktif
devrimci enternasyonalizmin bir parçası olarak
devrimci amaçlarından kopmayacaktır.
Yine hiçbir özel ayrıcalığa sahip olmayan ve emekçi
halk hareketinin aktif bir bileşeni olan halk
milisimiz, kendisini devrimci bir kitle organizasyonu
olarak örgütleyecektir.
Açık ve ayrıcalıksız yargılama yöntemini benimseyen
halk mahkemelerimiz, emekçi kitlelerin içinden
seçimle gelecek ve onların denetimi altına olacaktır.
Daha açık ve bütün alanları tanımlayan bir cümle
kurarsak eğer, devrimimiz, iktisatçıların ekonomiyi,
askerlerin orduyu, yargıçların adaleti, vb. yürüttüğü,
halkın da durumu kenardan seyrettiği bir bölünmüşlükler
karmaşası yaratmayacak, devrimci iktidarımızın
bütün kurumları, doğrudan halk kitlelerinin örgütlenerek
yönetip denetlediği devrimci-politik organlar
olarak inşa edilecektir.
Bütün bu süreç boyunca devrimci iktidar, coğrafyamızda
yaşayan halklar arasındaki özgür, eşit ve kardeşçe
olmayan hiçbir ilişkiyi kabul etmeyecek, bütün
ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesini
ilke olarak benimserken, hiçbir etnik ya da dini
gruba karşı ayrı davranılmasını kabul etmeyecektir.
Irkçılık ve savaş kışkırtıcılığı dışındaki bütün
düşüncelerin ifade özgürlüğü devrimci iktidarın
güvencesi altında olacak, aynı güvence çeşitli
dini düşünceler için de geçerli olacaktır. Kadınları
yeni toplumsal yapımızın özgür ve öncü gücü haline
getirecek olan devrimimiz, cinsiyet ayrımcılığını
devrimci pratik yoluyla tarihe gömecektir.
Ve yine devrimimiz, kültür devrimini de kesintisiz
bir süreç olarak algılayacak, onu dar zamanlara
sıkıştırılmış kampanyalar ya da yavanlaştırılmış
“eğitim hamleleri” düzeyinde ele almadan gerçek
bir devrimci-enternasyonalist toplum yaratma hedefine
yöneltecektir. Aynı şey, bugün dar alanlara hapsedilerek
sonuçta burjuvazinin hizmetine koşulan bilimin
halkın ve insanlığın hizmetine koşulması, hiçbir
“kârlılık” ölçütünü dikkate almadan geliştirilmesi
konusunda da geçerlidir.
Şimdilik, bu yazı çerçevesinde kabaca tanımladığımız
bütün bu adımlar, esasen nihai amacı sınıfsız-sömürüsüz-devletsiz
bir komünist düzen olan devrimci sosyalizmin mantığına
da son derece uygundur. Kitlelerin her düzeydeki
inisiyatifinin sürekli canlı ve işlevli tutulması,
bütün halk örgütlerinin, komitelerin, meclislerin,
(ve zaman içersinde ortaya çıkabilecek diğer halk
örgütlerini) sürekli bir biçimde politik yönetime
katılması, nihai olarak devletin “uykuya dalması”nı
öngören komünist perspektifin güncel aşamadaki
pratik adımlarıdır.
En önemlisi de bütün bu devrimci pratik adımların,
devrimci sosyalist hareketin mantığında bir “aşama”ya
özgü görülmemesidir.
Devrimci sosyalist hareket, demokratik halk devrimini
sosyalizmden önceki özel bir “aşama” olarak görmemekte,
devrimin ertesi günü sosyalist kuruluşu başlatan
bir kesintisiz devrim olarak algılamaktadır. Dolayısıyla,
devrimimiz, komünist bir dünya düzenine doğru
yürüyüşümüzün ilk adımıdır.
Dünya devrimci hareketinin bir müfrezesi olan
devrimci sosyalist hareket, kendi coğrafyasında
gerçekleştireceği bir devrimi, bu muazzam yürüyüşün
önemli aşamalarından biri olarak görmektedir.
Kapitalist barbarlık ne kalıcıdır ne de yıkılamayacak
kadar güçlüdür. İnsanlığın binlerce yıllık özgür
ve eşit yaşam isteği, şimdiye dek yüzlerce kez
kanıtlandığı gibi zalimlerin bütün zor mekanizmalarından
ve ordularından daha güçlüdür.
Devrimci sosyalist hareket, bu tarihsel mirastan
güç almakta, Spartaküs’lerden, Şeyh Bedreddin’lerden
bu yana akıp gelen komünist hareketin bir parçası
olmaktan onur duymaktadır.
Nihai olarak kazanacağımız şey, kırıntılar değil,
koskoca bir dünyadır.
|