Devrimci sosyalist hareket, devrimci bir halk
hareketi yaratmak ya da aynı anlama gelmek üzere
kendisini bir halk hareketine dönüştürmek istiyor.
Bu, yalnızca bir istek değil, bir program ve kesin
bir kararlılıktır; temel ve tali nitelikteki değişik
mücadele biçimlerinin ve örgütsel kurumlaşmaların
üzerinden yürünecek uzun ve zorlu bir yoldur.
Böyle bir halk hareketinden kastedilen, herhangi
bir muhalif kitlesellik hali değil, bir devrim
hareketi, bugünkü zayıf nitelikli kitle hareketini
aşan bir devrim yürüyüşüdür; bu tanım onun yaratılmasının
zorluğunu ve mümkünlüğünü içinde taşır.
Bu sürecin bir parçası olan devrimci kitle çalışması,
kitleleri devrimci saflara kazanma uğraşı, sanıldığı
gibi yalnızca demokratik alana özgü bir çaba değil,
her alanda bütün mücadele ve örgütlenme biçimlerini
kapsayan bir çalışmadır. Ama sonuç itibarıyla
kitlelere ulaşmak ve onların içinde kök salmak
hangi alanda olursa olsun somut politika üretmekle
mümkündür. Yani politik mücadelenin en üst biçimi
olan gerilladan lise hareketine dek her alanda
ancak kitlelerle buluşan, onların somut talep
ve istekleriyle örtüşen, onların duygularına tercüman
olan bir politik tarzın başarı şansı vardır. Yani
sadece bugün değil, yarın da, sadece ekonomik
mücadelede ya da demokratik alanda değil, silahlı
mücadelenin en gelişkin düzeylerinde de, ya kitlelerle
bütünleşir, onların politik ifadesi ve giderek
temsilcisi olursunuz, ya da kendi içine kapanan,
kendi kendini ifade ederek kitleden bu ifadeye
destek vermesini bekleyen dar bir alana sıkışırsınız.
Somut politika dediğimizde işte kastettiğimiz
şey, bu bütünleşme halidir.
Böyle bir tarz ise, her şeyden önce çalışılan
alanı, o alandaki insanların sosyo-ekonomik, kültürel
biçimlenişini, duygu ve düşüncelerini bilmekle
mümkündür. Daha doğrusu, bu iki düzeyde gerçekleşir.
Birincisi, devrimci örgütün genel olarak kitleleri
tanıması, ülkedeki toplumsal sorunları ve kitlelerin
yakıcı ihtiyaç ve çelişkilerini doğru biçimde
gözlemlemesidir; ki bu, çoğu zaman burjuva medyanın
kışkırttığı gündemleri elimizle aralayıp daha
derinlere, emekçi kitlelerin ruh haline bakmamızı
gerektirir. Sözgelimi, bir belirli anda ülkede
A sorununun (örnek olsun, laiklik, vb. gibi) temel
gündem maddesi olarak pompalanması devrimci hareket
için yanıltıcı olabilir; sokağı, sokakta güçbela
yaşamını sürdüren emekçileri tanımıyorsak eğer
yanılabiliriz.
Öte yandan, bu tanıma-anlama çabası, öznelliği
de kaldırmaz. Biz, belli bir süreçte, kendi örgütümüze
ait ya da solun geneline ait bir sorunu (örneğin
bir tutuklama dalgası) çok önemseyebiliriz. Olgu,
gerçekten önemli de olabilir ve onun için de yoğun
bir çaba sarf edebiliriz. Ama bu sorun, emekçi
kitleler açısından bizim sandığımız kadar önemli
olmayabilir. Nitekim bazen öğrenci hareketinde
soruşturmalar ve cezaların çok fazla öne çıkarılması,
genel kitle için anlamlı olmamakta ve hatta tersine
onların geri çekilmesine neden olabilmektedir,
vb.
Yani devrimci örgüt, salt genel stratejik politikalar,
devrimci programlar belirlemekle yetinemez; öte
yandan iyi bir sosyolojik-psikolojik çözümleme
yeteneğine de sahip olmak, toplumun içinde bulunduğu
ruh halini, davranış biçimlerini ve beklentilerini
çözümlemek zorundadır.
İkinci düzey ise daha pratik bir alan olarak yerel
düzeydir ya da başka bir deyişle çalışma alanıdır.
Bu alanda da daha alt düzeyde de olsa yukarıdaki
iki temel nokta geçerlidir. Bir yandan alana derinlikli
bir bakış; diğer yandan ise bizim öznel durumumuzu,
öznel fikirlerimizi değil alandaki kitlelerin
durumunu dikkate alan bir yaklaşım zorunludur.
Alanın genel çerçevesi nedir, özel olarak ulaşmak
istediğimiz kesimler kimlerdir, nasıl özelliklere
sahiptirler, gibi bir dizi soru kitle çalışmasının
her aşamada doğru biçimde yanıtlaması gereken
sorulardır.
Ama somut politika dediğimiz şey, bütün bunların
da ötesinde bir başka öğeyi daha zorunlu kılar:
Yaratıcı -politik örgütsel çaba!
Ve işin doğrusu, hem genel olarak Türkiye Devrimci
Hareketi ve hem de devrimci sosyalist hareket
bu bakımdan oldukça zayıftır. Genel-geçer slogan
düzeyi ve genel-geçer bir politik söylem, hâlâ
solun önemli bölümünde ve hareketimizde yaygındır.
Haksızlık etmemek için söylemeliyiz; evet, devrimci
sosyalist hareket genel olarak politik sorunlarda
doğru halkaları yakalamakta ve doğru tepkileri
ortaya koymaktadır; bunun için ürettiği yaklaşımlar,
sloganlar ve yaratmak istediği kurumsal biçimler
büyük ölçüde doğrudur. Sözgelimi genel olarak
“Özgür Ülke-İnsanca Yaşam” vurgusu, gecekondu
direnişlerinde “barınma hakkı”na yapılan özel
vurgu ve işsizlik-yoksulluk kampanyasının “işimizi
aşımızı aldınız/öfkemizden korkun” gibi özgün
sloganları burada bir çırpıda anılabilir.
Ama yine de kitleler için çok fazla anlam ifade
etmeyen genel söylem bugün hala tümüyle değişmiş
değildir. Bugün hâlâ, solun -ve devrimci sosyalist
hareketin- herhangi bir bildirisi, “iç bülten”
dilini aşamamaktadır. Elbette burada sözünü ettiğimiz
yalnızca dil değildir; daha doğrusu sorunun özü
zaten dilde değildir. Yani, daha anlaşılır bir
dilden, daha basit kurulmuş cümlelerden söz etmiyoruz.
Somut politika üretimi derken, hem kitlelere hitap
etme biçimi olarak, hem de kitleleri çağıracağımız
yapıların, kurumların esnekliği, kolay katılıma
uygunluğu bakımından, yeni ve yaratıcı bir yaklaşımdan
söz ediyoruz.
Kuşkusuz burada, genel olarak sol için söylersek,
genellemeci-sağlamcı bir refleksin etkisi vardır.
Mümkün olan en “sağlam”, en “köktenci” sözü söylemek
ve “hataya düşmemek” uğruna aşırı genel bir söylem
tutturmak eski bir hastalıktır.
Genellemeci tarz, ilk bakışta sağlam görünür.
Yani hata yapmazsın. Hatta, iyice genellemeci
olup her durumda “kahrolsun kapitalizm” sloganıyla
yetinirsen, örgütsel alanda da “Parti-Sendika-Komsomol
üçlüsü yüz yıldır denenmiş, nesi varmış yani”
diyerek milyonlarca emekçinin parçalanmış hayatlarını,
onların her düzeyde, her mekanda yeniden yakalanması
gerektiğini, vb. vb. unutursan, işleri tamamen
“sağlama almış” olursun! Ama hayat böyle değildir.
Riske girmeyen bu “sağlamcı” tutum, size hiç durmadan
aynı şeyi tekrarlamak anlamında bir “tutarlılık”(!)
sağlar belki ama kitlelerle bağ kurabileceğiniz
oldukça kuşkuludur.
Türkiye’de hayatın içinde politika yapmak ve kitlelerle
buluşmak derdi olmayan bazı grup ve insanların
bu yaklaşımı çok ünlüdür. Bir yasayı protesto
etseniz örneğin şöyle derler: “Ama bu ne anlam
ifade eder ki, sorun düzen sorunu değil mi?”
Bir yöneticinin istifasını isteseniz, “sanki gelecek
olan farklı mı olacak” diye dudak bükerler.
“Barınma hakkı”ndan söz etseniz, önünüze hemen
muhteşem sınıfsal tahliller çıkarırlar.
Tabii bunun devrimci şiddete yönelik boyutu da
vardır ve bunları da geçmişte çok dinlemişizdir:
“Şunu cezalandırsanız ne olur ki, devlet mi yıkılır
yani?”
Bu insanların asla anlamadığı şey, devrimci mücadelenin
herhangi bir alanda izlediği hedef politikasının
(en azından belli bir aşamada) somut-fiziki bir
amaçtan çok, politik teşhiri gözettiğidir. Yani
devrimci çalışma bazen yerel bir yöneticinin istifasını,
bazense bir işyerinde güvenli çalışma koşullarının
sağlanmasını isteyebilir ya da bir bölgedeki zehirli
varillerin hesabının sorulmasını öne çıkarabilir,
vs… Genel stratejik yönelimleriniz kökten vuruşlar
içerebilir ve içermelidir; ama devrimci şiddet
anlamında da politik hedef belirleme işi, yine
kitlelerin genel ya da yerel istemleri, beklentileriyle
ilgilidir. Yani her meselede “sınıflı toplumların
ortaya çıkışına”(!) dek gidemezsiniz. Ayrıca,
her meselede, her zaman somut bir sonuç da elde
edemezsiniz. Ama her meselede, etkilediğiniz,
harekete geçirdiğiniz, bir araya getirip birlikte
bir şeyler yaptığınız insanlarla değişik düzeylerde
ilişki kurarsınız. Bir bölümü, bir kirli varil
hikayesinden gelir ve sizinle daha sonra kalıcı
olarak da ilişkilenir; bir bölümü orada, o yerel
sorunun çerçevesinde kalır, bir adım daha ileri
gitmesi için zamana ve daha fazla çabaya ihtiyaç
vardır; bir diğer bölümü ise hiçbir yere gitmez,
vb. vb…
Grevler de böyledir örneğin… “Ücretler şu kadar
yükselmiş de ne olmuş yani; politik olarak bunun
ne anlamı var” diyen çok bilmiş, işçi sınıfının
mücadelesindeki her adımın sınıfın kendine güveni
açısından yarattığı olumlu etkiyi görmez. Tek
tek insanların grev boyunca yaşadığı dayanışmacı
duyguyu, bu duygunun onun dünyasındaki geçici
ya da kalıcı izlerini tanımaz. Oysa bütün bunlar
bir bütündür.
***
Uzatmaya gerek yok. Bu tarz Türkiye’de vardır
ve hâlâ etkilidir.
Açıkçası, devrimci sosyalist hareket açısından
böyle bir yanlış eğilimden söz etmek pek mümkün
değildir. Devrimci sosyalist hareket, kendi geleneği
ve politik yapısının bir sonucu olarak, bu tür
bir “aman reformizme düşmeyelim” kompleksinden
uzaktadır. Her mücadele biçimini ve söylemini
durumun gereğine uygun olarak kullanabilme, yeni
biçim ve tarzlar üretebilme konusunda hem belli
bir rahatlığımız, hem de aslında yeterince politik
birikimimiz vardır.
Politik müdahale ve güç noktasında geçmişe göre
-şimdilik- daha zayıf olduğumuz kesin olmakla
birlikte, perspektif ve esneklik bakımından esasında
bir sorunumuz yoktur. Hatta denilebilir ki, hareketin
güncel sorunlara dair en çok politik tutum ürettiği,
en azından bunu yapmayı öğrendiği dönem günümüzdeki
yeni süreçtir.
Devrimci sosyalist hareket kendi tarihi boyunca
total siyaset yapmakta, bütün oklarını tutarlı
bir biçimde emperyalizm ve oligarşiye yöneltmekte
bir soruna sahip olmamıştır. Reformist fırtınaların
ortasında kendi devrimci çizgisini uygulamış ve
genel olarak doğru tutumlar almış, doğru hedeflere
vurmuştur. Ama yerellikte ve güncellikte, pratik
sloganlar ve kapsayıcı kurumlar, esnek biçimler
üretmekte bütün sol gibi bizler de zorlanmışızdır.
Oysa şimdi, henüz bazı yönleri ve ayakları eksik
de olsa, politika üretimi alanında başka avantajlara
sahip durumdayız.
Yani, toparlarsak, bizim durumumuzda sorun, kompleksli
tutumlarla “sağlamcı-genellemeci” bir yaklaşıma
düşmekten çok, tutukluk diyebileceğimiz bir durumla
ilgilidir. Zorlandığımız yer, daha çok, hızlı
ve yaratıcı üretim zeminidir. Örneğin Hrant Dink
cinayeti sonrasında, soldaki kimi savrulmaları
biraz düşünürsek, doğru devrimci tutumu hızla
benimsememiz dikkate değer bir durumdur; ama öte
yandan yine de “kahrolsun şovenizm” sloganını
aşan, (ki bu slogan son derece yerindedir ve doğrudur)
daha fazla bu olguya özgü, bizi daha çok ayırt
eden bir sloganımızın olmaması eksiklik olarak
sayılabilir. Örneğin yaklaşan seçimleri düşündüğümüzde,
“seçim değil devrim” demek bir tutumdur ve esasen
doğru bir tutumdur. Ama bu tutumu, özgün, kitlelerin
zihninde kalacak, bir yandan bizi ifade ederken
bir yandan da onların ruh haline tam denk düşecek
bir biçimde ifade etmek, ayrı bir politik yaratıcılık
sorunudur. Yine son süreçte korkunç bir biçimde
çarpıtılarak akıl almaz şovenist noktalara dek
vardırılan arti-emperyalist duyarlılığı, doğru
söylemlerle, bu çarpıtmaları da teşhir eden biçimlerle
yeniden formüle etmek, bir başka ciddi sorundur,
vb. vb.
Ve öte yandan bu, sadece slogan-söylem sorunu
değil, daha yaratıcı eylem biçim ve mekanları,
daha yaratıcı ve daha esnek yapılar bulma sorunudur.
Yalnızca kendi gücümüzle yaptığımız eylemlerin
yanına, başka insanları da katabileceğimiz başka
biçimlerin artan oranda konulması sorunudur.
Devrimci sosyalist hareket, kuşkusuz bütün bunları
gündemine almakta ve tartışarak kendisini yenilemektedir.
Her zaman “bugün yaptıklarımızın daha iyisini
yapabileceğimize” olan güvenimiz tamdır. Sürece
daha yoğunlaşarak, daha yaratıcı davranmamız halinde
ciddi sonuçlar elde etmemiz mümkündür.
Sonuç olarak, devrimci hareketimizin her düzeyi
ve birimi, esasen bir politika üretim atölyesidir;
böyle olmak zorundadır. Politik hayatı, müdahaleci
bir mantıkla gözlemlemek, hızla karşılıklar üretmek,
her afiş, her bildiri, her eylem üzerine yeniden
yeniden düşünmek, bugüne kadarki pratiğimizden
dersler çıkarmak, önümüzdeki süreçte hepimizin
en ciddi görevidir.
Devrimci bir halk hareketi yaratma yolundaki yürüyüşümüz,
kolektif aklımızın ve irademizin eseri olacaktır.
|