Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

50. Sayı - Nisan 2007

Nisan ayıyla birlikte bütün burjuva siyaseti Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kilitlendi. Karşılıklı tehditler, aba altından sopa göstermeler, şantaj kasetleri, provokasyonlar ve karşı-provokasyonlar… Giderek her şey çığırından çıkmaya başlıyor, önümüzdeki haftalarda ise en son kozların ortaya konulması bekleniyor. Her şey o kadar çığırından çıkıyor ki, şu meşhur “sayın” meselesi bile traji-komik bir biçimde bu kez başbakan için gündeme geliyor. Yalnızca bu saygı kelimesinden ötürü insanları hapishanelerde süründüren mantık şimdi dönüp kasaba politikacılarının elinde düzenin politikacılarını vuruyor. Öcalan’a saygı duyacak en son kişi olan Tayyip Erdoğan, neredeyse “yardım ve yataklık”tan yargılanacak!
İşin en ilginç yanı ise bütün bu şamatanın en son aşamasının, yani Cumhurbaşkanlığı seçiminin, büyük bir olasılıkla 1 Mayıs gününe rast gelecek olmasıdır. Eğer böylesi bir komik durum gerçekleşirse, aynı gün bir yanda kendi hakları ve gelecekleri için ayağa kalkarak taleplerini haykıran işçi sınıfını, diğer yanda da işbirlikçilerin iktidar kavgalarını aynı ekranlarda izlemek mümkün olacak.
Aslında böyle olursa eğer, bu tablo, Türkiye’nin siyasi manzarasını da bir ölçüde yansıtmış olacak. Bir yanda egemenlerin çıkar kapışmaları, diğer yanda kitlelerin kendi yakıcı sorunları ve kendi gündemleri…

***
Gerçekten de Nisan ayı, karmaşık bir süreç olacak.
Bir yanda, aslında ABD emperyalizmi ile ciddi bir sorun yaşamayan, yerli işbirlikçi tekellerin de oldukça hoşnut oldukları ama yine de kolunun kanadının biraz kırpılmasını istedikleri Tayyip Erdoğan’ın AKP’si var. Tekeller ve emperyalizm, AKP’nin şu ana kadarki icraatının kaygı verici olduğunu düşünmüyorlar. Dahası şu anda ufukta bu partinin yok edilmesiyle oluşacak boşluğu doldurma yeteneğine ve kitle desteğine sahip bir parti de görülmüyor. Yelkenlerinin arkasına şöyle ya da böyle bir rüzgarı alabilecek, böyle bir kapasitesi, programı, itibarı, vs. olan bir partiden söz edilemez. Birileri, kendileri bütün güçleriyle üfürerek böyle bir rüzgar yaratmaya çalışsalar da, bilindiği gibi böyle bu yöntem, yani üfürmek ve o üfürükle kendi yelkenini doldurmak fizik olarak da mümkün değil. Hele siyasette bunun başarılı olduğu hiç görülmedi.
CHP bu “rüzgarı kendinden” partilerden en az ilginç olanıdır. Bir zamanlar DSP’ye oy verenler arasında yapılan bir ankette, insanlara “DSP olmasaydı kime oy verirdiniz” diye sorulmuş ve büyük ağırlıkla “MHP” yanıtı alınmıştı. Şimdilerde aynı anketin CHP için yapılmasında yarar var. Büyük bir hızla kendisini yeni türden bir faşist parti haline getirmeye çalışan CHP, yapısında var olan bütün milliyetçi-ırkçı-baskıcı özellikleri bir bir ortaya koymakta ve açıkça sağın oylarına talip olmaktadır.
Gerçekten de Türkiye’de kendisini “sosyal demokrat” diye adlandıran bu politik kadronun bugün vardığı nokta, üniversitelerde tez konusu olabilecek kadar ilginçtir. Bunun esasta bir değişiklik olmadığı, CHP’nin aslında bir yerden gelip bir yere varmadığı, dün de bugün de aynı gerici çizgiyi izlediği elbette söylenebilir. Ve bu, karakteristik çizgiler itibarıyla doğrudur da. Bir yeni-sömürge ülkedeki “sosyal demokrasi”nin, metropol emperyalist ülkelerde aynı adı taşıyanların bile çok silik bir kopyası olacağını zaten tahmin etmek zor değildir. Devrimci sosyalizm, ülkemizde faşizmin oligarşik diktatörlüğün yapısında var olan kurumsal bir olgu olduğunu bugüne kadarki siyasi belgelerinde hep söyledi. Bu olgu, ülkenin çarpık gelişimi ve emperyalist zor ile doğrudan ilgilidir. Burjuva siyaset sahnesinin darlığının en büyük nedenlerinden biri budur. Yani bu ülkede, bir burjuva siyasi akımın söz konusu dar çerçeveyi zorlayarak nispi demokratik bir çıkış yakalaması, mümkün değildir. Görünürdeki kukla tiyatrosunda ne kadar dövüşürlerse dövüşsünler, siyasal özgürlükler ve emekçi halkın ekonomik-sosyal refahı, en temel hakları anlamında radikal bir dönüşüm, kavga eden tarafların hiçbirinin aklından bile geçmez, bu eğilimin önü siyaseten tıkalıdır. Kavganın nedenler listesinin bu kadar zayıf maddelerden oluşması da zaten bu yüzdendir. Yani, meydanlarda “halkı perişan eden, açlıktan bezdiren hükümet” gibi laflar bolca edilse de, kimse hiçbir zaman örneğin tarım destekleme politikalarına (Dünya Bankası’na rağmen!) yeniden dönüleceğini ya da özelleştirilmiş kamu kurumlarının geri alınacağını söyleyemez ya da iş yasalarına ve sendikalar yasasına, siyasi partiler yasasına demokratik bir biçim verileceğini ifade edemez. Cunta anayasasını tümden değiştireceğini, YÖK gibi darbe rejimlerine son vereceğini söyleyene ise şimdiye kadar hiç rastlanmadı! Dolayısıyla bu partilerden herhangi birinin hayatımızı nasıl değiştireceği, nasıl daha insanca bir yaşam kuracağı konusu tamamen meçhuldür; daha doğrusu böyle bir ihtimal bile yoktur. Olan şey, yalnızca basit düzeyde oy avcılığı ve laf kalabalığı arasında kitleleri şaşırtmaktır.
Ayrıca bu ülkede, içinde bir parçacık anti-emperyalist öz barındıran bir burjuva alternatifin filizlenip gelişmesi, burjuva parlamentosunda kendisine ciddi bir yer edinmesi de düşünülemez. Böyle bir ihtimal, oligarşinin oyun sahası içinde mevcut değildir. Burjuva cephesinden gelişebilecek böyle bir eğilim, kendi iradesi dışında düzen-dışına kaymaya mahkumdur. Çünkü düzen, nelerin mümkün, nelerin mümkün olmadığını ise az çok kesin çizgilerle belirlemiş, oyunun temel kurallarını ortaya koymuştur.
Bütün bunlar böyledir.
Ama yine de bu gerçekliğin üzerine yeni tarihsel sürecin emperyalist politikalarını, yeni-sömürgeciliğin değişen ve derinleşen yüzünü eklemezsek, olgu tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmaz. Son yirmi yıl, bu bakımdan önemlidir. Son yirmi yıldaki neoliberal restorasyon, kendi kurallarını ve ölçütlerini düzen politikasının üzerine öylesine sımsıkı bir deli gömleği gibi giydirmiştir ki, artık bu siyaset sahnesi 1960’lar ve 70’lerde olduğundan çok daha dar hale gelmiştir. Yirmi yılda olup bitenler, yeni-sömürge düzeni açısından ve o düzen çerçevesinde “geri dönülmez”, “alternatifsiz” şeylerdir. Krizin tırmandığı 1970’lerde bile düzen sahipleri birkaç atımlık baruta homurdana homurdana izin verebilirlerken, şimdi bu olasılık tümüyle ortadan kalkmıştır. Yani artık yerleşmiş bulunan neoliberal işleyişin herhangi bir taşını yerinden oynatmak, mümkün değildir. Örneğin, bütün demagojiler ve köylü dalkavuklukları bir yana tarımdaki IMF düzeniyle oynayamazsınız; birileri gelir size tarım ürünlerine vereceğiniz paranın kaynağını sorar, daha doğrusu bu kaynağın “artık kapalı olduğunu” hiç de kibarlık etmeden hatırlatır. Örneğin, sağlıktaki tüccar düzenini kaldırıp özel hastaneleri, vb feshederek kamu kaynaklarını hastanelere akıtacağınızı, sosyal güvenlik harcamalarını artıracağınızı bugünkü düzen çerçevesinde söyleyemezsiniz; birileri bu durumu “elverişsiz yatırım ortamı” olarak yorumlayıp bir gecede bütün sıcak parayı geri çekip “piyasa” silahıyla sizi siyasetten silebilir. Örneğin, yine bugünkü düzen çerçevesinde, Ortadoğu’da artık ABD projelerinin bir parçası olmayacağınızı, Irak, Filistin, İran gibi bir dizi sorunda emperyalistlerle değil halklarla birlikte davranacağınızı ilan ederseniz, Washington’daki “tehlikeli ülkeler” listesine eklenirsiniz ve bunun anlamı her bakımdan sıkıntıya girmektir, vb. vb…
Yani, çerçeve bu kez sıkı sıkıya çizilmiştir ve düzen dışına çıkmadan, düşman kampa geçmeden bu çerçevenin dışında siyaset yapmak mümkün değildir. Bu anlamda CHP, ideolojik anlamda bir yerden bir yere gelmemiş olsa da, yeni-sömürge düzeni “bir yerden bir yere” gelmiştir ve gelinen o noktada herkes hizaya uymak zorundadır. Belki bu arada CHP bakımından “yeni” olarak nitelenebilecek şey, şovenizme bu kadar hırsla ve çığırtkan bir üslupla sarılmasıdır ki, o da aslında genetik olarak “damarlarında” mevcut olan bir şeydir ve bu anlamda çok da “yeni” değildir.
Alan bu kadar dar olunca da yalnızca CHP’ye değil, burjuva siyasetinin tüm unsurlarına düşen şey, yaygın sokak deyimiyle “kumda oynamak”tır! Şovenist yaygaranın bir yükseltilip bir düşürülmesi ya da laiklik-baş örtüsü, milli eğitimdeki şu ya da bu uygulama, yargı organlarındaki benzeri bir kriz, herhangi bir ihaledeki dalevere, vb. böylesi koşullarda inanılmaz büyüklükte polemikler yaratmaktadır. Daha doğrusu, kitlelerin yaşamında beşinci-altıncı dereceden önem arzeden sorunlar üzerine yapılan tartışmalar, atışmalar medyanın dev aynasından yansıyarak kitlelere yansımakta ve her şey olduğundan çok büyük ve önemli görünmektedir.
Düzenin diğer partileri de aşağı yukarı aynı sıkışma içindedirler. Uçuk Amerikan planlarına talip olarak herkesi pek şaşırtan DYP, bir ölüyü sürükleyen yarı-ölüler partisi ANAP ve hep aynı yerden, ırkçılıktan kan almaya çalışan faşist partiler… Hemen her gün düzenin nüanslarına ilişkin ateşli nutuklar birbirini izlemekte, laf cambazlıkları, provokatif çığırtkanlıklar ortalığı kaplamaktadır. Kuşkusuz bütün bu kuklalar sürüsü, emekçi kitlelerin gerçek gündem maddelerinin bu tartıştıkları şeyler olmadığını bilmektedirler; ancak onların sözünü ettiğimiz gerçek gündem üzerine söyleyebilecekleri bir şey yoktur..
Ve nihayet, artık neredeyse bir siyasi parti haline dönüşmüş olan Genelkurmay vardır. Arkasındaki büyük holdingle birlikte siyasete ve ekonomiye ağırlığını koyan bu siyasal güç, genel olarak provokasyonlar yoluyla hükümeti yıpratmayı ve inisiyatif kazanmayı amaçlamaktadır. Denilebilir ki, bu da Türkiye’ye özgü, oldukça orijinal bir durumdur. Gerçi, yeni-sömürgelerdeki orduların bir çoğunun işbirlikçi partilerden biri gibi davranması alışılmış bir durumdur ve çoğu kez bu değişik türden “parti”ler, aynı zamanda silahlı güce de sahip oldukları için oldukça etkilidirler. Ancak Türkiye’nin tarihten gelen özgün gelenekleri ile yeni-sömürge Türkiye’nin günümüzdeki durumu ortaya öyle bir tablo çıkarmıştır ki, ordu artık kendisini klasik yasama-yürütme çerçevesinin dışında tanımlamakta, siyasi iktidarla ilişkisini kendisi düzenlemektedir. Kendisini mevcut düzenin koruyucusu olarak gören ve yasalarla da bunu garanti altına almış olan Genelkurmay, artık neredeyse her gün bir temsilcisi aracılığıyla günlük ya da uzun vadeli siyaset üzerine görüşlerini bildirmekte, hem silahlı gücünü, hem de ekonomik gücünü bu yolda bir araç olarak kullanmaktadır. Ama bütün bu kargaşa içersinde gözden kaçırılmaması gereken şey, Genelkurmay’ın da mevcut emperyalist-kapitalist çerçevenin dışında tek bir inisiyatif koymadığıdır. Bizzat kendileri de ABD tezgahından geçerek gelen generaller, aynen siyasi parti liderleri gibi sık sık Washington’a uğrayıp el almakta, içerde de bütün neoliberal politikaları onaylamaktadır.

***
Cumhurbaşkanlığı seçimi burjuva cephe açısından işte tam da böyle bir dar siyaset sahnesinde gerçekleşen aynı ölçüde dar bir hesaplaşmadır..
Kuşkusuz Cumhurbaşkanlığı Türkiye siyasetinde önemlidir. Belki yasal olarak çok geniş hareket imkânları olan, çok geniş yetkilere sahip bir kurum değildir ama kilit bir önemi vardır. Daha doğrusu, yasal zemin bir yana, kurumun seçilen kişinin niteliğine göre değişen bir etki alanı vardır. Her şeyden önce cumhurbaşkanlığı devletin tüm işlemlerinin ve bilgilerinin toplandığı bir tür noterlik kurumu gibidir. Bu, onun devletin “merkezi” olduğu anlamına gelmez; yasalar ve kararnameler dışında yürütülen karışık ve karanlık devlet işlerinin ne kadarının içinde olduğu ve olacağı da az önce söylediğimiz gibi seçilen kişinin niteliğine bağlıdır. Ama her halükarda merkezlerin içinde en önemlilerinden biridir ve oligarşi açısından güvenilmez bir kişinin orada oturmasına izin verilemez. Türkiye’nin devlet geleneklerinde de orada oturan kişinin sorun yaratabilecek, genel devlet politikalarını sorgulayabilecek biri olmasına izin verilmez.
Bütün bu açılardan aslında emperyalizm ve oligarşi açısından cumhurbaşkanlığının sade bir noter makamı olması yeterlidir. Nitekim, geçmişte gerçekten de tam bir noter gibi davranan birkaç cumhurbaşkanı olmuştur; o kadar ki Türkiye’de birçok kişi bu insanların (Cevdet Sunay, Fahri Korutürk gibi) adlarını bile zor hatırlar; çünkü orada oturdukları sürece ordu ve siyaset dengesini gözeterek önlerine gelen kağıdı imzalayan (ki Cevdet Sunay’ın imzaladıkları arasında Denizlerin idam kararı da vardır!) adamlardır.
Mustafa Kemal örneği ise tümüyle değişiktir ve İsmet İnönü ile onu klasik anlamda cumhurbaşkanı saymak pek doğru değildir. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren inisiyatifi elinde tutan Mustafa Kemal, daha sonrasında da devletin başındadır ve bu süreç boyunca açık biçimde her şeyi kontrol altında tutan bir tek adam yönetimi vardır. Bu süreç boyunca kurulan hükümetler de onun iradesi dışında bir davranış içinde değildirler. Daha sonraki halefi İsmet İnönü de kısmen daha zayıf olarak bu düzeni sürdürmüştür.
İlk kez 1950’lerde başbakanla cumhurbaşkanının adının artık daha eşit olarak anıldığı bir dönem başlar ve Celal Bayar-Adnan Menderes dönemi başlar. Daha sonra gelen cuntalar ve cunta sonralarının renksiz cumhurbaşkanları dönemi geçildiğinde ise bir kez daha günlük siyasette inisiyatif koyan bir cumhurbaşkanı olarak Turgut Özal’a geliriz. Daha sonra Demirel ve siyasi hayatta bir başka türden inisiyatifi olan Ahmet Necdet Sezer gelir.
Sonuçta daha fazla uzatmadan söylenebilecek olan şey şudur: Cumhurbaşkanlığı, kimilerinin aktif davrandığı, kimilerinin de sadece durumu idare ettiği bir yerdir ve kurumun yapısı her iki duruma da uygundur. Ama her halükarda kurum, pürüz yaratacak, uygulanan emperyalist politikalar konusunda sorun çıkaracak birine teslim edilemez. Yani, konu üzerine tartışıp dövüşen tarafların hiçbirinin çantasında bu temel konularda sorun yaratacak bir aday yoktur. Hatta aslında işin açıkçası Sezer de bu bakımlardan tam tamına istenen adam olmadığını zaman içersindeki bazı örneklerle göstermiştir. IMF ve Dünya Bankası’nın isteğiyle hazırlanan bir dizi temel yasa onun imzasıyla yürürlüğe girmiştir ama arada pürüz yarattığı da olmuştur. Oysa düzenin sahipleri bu kadarını bile istemezler; daha hızlı işleyen dişliler elbette onların birinci tercihidir. Dertleri başörtüsü, vs. değil, pürüzsüz bir sistemdir.
Dolayısıyla, tartışmalar nasıl şekillenirse şekillensin Çankaya’ya kimin yerleşeceği sorunu eninde sonunda çözülecektir ve ortaya çıkan çözüm de yukarıda çizdiğimiz çerçeveye uygun olacaktır. Tartışmanın kaotik noktaya sürüklenmesinin sebebi ise oligarşi içi inisiyatif savaşlarından kaynaklanmaktadır. Hükümet kanadı bu seçimden elini daha da güçlendirerek çıkmak isterken, karşısındaki homojen olmayan kalabalık ise AKP’yi sınırlayıp sıkıştıracak bir formül arayışı içindedir.
Ancak, sorun nasıl çözümlenirse çözümlensin AKP’nin bu işten çok yıpranarak çıkacağı ve ilk seçimde de tepe taklak devrileceği beklentisi boş bir hayaldir. Çok istisnai bir gelişme olmazsa eğer, Kasım’da oluşacak tablo, AKP’yi sıkıştıracak partilerin de mecliste yer tuttuğu ama AKP’nin de olağanüstü kayıplara uğramayacağı bir tablo olacaktır. Ne kadar çok “Cumhuriyet” lafı eder ve ne kadar çok cunta iması yaparlarsa halk kitlelerini o kadar çok cezbedeceklerini sananlar ise büyük bir olasılıkla sınırlı bir ilerleme sağlayabileceklerdir. Çünkü, yeniden başa dönerek söyleyebiliriz; neoliberal restorasyon tarafından tümüyle daraltılmış olan burjuva siyaset alanı, kimseye AKP’den daha değişik ve daha ileri vaatler uydurma olanağı vermemektedir. Büyük bir bilinç açıklığıyla söyleyebiliriz ki, kitlelere böyle bir program sunma ve uygulama yeteneği, artık yalnızca devrimci harekette bulunmaktadır.

***
Soruna emekçiler açısından bakıldığında, aslında tartışma ve kavga bütünüyle bizim dünyamızın dışındadır. “Bütün Türkiye soluğunu tuttu” gibi manşetlerin de hiçbir hükmü yoktur. Gitgide artan yoksulluk ve işsizlik koşullarında ayakta durmaya çalışan emekçiler süreci hiç de büyük bir heyecanla izlememektedirler. Esasen tartışma ve kavga da onların dışındadır, onların dışında bir sonuca bağlanacaktır. Durum her ne olursa olsun emekçileri bütün önemli kararların dışında tutmak ama onların gücünü geçici durumlarda yedeklemek Türkiye siyasetinin ana ilkesidir.
Dolayısıyla, emekçi sınıfların bu tartışmanın herhangi bir tarafında yer almakta hiçbir çıkarları yoktur. İkide birde yapılan “ayağa kalk, cumhuriyete sahip çık” çağrıları da zaten şu ana kadar kitlelerden ciddi bir karşılık görmüş değildir ve görmeyecektir; çünkü emekçiler kendi önsezileriyle de bu karışıklıkta yerlerinin olmadığını anlamaktadırlar. Sağlıkta, eğitimde, pazarda çarşıda her gün darbe üstüne darbe yiyen emekçilerin asıl dertleri neoliberal saldırının sonuçlarından nasıl kurtulacaklarıdır.
Bu anlamdadır ki, 1 Mayıs 2007’nin aynı zamanda cumhurbaşkanlığı seçimlerine denk düşmesi olasılığı, oldukça ayrıştırıcı bir durumdur. O gün, bir yanda bizi de kendi girdaplarına çekmek isteyen çıkar kapışmaları, diğer yanda ise alanlarda umutlarını ve taleplerini haykıracak olan emekçilerin mücadele azmi olacaktır. Geleceğimizi çürüten politikaların nihai olarak hangi cumhurbaşkanının imzasıyla uygulanacağı, başkaları için çok önemli olabilir. Bizler içinse asıl önemli olan, bizzat bu politikaların kendisi ve onları başımıza bela eden emperyalizm ve yerli işbirlikçileridir. Sınıf bilinçli işçiler ve emekten yana güçler, 1 Mayıs gününü düzenin kısır hesaplarına yem etmeyeceklerdir.

 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19