Nisan ayıyla birlikte bütün burjuva siyaseti
Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kilitlendi. Karşılıklı
tehditler, aba altından sopa göstermeler, şantaj
kasetleri, provokasyonlar ve karşı-provokasyonlar…
Giderek her şey çığırından çıkmaya başlıyor, önümüzdeki
haftalarda ise en son kozların ortaya konulması
bekleniyor. Her şey o kadar çığırından çıkıyor
ki, şu meşhur “sayın” meselesi bile traji-komik
bir biçimde bu kez başbakan için gündeme geliyor.
Yalnızca bu saygı kelimesinden ötürü insanları
hapishanelerde süründüren mantık şimdi dönüp kasaba
politikacılarının elinde düzenin politikacılarını
vuruyor. Öcalan’a saygı duyacak en son kişi olan
Tayyip Erdoğan, neredeyse “yardım ve yataklık”tan
yargılanacak!
İşin en ilginç yanı ise bütün bu şamatanın en
son aşamasının, yani Cumhurbaşkanlığı seçiminin,
büyük bir olasılıkla 1 Mayıs gününe rast gelecek
olmasıdır. Eğer böylesi bir komik durum gerçekleşirse,
aynı gün bir yanda kendi hakları ve gelecekleri
için ayağa kalkarak taleplerini haykıran işçi
sınıfını, diğer yanda da işbirlikçilerin iktidar
kavgalarını aynı ekranlarda izlemek mümkün olacak.
Aslında böyle olursa eğer, bu tablo, Türkiye’nin
siyasi manzarasını da bir ölçüde yansıtmış olacak.
Bir yanda egemenlerin çıkar kapışmaları, diğer
yanda kitlelerin kendi yakıcı sorunları ve kendi
gündemleri…
***
Gerçekten de Nisan ayı, karmaşık bir süreç olacak.
Bir yanda, aslında ABD emperyalizmi ile ciddi
bir sorun yaşamayan, yerli işbirlikçi tekellerin
de oldukça hoşnut oldukları ama yine de kolunun
kanadının biraz kırpılmasını istedikleri Tayyip
Erdoğan’ın AKP’si var. Tekeller ve emperyalizm,
AKP’nin şu ana kadarki icraatının kaygı verici
olduğunu düşünmüyorlar. Dahası şu anda ufukta
bu partinin yok edilmesiyle oluşacak boşluğu doldurma
yeteneğine ve kitle desteğine sahip bir parti
de görülmüyor. Yelkenlerinin arkasına şöyle ya
da böyle bir rüzgarı alabilecek, böyle bir kapasitesi,
programı, itibarı, vs. olan bir partiden söz edilemez.
Birileri, kendileri bütün güçleriyle üfürerek
böyle bir rüzgar yaratmaya çalışsalar da, bilindiği
gibi böyle bu yöntem, yani üfürmek ve o üfürükle
kendi yelkenini doldurmak fizik olarak da mümkün
değil. Hele siyasette bunun başarılı olduğu hiç
görülmedi.
CHP bu “rüzgarı kendinden” partilerden en az ilginç
olanıdır. Bir zamanlar DSP’ye oy verenler arasında
yapılan bir ankette, insanlara “DSP olmasaydı
kime oy verirdiniz” diye sorulmuş ve büyük ağırlıkla
“MHP” yanıtı alınmıştı. Şimdilerde aynı anketin
CHP için yapılmasında yarar var. Büyük bir hızla
kendisini yeni türden bir faşist parti haline
getirmeye çalışan CHP, yapısında var olan bütün
milliyetçi-ırkçı-baskıcı özellikleri bir bir ortaya
koymakta ve açıkça sağın oylarına talip olmaktadır.
Gerçekten de Türkiye’de kendisini “sosyal demokrat”
diye adlandıran bu politik kadronun bugün vardığı
nokta, üniversitelerde tez konusu olabilecek kadar
ilginçtir. Bunun esasta bir değişiklik olmadığı,
CHP’nin aslında bir yerden gelip bir yere varmadığı,
dün de bugün de aynı gerici çizgiyi izlediği elbette
söylenebilir. Ve bu, karakteristik çizgiler itibarıyla
doğrudur da. Bir yeni-sömürge ülkedeki “sosyal
demokrasi”nin, metropol emperyalist ülkelerde
aynı adı taşıyanların bile çok silik bir kopyası
olacağını zaten tahmin etmek zor değildir. Devrimci
sosyalizm, ülkemizde faşizmin oligarşik diktatörlüğün
yapısında var olan kurumsal bir olgu olduğunu
bugüne kadarki siyasi belgelerinde hep söyledi.
Bu olgu, ülkenin çarpık gelişimi ve emperyalist
zor ile doğrudan ilgilidir. Burjuva siyaset sahnesinin
darlığının en büyük nedenlerinden biri budur.
Yani bu ülkede, bir burjuva siyasi akımın söz
konusu dar çerçeveyi zorlayarak nispi demokratik
bir çıkış yakalaması, mümkün değildir. Görünürdeki
kukla tiyatrosunda ne kadar dövüşürlerse dövüşsünler,
siyasal özgürlükler ve emekçi halkın ekonomik-sosyal
refahı, en temel hakları anlamında radikal bir
dönüşüm, kavga eden tarafların hiçbirinin aklından
bile geçmez, bu eğilimin önü siyaseten tıkalıdır.
Kavganın nedenler listesinin bu kadar zayıf maddelerden
oluşması da zaten bu yüzdendir. Yani, meydanlarda
“halkı perişan eden, açlıktan bezdiren hükümet”
gibi laflar bolca edilse de, kimse hiçbir zaman
örneğin tarım destekleme politikalarına (Dünya
Bankası’na rağmen!) yeniden dönüleceğini ya da
özelleştirilmiş kamu kurumlarının geri alınacağını
söyleyemez ya da iş yasalarına ve sendikalar yasasına,
siyasi partiler yasasına demokratik bir biçim
verileceğini ifade edemez. Cunta anayasasını tümden
değiştireceğini, YÖK gibi darbe rejimlerine son
vereceğini söyleyene ise şimdiye kadar hiç rastlanmadı!
Dolayısıyla bu partilerden herhangi birinin hayatımızı
nasıl değiştireceği, nasıl daha insanca bir yaşam
kuracağı konusu tamamen meçhuldür; daha doğrusu
böyle bir ihtimal bile yoktur. Olan şey, yalnızca
basit düzeyde oy avcılığı ve laf kalabalığı arasında
kitleleri şaşırtmaktır.
Ayrıca bu ülkede, içinde bir parçacık anti-emperyalist
öz barındıran bir burjuva alternatifin filizlenip
gelişmesi, burjuva parlamentosunda kendisine ciddi
bir yer edinmesi de düşünülemez. Böyle bir ihtimal,
oligarşinin oyun sahası içinde mevcut değildir.
Burjuva cephesinden gelişebilecek böyle bir eğilim,
kendi iradesi dışında düzen-dışına kaymaya mahkumdur.
Çünkü düzen, nelerin mümkün, nelerin mümkün olmadığını
ise az çok kesin çizgilerle belirlemiş, oyunun
temel kurallarını ortaya koymuştur.
Bütün bunlar böyledir.
Ama yine de bu gerçekliğin üzerine yeni tarihsel
sürecin emperyalist politikalarını, yeni-sömürgeciliğin
değişen ve derinleşen yüzünü eklemezsek, olgu
tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmaz. Son yirmi yıl,
bu bakımdan önemlidir. Son yirmi yıldaki neoliberal
restorasyon, kendi kurallarını ve ölçütlerini
düzen politikasının üzerine öylesine sımsıkı bir
deli gömleği gibi giydirmiştir ki, artık bu siyaset
sahnesi 1960’lar ve 70’lerde olduğundan çok daha
dar hale gelmiştir. Yirmi yılda olup bitenler,
yeni-sömürge düzeni açısından ve o düzen çerçevesinde
“geri dönülmez”, “alternatifsiz” şeylerdir. Krizin
tırmandığı 1970’lerde bile düzen sahipleri birkaç
atımlık baruta homurdana homurdana izin verebilirlerken,
şimdi bu olasılık tümüyle ortadan kalkmıştır.
Yani artık yerleşmiş bulunan neoliberal işleyişin
herhangi bir taşını yerinden oynatmak, mümkün
değildir. Örneğin, bütün demagojiler ve köylü
dalkavuklukları bir yana tarımdaki IMF düzeniyle
oynayamazsınız; birileri gelir size tarım ürünlerine
vereceğiniz paranın kaynağını sorar, daha doğrusu
bu kaynağın “artık kapalı olduğunu” hiç de kibarlık
etmeden hatırlatır. Örneğin, sağlıktaki tüccar
düzenini kaldırıp özel hastaneleri, vb feshederek
kamu kaynaklarını hastanelere akıtacağınızı, sosyal
güvenlik harcamalarını artıracağınızı bugünkü
düzen çerçevesinde söyleyemezsiniz; birileri bu
durumu “elverişsiz yatırım ortamı” olarak yorumlayıp
bir gecede bütün sıcak parayı geri çekip “piyasa”
silahıyla sizi siyasetten silebilir. Örneğin,
yine bugünkü düzen çerçevesinde, Ortadoğu’da artık
ABD projelerinin bir parçası olmayacağınızı, Irak,
Filistin, İran gibi bir dizi sorunda emperyalistlerle
değil halklarla birlikte davranacağınızı ilan
ederseniz, Washington’daki “tehlikeli ülkeler”
listesine eklenirsiniz ve bunun anlamı her bakımdan
sıkıntıya girmektir, vb. vb…
Yani, çerçeve bu kez sıkı sıkıya çizilmiştir ve
düzen dışına çıkmadan, düşman kampa geçmeden bu
çerçevenin dışında siyaset yapmak mümkün değildir.
Bu anlamda CHP, ideolojik anlamda bir yerden bir
yere gelmemiş olsa da, yeni-sömürge düzeni “bir
yerden bir yere” gelmiştir ve gelinen o noktada
herkes hizaya uymak zorundadır. Belki bu arada
CHP bakımından “yeni” olarak nitelenebilecek şey,
şovenizme bu kadar hırsla ve çığırtkan bir üslupla
sarılmasıdır ki, o da aslında genetik olarak “damarlarında”
mevcut olan bir şeydir ve bu anlamda çok da “yeni”
değildir.
Alan bu kadar dar olunca da yalnızca CHP’ye değil,
burjuva siyasetinin tüm unsurlarına düşen şey,
yaygın sokak deyimiyle “kumda oynamak”tır! Şovenist
yaygaranın bir yükseltilip bir düşürülmesi ya
da laiklik-baş örtüsü, milli eğitimdeki şu ya
da bu uygulama, yargı organlarındaki benzeri bir
kriz, herhangi bir ihaledeki dalevere, vb. böylesi
koşullarda inanılmaz büyüklükte polemikler yaratmaktadır.
Daha doğrusu, kitlelerin yaşamında beşinci-altıncı
dereceden önem arzeden sorunlar üzerine yapılan
tartışmalar, atışmalar medyanın dev aynasından
yansıyarak kitlelere yansımakta ve her şey olduğundan
çok büyük ve önemli görünmektedir.
Düzenin diğer partileri de aşağı yukarı aynı sıkışma
içindedirler. Uçuk Amerikan planlarına talip olarak
herkesi pek şaşırtan DYP, bir ölüyü sürükleyen
yarı-ölüler partisi ANAP ve hep aynı yerden, ırkçılıktan
kan almaya çalışan faşist partiler… Hemen her
gün düzenin nüanslarına ilişkin ateşli nutuklar
birbirini izlemekte, laf cambazlıkları, provokatif
çığırtkanlıklar ortalığı kaplamaktadır. Kuşkusuz
bütün bu kuklalar sürüsü, emekçi kitlelerin gerçek
gündem maddelerinin bu tartıştıkları şeyler olmadığını
bilmektedirler; ancak onların sözünü ettiğimiz
gerçek gündem üzerine söyleyebilecekleri bir şey
yoktur..
Ve nihayet, artık neredeyse bir siyasi parti haline
dönüşmüş olan Genelkurmay vardır. Arkasındaki
büyük holdingle birlikte siyasete ve ekonomiye
ağırlığını koyan bu siyasal güç, genel olarak
provokasyonlar yoluyla hükümeti yıpratmayı ve
inisiyatif kazanmayı amaçlamaktadır. Denilebilir
ki, bu da Türkiye’ye özgü, oldukça orijinal bir
durumdur. Gerçi, yeni-sömürgelerdeki orduların
bir çoğunun işbirlikçi partilerden biri gibi davranması
alışılmış bir durumdur ve çoğu kez bu değişik
türden “parti”ler, aynı zamanda silahlı güce de
sahip oldukları için oldukça etkilidirler. Ancak
Türkiye’nin tarihten gelen özgün gelenekleri ile
yeni-sömürge Türkiye’nin günümüzdeki durumu ortaya
öyle bir tablo çıkarmıştır ki, ordu artık kendisini
klasik yasama-yürütme çerçevesinin dışında tanımlamakta,
siyasi iktidarla ilişkisini kendisi düzenlemektedir.
Kendisini mevcut düzenin koruyucusu olarak gören
ve yasalarla da bunu garanti altına almış olan
Genelkurmay, artık neredeyse her gün bir temsilcisi
aracılığıyla günlük ya da uzun vadeli siyaset
üzerine görüşlerini bildirmekte, hem silahlı gücünü,
hem de ekonomik gücünü bu yolda bir araç olarak
kullanmaktadır. Ama bütün bu kargaşa içersinde
gözden kaçırılmaması gereken şey, Genelkurmay’ın
da mevcut emperyalist-kapitalist çerçevenin dışında
tek bir inisiyatif koymadığıdır. Bizzat kendileri
de ABD tezgahından geçerek gelen generaller, aynen
siyasi parti liderleri gibi sık sık Washington’a
uğrayıp el almakta, içerde de bütün neoliberal
politikaları onaylamaktadır.
***
Cumhurbaşkanlığı seçimi burjuva cephe açısından
işte tam da böyle bir dar siyaset sahnesinde gerçekleşen
aynı ölçüde dar bir hesaplaşmadır..
Kuşkusuz Cumhurbaşkanlığı Türkiye siyasetinde
önemlidir. Belki yasal olarak çok geniş hareket
imkânları olan, çok geniş yetkilere sahip bir
kurum değildir ama kilit bir önemi vardır. Daha
doğrusu, yasal zemin bir yana, kurumun seçilen
kişinin niteliğine göre değişen bir etki alanı
vardır. Her şeyden önce cumhurbaşkanlığı devletin
tüm işlemlerinin ve bilgilerinin toplandığı bir
tür noterlik kurumu gibidir. Bu, onun devletin
“merkezi” olduğu anlamına gelmez; yasalar ve kararnameler
dışında yürütülen karışık ve karanlık devlet işlerinin
ne kadarının içinde olduğu ve olacağı da az önce
söylediğimiz gibi seçilen kişinin niteliğine bağlıdır.
Ama her halükarda merkezlerin içinde en önemlilerinden
biridir ve oligarşi açısından güvenilmez bir kişinin
orada oturmasına izin verilemez. Türkiye’nin devlet
geleneklerinde de orada oturan kişinin sorun yaratabilecek,
genel devlet politikalarını sorgulayabilecek biri
olmasına izin verilmez.
Bütün bu açılardan aslında emperyalizm ve oligarşi
açısından cumhurbaşkanlığının sade bir noter makamı
olması yeterlidir. Nitekim, geçmişte gerçekten
de tam bir noter gibi davranan birkaç cumhurbaşkanı
olmuştur; o kadar ki Türkiye’de birçok kişi bu
insanların (Cevdet Sunay, Fahri Korutürk gibi)
adlarını bile zor hatırlar; çünkü orada oturdukları
sürece ordu ve siyaset dengesini gözeterek önlerine
gelen kağıdı imzalayan (ki Cevdet Sunay’ın imzaladıkları
arasında Denizlerin idam kararı da vardır!) adamlardır.
Mustafa Kemal örneği ise tümüyle değişiktir ve
İsmet İnönü ile onu klasik anlamda cumhurbaşkanı
saymak pek doğru değildir. Cumhuriyetin kuruluşundan
itibaren inisiyatifi elinde tutan Mustafa Kemal,
daha sonrasında da devletin başındadır ve bu süreç
boyunca açık biçimde her şeyi kontrol altında
tutan bir tek adam yönetimi vardır. Bu süreç boyunca
kurulan hükümetler de onun iradesi dışında bir
davranış içinde değildirler. Daha sonraki halefi
İsmet İnönü de kısmen daha zayıf olarak bu düzeni
sürdürmüştür.
İlk kez 1950’lerde başbakanla cumhurbaşkanının
adının artık daha eşit olarak anıldığı bir dönem
başlar ve Celal Bayar-Adnan Menderes dönemi başlar.
Daha sonra gelen cuntalar ve cunta sonralarının
renksiz cumhurbaşkanları dönemi geçildiğinde ise
bir kez daha günlük siyasette inisiyatif koyan
bir cumhurbaşkanı olarak Turgut Özal’a geliriz.
Daha sonra Demirel ve siyasi hayatta bir başka
türden inisiyatifi olan Ahmet Necdet Sezer gelir.
Sonuçta daha fazla uzatmadan söylenebilecek olan
şey şudur: Cumhurbaşkanlığı, kimilerinin aktif
davrandığı, kimilerinin de sadece durumu idare
ettiği bir yerdir ve kurumun yapısı her iki duruma
da uygundur. Ama her halükarda kurum, pürüz yaratacak,
uygulanan emperyalist politikalar konusunda sorun
çıkaracak birine teslim edilemez. Yani, konu üzerine
tartışıp dövüşen tarafların hiçbirinin çantasında
bu temel konularda sorun yaratacak bir aday yoktur.
Hatta aslında işin açıkçası Sezer de bu bakımlardan
tam tamına istenen adam olmadığını zaman içersindeki
bazı örneklerle göstermiştir. IMF ve Dünya Bankası’nın
isteğiyle hazırlanan bir dizi temel yasa onun
imzasıyla yürürlüğe girmiştir ama arada pürüz
yarattığı da olmuştur. Oysa düzenin sahipleri
bu kadarını bile istemezler; daha hızlı işleyen
dişliler elbette onların birinci tercihidir. Dertleri
başörtüsü, vs. değil, pürüzsüz bir sistemdir.
Dolayısıyla, tartışmalar nasıl şekillenirse şekillensin
Çankaya’ya kimin yerleşeceği sorunu eninde sonunda
çözülecektir ve ortaya çıkan çözüm de yukarıda
çizdiğimiz çerçeveye uygun olacaktır. Tartışmanın
kaotik noktaya sürüklenmesinin sebebi ise oligarşi
içi inisiyatif savaşlarından kaynaklanmaktadır.
Hükümet kanadı bu seçimden elini daha da güçlendirerek
çıkmak isterken, karşısındaki homojen olmayan
kalabalık ise AKP’yi sınırlayıp sıkıştıracak bir
formül arayışı içindedir.
Ancak, sorun nasıl çözümlenirse çözümlensin AKP’nin
bu işten çok yıpranarak çıkacağı ve ilk seçimde
de tepe taklak devrileceği beklentisi boş bir
hayaldir. Çok istisnai bir gelişme olmazsa eğer,
Kasım’da oluşacak tablo, AKP’yi sıkıştıracak partilerin
de mecliste yer tuttuğu ama AKP’nin de olağanüstü
kayıplara uğramayacağı bir tablo olacaktır. Ne
kadar çok “Cumhuriyet” lafı eder ve ne kadar çok
cunta iması yaparlarsa halk kitlelerini o kadar
çok cezbedeceklerini sananlar ise büyük bir olasılıkla
sınırlı bir ilerleme sağlayabileceklerdir. Çünkü,
yeniden başa dönerek söyleyebiliriz; neoliberal
restorasyon tarafından tümüyle daraltılmış olan
burjuva siyaset alanı, kimseye AKP’den daha değişik
ve daha ileri vaatler uydurma olanağı vermemektedir.
Büyük bir bilinç açıklığıyla söyleyebiliriz ki,
kitlelere böyle bir program sunma ve uygulama
yeteneği, artık yalnızca devrimci harekette bulunmaktadır.
***
Soruna emekçiler açısından bakıldığında, aslında
tartışma ve kavga bütünüyle bizim dünyamızın dışındadır.
“Bütün Türkiye soluğunu tuttu” gibi manşetlerin
de hiçbir hükmü yoktur. Gitgide artan yoksulluk
ve işsizlik koşullarında ayakta durmaya çalışan
emekçiler süreci hiç de büyük bir heyecanla izlememektedirler.
Esasen tartışma ve kavga da onların dışındadır,
onların dışında bir sonuca bağlanacaktır. Durum
her ne olursa olsun emekçileri bütün önemli kararların
dışında tutmak ama onların gücünü geçici durumlarda
yedeklemek Türkiye siyasetinin ana ilkesidir.
Dolayısıyla, emekçi sınıfların bu tartışmanın
herhangi bir tarafında yer almakta hiçbir çıkarları
yoktur. İkide birde yapılan “ayağa kalk, cumhuriyete
sahip çık” çağrıları da zaten şu ana kadar kitlelerden
ciddi bir karşılık görmüş değildir ve görmeyecektir;
çünkü emekçiler kendi önsezileriyle de bu karışıklıkta
yerlerinin olmadığını anlamaktadırlar. Sağlıkta,
eğitimde, pazarda çarşıda her gün darbe üstüne
darbe yiyen emekçilerin asıl dertleri neoliberal
saldırının sonuçlarından nasıl kurtulacaklarıdır.
Bu anlamdadır ki, 1 Mayıs 2007’nin aynı zamanda
cumhurbaşkanlığı seçimlerine denk düşmesi olasılığı,
oldukça ayrıştırıcı bir durumdur. O gün, bir yanda
bizi de kendi girdaplarına çekmek isteyen çıkar
kapışmaları, diğer yanda ise alanlarda umutlarını
ve taleplerini haykıracak olan emekçilerin mücadele
azmi olacaktır. Geleceğimizi çürüten politikaların
nihai olarak hangi cumhurbaşkanının imzasıyla
uygulanacağı, başkaları için çok önemli olabilir.
Bizler içinse asıl önemli olan, bizzat bu politikaların
kendisi ve onları başımıza bela eden emperyalizm
ve yerli işbirlikçileridir. Sınıf bilinçli işçiler
ve emekten yana güçler, 1 Mayıs gününü düzenin
kısır hesaplarına yem etmeyeceklerdir.
|