Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

H. Tutum

Uluslararası Saydamlık Örgütü (Transparency International)’nün geçtiğimiz günlerde yayınladığı raporuna göre Türkiye, daha bir yıl önceki duruma göre şeffaflık bakımından 10 basamak birden aşağıya düştü. “Şeffaflık” sıralamasında geçen yıl 91 ülke arasında 54’üncü olan Türkiye, artık 64’üncü sırada! Yani sıralama tersinden okunursa Türkiye dünya çapında 37-38’incilik gibi bir ünvana sahip...
Türkiye’de yaşayan hiçkimseyi şaşırtacak bir haber değil bu. Daha doğrusu bu raporun bütünüyle gerçeği yansıttığı bile şüpheli. Söz konusu kurumun araştırması sırasında neleri ölçü aldığı, nasıl bir yöntem izlediği pek bilinmiyor. Kurumun izlediği anketler ve resmi soruşturmalar yolunun ne kadar gerçeği yansıtabildiği şüpheli. Günlük hayatın içinde yaşayan somut insanların gözlemi bakımından düşünülürse aslında mesele gayet açık; hangi alanda ve nerede olursa olsun rüşvet vermeden bu ülkede tek bir iş bile yaptırmanın mümkün olmadığını her TC yurttaşı gayet iyi bilir. Yani araştırmanın tam gerçeğe denk düşmediği kesin. Örneğin Dominik ya da Tayland’ın rüşvet bakımından Türkiye’den daha iyi durumda olduğu gibi belirlemeler de bu kuşkuyu artırıyor; çünkü bu tür ülkelerin hiçbirinin Türkiye’den daha “temiz” olmadığı biliniyor.
Ama sonuçta, ne olursa olsun, rakamlar yeni sömürge ekonomisinin hangi temeller üzerinde döndüğü konusunda bir fikir veriyor. Ekonominin kilit sektörlerinin olduğu kadar, sıradan insanın günlük yaşantısının da yolsuzluk ve rüşvetle iç içe olduğu, çoğu durumda yolsuzluktan yakınan alt sınıftan insanların da ailelerinin geçimini ufak tefek “hediye”lerden sağladığı bilinmeyen gerçekler değil.

Skandallar tarihi
İşin doğrusu, rüşvet ve yolsuzluk, Fuzuli’nin “selam verdik rüşvet değildir deyü almadılar” dizelerinde tarif ettiği Osmanlı dönemi bir yana, yakın dönem Türkiye’sinin bütün siyasi-ekonomik hayatını kaplayan bir olgudur. Bugünlerde kendilerine “Ulusal Solcu” adını yakıştıranların pek heyecanla sarıldıkları Kemalist dönemde de yolsuzlukların önü arkası kesilemez durumdadır.
“Nitekim o sıralarda bence bu hadiselerin en önemlisini teşkil eden, dünkü Milli Mücadeleciler ve o günkü devrimciler kadrosunun bir kazanç ve menfaat şirketi karakterini taşımaya başlamasıydı. Bunlardan kimi arsa spekülasyonları, kimi idare meclisi azalıkları, kimi de türlü şekillerde komisyonculuklar peşine düşmüş bulunuyordu.” cümleleriyle o süreci çok açık bir biçimde anlatan bizzat dönemin canlı tanıklarından Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dur. (Aktaran S. Yerasimos, sf. 761)
O günlerde yolsuzlukla suçlanan bir milletvekilinin meclisteki savunması ise, Samet Ağaoğlu’nun aktarımıyla aynen şöyledir: “Hepiniz, başta reisimiz [M. Kemal] olmak üzere, zenginleşmek lazımdır, demokrasi zenginliğe dayanır demiyor muydunuz? Hepiniz aynı şekilde işlere girmediniz mi?” (Samet Ağaoğlu, Babamın Arkadaşları, Akt. Yerasimos)
Herkesin küpünü doldurduğu ama çok ileri gidenlerin kulağının çekildiği bu dönemden sonra gelen 40’lı yıllar ise seferberlik-savaş hali zenginleriyle anılır ve bütün bunlar da bilinmeyen şeyler değildir.
Ama yine de, salt yolsuzluklar ve rüşvet olgusu açısından ele aldığımızda uzunca bir süre, tarihin belli bir döneminde, eskilerin deyimiyle “her şeyin bir adabı” vardır. 1950’lerde, 60’larda sık sık rüşvet skandalları patlasa da genel bir toplumsal kınama hali söz konusudur ve düzenin “ar perdesi” tamamen parçalanmış değildir. Örneğin Süleyman Demirel’in yeğeni Yahya Demirel’in Mıgırdıç Şellefyan isimli ortağıyla çevirdiği dolaplar ortaya çıktığında yoğun tepkiler belirmiş ve aynı biçimde otellerde satın alınan milletvekilleri gibi olaylar buzdağının üstte kalan bölümü olarak genel-alışılmış şeylermiş gibi algılanmamıştır.

1980 ve sonrası işlerin çığırından çıkması
Utanç perdesinin yıkıldığı nokta olarak 1980 cuntasından söz edilebilir. Utanma-sıkılma dönemi, 24 Ocak 1980’de temelleri atılan neo liberal ekonomi uygulamaları ve Özal iktidarıyla birlikte tarihe karışmıştır. Özellikle bu dönemde monetarist politikalarla açılan rant kapıları, bankerlik gibi kurumların yaygınlaşması, hayali ihracatın olağan bir iş haline gelmesi, politik kadroların en tepesinden başlayarak çürümeyi had safhaya çıkarmış; “benim memurum işini bilir” deyişiyle en alt kesimlere kadar yayılmıştır.
Bütün dünyada büyük çalkantılar yarattığı halde, yalnızca Türkiye’de araştırılmayan Lockheed Skandalı, daha 1980 öncesinde gelecek olayların habercisidir. Loockheed ana firması kayıtlarında bütün ülkelerde ve Türkiye’de savaş uçağı alımlarında rüşvet dağıtıldığı açıkça belirtildiği halde, sadece Türkiye’de olayın üstü kapatılmış ve Hava Kuvvetleri Komutanı Emin Alpkaya’nın istifasıyla durum geçiştirilmiştir. Daha sonra 1980’lere ve kimin ne yediği bilinemeyen/bilip de söylenemeyen bir dönemin ardından Özal sürecine gelindiğinde ise artık ipin ucu kaçacaktır. Örneğin Bakan Mustafa Özdağlar skandalı böyledir; prensini kendi elleriyle harcayan Özal’ın bu olaydaki tutumu, “bireysel hırsızlığın” cezalandırılmasıdır.
Özer Çiller’in İstanbul Bankası sahtekârlıkları ve Özal’ın eşi Semra Özal ile kızı Zeynep Özal’ın adlarının geçtiği bir dizi mafya-siyasetçi-işadamı rezaletleri aynı dönemin olgularıdır. Karayollarının yapımında ortaya çıkan yolsuzluklar, Süleyman Demirel’in “verdimse ben verdim” diyerek geçiştirdiği İlksan yolsuzluğu, Çiller ailesinin adının karıştığı Turban yolsuzluğu ve İSKİ yolsuzluğu geçmişe dönüp bakıldığında ilk göze çarpan olaylardır. Refah Partisi’nin gizli kasası olarak bilinen Süleyman Mercümek’in Bosna’ya yardım paralarının “kaybolması”, aynı partinin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde gerçekleştirdikleri Akbil yolsuzluğu, ANAP’lı Meclis Başkanı Mustafa Kalemli’yi yargının önüne çıkaran koltuk yolsuzluğu ve Mesut Yılmaz’ı başbakanlıktan düşüren “Türkbank yolsuzluğu”, bu arada sayılabilir...
Bu arada, 15 yılı aşkın bir süre devam eden savaş boyunca sağlanan rantları, savaş koşullarında her türden mafyatik eğilimin devletle içi içe geçişi, bir ucu “Susurluk”a dek uzanan kanlı çıkar hesaplaşmaları, dönemin karateristik unsurlarıdır.
Hiçbir gazeteci tarafından hiçbir biçimde araştırılmamış olan milyarlarca dolarlık silah, helikopter, uçak alımları da bu dönemin kuşkulu işleri olmuştur. 90’lı yıllarda dünyanın en büyük silah ithalatçılarından biri haline gelen Türkiye, şovenizmin de etkisiyle bu ihaleleri bir kez olsun merak etmemiştir. Ama bunların da ötesinde, irili ufaklı her boydan yöneticinin savaş bölgesinde “götürdüğü” paralar ve uyuşturucu rantları çoğu kez açığa çıktığı halde üstü örtülmüştür. “Vatan için kurşun atan”lar, hatırı sayılır miktarlarda dünyalık yapmayı da ihmal etmemişlerdir ve üstelik devletin en üst düzeydeki raporlarında açıkça isimleri verilen subaylar hakkında en küçük bir soruşturma bile açılmamıştır.
Tantan operasyonları: Bir tasfiye biçimi
Daha sonra gelen ve İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın adıyla anılan dönem ise, sanıldığı gibi bir “dürüstlük” gösterisi değildir. Sürecin belli bir noktasına kadar “ekonominin canlılığı” adına varlığına katlanılan yeni hırsızlar, ekonomik sistemin işleyişini tehdit eder aşamaya geldiğinde, daha doğrusu futbol deyimiyle “kimseye pas vermeden şahsi oynamaya başladıklarında” Tantan’ı sopa olarak kullanan tekelci burjuvazinin kodomanları, start vermişler ve tuhaf isimli operasyonlar dönemi açılmıştır. Bu dönemde yapılan “operasyon”ların “Paraşüt”ten “Örümcek Ağı”na toplam tutarı 12 Katrilyon 585 Trilyon gibi bir rakama varmıştır.
Bu operasyonlar sonucunda hapishaneye girenler arasında Süleyman Demirel’in bir başka yeğeni olan Egebank Patronu Yahya Murat Demirel, medya patronu Dinç Bilgin, eski bakan Cavit Çağlar, reklamcı Nail Keçili, Hayyam Garipoğlu, Ali Balkaner gibi ünlü isimler de vardır ve dikkat edildiğinde görülür ki bunların hepsi, bir dönem parlayıp tekelci burjuvazinin geleneksel klanlarını rahatsız etmiş olan, oyunu kurallarına göre oynamayı reddederek işleri bozan unsurlardır. Sözgelimi Egebank dahil birçok bankaya el konulmasının gerekçesi olarak gösterilen “back to back” işlemi, yani bankanın kendi grubundan şirketlere ucuz kredi açması, esasen bankacılığın normal işlemedir ve zaten herhangi bir holding patronu için “banka sahibi” olmanın anlamı ve gereği de budur. Bütün bankaların yaptığı bu işlemin bazıları için operasyon nedeni olması ise, onların açgözlülükle büyük çıkarları zedelemiş olmasıdır.
Öte yandan böylece devlet tarafından özel bankaların desteklenmesi gibi bir başka “resmi” yolsuzluk biçimi ortaya çıkmıştır ki, holding bankalarının devlet bankalarına yıkılan borçlarla ayakta tutulmak istenmesinin 2001’deki “görev zararı” adı altında gizlenen maliyeti 30 katrilyondur. Bu 30 katrilyona fona devredilen bankaların 20,1 milyar dolarlık maliyeti de dikkate alındığında, yapılan operasyonun doğrudan devlete ve dolaylı olarak tüm halka kesilen faturası 60 katrilyon lirayı bulmaktadır. Bir de buna yine özel holding bankalarının sermayesini güçlendirmek amacıyla verilecek olan 5 milyar dolarlık kaynağın da katılması halinde en azından toplam maliyet 55 milyar doları bulacaktır.
Tasfiyenin yeterliliği ve sopanın geri çekilmesi
Tekellerin sopası Tantan’ın İçişleri Bakanlığı’ndan alınması ve polisteki ilgili birimlerin paydos edilmesi ise artık tasfiye sürecinin yeterli görülmesi ve işin ucunun “mühim yerlere” ulaşmaya başlamasına bağlıdır. Önce Ecevit’in ağzından çıkan “bürokratlar imza atmaktan korkuyor” mızıldanmaları, daha sonradan yolsuzluk soruşturmalarını baltalayan yasalara dönüşmüştür. Örneğin 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanunun 4’üncü maddesinde 27 Haziran 2001 tarihinde yapılan değişiklik, tam anlamıyla bir “dur” emridir ve savcıları tamamen yetkisiz kılmaktadır. Ardından gelen çete suçlarını DGM’lerden ayıran yasa da aynı biçimde, tasfiye sürecinin bittiğinin işaretidir.

Yolsuzluk: En çok polis, gümrük ve vergi...
Türkiye Sosyal Etüdler Vakfı’nın “Hanehalkı” ve “İş Dünyası” yolsuzluk araştırmaları, yolsuzluk ve rüşvetin en yaygın olduğu kurumları çarpıcı olarak gözler önüne seriyor. Türkiye genelinde 3 bin 21 kişiyle yapılan anket sonucunda, halkın dörtte üçünün rüşvetin en yaygın olduğu kurum olarak trafik polislerini gördüğü anlaşılıyor. Ayrıca rüşvetin %17’lik bir bölümünün de trafik dışı polis alanında döndüğü anketlerden anlaşılıyor.
Rüşvet alımında polisi, gümrükçüler, vergi memurları, tapu görevlileri, belediyeler, devlet hastaneleri, mahkemeler, ilk ve orta öğretim kurumları ve son olarak silahlı kuvvetler izliyor.
Araştırmanın en ilginç sonuçlarından biri, iş bulmak için her zaman torpil gereken kamu sektörünün yanında, artık özel sektörde de iş bulabilmek için rüşvet gerektiğinin açığa çıkmasıdır. Araştınmaya göre, özel sektörde torpil gerektiğini söyleyen oranın yüzde 45 olması bu bakımdan çapıcıdır.
Anketlerden her kurumda ne kadar rüşvet ödendiği de anlaşılıyor. TESEV’in yaptığı araştırmaya göre 1999 ve 2000 yıllara arasında toplam 413 milyon dolar rüşvet ödenmişti.
Ankete göre devlet hastaneleri ile ilişkisi olan nüfusun oranı %68 iken, burada rüşvet verenlerin oranı %7.2 ve verilen ortalama rüşvet tutarı da 58 milyon 71 bin lira. Rüşvet verdim diyenlerle ortalama tutarın çarpımı sonucunda toplam 35 trilyon 404 milyar liralık rüşvet ödeniyor. Bunun o günkü dolar kuru (480 bin TL) ile bölünmesi sonucunda da toplam 73 milyon 759 bin dolar rüşvet ödendiği ortaya çıkıyor.
TESEV ayrıca 1200 firma ile Kasım 2001 tarihinde büyük bir yolsuzluk anketi daha yaptı. Bu ankete göre en fazla rüşvet ödenen yerin gümrükler olduğu teyit edilirken, onu trafik polisleri izledi. Bu ankette de rüşvetsiz devletten ihale almak mümkün değil diyenlerin oranı da oldukça yüksek çıktı.

Ordu niye temiz?
Bütün bu çamur deryası içinde, en temiz görünen kurumun ordu olması ve bütün anketlerde “tek güvenilir kurum” olarak belirmesi ise aslında son derece önemli başka ilişkilerin ve bütünleşmelerin eseridir. Tek sözcükle söylenirse ordunun temiz görüntüsünün nedeni, medya tekellerinin “tercihli habercilik” yönteminden başkası değildir. Son süreçte artık oligarşi içersinde bir yer edinen medya tekelleri, daha işin başından orduya dokunmamayı altın değerinde bir gazetecilik ilkesi olarak benimsemişlerdir. Özellikle islami kesime yönelik olarak MİT’in ya da ordunun sızdırdığı dosyalar ve kasetler üzerinden “haber” yapmayı alışkanlıok haline getirmiş olan medya tekelleri, son 15 yılda ordunun-savunma bakanlığının gerçekleştirdiği devasa ihalelerin ve dış alımların hiçbirini ciddi biçimde ele alıp incelemiş değildir. Bu konuya ilişkin tek bir muhabir görevlendirmiş ya da günlük olağan haber toplantılarında konu üzerine bir tartışma yapmış değildir. Yalnızca gazetecilikle uğraşmayan ve bir dizi mali-sınai alanla da içiçe olan medya patronları bu alanlarda orduya ait finans kurumlarıyla iç içe olmanın bedelini böyle ödemişlerdir. Yalnızca büyük ihale ve alımlar konusunda da değil, özellikle savaş bölgesindeki türlü çeşitli parasal işler ve kaynak kullanımlarıyla ilgili olarak da medya “milli birlik-bütünlük” prensibini bozmamış, “helikopterle götürüldükleri brifingler” dışında elini taşın altına sokmamıştır. Böylece her bakımdan çürümüş olan devlet yapısı içinde sadece ve sadece ordu kurumunun “temiz” kaldığı yolunda tuhaf ve mantıki olarak da kuşkulu görünen bir görüntü ortaya çıkmıştır. Kaldı ki, her şeye rağmen bazen ortaya çıkarılabilen olgular, aslında durumun hiç de böyle olmadığını göstermektedir, bir dizi olayda alt ve üst düzeyden komutanların yolsuzluklara karıştığı görülmüştür.
Kapitalizm ve rüşvet
Şüphesiz bütün bunları alt alta sıralamak ve genel bir panaroma çizmek, politik açıdan kendi başına bir anlam ifade etmiyor. Sokaktaki adamın en az sosyalistler kadar, hattta çoğu durumda onlardan daha iyi bildiği bir gerçeği, yalnızca ortaya koyup sergilemek somut bir sonuç yaratmıyor. Çünkü, yolsuzluk ve rüşvet olgusunun, kapitalist sistemin doğal bir parçası olduğu gerçeğini unutmak ya da görmezlikten gelmek, bu konuda son derece yanlış eğilimlerin ve boş umutların kapısını açabiliyor. Durumun ve halkın duygularının farkında olan sıradan burjuva partileri bile, adı en çok yolsuzluğa bulaşmış olanlar da dahil olmak üzere, seçim vaadlerinde “temiz toplum” laflarına yer veriyorlar, yemin billah ederek yolsuzluğun “kökünü kazıyacakları”nı bas bas bağırıyorlar.
Çoğu kez, reformist solu da teslim alan bu “yolsuzluğa karşı mücadele” histerisi, bir başka açıdan da “sivil toplum örgütleri” edebiyatını güçlendirmeye yarıyor. Sahillerden çöp toplamayı “çevre duyarlılığı” zanneden safdil orta sınıf aptallığı, yolsuzlukların da “sivil toplum baskısıyla” açığa çıkarılıp önlenebileceği, zaten medyanın da bu konuda “muhteşem bir görev” yaptığını işliyor. “Sızdırılmış dosyalar”la birkaç belediye yolsuzluğu (“irticayla mücadele” çerçevesinde!) açığa çıkarıldığında, “temiz toplum” yolunda büyük adımlar atılmış sayılıyor.
Böylece bir yandan, “yolsuzluk” diye tanımlanan şey çarpılmış bir tanıma kavuşurken örneğin bir takım adamların üç gün Maliye Bakanlığı bürokratlığında, sonra üç gün Sabancı Holding yöneticiliğinde bulunmasının, sık sık böyle devşirmeler ve yerleştirmeler yapılmasının bir “yolsuzluk” türü olup olmadığı arada kaynatılıyor. Aynı biçimde, örneğin hayatında bir kez büyük holdinglerin et kombinelerine uğramamış olanların küçük sucuk imalathanelerini polisle basması “yolsuzluğa karşı mücadele” olabiliyor. Bankerlere ve küçük bankalara saldırıldığında bunun “sürüyü büyük bankalara yöneltmek” anlamına gelip gelmediği sorusu ise tümden atlanıyor, vb..
Bütün bunlar bir yana, böylece kapitalizmi “hırsızlar” ve “iyi patronlar” olarak ikiye bölen bu “temiz toplumculuğun”, dünyanın en büyük ve en önemli hırsızlığı olan “artı-değer”i aklamış olması, işin en önemli bölümüdür.
Böylece, işçi sınıfının sırtından muazzam servetlere sahip olan tekelci patronlar, “istihdam alanı açarak açları doyuran iyiliksever adamlar” rütbesine yükseltilirken, piyasaya yeni çıkan ve büyükleri de rahatsız eden genç hırsızlara vurulan birkaç darbeyle sistemin namusu kurtarılmış oluyor.

Çürüme: Yalnızca en üstü mü ilgilendiriyor?
Öte yandan, son olarak mutlaka söylemek gerekiyor: Bu kadar yoğun ve yaygın bir çürümenin, yolsuzluk ortamının yalnızca üst sınıfları ilgilendirdiğini, durumdan yalnızca onların yarar sağladığını düşünmek, ciddi bir yanılgı olur.
Toplumsal yapının bütün gözeneklerini tıkayacak kadar güçlü ve onsuz hareket edilemeyecek kadar yaygın bir olgu olarak yolsuzluk, şüphesiz orta sınıfların ve hatta daha alt sınıfların hayatının bir parçası olmaktadır. Alt ve orta sınıfları mağdur eden bu mekanizma, öte yandan toplumsal hayatın küçük küçük parçalarında onları da sürece dahil etmekte, onların da mali bütçelerinde ufak artışlar sağlamaktır.
Bir gün önce “sendikal haklar” için yapılan eyleme katılan bir vergi memuru küçük bir meblağ karşılığında bir işlemi “kolaylaştırmakta”, taşeron firma tarafından boğaz tokluğuna çalıştırılan bir elektrik tahsildarı üç-beş milyonluk teklifleri reddetmemekte, ünite dergisi ya da ders kitabı seçiminde okul müdürlerinden kalan bir miktarcık belki öğretmenlere de düşmekte, vb. vb...
Böylece, bir yandan bu yaygın çürüme ortamı, küçük bütçelere sağladığı küçük katkılarla belli ölçülerde kitleleri pasifize etmekte, kendi günlük hayatlarında da yolsuzluğu yaşayan ve artık kanıksayan ezilen sınıfların düzenin genel çürümüşlüğüne olan tepkisini nötralize olmaktadır.
Kültürel ve ideolojik hegemonya ile de birleşen bu durum, bazı durumlarda o kadar “kabul edilebilir” bir olgu haline gelmektedir ki, sokaktaki insanın dilinde “nasılsa herkes biraz yiyor” gibi onaylama cümleleri duyulabilmektedir.

Devrimci Mücadele: Bir temizlik noktası
Her bakımdan ve bütün unsurlarıyla çürümekte olan bu sistem içersinde devrimci hareketin duruş noktası ve mücadele tarzı bir kez daha büyük önem kazanmaktadır. Devrimci hareketin, güncel politika ile iktidar savaşını ustalıklı bir biçimde birleştirmesinin önemi burada bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Gerçekten de devrimci sosyalistler, yalnızca genel (ve elbette doğru olan) sloganlar ve hedefler üzerinden yürütülecek fazlasıyla genel bir çalışma tarzıyla yetinemezler; aynı zamanda ülkenin-kitlelerin güncel hayatlarını derinden ilgilendiren konulara karşı da ciddi bir eğilim göstermek, bu gündem maddelerini önüne alarak doğru ve çarpıcı hedefler, çalışma ve ajitasyon-örgütlenme biçimleri yaratmak zorundadırlar.
Bunu yaparken, burjuva partilerin ya da reformist solun basit “temiz toplum” yaygaralarına prim vermemek, yolsuzluk ile kapitalizmin ve genel olarak yeni-sömürge düzeninin ilişkilerini doğru ve anlaşılır olarak ortaya koymak son derece önemlidir.
Ve tabii, bu yazıyı bitirirken mutlaka vurgulamak gerekiyor; genel iktidar mücadelesi ile kapitalizmin güncel çürümüşlük örneklerine karşı mücadele yürüten devrimci hareket, kendisini de yeni bir “temizlik” zemini olarak ortaya koymalı, devrimci ahlak ve kültürün üretildiği bir arınma alanı yaratmalıdır. Yoksulların ya da özel olarak işçi sınıfının salt sınıfsal konumlarından ötürü özel olarak ahlaklı ve temiz olmalarının gerekmediği, artık bilinen bir şeydir.
Dolayısıyla, genel olarak çürümekte olan bir ortamda filizlendiği için bu ortamın izlerini ve yaygın alışkanlıklarını üzerinde taşıyacak olan devrimci hareket, mücadelesinin bir bölümünü de bu eğilim ve ayrık otlarına doğnu yöneltmek zorundadır.
Bütün bu ölçütler doğru oturtulduğunda ise devrimci iradenin yolu açıktır; çünkü gerçekten de baştan ayağa yozlaşmakta olan bugünkü toplum içersinde devrimci hareket, hâlâ nüfusun en temiz noktasını oluşturmaktadır.

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul