Yolsuzluk ve Rüşvet Kapitalizmin Candamarıdır
H. Tutum
|
Uluslararası Saydamlık Örgütü (Transparency International)’nün
geçtiğimiz günlerde yayınladığı raporuna göre Türkiye,
daha bir yıl önceki duruma göre şeffaflık bakımından
10 basamak birden aşağıya düştü. “Şeffaflık” sıralamasında
geçen yıl 91 ülke arasında 54’üncü olan Türkiye, artık
64’üncü sırada! Yani sıralama tersinden okunursa Türkiye
dünya çapında 37-38’incilik gibi bir ünvana sahip...
Türkiye’de yaşayan hiçkimseyi şaşırtacak bir haber değil
bu. Daha doğrusu bu raporun bütünüyle gerçeği yansıttığı
bile şüpheli. Söz konusu kurumun araştırması sırasında
neleri ölçü aldığı, nasıl bir yöntem izlediği pek bilinmiyor.
Kurumun izlediği anketler ve resmi soruşturmalar yolunun
ne kadar gerçeği yansıtabildiği şüpheli. Günlük hayatın
içinde yaşayan somut insanların gözlemi bakımından düşünülürse
aslında mesele gayet açık; hangi alanda ve nerede olursa
olsun rüşvet vermeden bu ülkede tek bir iş bile yaptırmanın
mümkün olmadığını her TC yurttaşı gayet iyi bilir. Yani
araştırmanın tam gerçeğe denk düşmediği kesin. Örneğin
Dominik ya da Tayland’ın rüşvet bakımından Türkiye’den
daha iyi durumda olduğu gibi belirlemeler de bu kuşkuyu
artırıyor; çünkü bu tür ülkelerin hiçbirinin Türkiye’den
daha “temiz” olmadığı biliniyor.
Ama sonuçta, ne olursa olsun, rakamlar yeni sömürge
ekonomisinin hangi temeller üzerinde döndüğü konusunda
bir fikir veriyor. Ekonominin kilit sektörlerinin olduğu
kadar, sıradan insanın günlük yaşantısının da yolsuzluk
ve rüşvetle iç içe olduğu, çoğu durumda yolsuzluktan
yakınan alt sınıftan insanların da ailelerinin geçimini
ufak tefek “hediye”lerden sağladığı bilinmeyen gerçekler
değil.
Skandallar tarihi
İşin doğrusu, rüşvet ve yolsuzluk, Fuzuli’nin “selam
verdik rüşvet değildir deyü almadılar” dizelerinde tarif
ettiği Osmanlı dönemi bir yana, yakın dönem Türkiye’sinin
bütün siyasi-ekonomik hayatını kaplayan bir olgudur.
Bugünlerde kendilerine “Ulusal Solcu” adını yakıştıranların
pek heyecanla sarıldıkları Kemalist dönemde de yolsuzlukların
önü arkası kesilemez durumdadır.
“Nitekim o sıralarda bence bu hadiselerin en önemlisini
teşkil eden, dünkü Milli Mücadeleciler ve o günkü devrimciler
kadrosunun bir kazanç ve menfaat şirketi karakterini
taşımaya başlamasıydı. Bunlardan kimi arsa spekülasyonları,
kimi idare meclisi azalıkları, kimi de türlü şekillerde
komisyonculuklar peşine düşmüş bulunuyordu.” cümleleriyle
o süreci çok açık bir biçimde anlatan bizzat dönemin
canlı tanıklarından Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dur. (Aktaran
S. Yerasimos, sf. 761)
O günlerde yolsuzlukla suçlanan bir milletvekilinin
meclisteki savunması ise, Samet Ağaoğlu’nun aktarımıyla
aynen şöyledir: “Hepiniz, başta reisimiz [M. Kemal]
olmak üzere, zenginleşmek lazımdır, demokrasi zenginliğe
dayanır demiyor muydunuz? Hepiniz aynı şekilde işlere
girmediniz mi?” (Samet Ağaoğlu, Babamın Arkadaşları,
Akt. Yerasimos)
Herkesin küpünü doldurduğu ama çok ileri gidenlerin
kulağının çekildiği bu dönemden sonra gelen 40’lı yıllar
ise seferberlik-savaş hali zenginleriyle anılır ve bütün
bunlar da bilinmeyen şeyler değildir.
Ama yine de, salt yolsuzluklar ve rüşvet olgusu açısından
ele aldığımızda uzunca bir süre, tarihin belli bir döneminde,
eskilerin deyimiyle “her şeyin bir adabı” vardır. 1950’lerde,
60’larda sık sık rüşvet skandalları patlasa da genel
bir toplumsal kınama hali söz konusudur ve düzenin “ar
perdesi” tamamen parçalanmış değildir. Örneğin Süleyman
Demirel’in yeğeni Yahya Demirel’in Mıgırdıç Şellefyan
isimli ortağıyla çevirdiği dolaplar ortaya çıktığında
yoğun tepkiler belirmiş ve aynı biçimde otellerde satın
alınan milletvekilleri gibi olaylar buzdağının üstte
kalan bölümü olarak genel-alışılmış şeylermiş gibi algılanmamıştır.
1980 ve sonrası işlerin çığırından çıkması
Utanç perdesinin yıkıldığı nokta olarak 1980 cuntasından
söz edilebilir. Utanma-sıkılma dönemi, 24 Ocak 1980’de
temelleri atılan neo liberal ekonomi uygulamaları ve
Özal iktidarıyla birlikte tarihe karışmıştır. Özellikle
bu dönemde monetarist politikalarla açılan rant kapıları,
bankerlik gibi kurumların yaygınlaşması, hayali ihracatın
olağan bir iş haline gelmesi, politik kadroların en
tepesinden başlayarak çürümeyi had safhaya çıkarmış;
“benim memurum işini bilir” deyişiyle en alt kesimlere
kadar yayılmıştır.
Bütün dünyada büyük çalkantılar yarattığı halde, yalnızca
Türkiye’de araştırılmayan Lockheed Skandalı, daha 1980
öncesinde gelecek olayların habercisidir. Loockheed
ana firması kayıtlarında bütün ülkelerde ve Türkiye’de
savaş uçağı alımlarında rüşvet dağıtıldığı açıkça belirtildiği
halde, sadece Türkiye’de olayın üstü kapatılmış ve Hava
Kuvvetleri Komutanı Emin Alpkaya’nın istifasıyla durum
geçiştirilmiştir. Daha sonra 1980’lere ve kimin ne yediği
bilinemeyen/bilip de söylenemeyen bir dönemin ardından
Özal sürecine gelindiğinde ise artık ipin ucu kaçacaktır.
Örneğin Bakan Mustafa Özdağlar skandalı böyledir; prensini
kendi elleriyle harcayan Özal’ın bu olaydaki tutumu,
“bireysel hırsızlığın” cezalandırılmasıdır.
Özer Çiller’in İstanbul Bankası sahtekârlıkları ve Özal’ın
eşi Semra Özal ile kızı Zeynep Özal’ın adlarının geçtiği
bir dizi mafya-siyasetçi-işadamı rezaletleri aynı dönemin
olgularıdır. Karayollarının yapımında ortaya çıkan yolsuzluklar,
Süleyman Demirel’in “verdimse ben verdim” diyerek geçiştirdiği
İlksan yolsuzluğu, Çiller ailesinin adının karıştığı
Turban yolsuzluğu ve İSKİ yolsuzluğu geçmişe dönüp bakıldığında
ilk göze çarpan olaylardır. Refah Partisi’nin gizli
kasası olarak bilinen Süleyman Mercümek’in Bosna’ya
yardım paralarının “kaybolması”, aynı partinin İstanbul
Büyükşehir Belediyesi’nde gerçekleştirdikleri Akbil
yolsuzluğu, ANAP’lı Meclis Başkanı Mustafa Kalemli’yi
yargının önüne çıkaran koltuk yolsuzluğu ve Mesut Yılmaz’ı
başbakanlıktan düşüren “Türkbank yolsuzluğu”, bu arada
sayılabilir...
Bu arada, 15 yılı aşkın bir süre devam eden savaş boyunca
sağlanan rantları, savaş koşullarında her türden mafyatik
eğilimin devletle içi içe geçişi, bir ucu “Susurluk”a
dek uzanan kanlı çıkar hesaplaşmaları, dönemin karateristik
unsurlarıdır.
Hiçbir gazeteci tarafından hiçbir biçimde araştırılmamış
olan milyarlarca dolarlık silah, helikopter, uçak alımları
da bu dönemin kuşkulu işleri olmuştur. 90’lı yıllarda
dünyanın en büyük silah ithalatçılarından biri haline
gelen Türkiye, şovenizmin de etkisiyle bu ihaleleri
bir kez olsun merak etmemiştir. Ama bunların da ötesinde,
irili ufaklı her boydan yöneticinin savaş bölgesinde
“götürdüğü” paralar ve uyuşturucu rantları çoğu kez
açığa çıktığı halde üstü örtülmüştür. “Vatan için kurşun
atan”lar, hatırı sayılır miktarlarda dünyalık yapmayı
da ihmal etmemişlerdir ve üstelik devletin en üst düzeydeki
raporlarında açıkça isimleri verilen subaylar hakkında
en küçük bir soruşturma bile açılmamıştır.
Tantan operasyonları: Bir tasfiye biçimi
Daha sonra gelen ve İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın
adıyla anılan dönem ise, sanıldığı gibi bir “dürüstlük”
gösterisi değildir. Sürecin belli bir noktasına kadar
“ekonominin canlılığı” adına varlığına katlanılan yeni
hırsızlar, ekonomik sistemin işleyişini tehdit eder
aşamaya geldiğinde, daha doğrusu futbol deyimiyle “kimseye
pas vermeden şahsi oynamaya başladıklarında” Tantan’ı
sopa olarak kullanan tekelci burjuvazinin kodomanları,
start vermişler ve tuhaf isimli operasyonlar dönemi
açılmıştır. Bu dönemde yapılan “operasyon”ların “Paraşüt”ten
“Örümcek Ağı”na toplam tutarı 12 Katrilyon 585 Trilyon
gibi bir rakama varmıştır.
Bu operasyonlar sonucunda hapishaneye girenler arasında
Süleyman Demirel’in bir başka yeğeni olan Egebank Patronu
Yahya Murat Demirel, medya patronu Dinç Bilgin, eski
bakan Cavit Çağlar, reklamcı Nail Keçili, Hayyam Garipoğlu,
Ali Balkaner gibi ünlü isimler de vardır ve dikkat edildiğinde
görülür ki bunların hepsi, bir dönem parlayıp tekelci
burjuvazinin geleneksel klanlarını rahatsız etmiş olan,
oyunu kurallarına göre oynamayı reddederek işleri bozan
unsurlardır. Sözgelimi Egebank dahil birçok bankaya
el konulmasının gerekçesi olarak gösterilen “back to
back” işlemi, yani bankanın kendi grubundan şirketlere
ucuz kredi açması, esasen bankacılığın normal işlemedir
ve zaten herhangi bir holding patronu için “banka sahibi”
olmanın anlamı ve gereği de budur. Bütün bankaların
yaptığı bu işlemin bazıları için operasyon nedeni olması
ise, onların açgözlülükle büyük çıkarları zedelemiş
olmasıdır.
Öte yandan böylece devlet tarafından özel bankaların
desteklenmesi gibi bir başka “resmi” yolsuzluk biçimi
ortaya çıkmıştır ki, holding bankalarının devlet bankalarına
yıkılan borçlarla ayakta tutulmak istenmesinin 2001’deki
“görev zararı” adı altında gizlenen maliyeti 30 katrilyondur.
Bu 30 katrilyona fona devredilen bankaların 20,1 milyar
dolarlık maliyeti de dikkate alındığında, yapılan operasyonun
doğrudan devlete ve dolaylı olarak tüm halka kesilen
faturası 60 katrilyon lirayı bulmaktadır. Bir de buna
yine özel holding bankalarının sermayesini güçlendirmek
amacıyla verilecek olan 5 milyar dolarlık kaynağın da
katılması halinde en azından toplam maliyet 55 milyar
doları bulacaktır.
Tasfiyenin yeterliliği ve sopanın geri çekilmesi
Tekellerin sopası Tantan’ın İçişleri Bakanlığı’ndan
alınması ve polisteki ilgili birimlerin paydos edilmesi
ise artık tasfiye sürecinin yeterli görülmesi ve işin
ucunun “mühim yerlere” ulaşmaya başlamasına bağlıdır.
Önce Ecevit’in ağzından çıkan “bürokratlar imza atmaktan
korkuyor” mızıldanmaları, daha sonradan yolsuzluk soruşturmalarını
baltalayan yasalara dönüşmüştür. Örneğin 4483 sayılı
Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında
Kanunun 4’üncü maddesinde 27 Haziran 2001 tarihinde
yapılan değişiklik, tam anlamıyla bir “dur” emridir
ve savcıları tamamen yetkisiz kılmaktadır. Ardından
gelen çete suçlarını DGM’lerden ayıran yasa da aynı
biçimde, tasfiye sürecinin bittiğinin işaretidir.
Yolsuzluk: En çok polis, gümrük ve vergi...
Türkiye Sosyal Etüdler Vakfı’nın “Hanehalkı” ve “İş
Dünyası” yolsuzluk araştırmaları, yolsuzluk ve rüşvetin
en yaygın olduğu kurumları çarpıcı olarak gözler önüne
seriyor. Türkiye genelinde 3 bin 21 kişiyle yapılan
anket sonucunda, halkın dörtte üçünün rüşvetin en yaygın
olduğu kurum olarak trafik polislerini gördüğü anlaşılıyor.
Ayrıca rüşvetin %17’lik bir bölümünün de trafik dışı
polis alanında döndüğü anketlerden anlaşılıyor.
Rüşvet alımında polisi, gümrükçüler, vergi memurları,
tapu görevlileri, belediyeler, devlet hastaneleri, mahkemeler,
ilk ve orta öğretim kurumları ve son olarak silahlı
kuvvetler izliyor.
Araştırmanın en ilginç sonuçlarından biri, iş bulmak
için her zaman torpil gereken kamu sektörünün yanında,
artık özel sektörde de iş bulabilmek için rüşvet gerektiğinin
açığa çıkmasıdır. Araştınmaya göre, özel sektörde torpil
gerektiğini söyleyen oranın yüzde 45 olması bu bakımdan
çapıcıdır.
Anketlerden her kurumda ne kadar rüşvet ödendiği de
anlaşılıyor. TESEV’in yaptığı araştırmaya göre 1999
ve 2000 yıllara arasında toplam 413 milyon dolar rüşvet
ödenmişti.
Ankete göre devlet hastaneleri ile ilişkisi olan nüfusun
oranı %68 iken, burada rüşvet verenlerin oranı %7.2
ve verilen ortalama rüşvet tutarı da 58 milyon 71 bin
lira. Rüşvet verdim diyenlerle ortalama tutarın çarpımı
sonucunda toplam 35 trilyon 404 milyar liralık rüşvet
ödeniyor. Bunun o günkü dolar kuru (480 bin TL) ile
bölünmesi sonucunda da toplam 73 milyon 759 bin dolar
rüşvet ödendiği ortaya çıkıyor.
TESEV ayrıca 1200 firma ile Kasım 2001 tarihinde büyük
bir yolsuzluk anketi daha yaptı. Bu ankete göre en fazla
rüşvet ödenen yerin gümrükler olduğu teyit edilirken,
onu trafik polisleri izledi. Bu ankette de rüşvetsiz
devletten ihale almak mümkün değil diyenlerin oranı
da oldukça yüksek çıktı.
Ordu niye temiz?
Bütün bu çamur deryası içinde, en temiz görünen kurumun
ordu olması ve bütün anketlerde “tek güvenilir kurum”
olarak belirmesi ise aslında son derece önemli başka
ilişkilerin ve bütünleşmelerin eseridir. Tek sözcükle
söylenirse ordunun temiz görüntüsünün nedeni, medya
tekellerinin “tercihli habercilik” yönteminden başkası
değildir. Son süreçte artık oligarşi içersinde bir yer
edinen medya tekelleri, daha işin başından orduya dokunmamayı
altın değerinde bir gazetecilik ilkesi olarak benimsemişlerdir.
Özellikle islami kesime yönelik olarak MİT’in ya da
ordunun sızdırdığı dosyalar ve kasetler üzerinden “haber”
yapmayı alışkanlıok haline getirmiş olan medya tekelleri,
son 15 yılda ordunun-savunma bakanlığının gerçekleştirdiği
devasa ihalelerin ve dış alımların hiçbirini ciddi biçimde
ele alıp incelemiş değildir. Bu konuya ilişkin tek bir
muhabir görevlendirmiş ya da günlük olağan haber toplantılarında
konu üzerine bir tartışma yapmış değildir. Yalnızca
gazetecilikle uğraşmayan ve bir dizi mali-sınai alanla
da içiçe olan medya patronları bu alanlarda orduya ait
finans kurumlarıyla iç içe olmanın bedelini böyle ödemişlerdir.
Yalnızca büyük ihale ve alımlar konusunda da değil,
özellikle savaş bölgesindeki türlü çeşitli parasal işler
ve kaynak kullanımlarıyla ilgili olarak da medya “milli
birlik-bütünlük” prensibini bozmamış, “helikopterle
götürüldükleri brifingler” dışında elini taşın altına
sokmamıştır. Böylece her bakımdan çürümüş olan devlet
yapısı içinde sadece ve sadece ordu kurumunun “temiz”
kaldığı yolunda tuhaf ve mantıki olarak da kuşkulu görünen
bir görüntü ortaya çıkmıştır. Kaldı ki, her şeye rağmen
bazen ortaya çıkarılabilen olgular, aslında durumun
hiç de böyle olmadığını göstermektedir, bir dizi olayda
alt ve üst düzeyden komutanların yolsuzluklara karıştığı
görülmüştür.
Kapitalizm ve rüşvet
Şüphesiz bütün bunları alt alta sıralamak ve genel bir
panaroma çizmek, politik açıdan kendi başına bir anlam
ifade etmiyor. Sokaktaki adamın en az sosyalistler kadar,
hattta çoğu durumda onlardan daha iyi bildiği bir gerçeği,
yalnızca ortaya koyup sergilemek somut bir sonuç yaratmıyor.
Çünkü, yolsuzluk ve rüşvet olgusunun, kapitalist sistemin
doğal bir parçası olduğu gerçeğini unutmak ya da görmezlikten
gelmek, bu konuda son derece yanlış eğilimlerin ve boş
umutların kapısını açabiliyor. Durumun ve halkın duygularının
farkında olan sıradan burjuva partileri bile, adı en
çok yolsuzluğa bulaşmış olanlar da dahil olmak üzere,
seçim vaadlerinde “temiz toplum” laflarına yer veriyorlar,
yemin billah ederek yolsuzluğun “kökünü kazıyacakları”nı
bas bas bağırıyorlar.
Çoğu kez, reformist solu da teslim alan bu “yolsuzluğa
karşı mücadele” histerisi, bir başka açıdan da “sivil
toplum örgütleri” edebiyatını güçlendirmeye yarıyor.
Sahillerden çöp toplamayı “çevre duyarlılığı” zanneden
safdil orta sınıf aptallığı, yolsuzlukların da “sivil
toplum baskısıyla” açığa çıkarılıp önlenebileceği, zaten
medyanın da bu konuda “muhteşem bir görev” yaptığını
işliyor. “Sızdırılmış dosyalar”la birkaç belediye yolsuzluğu
(“irticayla mücadele” çerçevesinde!) açığa çıkarıldığında,
“temiz toplum” yolunda büyük adımlar atılmış sayılıyor.
Böylece bir yandan, “yolsuzluk” diye tanımlanan şey
çarpılmış bir tanıma kavuşurken örneğin bir takım adamların
üç gün Maliye Bakanlığı bürokratlığında, sonra üç gün
Sabancı Holding yöneticiliğinde bulunmasının, sık sık
böyle devşirmeler ve yerleştirmeler yapılmasının bir
“yolsuzluk” türü olup olmadığı arada kaynatılıyor. Aynı
biçimde, örneğin hayatında bir kez büyük holdinglerin
et kombinelerine uğramamış olanların küçük sucuk imalathanelerini
polisle basması “yolsuzluğa karşı mücadele” olabiliyor.
Bankerlere ve küçük bankalara saldırıldığında bunun
“sürüyü büyük bankalara yöneltmek” anlamına gelip gelmediği
sorusu ise tümden atlanıyor, vb..
Bütün bunlar bir yana, böylece kapitalizmi “hırsızlar”
ve “iyi patronlar” olarak ikiye bölen bu “temiz toplumculuğun”,
dünyanın en büyük ve en önemli hırsızlığı olan “artı-değer”i
aklamış olması, işin en önemli bölümüdür.
Böylece, işçi sınıfının sırtından muazzam servetlere
sahip olan tekelci patronlar, “istihdam alanı açarak
açları doyuran iyiliksever adamlar” rütbesine yükseltilirken,
piyasaya yeni çıkan ve büyükleri de rahatsız eden genç
hırsızlara vurulan birkaç darbeyle sistemin namusu kurtarılmış
oluyor.
Çürüme: Yalnızca en üstü mü ilgilendiriyor?
Öte yandan, son olarak mutlaka söylemek gerekiyor: Bu
kadar yoğun ve yaygın bir çürümenin, yolsuzluk ortamının
yalnızca üst sınıfları ilgilendirdiğini, durumdan yalnızca
onların yarar sağladığını düşünmek, ciddi bir yanılgı
olur.
Toplumsal yapının bütün gözeneklerini tıkayacak kadar
güçlü ve onsuz hareket edilemeyecek kadar yaygın bir
olgu olarak yolsuzluk, şüphesiz orta sınıfların ve hatta
daha alt sınıfların hayatının bir parçası olmaktadır.
Alt ve orta sınıfları mağdur eden bu mekanizma, öte
yandan toplumsal hayatın küçük küçük parçalarında onları
da sürece dahil etmekte, onların da mali bütçelerinde
ufak artışlar sağlamaktır.
Bir gün önce “sendikal haklar” için yapılan eyleme katılan
bir vergi memuru küçük bir meblağ karşılığında bir işlemi
“kolaylaştırmakta”, taşeron firma tarafından boğaz tokluğuna
çalıştırılan bir elektrik tahsildarı üç-beş milyonluk
teklifleri reddetmemekte, ünite dergisi ya da ders kitabı
seçiminde okul müdürlerinden kalan bir miktarcık belki
öğretmenlere de düşmekte, vb. vb...
Böylece, bir yandan bu yaygın çürüme ortamı, küçük bütçelere
sağladığı küçük katkılarla belli ölçülerde kitleleri
pasifize etmekte, kendi günlük hayatlarında da yolsuzluğu
yaşayan ve artık kanıksayan ezilen sınıfların düzenin
genel çürümüşlüğüne olan tepkisini nötralize olmaktadır.
Kültürel ve ideolojik hegemonya ile de birleşen bu durum,
bazı durumlarda o kadar “kabul edilebilir” bir olgu
haline gelmektedir ki, sokaktaki insanın dilinde “nasılsa
herkes biraz yiyor” gibi onaylama cümleleri duyulabilmektedir.
Devrimci Mücadele: Bir temizlik noktası
Her bakımdan ve bütün unsurlarıyla çürümekte olan bu
sistem içersinde devrimci hareketin duruş noktası ve
mücadele tarzı bir kez daha büyük önem kazanmaktadır.
Devrimci hareketin, güncel politika ile iktidar savaşını
ustalıklı bir biçimde birleştirmesinin önemi burada
bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Gerçekten de devrimci
sosyalistler, yalnızca genel (ve elbette doğru olan)
sloganlar ve hedefler üzerinden yürütülecek fazlasıyla
genel bir çalışma tarzıyla yetinemezler; aynı zamanda
ülkenin-kitlelerin güncel hayatlarını derinden ilgilendiren
konulara karşı da ciddi bir eğilim göstermek, bu gündem
maddelerini önüne alarak doğru ve çarpıcı hedefler,
çalışma ve ajitasyon-örgütlenme biçimleri yaratmak zorundadırlar.
Bunu yaparken, burjuva partilerin ya da reformist solun
basit “temiz toplum” yaygaralarına prim vermemek, yolsuzluk
ile kapitalizmin ve genel olarak yeni-sömürge düzeninin
ilişkilerini doğru ve anlaşılır olarak ortaya koymak
son derece önemlidir.
Ve tabii, bu yazıyı bitirirken mutlaka vurgulamak gerekiyor;
genel iktidar mücadelesi ile kapitalizmin güncel çürümüşlük
örneklerine karşı mücadele yürüten devrimci hareket,
kendisini de yeni bir “temizlik” zemini olarak ortaya
koymalı, devrimci ahlak ve kültürün üretildiği bir arınma
alanı yaratmalıdır. Yoksulların ya da özel olarak işçi
sınıfının salt sınıfsal konumlarından ötürü özel olarak
ahlaklı ve temiz olmalarının gerekmediği, artık bilinen
bir şeydir.
Dolayısıyla, genel olarak çürümekte olan bir ortamda
filizlendiği için bu ortamın izlerini ve yaygın alışkanlıklarını
üzerinde taşıyacak olan devrimci hareket, mücadelesinin
bir bölümünü de bu eğilim ve ayrık otlarına doğnu yöneltmek
zorundadır.
Bütün bu ölçütler doğru oturtulduğunda ise devrimci
iradenin yolu açıktır; çünkü gerçekten de baştan ayağa
yozlaşmakta olan bugünkü toplum içersinde devrimci hareket,
hâlâ nüfusun en temiz noktasını oluşturmaktadır.
|