Kültür ve Alternatif Kültür Dayanışma Kurumları
F. Güzel
|
Kültür kavramı tarih boyunca çok çeşitli biçimlerde
tanımlanmıştır. Kavram, zaman zaman çeşitli dar alanlar
üzerinden (müzik, görsel sanatlar, vb.) ele alındığı
gibi, tanımın insan düşüncesinin bütününü kapsayacak
kadar genişletildiği de olmuştur. Aslında ikinci yaklaşım,
hatta bu tanıma insan davranışlarını, alışkanlıklarını,
vb.’nide katan kapsamlı görüş daha açıklayıcıdır. Çünkü,
yaşamın içindeki gerçek insan bakımından düşünsel dünya
ile pratik gerçekte içiçedir.
“Okuduğumuz, izlediğimiz, yaşadığımız her şeyden sonra,
bütün ayrıntıları, kahramanların isimlerini, onların
yapıp ettiklerini unuturuz, ama bütün bunların hepsini
unuttuktan sonra, geriye yine bir şey kalır ve o kültürdür”
diyen bir Fransız filozofunun söylediğine bu bakımdan,
bu “geriye kalan şey”in pratik yaşamı nasıl biçimlendirdiği
de katılmalıdır. Böylece ortaya çıkan tanım ise artık
sanat alanlarını, yazı ve sözü de aşan bir bütünlüktür
ve bu bütünlük hayatımızın neredeyse her saniyesini
kapsar.
“İnsanlık tarihini insanların maddi ve pratik etkinliklerinin
somut olgularında anlamayı ve sunmayı amaçlayan Marksizm,
insanın kültürel varlığının temelini insan etkinliğinde
görmektedir. Kültürü bireylerin manevi gelişimiyle sınırlayan
görüşün tersine Marksizm, kültürü, insanların gerçek
gelişimine, pratik etkinliğe sahip varlıklar olarak
varoluşlarına bağlamaktadır. Böylelikle kültür, insanın,
manevi olduğu kadar maddi biçimdeki her türlü toplumsal
etkinlik alanını kapsamaktadır.” (Vadim Mejuyev, Kültür
ve Tarih, Toplumsal Dönüşüm Yayınları)
Olaya böyle bakıldığında, insan yaşamına ait her olgu
gibi kültürün de kendine ait bir “öz”e sahip olmadığı,
her çağa ve koşullara göre biçimlendiği ve dolayısıyla
toplumsal duruma, altyapıya derinden bağlarla bağlı
olduğu kolayca anlaşılabilir. İnsan davranışlarının
bütününü belirleyen bir olgu olarak kültürün, sınıflardan
bağımsız olduğu bir tarihsel dönem neredeyse yoktur
ve her tarihsel dönemin egemen kültürü de aslında bir
biçimde egemen sınıf tarafından belirlenir.
“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen
düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi
gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür.
Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı
zamanda, zihinsel üretim araçlarını da emrinde bulundurur,
bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar
ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin
düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır....”
(Alman İdeolojisi, Marks, Engels). Örneğin egemen kültürün
üretildiği eğitim kurumunun aynı zamanda egemen sınıfların
biçimlendirmesi altında olması rastlantı değildir.
Ama herşeyin bu kadar mekanik olduğu da düşünülemez.
Üretim araçlarına sahip olan egemen sınıfların bütün
zihinsel üretim araçlarını kontrol etmesi toplumsal
yapıyı ve kültürü sonsuza dek biçimlendirmesi anlamına
da gelmez. Çünkü tarihin her noktasında egemen yapının
dışında bırakılan güçler de kendi kültürlerini ve kültürel
üretim araçlarını yaratırlar. Tarih ne kadar “sınıflar
mücadelesinin tarihi” ise, aynı ölçüde de çatışan sınıfların
ürettiği farklı kültürel yapıların da savaşıdır. Her
zaman saraylar ve kulübeler vardır; her zaman sarayların
ve kulübelerin kendi kültürel normları vardır.
Kapitalizm koşullarında ise, bu bölünme en üst seviyeye
ulaşır. Ama bu büyük uçuruma rağmen teknolojik gelişmeyle
birlikte toplumsal kontrol ve kendi kültürünü yayma
olanaklarına daha fazla sahip olan burjuvazi, bu kültürü
toplumsallaştırır da. Daha burjuva devrimleri günlerinde
kendi çıkarlarını bütün toplumun çıkarlarıymış gibi
sunan burjuvazi, tekelci aşamaya geldiğinde sanayi ve
mali alanlarla birlikte toplumsal hayat üzerinde de
bir tekel yaratır. Aykırı olan sesleri gitgide boğarak
ya da denetimine alarak kapitalist kültürü tek biçim
haline getirir.
Kuşkusuz bu arada ezilen sınıflar kendi durumlarını
ifade eden kültürel biçimler ve davranış kalıpları geliştirirler.
Ancak bu biçimler de şu ya da bu biçimde burjuvazinin
istilasına uğramaktan kurtulamaz. Bu alt kültürlerin,farkedilir
farkedilmez metalaştırılması, yeniden biçimlendirilerek
kar alanı haline getirilmesi, arabesk örneğinde görüldüğü
gibi olağan bir durumdur. Alttan, kendiliğinden başlayan
her şey kapsanarak düzene uyumlulaştırılır. Örneğin,
çok çarpıcıdır, Süpermen çizgi romanının ilk biçimi
düzenden ve devletten bağımsız, bir tür Robin Hood sunarken
, daha sonradan tekeller tarafından yayın hakları alınarak
üretilmiş halinde bu özelliklerinin hiçbiri yoktur.
Buna rağmen ezilen sınıflar kendilerine ait, düzen karşıtı
kültürü üretmeyi sürdürürler ve özellikle devrimci gelişmenin
ivme kazandığı her dönem ezilenlerin davranış biçimlerinin
kökten değiştiği, o güne dek görülmemiş kültürel yapıların
belirdiği dönemler olur.
Toplumsal Çürüme Kültürel Çürüme
Bugün, 2000’lerin dünyasında sınıfsal uçurumların yanında
kültürel uçurum da büyük ölçüde derinleşmiştir. Günümüzün
vahşi kapitalizmi, sınıf bölünmesini olağanüstü ölçüde
derinleştirirken, yaşam alanlarını, mahalleleri, kültürel
zeminleri de kesin biçimde birbirinden ayırmıştır.
Üretim süreçlerini de parçalayarak insan hayatını daha
küçük bölmelere ayıran burjuvazi, yalnızlaşan, yabancılaşan
bireyler yaratarak görsel-uçucu kültürü, umutsuz özentileri
hakim kılmıştır. Böylece dünyası atölye-ev arasına sıkıştırılmış
olan insanın yalnızca kültürel araçlara ulaşma olanakları
değil, bu konudaki talebi ve isteği de ortadan kalkmıştır.
Türkiye açısından üst sınıfların hayatı tam bir kapalı
devre alan haline gelirken, orta sınıflar ise büyük
eğlence alışveriş merkezleri, tüketim kültürü ve holdinglerin
bünyelerinde yarattıkları dar kültürel kurumlara kaymışlardır.
Diptekiler ise sadece ekonomik bakımdan değil, kültürel
bakımdan da en dibe doğru iyice itilmişler ve onlara
yalnızca arabeskin, sabun köpüğü türünden popun en kötü
örnekleri kalmıştır. Daha doğrusu, üst sınıflar tüketimin
kendisini yaparken, orta sınıflar tüketim ideolojisiyle
biçimlenmekte, tüketimin yanına yaklaşmakta zorlanan
en alttakiler için ise yalnızca özenti kalmaktadır.
Örneğin üst ve orta sınıf için şatafatlı tatiller, artık
sıkıcı hale bile gelmişken, alttakiler için televolelerde
izlenerek “birgün kavuşulacak hayaller” kurmak gibi
yanılsamalar güçlenir. Yapılan araştırmalarda mankenlik
ajanslarına başvuruların en çok varoşlardan, üstelik
sol geleneğe sahip mahallelerden gelmesi bu açıdan çok
çarpıcıdır.
Öte yandan işçi sınıfının ve ezilenlerin sola açık kesimleri
ise başka cepheden yürütülen bir saldırının hedefidir.
Özellikle devrimci hareketin güçsüzlüğü ve toplumsal
hareketlerin cılızlığı koşullarında müdahale edilemeyen,
yer yer solun açıkça teslim olduğu cafe-bar kültürü,
son derece yozlaştırılmış alevi cemaatçiliği ve bu cemaatçiliğe
dayanan çürüme biçimleri giderek kültür ortamına hakim
olmaya başlamıştır. Hatta zaman zaman düzen kültürüne
alternatif olarak kurulan kültür merkezlerinin bile
bu eğilimlere teslim olduğu, en azından müdahale etmediği
görülmektedir. Belirgin bir gerileme içerisinde olan
sol, mahallelerde tutunabilmek için eleştirel davranışı
büyük ölçüde bir kenara bırakmakta ve mevcut olanın
“suyuna gitmeyi” en uygun davranış olarak benimsemektedir.
Ne Yapılmalı?
Öncelikle yozlaşmış kültür biçimlerine müdahalenin tek
başına kültür alanının kendi içinden yapılabileceği,
kötü kültürel biçimlerin karşısına iyi örneklerin konulmasının
yeterli olacağı hayallerinden kurtulmak gereklidir.
Kitlelerin davranışlarının, kültürlerinin, genel olarak
hayatı algılayış biçimlerinin değişimi her zaman olduğu
gibi şimdi de devrimci pratiğin ve sokakta yaratılacak
olan yeni dayanışma-paylaşma-üretme ilişkilerine bağlı
olacaktır. Yani toplumsal hareketin ivmesini yükseltmeden
bu konuda gerçek ve somut gelişmeler beklemek gerçekçi
değildir.
Ama öte yandan, devrimci hareket açısından yarın bugünden
başlamak zorundadır. Kitleleri dönüştürmek isteyen her
devrimci hareket, yüzlerce başka yolun yanında onların
yaşadıkları alanları tanımak, oraları dönüştürmek, düşünme
biçimlerini etkilemek, bunun için de alternatif mekanlar,
alanlar yaratmak zorundadır.
Bu, hem yarının insanının yaratılma biçimidir hem de
yarın için savaşacak olan insanın yaratılmasıdır. Devrimci
hareket ezilen sınıfların üzerine yüklenen bireycileştirme-çürütme
operasyonuna karşı setler ve direniş odakları yaratmak,
bunu yalnızca bir örgütsel çalışma biçimi olarak algılamaksızın
aynı zamanda yarının ilişkilerinin yaratıralarak geliştirildiği
zeminler olarak düşünmelidir.
Ayrıca devrimci hareket işçi sınıfı mücadelesinin klasik
tanımında geçen politik-ekonomik-ideolojik mücadele
cephelerine özel bir alan olarak kültürel cepheyi de
eklemek zorundadır. Genel olarak ideolojik mücadele
çerçevesinde de düşünülebilecek olan kültürel mücadele
belki çok özel bir alan oluşturmuyormuş gibi görünebilir.
Ama konu, neo-liberal saldırıyla kültürün yozlaştırılmış
biçimleriyle birlikte düşünüldüğünde bu alanın içerdiği
özel önem ortaya çıkmaktadır.
Kuşkusuz bu alanda yapılabileceklerin en başında adı
ve biçimi ne olursa olsun alternatif kültür odaklarının
yaratılmasıdır. Özellikle yozlaşmanın en belirgin olduğu
işçi mahallelerinde, kenar semtlerden başlayarak kitlelerin
benimseyerek toparlanabilecekleri mekanların yaratılması
son derece önemlidir.
Feodal değerlere teslim olmadan kitlelerin mevcut kültürüne
yaklaşan, bugünün koşullarında elden geldiğince geleceğin
kültürel biçimlerini yaratan bir anlayış bu merkezlerde
hakim kılınmalı, yaratıcı yöntemler ve biçimlerle yaygın
bir etki oluşturulmalıdır. Herşeyden önce üzerimize
yüklenen postmodern çürümenin, bireycileştirmenin göğüslenmesi
ve kitlelerin dayanışma-birlikte üretim ruhunun güçlendirilmesi
kültür-dayanışma merkezlerinin en önemli amacı olmalıdır.
Bu artık yalnızca sanatsal çalışmaların yapılması gibi
dar bir çerçevede düşünülemeyecek kadar kapsamlı bir
görevdir ve bu görevin yerine getirilmesi sürekli bir
etkinlik gerektirmektedir. Kitlelerin hayatının bütün
parçalarına, sorunlarına yönelik yaratıcı çalışmalar,
özellikle gençliğin kadınların dünyasına yönelik çabalar
alternatif kültür-dayanışma odaklarının başlıca çalışma
alanlarını oluşturmalıdır.
Bugünden yaratılacak alternatif devrimci kültür ve dayanışma
odakları geleceğin büyük mücadeleleri için küçük de
olsa direnme ve emekçilerle buluşma noktaları olacaktır.
Oligarşinin devrimci güçleri hayatın içinden söküp atma
çabalarına verilecek yanıtlardan biride emekçilerle
birlikte yaratılacak, onların öz kurumları olma bilinciyle
çalışacak bu kültür ve dayanışma odaklarıdır. Sadece
bu da değil, bu kurumlar sosyalist kollektivitenin bugünden
yaratılacak ilk örnekleri olarak, gelecek için açılan
mütevazi kapılar ve başlangıç deneyimleri olarak ele
alınmak zorundadırlar.
Bütün bu özellikleriyle bu kurumlar oligarşinin hayatı
kuşatma ve egemen olma politikasına karşı bütünsel devrimci
müdahalenin yasal ve meşru bileşenlerinden biri olarak
mevzilenecektir. Hiç kuşkusuz ki, kapitalizm koşullarında,
sosyalizm ve devrim vahaları yaratma hayallerine kimsenin
kendini kaptırması sözkonusu olamaz.
Ancak, filizlenecek yeni kültür nüvelerinin, emekçiler
içinde kökleşmede, yeni bir yaşamın umudunu taşımada
önemli ve büyük rolü olacağı da açıktır. Devrimci sosyalistler
bu bilinçle devrimci kültür ve dayanışma çabalarını
geliştireceklerdir.
|