İşçi Kıyım Yasası ve Yalanlar
Z. Murat
|
“Sen partimizi kimlerin aradığını biliyor musun? Partiyi
nasıl zora soktuğunu biliyor musun?” Geçtiğimiz ay,
Sabah gazetesinde kelime kelime yayınlanan bu sözler,
Mesut Yılmaz’a ait...
Gecenin bir vaktinde, Çalışma Bakanı “işçi babası”(!)
Yaşar Okuyan’ı yanına çağıran Yılmaz, “İş Güvenliği
Yasası”nı meclisten çekmesini ve “İş Yasası”yla birlikte
toplu olarak görüşülmesini istiyor. Tam da seçimlerin
yaklaştığı günlerde, önceleri bu konuda iri laflar etmiş
olan Okuyan için ortaya çıkan zor durum, sonunda istifayla
sonuçlanıyor. Böylece işin başından beri birkaç çalışma
bakanı yiyen yasa tasarısı, bu kez de Okuyan’ın başında
patlıyor. Sınıf hareketinin bürokrat ve sarı sendikacılar
tarafından bu denli geri çekildiği bu ülkede, “işçileri
savunmak”(!) da tuhaf biçimde eski bir MHP’li olan (ve
şimdi yine MHP’li!) Okuyan’a nasip oluyor.
Böylece aylar önce Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu
(TİSK) kongresinde “İş Güvenliği Yasasını birbuçuk yıldır
ben bakanlar kurulunda tutuyorum” diye böbürlenen Refik
Baydur’un bu engellemeyi nasıl yaptığı da ortaya çıkıyor.
İşsizlik, işçi sınıfı için yeni bir olgu değil. Kapitalizmin
her aşaması, sömürünün artırılmasını her zaman yedek
işsizler ordusuna borçludur ve bu ordu her zaman düşük
ücretlerin en büyük güvencesi olmuştur.
Vahşi kapitalizm çağında işsizlik
Dünyamız üçüncü bin yıla girerken, özellikle 1990’ların
başında reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte değişen
dünya dengeleri içinde bütün burjuvaların zafer sarhoşluğuyla
yaptığı açıklamalar, önümüzde açılan yeni dönemin büyük
bir refah ve kalkınma dönemi olacağı yönündeydi. Ama
çok geçmeden, bu refah ve kalkınmanın, Afrika’da açlıktan
ölen insanları da, toprağın yüzlerce metre altında çalışan
maden işçisini de hiçbir biçimde ilgilendirmediği anlaşıldı.
Bundan kastettikleri şey, “komünizm hayaleti”nin şimdilik
ortadan çekildiği koşullarda istedikleri gibi at koşturabilecekleri,
istedikleri taşı kaldırıp kendilerince “zararlı” gördükleri
güçleri istedikleri gibi ezebilecekleriydi.
Tam da refah ve kalkınma çığlıklarının atıldığı dönemde
Asya’da, Rusya’da, Brezilya ve Arjantin’de birbiri arkasına
patlayan krizler, bu sürecin yükünü kimin çekeceğini
herkese öğretti. Bizzat kendi varlığı sürekli ve genel
bir bunalım üzerine oturan emperyalizm, krizlerin her
derinleşme noktasında işçi sınıfına yönelmekte gecikmeyecekti.
İş örgütlenmesinin yeniden biçimlendirilerek “esnek
üretim-esnek çalışma” düzenine geçilmesiyle birlikte
başlayan büyük kıyım, özellikle çöküntü dönemlerinde
olağanüstü boyutlara varacaktı ve vardı. BM’nin yayınladığı
bir rapora göre son üç yıl içersinde dünyada 20 milyon
insanın işsiz kalması bu bakımdan çarpıcıdır. Çarpıcıdır
ama yetersizdir; çünkü esas olarak yalnızca büyük çok
uluslu şirketleri veri alan bu tablo, örneğin dünyada
toplam 160 milyon işsiz olduğunu bize söylerken, sayıları
milyara yaklaşan kitleleri atlamaktadır. Dolayısıyla
gerçek rakamlar bu miktarın çok üstündedir.
Türkiye’deki durum da bundan çok farklı değildir. Devlet
İstatistik Enstitüsü (DİE)’nin daha geçenlerde yaptığı
bir araştırmaya göre, örneğin 2001’de toplam 21 milyon
127 bin olan işçi sayısı, bir yıl içersinde 20 milyon
869 bine gerilemiştir. Böylece, yalnızca bir yılda 258
bin kişinin işsizler ordusuna katıldığı anlaşılıyor.
İş Güvencesi: Eski bir hikaye
Uzun yıllardır sözü edilen ve birçok bakanı yedikten
sonra tozlu raflara kaldırılan “İş Güvenliği Yasa Tasarısı”nın
tam da bütün dünyada ve Türkiye’de büyük bir işçi kıyımı
sürerken seçim döneminde raftan indirilip meclise taşınması,
rastlantı değildir. Yoğun tartışmalar içinde mecliste
görüşülen bu tasarının, bugünkü haliyle bile çıkması,
sermaye sahipleri için her zaman bir sıkıntı olmuş,
engellemek için ellerinden geleni yapmışlardır. Daha
doğrusu, büyük patronlar, bir yandan AB’nin Kopenhag
Kriterleri’nin mecliste yasalaşmasını isterken, diğer
yandan aynı kriterlerin içinde yer alan “iş güvencesi”ne
tahammül edememişler, aylarca tasarının sürünmesini
sağlamışlardır. Yasanın mali yükünü kısmen kaldırabilecek
olan en büyüklerle küçük tekeller arasında da bu aşamada
bir çelişki belirmiş, toplam olarak bütün patronları
temsil eden işveren örgütleri düz açıklamalarla feryat
ederken en büyükler daha örtülü yollardan olaya müdahale
etmeyi tercih etmişlerdir.
Sonuçta ortaya çıkan ise, sendikacıların da suç ortaklığı
yaptığı bir süreçte, tekelci burjuvazinin hevesle beklediği
“İş Yasası”yla birleştirilerek yasanın çıkarılmasıydı.
Patronların yasa metnine eklettiği en önemli madde ise,
yasanın uygulanma tarihinin 7 ay sonra başlamasıydı.
Böylece, 7 ay boyunca devam edecek olan büyük bir toplu
kıyımın da yolları açılmış oldu.
Kıyım yasasının özellikleri
“İş Yasası”nın en önemli yanı kuşkusuz “esnek üretim-esnek
çalışma” koşullarının ilk kez yasal bir çerçeveye kavuşturulmasıdır.
Ruhunu kapitalizme satmış öğretim üyelerine hazırlatılan
ve sendika bürokratlarının da onay verdiği “Bilim Kurulu”
raporunda yazılan “işyerinde alt iş verene iş verilmesi
çalışma hayatının gereksinimlerinden biri ve hukuki
dayanakları olan bir ilişki olduğu bilinen bir gerçektir”
cümlelerine dayanarak hazırlanan yasa, eski kuralların
tümünü rafa kaldırmıştır. Bir işçinin hangi fabrikada
nasıl, ne kadar çalışacağını patronların keyfine bırakan
yasa, işçilerin hangi fabrikada ihtiyaç varsa oraya
kaydırılmasını da patronlara bırakıyor. İstenildiği
anda işçileri ücretsiz izine çıkarmaktan çalışma saatlerinin
ve izinlerin düzenlenmesine, işgününün 12 saate kadar
çıkarılabilmesine ve fazla mesailerin normal mesai ücretine
düşürülmesine dek patronlar ne istemişse, bu yasada
yer almıştır. Aynı mantıkla “emsal işçi” uygulamasını
getiren yasa, bir işçinin ücretinin aynı işi yapan diğer
işçilerin ücretine göre ayarlanmasını sağlayarak toplu
sözleşme ve sendikaları ortadan kaldırmayı hedefliyor.
“İş Güvenliği Yasası” güvenlik mi sağlıyor?
Öte yandan, “İş Güvenliği Yasası”nın işçi sınıfı için
güvenlik sağladığı da doğru değildir. Yasa, “işten çıkarma”yı
değil, “işverenin hiçbir gerekçe göstermeden, gösterse
bile gerçekle bağdaşmayan gerekçelerle işçi kıyımı yapılmasını”
sözde engelliyor. İşten çıkarılanlara iş mahkemelerine
başvurma hakkını tanıyan yasa, böylece işten çıkarma
gerekçelerinin mahkeme tarafından denetlenmesini emrediyor.
Ama öte yandan işveren “uygun” bir gerekçe gösterebiliyorsa,
örneğin “kriz” gibi ya da en son Paşabahçe Şişecam’daki
“verimsizlik” iddiası gibi, işçinin hukuki olarak yapabileceği
hiçbir şey yok. Bu tam da yeni sömürge bir ülke olan
Türkiye’nin sürekli krizden kurtulamayan yapısına uygun
bir yasadır.
Ayrıca, DİSK’in raporuna göre iş yasasının kıdem tazminatı
ve diğer haklardan muaf tuttuğu 10 kişiden az işçi çalıştıran
işyerlerinin kayıtlı işçi sayısı Ocak 2000 itibarıyla
1 milyon 250 bin civarındadır. Ki DİSK’in bu raporu
da son derece eksiktir ve binlerce küçük atölyeyi kapsamamaktadır.
Yani, “İş Güvenliği Yasası”, Türkiye kapitalist işletmelerinin
küçük ve parçalı yapısı bakımından da anlamlı değildir.
Binlerce küçük atölyede her an atılıp satılabilecek
durumda olan milyonlarca insan bu yasa için “yok”tur.
Üstelik bu yasa, Türkiye’nin mafyatik gerçeğini de atlamakta
ve işyerlerinde dikine giden insanları işten atmak için
türlü çeşitli yolların olduğunu hiç umursamamaktadır.
Bütün bu gelişmeler arasında en trajik olan ise Derviş’e
Baykal’a akıl vermekten sendikacılık yapmaya zaman bulamayan
DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin “Meclis bu adımı
atarak bir nebze haklarımızın karşılığını vermiştir”
gibi sözler etmesidir. 1960’ların 70’lerin devrimci
sendikacılığının bugün ne hale getirildiği, Çelebi örneğinde
açıkça görülmüştür. Bütün bu hizmetlerin karşılığının
ne olduğu ise herhalde milletvekili aday listeleri açıklandığında
anlaşılacaktır. (Türk-İş Başkanı Bayram Meral açısından
CHP adaylığı kesinleşmiştir bile.)
Bu rahatlık sürer mi?
Ancak bu “al gülüm ver gülüm” düzeninin sonsuza dek
süreceği hayali de boş bir hayaldir. Devrimci müdahalenin
yapılamadığı koşullarda sendika koltuklarını ele geçirmiş
olan kalantor sürüsü, gelecekte bu kadar rahat olamayacaktır.
Burjuvazi, “artık bittiği” öne sürülen sınıf gerçeğinin
gayet iyi farkındadır ve farkında olduğunu da son yasalar
çıkarılırken tam bir yüklenme göstererek kanıtlamıştır.
Aynı süreçte el ovuşturanlar ve bununla da yetinmeyerek
yasayı alkışlayanlar, sınıfın dışına değil onun karşısına
bir yere düşmüşlerdir.
Bundan ötesi, artık bir irade ve zaman sorunudur. Türkiye
devrimci hareketi, kendi sorunlarını aşarak ciddi adımlar
attıkça, dengeler değişecek ve yasaların sokakta yapıldığı
günlere doğru varılacaktır.
Çokuluslu Şirketler
İşçi Kıyımında
OCAK
28 ocak=Energis -1300
18 ocak: jaguar- 200
18 ocak: Airbus -6000
16 ocak: Tomkins-1000
12 ocak: ford-35000
10 ocak: Westland-950
9 ocak: Merril Lynch-9000
ŞUBAT
1 şubat: British Airways-5800
7 şubat: Trasco-2400
6 şubat: Dyson-800
MART
22 mart: Philipp Holzmann-23000
22 mart: Coors-320
21 mart: EMI-1800
14 mart: Smiths Group-2000
12 mart: Goldman Sachs-2000
8 mart: P&O-1000
1 mart: Schroders-390
NİSAN
23 nisan:Ericson-20000
9 nisan:Levi Straus-3300
MAYIS
30 mayıs:Barclays-1000
23 mayıs: Siemens-2000
14 mayıs:Axa-700
13 mayıs: BT-2000
10 mayıs: Logica-700
10 mayıs:IBM-8000
2 mayıs: NTL-1500
HAZİRAN
27 haziran: Motorola-7000
26 haziran: Cap Gemini Ernst&Young-5500
21 haziran: Reuters-650
18 haziran: AMP-1500
12 haziran: Crdit Suisse-500
6 haziran: Warburg-200
1 haziran: BP-800
TEMMUZ
17 temmuz: Intel-4000
16 temmuz: KPMG-850
16 temmuz: Selby-5000
9 temmuz: C4-100
1 temmuz: Tears-30000
AĞUSTOS
1 ağustos: Elan-1000
|
|