Irak Operasyonu ve Olası Gelişmeler
A. Rızgari
|
ABD emperyalizminin Irak’a yönelik olarak tasarladığı
operasyon kesinleşmiş gibi gözüküyor. Siyasi ve askeri
stratejistler, yorumcular operasyonun olup olmayacağını
değil, ne zaman ve hangi çapta, hangi taktik ittifaklarla
olacağını tartışıyor artık.
Irak operasyonu ve Saddam rejiminin düşürülmesi başarılabilirse
eğer, Türkiye ve Mezopotamya başta olmak üzere, bölgedeki
dengeler çok çarpıcı bir şekilde değişecektir. Dahası,
ortaya çıkacak etkiler bölgeyi de aşacak, dünyadaki
bir çok ilişki ve çelişki değişime uğrayacaktır. Bu
anlamda, Irak’a yönelik olası bir saldırının yaratacağı
etkilerin çapı ve düzeyi Afganistan operasyonuyla kıyaslanamayacak
boyutlara sahiptir.
Irak’a yönelik saldırı sonrasında üç temel sorun önem
kazanıyor. Birincisi, ABD’nin Irak’a yönelik saldırısının
iç yüzü ve bölge üzerindeki hesapları nedir; ikincisi,
Irak’a yönelik yapılacak olan saldırı sonrasında Kürtlerin
statüleri ne olacak; üçüncüsü, operasyon sırasında ve
sonrasında Türkiye’nin yeri ne olacak. Tartışmalar bu
üç temel sorun üzerinde yoğunlaşıyor.
Körfez’de yarım kalan hesap
ABD emperyalizmi Irak’a yönelik yapacağı saldırının
gerekçesini kitle imha silahlarını etkisiz hale getirmek,
Saddam rejimini devirmek ve demokratik bir rejim kurmak
biçiminde açıklıyor. Ama bu gerekçeler çarpıtma ve aldatmacadır.
Sorunun niteliğini gizlemeye dönüktür.
Irak operasyonu, Körfez kriziyle başlayan, 11 Eylül
olayıyla ve Afganistan operasyonuyla hız kazanan ABD
emperyalizmi önderliğindeki ‘Yeni Dünya Düzeni’ programının
bir parçasıdır.
Bilindiği gibi Körfez savaşı, Yeni Dünya Düzeni’nin
ilk ciddi operasyonu olmuştu. Ama operasyon kesintisiz
bir biçimde sürdürülemedi, iç ve dış dengeler operasyonun
sürekliliğini engelledi. Dahası, 2000-2001 yılına gelindiğinde
bir yığın sorun ortaya çıktı. ABD önderliğindeki tek
kutupluluk ilişkilerinde çatlaklar oluştu. Dünya’da
çok kutupluluğun çizgileri oluşmaya başladı. Çin devasa
bir hızla büyüdü. Rusya, Putin yönetimiyle daha kişilikli
bir politika izlemeye başladı. Çin, Hindistan, Kafkasya
ve Orta Asya ülkeleri ile ilişkileri ilerletti. İran,
Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ve Küba gibi ‘aykırı
ülkelerle’ yeniden ilişki kurdu. Ayrıca dünya ölçeğinde,
emperyalizmin küresel hegemonyasına karşı hoşnutsuzluklar
arttı. Anti-kapitalist politik kitle eylemleri kitleselleşti.
AB, ekonomik, siyasi ve askeri olarak daha bağımsız
bir yönelime girdi. ABD ekonomik olarak durgunluk sürecine
girdi. Bir süreden beri yaşanan durgunluk kriz işaretlerini
vermeye başladı. Enron ve Worldcom gibi ABD’nin dev
şirketlerinin iflasın eşiğine gelmesi yaşanan gerçeğin
somut örnekleridir.
ABD’li bir burjuva iktisatçı, “1998’deki problem başkalarının
problemiydi ve bizim pantolonumuza kan sıçramamıştı,
ancak şimdi kendi bileklerimizde kan kaybediyoruz” diyor.
Burdan anlaşılıyor ki krizin çapı büyük. Belki bunun
sonuçları henüz ortaya çıkmadı. Ama emperyalist sistem
neoliberal (vahşi kapitalist) politikalar yerine başka
arayışlara yönelmez ve yeni çıkış projeleri üretmezse,
1929 bunalımının manzarasının yaşanması kuvvetle muhtemeldir.
Nitekim G8’ler, Dünya Bankası ve İMF’nin yaptığı oturumlarda
bütün bu hususlar masaya yatırıldı ve yeniden Keynesçilik
tartışıldı.
Tam böylesi bir kavşakta 11 Eylül olayı yaşandı ve ardından
gerçekleşen Afganistan operayonuyla birlikte yukardaki
tartışmalar rafa kaldırıldı. “Terörizm” demogojisiyle
ekonomik alanda neoliberalizm, siyasal alanda gericilik
ve askeri planda daha çok militarizm gündemleştirildi.
Emperyalizm dün Afganistan’a, bugün Irak’a, yarın İran
ve başka ülkelere yönelerek tam bir haydutluk rejimiyle
dünya halklarını sindirmeye ve teslim almaya çalışıyor.
Bush, 11 Eylül sonrasında “daha savaş yeni başladı.
Bu savaş yıllarca sürecek” derken, emperyalizmin dönem
özelliklerinin ilişki ve çelişkilerinin ana çizgilerini
tanımlıyordu.
Bush, ABD’nin petrol ve savaş sanayi tekellerinin desteği
ile yönetime gelmiş ve bugün bu tekellerin programının
gereklerini yapmaya çalışıyor. Afganistan savaşı ve
hazırlıklarının yapıldığı Irak operasyonu ile petrol
ve savaş sanayi tekellerinin kasaları doldurulacak.
Emperyalist sermayenin omurgasını oluşturan savaş sanayii,
savaş olmadan var olamaz. Savaş sanayi tekelleri, yeni
uçaklar ve tanklar piyasaya sürerek, halklara bomba
yağdırarak kasalarını doldurur. Nitekim bugün ABD’de
bir çok tekel, krizin sarsıntısı içindeyken savaş sanayii
karlarını artırıyor.
Irak Operasyonu emperyalist bir savaştır
Irak sorunu, Körfez krizinden beri gündemdedir. Irak’ın
Kuveyt’i işgaline bizzat ABD’nin kendisi yeşil ışık
yakmıştı. Ardından ‘Saddam diktatördür,’ ‘kitle imha
silahlarını üretiyor’ diyerek saldırıya geçmişti. Böylece,
‘Yeni Dünya Düzeni’ döneminin yolunu açtı. Irak, Kuveyt’ten
çıkarıldı ama ABD’ye göre operasyon bitmemişti. Belli
aralıklarla yaptığı hava saldırıları ile yetinmeyen
ABD emperyalizmi daha kapsamlı bir operasyon için iç
ve dış dengelerin olgunlaşmasını bekledi. Zira bugüne
kadar Irak’a müdahale etmek istediğinde, BM’de Rusya,
Fransa ve Çin’in itirazlarıyla karşılaşıyordu. Ayrıca,
Türkiye’nin ve Arap ülkelerinin de itirazları vardı.
Bu itirazlar belli bir denge durumunu ortaya çıkarıyordu.
Elbette, ABD bu dengelerden rahatsızdı. Tam bu şartlarda
11 Eylül olayı iyi bir bahane olarak işlev gördü.
ABD, Afganistan savaşından sonra Rusya’nın Orta Asya
ve Kafkasya’da yaptıklarına ses çıkarmayarak, tavizler
vererek karşılığında Orta Asya’ya yerleşmekle kalmadı,
yapmaya hazırlandığı Irak operasyonunda sessiz kalmasını
istedi. ABD, Rusya’yı nötralize edince, Fransa’nın,
Almanya’nın ve Çin’in etki gücünün zayıflayacağını düşünüyor.
Bu arada Suriye ve İran’da sindirilmiş durumda. Özellikle
Afganistan operasyonundan sonra bu tür ‘terörist’ devletler
büyük oranda sindirildi.
Ama gene de Irak operasyonu için iç ve dış şartlar henüz
tam olarak olgunlaşmış değil. Arap ülkelerinin ezici
çoğunluğu operasyona karşı çıkıyor. ABD’nin en yakın
müttefiki olan Suudi Arabistan bile ayak diriyor. Mısır,
Irak sorununun diplomatik yollarla çözülmesinden yana.
Bu itirazlardan rahatsız olan ABD sopa göstermeye başladı.
Suriye ve İran’ın yanı sıra Mısır’a ve Suudi Arabistan’a
gözdağı verdi. Amaç tehditlerle Arap ülke- halklarını
sindirmek ve Ortadoğu’ya yeni bir şekil vermektir.
Arap halklarında -özellikle Filistin sorunundan dolayı
ABD’ye ve siyonizme karşı yoğun bir tepki yaşanıyor.
Arap devletleri bu tepkilerin basıncı altındadır. Ayrıca
Saddam sonrasında kendi rejimlerinin de gündeme getirileceğini
düşünüyorlar. Irak operasyonuna karşı çıkmalarının arka
planı esas olarak budur.
Irak operasyonuna AB ülkeleri de sıcak bakmıyor. Körfez
savaşında, ABD etrafında gerçekleşen ittifak bloku bugün
yok. ABD’nin en yakın müttefiki İngiltere’de bile çatlak
sesler var. Ayrıca, Irak operasyonu henüz Amerika kamuoyunda
kabul görmüş değil. Afganistan gibi bir ‘meşruiyeti’
yok. Saddam’ın 11 Eylül’le ilişkisi olduğuna dair iddiaların
altı doldurulamıyor. ABD’nin ünlü stratejistlerinden
Brzesinki bile Washington Post gazetesinde çıkan bir
makalesinde, Irak operasyonunu, “ABD’nin küresel hegemonyasını
meşru kılacak bir tarzda olmalı ve aynı zamanda daha
sorumlu bir uluslararası güvenlik sisteminin oluşmasına
katkıda bulunmalı” diyerek, Bush yönetimini uyarmaktadır.
Bu uyarıların özü şu: AB ülkelerine savaştan başka seçenek
yok diyerek ikna edilmeli. İkincisi, Irak operasyonundan
önce Filistin-İsrail savaşı sona erdirilmeli. Yoksa
Irak operasyonu müslümanlara karşı bir savaşmış gibi
anlaşılabilir. Bu nedenle, Filistin sorununu çözerek
bu kanı dağıtılmalı. Ayrıca,Türkiye ve Kuveyt dışında,
başta Suudi Arabistan olmak üzere, Arap Ülkelerinin
desteği alınmalı.
Bütün bunlar ne kadar dikkate alınır, bilinmez. Ama
ABD hazırlıklarını aksatmadan sürdürüyor. Katar’a, Bahreyn’e,
Kuveyt’e askeri güçlerini konuşlandırdı. Basra Körfezi’ne,
Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’na savaş gemilerini çıkardı.
Güney Mezopotamya’da ise hava alanları inşa ediliyor.
Operasyonun eli kulağında, biçimi ve çapı üzerine çeşitli
senaryolar üzerinde tartışılıyor. Birinci senaryoya
göre ABD her şeye rağmen operasyonu kendi başına yapacak.
Bunun için, önce yoğun bir hava saldırısı ile Irak’ın
stratejik noktaları dövülecek, ardından Güney’de ve
Kuzey’de 200-250 bin kişilik askeri güçle Bağdat düşürülecek.
Özel eğitilmiş güçlerle petrol ve kimyasal silah tesisleri
etkisiz hale getirilecek. İkinci senaryo da ise ABD’nin
kara kuvvetlerinin rolünü Güney’li Kürtler yerine getirecek.
Üçüncü senaryo da ise Kürtlerin yerine Türk ordusu yer
alacak. Ya da her iki güç koordinasyon içersinde hareket
edecek.
Birinci senaryonun pratikleşmesi pek kolay gözükmüyor.
Merkezi otoriteden ve örgütlenmeden yoksun, dağınık
Afganistan’a bile kara kuvvetleri ile girmekten çekinen
ABD’nin modern donanımlı ve merkezi örgütlülüğe sahip
Irak’la işinin kolay olmayacağı bir gerçektir. Bu nedenle
ikinci senaryonun pratikleşmesi daha büyük bir ihtimal
gibi gözüküyor. Yani Kürtler...
Irak Operasyonu ve Türkiye
Türk strateji uzmanlarına göre “Türkiye’nin ulusal menfaatleri
açısından öncelikli tehdit Ortadoğu’da oluşacak bir
Kürt devletidir.” Oligarşinin bir süreden beri gündemde
tuttuğu konu budur.
Genelkurmayın en önemli dergilerinden olan ‘Ulusal Strateji’de
emekli orgeneral Necati Özgen’in yazdığı bir makalede
özetle şunlar belirtilmektedir: 1) Kuzey Irak’taki KADEK
güçlerini ezerek, dağıtmak; 2) KADEK’in YNK ve KDP ile
yakınlaşmasını engellemek; 3) İran, Irak ve Suriye ile
işbirliği yaparak Irak’ın toprak bütünlüğünü sağlamak;
4) Habur sınır kapısına müdahale etmek; 5) Bölgede sadece
askeri değil, sosyal-siyasal-kültürel etkinlik sağlamak;
6) Türkmenlere destek vermek ve güçlendirmek... Makale,
bütün bu hususlara dikkat edilmezse bölgede bir Kürt
devleti oluşur ve bu durum büyük bir kargaşaya neden
olur, demektedir.
Bu bakış Türkiye oligarşisinin Irak’a ilişkin klasik
politikasını yansıtıyor. Ama gelinen aşamada durum değişmiştir.
“Gelişmelere engel olamıyorsan içine gir ve dengelere
ortak ol”
Türkiye şimdiye dek daha çok Irak’ın toprak bütünlüğünden
yana idi. Her ne kadar mevcut federe Kürt devletinin
varlığından rahatsız olsa da, Musul ve Kerkük’ü misak-ı
milli sınırlarına dahil etme emellerini sürekli taşısa
da, “Kuzey Irak bataklıktır girilmez” diyordu. Ama 11
Eylül’den sonra oluşan atmosferde Türkiye bildik argümanlarını
gözden geçirmeye başladı.
Bilindiği gibi, Türkiye oligarşisinin mevcut statükosu
Kürt coğrafyasının parçalanması ve ulusal varlığının
inkarı üzerinde vücut bulmaktadır. En nazik sorunu Kürt
meselesidir. Parçalanmış Kürt coğrafyası ve mevcut statüko
oligarşinin statükosuyla örtüşüyor. Dolayısıyla Kürt
coğrafyasının herhangi bir parçasında Kürt ulusunun
varlığının resmiyet kazanması ve bu doğrultuda atılacak
en küçük bir adım Türkiye oligarşisinin sinir sistemlerini
bozuyor. Kuzey Kürtlerinin ulusal varlığını inkar etmekle,
herşeyiyle zaptu-rapt altına almakla yetinmeyen oligarşi,
Güneydeki oluşumdan da ciddi bir biçimde rahatsız olmakta,
“Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devleti savaş nedenidir”
demektedir. Dahası, nerede Kürtlerle ilgili bir gelişme
olsa, oligarşi harekete geçmekte ve engellemeye çalışmaktadır.
Öyle ki, Avustralya kıtasında, Sydney kentinde yaşayan
Kürtlere yönelik hafta sonu yapılan 1.5 saatlik Kürtçe
radyo yayını, Türkiye ile Avustralya arasında diplomatik
gerilimlere neden olmuştur.
Öte yandan, Körfez savaşıyla ortaya çıkan federe Kürt
devleti, sürekli TC. oligarşisinin uykusunu kaçırmıştır.
ABD faktörü ve uluslararası dengeler nedeniyle açıktan
müdahale edemeyen oligarşi, içte kargaşa yaratarak ve
iç çatışmaları körükleyerek federe Kürt devletinin gücünü
kırmaya ve zayıflatmaya çalışmıştır. Ama şimdi yeni
bir dönemin eşiğindeyiz. ABD Irak’a saldırmaya kararlı.
Türkiye’ye göre ABD Irak’a saldırırsa çok ciddi boşluklar
yaşanacak. Bu boşlukta bir Kürt devleti doğabilir. Bu
olasılık Türkiye oligarşisini ciddi biçimde kaygılandırmaktadır.
Türkiye’nin Irak sorununa yaklaşımı, 1991’de Özal’ın
yaklaşımını dışarda tutarsak, daha çok mevcut statükonun
korunmasından yanadır. Ama ABD’nin kararlılığını gören
ve özellikle ABD savunma bakan yardımcısı Paul Wolfowitz’in
14 Temmuz 2002 tarihinde yaptığı Ankara ziyaretiyle
oligarşinin dili önemli ölçüde değişti. Neden?
ABD Savunma Bakan Yardımcısı Ankara’ya iki noktada mesaj
verdi: Birincisi, “biz Irak’a operasyon yapmaya kararlıyız.
Eğer siz Irak’ın şekillenmesinde masaya oturmak istiyorsanız
bizimle birlikte hareket edecek, elinizi taşın altına
koyacaksınız. İkincisi, sizin kaygılarınızı anlıyoruz.
Buna dikkat edeceğiz” dedi.
ABD Savunma Bakan Yardımcısı’nın ziyaretinden sonra
Ankara’da yaşanan hareketliliğe bakılırsa, Türkiye Irak
operasyonuna “ikna” olmuş gözüküyor. Bunun pratik karşılığının
ne olacağını ise zaman gösterecek. Güney’deki statü
konusunda çeşitli senaryolar var ve bu Türkiye’yi kaygılandırsa
da en azından temel hususlarda ikna olmuş görünüyor.
Bu iknanın karşılığı ekonomik ve askeri destek-yardım
olacak. Ama bunun ötesinde, oligarşi için en nazik mesele
Kürt meselesidir. Bu bağlamda, KADEK’in Güney’deki güçlerinin
ezilmesi çok önemli bir yer tutuyor. Ayrıca Güney’i
işgal etmek, devletleşme adımlarını baltalamak ve mevcut
statüyü otonomi düzeyine çekerek Irak’a bağlamak. Bütün
bunların adı ‘Türkiye’nin garantörlüğüdür.’
Yakın bir zamana kadar “biz Irak’ın toprak bütünlüğünden
yanayız” diyen oligarşi, bugün Savunma Bakanı Çakmakoğlu’nun
ağzıyla “Kuzey Irak, bizim misaki milli hudutlarımızda,
bize emanettir” diyerek Güney işgaline hazırlanıyor.
Başından beri Türkiye oligarşisiyle ilişki içinde olan
Milli Türkmen Partisi, “300 bin Türkmen KDP tarafından
eziliyor ve yok edilmeye çalışılıyor (...) Türk ordusu
bizi korusun” çağrısında bulunuyor.
Türkiye oligarşisinin Güney işgaline ilişkin kullandığı
materyallerden biri de Türkmen kartıdır. Özellikle ırkçı
faşist çevrelerin iddialarına göre Kuzey Irak’ta 1 milyona
yakın Türkmen bulunmakta ve bunların yaşadıkları bölgeler
zengin petrol yataklarına sahiptir. Bu çok abartılı
ve yanılsamalı bir iddiadır. Musul-Kerkük dahil Türkmen
nüfusu 200-250 bini geçmez. Bu nüfus da çok dağınık
bir biçimdedir. Kaldı ki Türkmenlerin federe Kürt devleti
içindeki statüsü, Türk medyasının ve faşist çevrelerin
belirttikleri gibi değildir. Türkmenler bugün bir çok
bakımdan kendilerini ifade edebilmektedir. Kendilerine
ait yasal partileri, basın-yayın ve eğitim kurumları
bulunmaktadır. Türkmenler, siyasi, kültürel faaliyetlerinin
en rahat dönemlerini federe Kürt devletinin ortaya çıkmasıyla
yaşamaya başladılar. Oligarşinin onca kışkırtmasına
karşın, Kürt-Türkmen çatışmasının yaşanmamasının böylesi
bir nesnel zemini bulunmaktadır. Ayrıca Güney’deki Türkmen
nüfusunun ezici çoğunluğu Türkiye’den uzak durmaktan
ve Kürtlerle barış içinde yaşamaktan yanadır. Bir avuç
ajan ve işbirlikçi dışında, TC’nin öyle ciddi bir Türkmen
dayanağı yoktur.
Türkiye savaşa hazırlanıyor
Türkiye oligarşisi, Güney üzerinde çeşitli senaryoları
tartışıyor. Musul ve Kerkük üzerindeki tarihsel hesaplar
dillendiriliyor. Güney’i işgal etmek için yüzbin civarında
askeri gücün hazırlandığı söyleniyor. Yakın bir zaman
önce sınır bölgelerine yoğun bir askeri sevkiyat başladı.
Güney’in bazı bölgelerinde öteden beri varolan askeri
güçlere yeni takviyeler yapılıyor.
Elbette oligarşinin Güney üzerindeki hesapları, Musul
ve Kerkük’ün ‘Kıbrıslaştırılması’ emelleri yeni değildir.
Musul ve Kerkük sorunu 1925’ten beri Türkiye’nin gündemindedir.
1925’e kadar Musul ve Kerkük misaki-milli sınırları
içindeydi. Ancak o tarihe kadar Kürtlerin ulusal varlığı
bugünkü gibi inkar edilmiyordu. O zaman Kürtlerin ve
Türklerin kardeşliğinden söz ediliyordu. Çünkü Musul
ve Kerkük’ün dahil olduğu bir misak-ı milli de klasik
inkar politikasının nesnelleşmesi çok kolay olmazdı.
Musul ve Kerkük’ün İngilizler için taşıdığı stratejik
önem, Şeyh Said ayaklanması vb. olgular şartları değiştirdi.
Şartlar Musul ve Kerkük’ün misaki- milli sınırlarına
dahil olmasını engelledi. 1925 yılında meydana gelen
Şeyh Said ayaklanmasından sonra Musul ve Kerkük misak-ı
milli sınırları içinden çıkarılarak, bugünkü hudutlar
çizildi. Kuzey’deki statü inkar ve asimilasyon üzerinden
tesis edildi.
M.Kemal, “Kendimizi toparladığımızda ilk işimiz Musul
ve Kerkük’ü almak olmalıdır” diyordu. Bu mantalite zaman
zaman dillendirilse de, özellikle ordu çevresi şu ana
dek bu mantaliteye pek sıcak bakmıyordu. Savaş stratejisini
iyi bilen bir kurum olarak ordu, Musul ve Kerkük’ün
işgalinin ne anlama geldiğini iyi biliyor. Özel olarak
Musul ve Kerkük’ün, genel olarak Güney parçasının işgali
tüm Mezopotamya’da ve Ortadoğu’da çok ciddi sonuçlara
neden olur. Onlarca yıldır savaş içinde olan, deneyimli
Güney halkının mevcut -fiili-statüsünden daha geri bir
statüyü ve üstelik oligarşinin Kuzey’deki programını
kabul etmesi oldukça zordur. Oligarşi, Kuzey modeliyle
Güney’e girerse sandığından çok çetin bir direnişle
karşılaşabilir. Güney’in işgalı durumunda KDP’nin,YNK’nin
ve KADEK’in mevcut pozisyonunu zorlar ve bu durum Kuzey’deki
dengeleri de sarsar. Dolayısıyla İmralı projesi darbe
alabilir. Garillanın ruhu Botan’ın semalarında yeniden
dolaşmaya başlayabilir.
ABD’nin Kürt planı
ABD, Türkiye’ye belli ‘güvenceler’ vermiş gibi görünse
de, Irak’a ve Kürt sorununa ilişkin planı Türkiye’nin
çıkarlarıyla tam olarak örtüşmüyor. ABD’nin kısa, orta
ve uzun vadeli plan(lar)ı bulunmaktadır. Bu planlar
özet olarak şöyledir; Kısa vadeli planı Kürtlerin kültürel
kimlik haklarının tanınması, orta vadeli planı federasyon,
uzun vadeli planı ise yeni-sömürge bir Kürt ülkesidir.
ABD’ye göre 30 milyonluk nüfusa sahip olan bir ulusu
inkar ederek, ne sorunun kendisi çözülebilir, ne de
Ortadoğu’da ‘yeni dünya düzeni’ tesis edilebilir. ABD,
1990’lardan beri bu plana sahiptir. Körfez savaşında
bunun ilk adımlarını attı. Daha ileri götürmek istedi
ise de iç ve dış dengeler buna olanak vermedi.
Vaktiyle Turgut Özal ABD’nin bölgeye ilişkin planını
görmüş ve buna uygun adımlar atmaya çalışmıştı. “Federasyonu
bile tartışabiliriz” diyen Özal, Talabani ve Cengiz
Çandar aracılığı ile PKK ile görüşmeye çalışmıştı. Turgut
Özal’ın hesabı Kuzey’de Kürtlerin ulusal kimliklerini
tanıyarak bu zeminde Güney’e sarkarak Musul ve Kerkük’ü
misak-ı milli sınırlarına dahil etmekti. Özal’ın uygulamak
istediği program hem ‘Yeni Dünya Düzeni’nin programıyla
hem de ‘Adriyatikten Çin’e, neo-Osmanlı vizyonuyla örtüşüyordu.
Fakat dönemin Genel Kurmayı başta olmak üzere, oligarşinin
birçok kesiminde Özal’a karşı yoğun bir reaksiyon gösterildi.
Irak Operasyonu ve Kürtler
Kürtler, Körfez savaşıyla ortaya çıkan “Federe Kürt
Devleti” oluşumunu daha ileri götürerek, Musul ve Kerkük’ü
de içine alıp, Kerkük’ü başkent olarak alacak şekilde
coğrafi olarak genişleyerek devletleşme adımlarını ilerletmeyi
hesaplıyorlar. Askeri, siyasi, diplomatik vb. her alanda
hazırlıklarını yapıyorlar. 1991’den bugüne birçok alanda
kurumlaşma sağlandı.
Ama gene de Güneydeki mevcut durum ulus devlet oluşumundan
çok iki hanedanlığa dayalı yarı-devlet örgütlenmesidir.
Henüz merkezi bir devlet organizasyonu yaratılmış değil.
Behdinan bölgesi Barzani’nin, Soran bölgesi Talabani’nin
denetimindedir. Her birinin ayrı bir silahlı örgütlenmesi
vardır. KDP ve YNK dışında, bölgede KADEK’inde küçümsenmeyecek
askeri ve siyasi gücü bulunmaktadır. Ayrıca, kendisine
İslamcı, Sosyalist, Komünist, Liberal demokrat diyen
bir çok silahlı grup bulunmaktadır. Türkiye tarafından
desteklenen ve eğitilen Türkmenlerin yaklaşık 500 civarında
askeri gücü bulunmaktadır.
“Halkın meşru davası için ölmeye karar vermiş olanlar,
hiç kimsenin tehditlerinden korkmazlar.” (M.Barzani)
“Türkiye’nin bölgemizde hiç bir hakkı yoktur. Türkiye’nin
operasyonu halinde KDP güçleri bölgeyi Türk ordusu için
mezarlığa çevirecektir.” (KDP’nin resmi yayın organı
Brayeti gazetesi)
Türkiye oligarşisinin Musul ve Kerkük üzerindeki iddiaları
ve işgal hazırlıkları başlayınca KDP’nin yayın organlarında
Türkiye’ye ilişkin böyle sert açıklamalar çıktı. Buna
karşı Türkiye oligarşisi saldırıya geçerek, özellikle
KDP ve Barzani’ye yönelik “Kerkük Barzani’ye mezar olacak”,
“Barzani’nin burnu büyüdü”, “Barzani’nin burnu sürtülmeli”
gibi ırkçı-şovenist histeriyle saldırı kampanyası başlattı.
KDP buna da sessiz kalmadı. “Bunlar boş tehditler. Topraklarımızın
bir milimetresini bile Türklere vermeyiz. Bu uğurda
sadece askerlerimiz değil, kadınlarımız, çocuklarımız
ve yaşlılarımız da savaşır. Bir Kürt intifadası halinde
sokaklarımız Türk ordusuna mezar olur. Bunun yerine
Türkiye kendi topraklarındaki 15 milyon Kürt’ün haklarını
korusun”dedi. KDP zaman zaman geri adımlar atsa da,oligarşinin
Güney üzerindeki hesaplarının ne anlama geldiğini biliyor.
Bugün oligarşinin bütün tehditlerine karşı şu veya bu
düzeyde itiraz eden başlıca güç KDP gibi görünüyor.
KDP, gerek oligarşinin tehditlerine karşı olsun gerekse
de programatik söylem bakımından en azından şimdilik
daha dirençli bir görüntü sergilemektedir.
Ama böylesi ‘ulusal’ tavırlar, Barzani’nin ve KDP’nin
sınıfsal-siyasal gerçeğini değiştirmez. Kağıt üzerinde
burjuva demokratik bir programa sahip olmasına karşın,
pratik politikada ve örgütsel ilişkilerde aşiret hukuku
halen güçlüdür.
KDP, Saddam rejimi ile uzun bir süreden beri dirsek
teması halindedir. Saddam da üzerindeki kuşatmayı yarmak
için Kürtlere çeşitli vaadlerde bulunuyor. Saddam, Kürtlere
“birlikte hareket edersek, en azından siz bize saldırmazsanız
Irak’ta bir yeriniz olur. Yeriniz otonominin ötesinde
federasyon bile olabilir” demektedir. KDP’nin “bağımsız”
bir üslup kullanması esas olarak Saddam’la olan ilişkilerine
dayanıyor. Ama öte yandan ABD ve diğer uluslararası
güçlerle de ilişkilerini sürdürüyor. Bütün bu ilişki
biçimini “gerçekçi olma”, “dengeleri gözetleme” olarak
açıklıyor.
Yakın bir süre önceye kadar KDP, YNK ve KADEK olası
bir Irak operasyonunda Kürtlerin kazançlı çıkacağının
hesabını yapıyordu. Ancak son günlerdeki gelişmelerle
birlikte iyimser beklentiler, yerini kaygılara bırakmış
gibi görünüyor.
“Irak’ta değişim olmadan hiçbir alanda kalıcı bir sistem
olmayacaktır. Fakat mevcut durumda, Irak’taki değişimin
önünde bir direnç var. 20.yy’daki gibi olmasa da dünya
şimdi bu dirençleri kırmak için yeni biçimlerde çatışıyor.
Bu çatışmalar Irak’ta değişiklik ve yeni bir sistem
ortaya çıkana kadar sürecektir.” (Özgür Halk, Sayı,126)
KADEK, ABD’nin Irak’a yapacağı operasyonu böyle değerlendiriyor.
KDP ve YNK’nin hesaplı yaklaşımını “bu bir etkisizliği
içeriyor, dıştan bakınca bir denge gözetiliyor gibi
görünüyor, ama gerçekten öyle bir dengeden ziyade hedefsiz,
stratejisiz, basit ve ucuz bir kazanç sağlamayı öngören
bir yaklaşımın sonuçlarıdır” diye değerlendiriyor. (Özgür
Halk, sayı, 125)
Aslında ne YNK, nede KDP’nin bağımsız bir tavır sergileme
durumu söz konusu değil. Sadece kendilerini biraz ağırdan
sunuyorlar ve daha çok kırıntı elde etmek istiyorlar.
KADEK de özünde bunu hedefliyor.
Güney’de de İmralı programına göre hareket ediyor. KADEK’e
göre İmralı programı herkes için en uygun olandır. KADEK,
eğer ABD ve Türkiye üzerine gelmez ve kendisine yeşil
ışık yakarsa daha çok İmralılaşacak. Ancak oligarşi
ve ABD yeşil ışıktan çok koşulsuz bir teslimiyet ve
imhayı dayatıyor. KADEK, şu ana kadar kendisine yönelik
bu imha planlarını daha çok ‘politika yaparak’ boşa
çıkarmaya çalışıyordu.
Ama bunun sonuç vermediğini görünce YNK ve KDP ile yakın
ilişkiye girmeye ve ‘ABD’nin bir kez daha Kürtlere ihanet
ettiğini’ söylemeye başladı. YNK, Türkiye’ye yaklaşarak
kırıntılar koparmanın hesabını yaparken, KDP operasyona
sıcak bakmadığını söylemeye başladı.
Sonuç olarak
Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin uzun bir tarihten
beri yaşadığı en büyük zaaflarından biri kelimenin gerçek
anlamıyla bir ulusal kurtuluş cephesinin yaratılamamasıdır.
Özellikle de Güney’de... Onca direniş ve ayaklanmaya
karşın, devrimci sosyalizm perspektifine sahip ulusal
kurtuluş cephesinin yaratılamaması sonucu çok acı ve
trajik olaylar yaşamışlardır. Bugünde Kürtler böyle
bir tehlike ile karşı karşıyadır.
Savaşın koçbaşı Kürtler olacak gibi gözüküyor. Kürt
siyasal güçleri bu gerçeğin ne kadar bilincindedir,
bilmiyoruz. Ama savaşın bedelinin Kürtlere düşen payının
ağır olacağı kesindir.
Türkiye sosyalist-sol güçleri, ABD emperyalizminin Irak’a
yapacağı saldırıya ve özellikle de Güney’deki gelişmelere
duyarlı olmalı ve devrimci enternasyonalizmin prensiplerine
göre davranmalıdır.
“Emperyalist savaşa karşı devrimci savaş” sloganı ve
“Ortadoğu Devrimci Çemberi” perspektifi bugün her zamankinden
daha anlamlı ve önemlidir.
|