Oligarşi
Krizine Çare Ararken
Seçimler ve Devrimci Mücadele
F. Hançer
|
Seçimler ve Parlamento:
Önce Birkaç Söz
Boylu boyunca içine gömülmüş olduğu yapısal krizini atlatma
yeteneğine sahip olmayan ve her gün bu krizin yeni derinleşme
noktalarıyla yüzyüze gelen oligarşik düzen, politik istikrar
sağlama adına yeni bir seçim macerasına atılıyor.
Kimse bu karışıklıktan ciddi bir siyasal istikrar ve “güçlü”
bir politik irade çıkacağına inanmıyor; inanması için
de ciddi bir gerekçe yok zaten. DSP’de düzenlenen komplonun
ilk günlerinde “demokrasi tarihinin en önemli olayı”yla
karşı karşıya olduğumuzu ilan eden Ertuğrul Özkök gibileri
bile artık umutsuzluklarını gizlemiyorlar. Artık çıta
daha alt noktaya çekilmiş, en azından mevcut siyasi manzarayı
kısmen toparlayacak, emperyalist politikaları ağır aksak
yürütecek yer değiş-tirecek politik işleyişle yetinmenin
daha gerçekçi olacağı anlaşılmaya başlanmıştır. Daha bir
ay önce düzenin vitrinini yenileyecek bir dalga yaratma
hevesinde olanlar, bugün biraz da zorunluluktan ötürü
içine girilen bu sandık macerasının “kazasız-belasız”
atlatılması, ortaya az çok “makul” bir bileşimin çıkması
derdine düşmüş görünüyorlar. Adına “seçmen kitlesi” denilen
büyük ve şekilsiz yığına olabildiğince hakim olmak ve
ödüllendirmeden ürkütmeye dek bütün yolları kullanarak
onları tam istenilen noktaya olmasa da “uygun” kanallardan
birkaçına sokmak, Kasım ayına kadar olağanüstü bir performans
gerektiriyor.
Seçimler üzerine konuşmaya başlarken, artık herhalde Türkiye’de
çocukların bile az çok sezebildiği şu gerçeği söylemek
gerekmiyor: Bu ülke, kendi tarihi boyunca hiç bir zaman,
“yurttaşlık bilgisi” kitaplarında bahsedilen şu malum
burjuva demokratik parlamenter modelle yönetilmedi. Yasama-yürütme-yargının
“birbirinden ayrıldığı”, “millet iradesiyle” seçilmiş
meclisin kendi içinden bir yürütme (hükümet) çıkararak
denetlediği, yargının da bütün bu güçlerden ayrı, özerk
bir alan oluşturduğu klasik modele, bu ülke topraklarında
hiçbir zaman rastlanılamadı. Esasen bu ütopik durumun,
mali oligarşi koşullarında dünyanın istisnasız bütün köşelerinde
XX.yüzyılın başından beri boş bir aldatmaca haline geldiği,
Lenin’in deyimiyle gerçek iktidar işlerinin “koridorlarda”
bitirildiği bilinmeyen şey değildir; yeni-sömürge şartlarındaki
özgünlük ise söz konusu durumun herhangi bir cilaya bile
izin vermeyecek ölçüde net olarak ortada olmasıdır.
“Sürekli milli kriz” ve “sürekli faşizm” kavramları yeni
sömürge Türkiye gerçeğinde ayrılmaz bir bütünlük oluşturur.
30’lu yılların klasik faşizm tahlilini aşan bu “süreklilik”
kavramı, emperyalizme bağımlı siyasi-iktisadi-sosyal yapının
sürekli bir baskı ortamı olmaksızın ayakta tutulamamasına
ve faşizmin “yükselip-alçalan”, “serseri sürüleriyle burjuva
devleti ele geçiren-sonra oradan uzaklaştırılan” bir bir
olgu olarak değil, yapısal olgu olarak ele alınmasına
dayanır. Yani geçmişte, 70’li yıllarda çok söylendiği
gibi Türkiye’de faşizm, “geçit verilmeyecek” bir “saldırı”
değil, beri tarafta, siyasal yönetimin tam içinde, onun
temeli olan durumdur. Böyle bakıldığında görülen şey,
gelişkin kapitalist ülkelerdekinden farklı olarak yeni
sömürge ülke yönetiminin faşist bir oligarşik diktatörlük
olarak biçimlenmesi ve sürekli olarak içinde taşıdığı
bu özün milli krizin ve toplumsal hareketin ritmine bağlı
olarak yalnızca biçimsel değişiklikler göstermesidir.
Kimi zaman kendisini açık askeri cuntalar biçiminde ortaya
koyan bu süreklilik hali, kimi zaman baskı aygıtının daha
geriye çekildiği, parlamenter öğelerin daha çok öne çıktığı
biçimlerle işlemekte, son yirmi yıllık kesitte ise, ceza
yasasının şu yeni “ağırlaştırılmış müebbet” kavramına
benzer biçimde işlemekte, ağır baskı koşullarıyla parlamenter
aldatmacanın iç içe geçtiği bir siyasal işleyiş olarak
kesintisiz bir nitelik göstermektedir.
Dolayısıyla, son dönemlerde solun büyük bir bölümü tarafından
sanki yalnızca bugüne özgü durumlarmış gibi yorumlanan
MGK ağırlığı, parlamentonun işlevsizliği ya da özellikle
“derin devlet” gibi bazı yanılsamalı olgular, esasında
yeni sömürge düzeninin klasik işleyiş unsurlarıdır. Türkiye’nin
politik düzeni, hiçbir zaman bilinen parlamenter işleyiş
kurallarına, güçlerin (yasama, yürütme, yargı) ayrımına,
vb. dayanmamıştır; bu düzen, istisnasız her zaman, emperyalizmi
de içeren bir oligarşik kastın, devletin “esas işlevlerini”
yürüttüğü, bütün diğer sistem kurumlarını son tahlilde
kuklalaştırdığı bir işleyişe tabi olmuştur. 50’lerde de,
60’larda da durum böyledir.
Bugün “seçim-parlamento” olguları bakımından yeni olan
ise, 1980 sonrasında yerleştirilen kurumlarla ve yasalarla
aslında cunta dönemleriyle kıyaslanamayacak ölçüde yoğun
bir baskı atmosferinin yaratılması ve bütün burjuva politik
partilerin ve faaliyetlerinin merkeze çekilerek düzenin
esasına ilişkin konularda tamamen yetkisiz ve etkisiz
hale getirilmesidir. Ülkenin politik-askeri yönetimini,
temel kurum ve kurallarını avucuna alan bir oligarşik
yapılanma, sanıldığı gibi yalnızca MGK gibi somut müesseselerden
oluşmamakta, daha da ötede, zaman zaman yazılı olmayan
“altın kurallara”, düzenin esasına ilişkin konulardaki
konseptlere dayanan bir bütünlük halinde ortaya çıkmaktadır.(1)
Artık ayrıntılarla ilgili ekonomik kararların bile emperyalist
kurumlarla birlikte ya da onların onayıyla alındığı ve
sokakları da üniformalı güçlerin kontrol ettiği koşullarda,
geriye, parlamenter güçlerin içinde oyalanabileceği çok
dar bir alan kalmıştır. Tüm düzen partilerinin neredeyse
tıpkıbasım gibi birbirine benzediği, esasa ilişkin hiçbir
konuda oligarşinin belirlediği mevcut yaklaşımlardan uzaklaşılamayan
bir siyasal sistem, bugünün gerçeği olarak önümüzdedir.
Egemen sınıfların bu siyasal manzaradan memnun oldukları,
memnun olmaları gerektiği açıktır. Hiçbir siyasal kadronun
parlak bir ışık saçamadığı, herkesin boy sırasına göre
dizildiği, kitlelerin politikayla (kendi kaderine sahip
çıkmak anlamında) ciddi düzeyde ilgilenmez olduğu bu işleyiş,
ortalıkta bir devrimci alternatif boy göstermediği sürece
sorun teşkil etmemektedir.
Ancak bu belirleme, gerçeğin bir yanını ihmal etmek anlamına
da gelir. Çünkü aynı işleyişin burjuva politik alanı son
derece yavanlaştırmış olması düzen açısından belirgin
bir tehlike de içermektedir. Her şeyden önce, kitleleri
bütünüyle siyaset arenasının dışına iten, hatta seyirci
olarak bile sürece dahil etmeyen düzen, böylece “normal
olmayan” kanallara akabilecek bir potansiyel yaratmaktadır.
Bugünkü durumda devrimci güçlerin bu potansiyeli yeterince
değerlendiremiyor olması, tehlikenin büyüklüğünü ortadan
kaldırmaz. “Sarı”, hatta düpedüz “gangaster” sendika yöneticiler
eliyle basireti bağlanmış olmasının yanında, üretim düzenindeki
parçalanmayla da büyük ölçüde felç edilmiş olan işçi sınıfı,
gitgide dibe doğru itilen düzensiz çalışan yeni kesimlerinden
başlayarak böyle bir patlayıcı gücü içinde barındırmaya
devam etmektedir.
Öte yandan oligarşi, kendisini ara sınıflara bağlayan
bağlar bakımından da problemler yaşamaktadır. Bilindiği
gibi, sözlükteki anlamı bakımından “dar bir azınlık” tanımına
denk düşen oligarşi, gerçekte tam olarak böyle bir nitelik
göstermez. Yani, aslında o, binlerce bağ ve ilmekle büyük
burjuvazinin öteki kesimlerine, orta sınıflara, küçük
burjuva yığınlarına ve hatta daha alt kesimlerin sınıf
atlama hayallerinin canlılığına bağlanır. Bu anlamda,
oligarşi diğer burjuva sınıflarını ve emekçi kesimleri
kendine bağlayan pek çok işlevsel ilişki ve araca sahiptir.
Olguya böyle bir noktadan bakıldığında, ekonomik çıkarlar
bakımından kendi altındaki kategorilere, orta ve alt sınıflara
yeterince “kırıntı” ayıramayan oligarşinin bu kesimlerdeki
hoşnutsuzluğu politik arenada etkisizleştirme operasyonları
anlaşılabilir. Yani, esasında kimsenin politik işlere
burnunu sokmadığı, herkesin işine gücüne baktığı bir Türkiye,
egemen blok bakımından ideal bir durum gibi görünse de,
gerçekte herkesi içine çekerek oyalayacak bir çadır tiyatrosuna
ihtiyaç vardır. Bunun aracılığıyla diğer sınıf ve tabakaların
sistemle bağlarının güçlendirilmesi, canlı kılınması hedeflenir
ve oligarşinin tek gerçek egemen güç olduğu gerçeği gizlenmeye
çalışılır.
2002 yazında, mevcut kadroların yıpranmışlığı ve “fiziki
ömür” sorunları gibi bir dizi zorunluluk bir yana, düzenin
varmış olduğu nokta budur. Gerçek işler nasıl ve nerede
bitiriliyor olursa olsun, ön cephede duran politik arena,
artık hiçkimseye azıcık olsun umut verecek durumda değildir
ve özellikle bulundukları yerlere zaten güçbela tutunabilmekte
olan orta sınıflar açısından, sıfır noktasına gelinmiştir.
Bütün yeniler hızla eskirken...
Bu noktada en büyük talihsizlik, Türkiye’nin yoğun bir
umutsuzlukla karakterize olan siyasi manzarası üstüne
konulan hiçbir nesnenin uzun bir süre “tazeliğini” koruyamıyor
olmasıydı. İlk anda tekelci burjuvazinin üst kesimlerine
çok çekici gelen ve malum yalılarda organize edildiği
bilinen DSP’ye YTP darbesi de aynı talihsizliğe uğramakta
gecikmedi. Karanlık ama etkili bir parti şefi (H. Özkan),
burjuvazinin ve emperyalizmin kesin güvenine sahip bir
dışişleri bakanı (İ. Cem) ve IMF taşeronu (K. Derviş)
bir araya geldiğinde kadro tamamlanacak, AB yasalarının
kabulüyle de oluşacak rüzgarı arkasına alan bu kesim,
83 Özal’ına benzer bir atmosfer yaratarak Türkiye siyasetinde
istikrarlı bir dönemin kapısını açacaktı. Ama bu varsayımı
ayakta tutmaya medya tekellerinin büyük kampanyası bile
yetmedi. İlk anda ortaya çıkan ve anketlerdeki kararsız
seçmen sayısını %50’lerin üstüne çıkaran şaşkınlığın
üstüne büyük bir hızla yüklenilirse başarıya ulaşacağı
düşünülen bu atılım daha ilk aşamasında sakatlandı.
Bir şok baskınla gerçekleştirilecek olan bu operasyonun,
“seçmen” kitlesi tarafından kabul görmeyebileceğini
de düşünmeye başlayan egemen güçler, bu noktada ikinci
bir ata da oynamanın faziletini keşfetmeye başladılar
ve artık bundan sonrası binbir türlü entrikanın iç içe
geçtiği “sol ittifak” girişimleri ve eskilerin parlatıldığı
medyatik oyunlar deryasına gömüldü.
Bütün bu karmaşa arasında devrimci kesimler açısından
çarpıcı ve öğretici olan gelişme, 1950’lerden beri temel
politik çatılarını her zaman sağ üzerinden kurmaya alışmış
olan tekelci burjuvazinin, bu kez özellikle “sol” üzerine
yüklenmesi, yeni sürecin politik bileşimini oradan çıkarmaya
çalışmasıdır. Büyük patronların zaman zaman bizzat görüşmelere
katılacak kadar kendilerini bu işe kaptırmaları şüphesiz
anlaşılabilir bir durumdur. Klasik sağ partilerdeki
yıpranmışlık bir yana, kitlelerin yoksullaşması ve hoşnutsuzluğu,
kendiliğinden sola yönelmeleri ihtimali, bu eğilimin
asıl nedenidir. Zaten esasa ilişkin politikalarda birbirinden
ayrı yollar izlemeleri mümkün görünmeyen siyasi partiler
arasından “sol” görünenlerle yürümek, yeni dönemde alt
sınıflardan geleceği kesin olan basıncın göğüslenmesi
açısından avantajlı görünmektedir.
Önümüzdeki günlerde bütün bu entrikalara yenilerinin
eklenmesi, “yepyeni”, “eşi bulunmaz” ittifakların keşfedilmesi
mümkündür. Ancak yine de karmaşanın 3 Kasım akşamına
dek süreceği kesindir. Çünkü çeşitli sınıf ve kategorilerden
oluşan “seçmen kitlesi”nin kendisine zorla dayatılan
bu seçenekleri ne kadar içine sindireceği, gerçekten
de çok tahmin edilememektedir.
Seçimler ve Sosyalistler:
Nasıl Bakmalıyız?
Seçimler bir politik arenadır ve herkes orada kendi
programı doğrultusunda çalışmak isteyebilir; bu, herkesin
kendi sorumluluğundaki bir iştir. Esasen salt bu yüzden,
yani herhangi bir çalışma-mücadele alanının kullanılması-kullanılmaması
üzerinden bir tartışma yapmak da anlamsızdır; genel
olarak devrimci yapıların, mücadele-çalışma biçimlerinden
herhangi birini önsel olarak reddetmesi mümkün değildir.
Tartışma, konjonktürel bir olgudan daha kapsamlı bir
konuya ilişkindir. Tartışmanın özü, bugünkü politik
duruma nasıl ve hangi araçlarla bir politik müdahale
yapılacağı sorununda düğümlenmektedir.
Bu sorunun yanıtı olarak açık parti ve onun seçimleri
de içeren politik faaliyeti üzerinden yanıt verenler
(bir ölçüde 1965 TİP’ini de örnek alarak) olabilir ve
zaten var. Bu bir tercihtir; Türkiye’de hatırı sayılır
bir açık-legal sol parti geleneği vardır ve herhangi
bir seçim halinde katılmak zaten onların kuruluş mantıklarına
da uygun görünmektedir. Son zamanlarda solun yaşadığı
sıkıntılar nedeniyle umutsuzluğa kapılarak bu tercihe
eklemlenenler hakkında ise çok şey söylemek gerekmiyor.
“Şiddete dayalı biçimlerin geçerliliğini yitirdiği”
yolunda tesbitler yapanlar; kendilerine bunun siyasi
bir belirleme mi yoksa “çıkışsızlık’ mı olduğunu herhalde
sormaktadırlar ya da soracaklardır.
Mevcut tıkanıklığın nasıl aşılacağı, sürece nasıl müdahale
edilmesi gerektiği üzerine bizim düşüncelerimiz de bellidir.
Önceki sayılarımızda anlatmaya çalıştığımız gibi biz,
bu yenilenme-sıçrama sürecinin örülmesini, güncel herhangi
bir sorundan daha çok önemsiyoruz ve güncel sorunla
ilgili tutum ve politikalarımızı da bu genel perspektifimizle
bağlantılı olarak ele alıyoruz.
Nasıl ve hangi araçlarla müdahale, sorusuna “her yoldan
ve her araçla” diye yanıt veren geniş bir kesimi ise
anlamamız oldukça zordur. Tıkanma, belirli bir yoldan
ve belirli araçlarla aşılabilir ve orada bir yol arayışına
girmektense herkese “bugüne dek yapılanları daha büyük
bir ısrar ve sabırla yapma” öğüdünü vermek aslında hiçbir
şey söylememiş olmak anlamına gelir.
Her seçim arifesinde Lenin’den alıntıları “yardıma çağırmak”
da bu boşluğu doldurmaz. Çünkü, “devrimci hareketin
gerileme dönemlerinde seçimlere katılmak; devrimci dönemlerde
ise boykot uygulamak” biçiminde kabalaştırılarak leninist
modele atfedilen davranış kalıbının konumuzla ilgisi
yoktur. Kategorik olarak ayrı bir durum söz konusudur.
Her şeyden önce burada söz konusu olan, bir partinin
ve onun az çok etkin olduğu bir işçi hareketinin geçici
gerilemesi değildir; bu kez sözü edilen şey, uluslararası
ölçekte yaşanan genel bir çözülmedir ve bu çözülme sürecinin
kitlelere verdiği esas mesaj, “devrimin imkânsızlığı
ve herkesin mevcut sistemin işleyişine eklemlenmesi
gerektiği”dir. Bu genel manipülasyonun ilkesel düzeyde
reddi, bugün için son derece anlamlıdır. Klasik “gerileme
dönemi taktiği” ile “koşullara teslim olma”, “bir dönem
için geri çekilme” ile “bugün artık legal araçlar mümkün”
demek arasında çok ciddi bir fark vardır.
İkincisi, RSDİP üzerinden yürütülebilecek bir örnekleme
gerçekçi de değildir. RSDİP denildiğinde bahsedilen
şey, bir güçtür. Gerileme taktiği, gerileyebilecek durumda
olanlar için, gerileyebilecek alanı olanlar için geçerlidir.
Özellikle bizim gibi bir uzun süreli savaş stratejisini
önüne perspektif olarak koymuş olanlar için, açık parti
ve seçimlere katılma taktiği, tam tersine yoğun bir
performansla ciddi bir güç birikiminin yaratıldığı,
bu birikimin kendisini burjuva arenasında da ifade edebilir
hale geldiği bir aşama için geçerlidir.
Yani, legal parti ve seçimlere katılmak bizim için “gerileme
dönemi taktiği” değil, bir gelişme ve büyüme ifadesi
olabilir. Ancak gelişme ve büyüme hali,bize tehlikeli
araçlarla oynama hakkını ve güvenini sağlar. Geçmişte,
HEP-DEP örnekleri üzerinden anlatmak istediğimiz de
budur; yurtsever hareketin sonradan vardığı nokta ne
olursa olsun temel mantığı itibarıyla doğru olan bu
örneklerle, kendini feshederek legal partiye dönüşmüş
olanları ya da “gerileme dönemi taktiği” adı altında
“seçim kürsüsünü kullanmak”tan söz edenleri kıyaslamak
bile mümkün değildir. Geçmişin HADEP ve ittifaklar pratiği,
Mezopotamya halkının yükselen mücadelesi ekseninde devrimci
demokratik temelde gelişen seçim pratikleridir. Bulunulan
noktadaki pratik ve duruş farklıdır.
Sosyalist Barikat, 2002 Kasım seçimlerinin egemenler
dünyasındaki sonuçları ve bu sonuçların ezilenlerin
dünyasına olan yansımaları bakımından çok önemli olduğunu
düşünmektedir. Sosyalistler açısından ise bu seçimler
devrimci çalışmaya getirileri bakımından, çok özel bir
pratik önem ifade etmemektedir. Biz, geçmişten bu yana
devrimci hareketin daha derinde yatan sorunlarla karşı
karşıya olduğunu düşünüyoruz ve özellikle son dört sayımızda
sorunun büyüklüğü ve çözüm yolları üzerine olan programatik
görüşlerimizi ortaya koymaya çalışıyoruz.
Devrimci sosyalist hareketin, son dönemde yaşadığı krizin
ancak ideolojik-politik ve örgütsel alanları kapsayan
bir yenilenme-sıçrama atılımıyla aşılabileceği düşüncesi,
bütün bu görüşlerimizin ana temasıdır. Asıl sorun, şu
ya da bu konjonktürel durumda nasıl tavır alınacağının
ötesinde, genel tıkanıklığın nasıl ve hangi araçlarla
aşılacağıdır ve biz bu sorunun yanıtının Politikleşmiş
Askeri Savaş Stratejisinde mevcut olduğunu söylüyoruz.
Seçim sürecinin yarattığı politikleşme atmosferinden
esas olarak devrimci yenilenme perspektifimiz ekseninde
yürüttüğümüz çalışmaların daha da ivmelendirilimesi
için yararlanmak, siyasal ve pratik sonuçları itibariyle
anlamlı bir duruşu ifade etmeyen ve devrimci yenilenme
perspektifimizi geri plana düşürecek ilişki ve yaklaşımlardan
uzak durarak sistemin ve partilerinin teşhirini daha
güçlü hale getirmek, devrim seçeneğinin ajitasyon-propagandasını
hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak bir berraklıkla geliştirmek,
işte seçim sürecinde tutumumuzun ana hatlarını böyle
özetleyebiliriz.
Devrimci Sosyalistler bugünkü siyasi tabloyu ve seçim
sonrasında ortaya çıkacak manzarayı hemen etkileme iddiasında
değiller; şüphesiz bütün araçları kullanarak tavırlarını
ortaya koyacak, kitlelere kendi düşüncelerini ve programatik
görüşlerini ulaştıracaklardır. Kastettiğimiz, hareketsizlik
değildir; yalnızca 2002 Türkiyesinde somut durumun sınırlarından
söz ediyoruz. Bu sınırların aşılması, darmadağın edilmesi
ise, politik atmosferi kökten sarsıntıya uğratacak devrimci
bir atılımla mümkündür. Devrimci yenilenme ve Tek Yol
Devrim sloganı, işte bu nedenle bugün daha çok öne çıkarmamız
gereken şiarlar durumundadır. İddiamızın güçlü ifadesi
ve hem devrimci hareketin yeniden yükselişinde hem de
emekçilerin kurtuluşunda çözümün anahtarları olarak
bu öncü şiarlar yol göstereceklerdir...
Dipnot:
(1) Birkaç yıl önceki rektör atamalarında YÖK tarafından
tercih edilmeyen bir adayın, derdini anlatmak için mektup
yazmaya tercih ettiği kurumun Genel Kurmay olması çok
çarpıcı bir örnekti. Belki simgesel bir olaydır ama
söz konusu profesör, Genel Kurmay’a yazdığı mektubunda,
kendisinin yalnızca Atatürkçü olduğunu belirtmekle kalmıyor;
aynı zamanda ekonomik olarak “liberalizmden yana” olduğunu
da yemin billahla söylüyordu. Böylece ilk kez Atatürkçülük,
laiklik gibi klasik referansların arasında kişinin iktisadi
görüşü de katılmış oluyordu ki, esasen bu, bir bütün
olarak parlamenter sistem için de böyledir artık. Düzenin
mevcut temel ilkelerini reddetmediğini yüksek sesle
söylemek, politik alanda var olabilmek için önşart haline
gelmiştir.
|