Seni anlatmamı istedi genç ve yürekli bir emekçi
kadın.
“Nasıl anlatabilirim ki” diye düşündüm fakat genç
ve yürekli dostumun istek dolu gözlerinde cesur
ve kararlı bakışlarında seni gördüm ve beceriksizce
de olsa “yazmalıyım” dedim.
Metris Cezaevi’nin Kadın Koğuşları rutin slogan
eylemlerindeydiler. Askerileştirme Politikasını
işkenceyi ve yaptırımları kınamanın bir eylem
biçimi de buydu. Genç ve zayıf yüzlerini paslı
parmaklıklara dayamış yüreklerinin kinini gökyüzüne
haykırıyorlardı. Birkaç adım ötede kent günün
yorgunluğunu eteklerine dolamış gitmek üzereydi.
İdare binasını kadın siyasi tutsaklara bağlayan
koridorda bir gürültü, bir telaş başladı. Birileri
getiriliyordu gözetime. “Evlatlarım! Evlatlarım!”,
“Dayanın Aslanlarım! Dayanın Yiğitlerim!” Bir
kadın gür ve titremeyen cesaret dolu bir kadın
sesi onca askeri aşıyor ve kadın tutsakları kucaklıyordu.
Hepimiz bir anda sözleşmiş gibi susuverdik.. Hergün
işkence gören, kadın tutsakların yüzleri gerildi
ve adeta parmaklıkları aşar gibi bir çabayla bayanlar
daha da ileri fırlatılarak. Neler oluyor, kim
gelenler görmek için çabalamaya başladılar. Asker
açık camları bir bir ve büyük bir telaş ve dalkavuklukla
kapatmaya çalışıyor fakat “O” ses bize ulaşıyordu.
“Analar” dedi içimizden birisi, “Anaları getirmişler”.
Bir an bir çok askerin arasında onu gördüm. Bir
an çok kısa bir andı. Simsiyah saçlarını öfke
dolu gözlerini geniş ve güven veren omuzlarını
ve ellerini gördüm. Elleriyle etten yığınak olmuş
askerleri iterek yürüyordu. Ve açık camlardan
kendisinin göremediği tutsaklar görür diye ataklar
yaparak el sallıyordu. Didar Abla bu dedim. Başkası
olamaz. En önde o yürür ve en cesur odur. Hep
böyle betimlemiştim onu. Hiç görmemiştim. Ve bu
tanışma töreni muazzamdı. Kesinlikle bu Didar
Ablaydı. Parmaklıklardan kolumu çıkardım ve olanca
gücümle bağırdım. “Analara uzanan elleri kıracağız”.
Hep beraber bağırdık olanca gücümüzle “Kahrolsun
Faşizm, işkenceye son”. Durdu ve arkasından gelenler
de durdu. O durunca askerler de durdu. O herkesten
görkemli duruyordu. Muhteşem duruyordu. İnanılmaz
bir hızla boynundaki beyaz eşarbı çıkardı sallamaya
başladı. Küçük cüceler gibi duran askerler çekiştirdiler
iteleyip kakaladılar, kolunu ileri fırlattı eşarbı
havalandırmada muhteşem bir salınmayla uçuyordu.
Adeta hepimizi bembeyaz bir bulut gibi kucaklıyordu.
Eşarbı yakalamak için havalandırmaya dolan birkaç
askerin telaşına rağmen bir süre uçtu. Yaptı gene
yapacağını diyordu komutan! Yaptı gene yapacağını.
Bu ilk tanışmamızdı. Benim onu ilk görüşümdü ve
hep öyle gördüm onu. Bir çocuk heyecanı taşıyan,
müthiş bir eylemci ve zeki ve güzel bir kadındı
ikinci tanışmamızda. Cezaevinde İnsan Hakları
kavramını tartışırken tutsaklarla binlerce literatür
taramış kadan engin görüşlü, söylediklerinin arkasında
duran ve hiçbir engel tanımayan karalılıkta bir
doğl lider sınırları takip edilemeyen bir kişilik,
kardeşinden bahsederken inanç ve şefkat dolu bir
anaydı.
Kadınların politik mücadeledeki yerlerine saygı
duymasına ve önemsemesine rağmen onların yetersizliklerine
tahammül gösteremezdi. Seçiciydi.
Hep öndeydi. En ön onun yeriydi. Mahkeme salonunda
onu gördüğümde en öndeki sandalyeonundu ve asla
başkası oturamazdı. O sandalyede abla, ana ve
herşeydi. Tanıklara soru sorar, avukatları, hakimleri
azarlardı.
Mahkeme başkanı “siz kim oluyorsunuz” diye sorunca
büyük bir ciddiyetle “elbetteki savunma makamı”
diye yanıtlardı.
Her mahkemeye ayrı güzel gelirdi. Her seferinde
yeni bir elbise giyerdi ve her zaman çok şık,
çok güzel ve bakımlıydı. Bir keresinde Mahkeme
Başkanı “Tek başına Beşiktaş türübünü gibisin”
demişti “Herşeye yetiyorsun”.
Tahliye olduktan sonra ziyarete gittim. Herkes
böyle yapardı. Bizimki başka bir dostluktu. Birlikte
yemek yedik. Dobra ve küfürlü bir tarzda konuşuyordu.
Sadece tutsaklardan bahsederken küfür etmiyordu.
Bir hapishaneden mektup gelmişti, birlikte okuduk.
İkimizinde hiç bilmediği, uzak bir kentte hiç
tanımadığımız tutsaklar mektup yazmışlardı. “Abla”
diyorlardı, gelmesini istiyorlardı, kol böreği
istiyorlardı. “Giremezsin içeri” dedim, “soyadın
tutmuyor, yorulursun” dedim, dinlemedi. “Girerim”
dedi, “giderim” dedi. Sabaha kadar böreği yaptı
ve ezanda yola çıktı. Çok şaşırmıştım. Gerçekten
dediğini yaptı, gitti, girdi, gördü ve böreği
elleriyle yedirdi. Gerçekten muhteşemdi.
En son onunla telefonda konuşabildim. Ben aranıyordum
yeniden. “Şekerim yüksek” diyordu. Ben; “gitme
abla, bu sefer sensiz olsun” dedim. “Nasıl olur?”
dedi. “Benim en büyük düşüm bu. İstanbul’dan Ankara’ya
ilk kez yürüyeceğiz. Nasıl olur!”. Adeta yalvardık.
Bizi üzmek istemiyordu. Onu merak etmemizi istemiyordu.
Kesin bir yanıt vermeden kapadı telefonu.
O gün bütün gün başım ağırdı ve bir telefon! “O
yaralı” dediler. Yürüyüşçülere saldırdılar “O”
yaralı dediler önce. İkinci telefon öldü dediler,
öldürüldü.
Ardından çok şey oldu. Diz çöktü düşman yürüyüş
başarıyla sonlandı.
12 Eylül karanlığının içinden çıkan ilk kitlesel
tepkiydi omuzlarda gelişin. Gelişin bile muhteşemdi.
Giderayak yaptın gene yapacağını. Gene biraraya
getirdin insanları. Sessiz kitlenin sabrını çatlattın.
Yürüdüler senin ardından.
Omuzlarda gidişin muhteşemdi abla.
Seni çok özlüyorum.
Cesaretini, dik duruşunu, pervasızlığını, gülüşünü,
sıcaklığını...
Seni seviyorum.
|