Devlet Üzerine Notlar-2
Ş. Onursal
|
Devlet sorunu ele alınırken üzerinde durulması gereken
önemli noktalardan biri de devlet biçimleri ve ML harekette
bu noktada yapılan tartışmalar ve ulaşılan noktadır.
Oldukça kapsamlı bir içeriğe sahip olan bu noktaların-tartışmaların
daha da zenginleştirilmesi gereği açıktır. Aşağıda ele
aldığımız noktaları da bu tartışmalara bir giriş olarak
ele almak doğru olacaktır.
Bu noktada yapılan başlıca hatalardan biri, “devlet
biçimleri” sorununu, “burjuva demokrasisi-faşizm” ikilemi
içinde sıkıştırmadır. Çağımızın iki önemli devlet biçimidir;
Faşizm ve demokratik cumhuriyet. Ama, her şey bununla
sınırlı değildir; özgün ve yeni biçimler de ortaya çıkabilir,
Bonapartizmde bunlardan biridir.
Bonapartizm...
Devlet biçimi olarak Bonapartizm; sosyalist hareketin
konusu olmuştur. Hatta, 3. Enternasyonal’in faşizm tartışmalarında,
bu kavram, adeta lanetlenmiştir.
Bonapartizmin doğum yeri, adından da anlaşılacağı üzere,
Fransa’dır. Marks ve Engels, bu kavramı kullanmıştır;
devlet üzerine en önemli çözümlemeleri içeren, L.Bonaparte’in
18. Brumaire ve Fransa’da İç Savaş başta olmak üzere,
kimi eserlerinde sorunu çözümlemişlerdir.
Marx ve Engels’in çözümlemelerine bağlı kalarak, sorunu
özetle ele almakta yarar vardır.
Bonapartizm, 1848 devrimleri döneminde, hemen hemen
bunu izleyen dönemde ortaya çıkmıştır. Marx, bu dönemi,
18. Brumaire’de üç evreye ayırır: “l) Şubat dönemi,
2) 4 Mayıs 1848’den 29 Mayıs 1849’a kadar cumhuriyetin
kuruluşu yada kurucu ulusal meclis dönemi, 3) 29 Mayıs
1849’dan 2 Aralık 1851’e kadar anayasal cumhuriyet ya
da ulusal yasama meclisi dönemi...” (18. Brumaire, Sf:20)
İşte, Bonapartizm’in bu döneminde temel nitelikleri
belirginleşir, bu dönemin bir ürünü olarak ortaya çıkar.
Birinci evrede, bir toplumsal devrim söz konusudur ve
tüm sınıflar bu savaşımda rol oynarlar. Hatta iktidardan
tüm toplumsal sınıflar pay alır.
“Devrimi hazırlayan ya da yapan bütün ögeler, hanedan
muhalefeti, cumhuriyetçi burjuvazi, cumhuriyetçi-demokrat
küçük burjuvazi, sosyal-demokrat işçi sınıfı, hepsi,
Şubat Hükümeti’nde geçici olarak yerlerini buldular.”
(18. Brumaire, Sf:21)
1848 devriminin açığa çıkardığı gibi, proletarya önemli
bir toplumsal güçtür; bu temel ayrım noktalarından biridir.
Elbette, proletarya nicel olarak, özellikle toplumsal
bir devrim döneminde rol oynarken, nitel olarak, yani
kendisi için sınıf olma bilinci güçlü değildir. Marksizm,
bu yıllarda kendi sistemini kurmaktadır, proletarya,
Marksizm dışı akımların etkisindedir. Ancak, buna rağmen,
proletarya toplumsal bir güç olarak, devrim döneminde
sınıf savaşımını ve sosyal dengeleri etkilemektedir.
Devrim yenilgiyi yaşayınca, devrimci dalga durulma ve
geriye düşme eğilimi içinde olunca, özelikle mülk sahiplerinin
mülkiyeti koruma ortak paydasında, proletaryaya karşı
birleştiler. Haziran Ayaklanması sonrası, tablo budur;
bir yanda proletarya, diğer yanda “mülkiyet-aile-din-düzen”
adına birleşen liberaller, cumhuriyetçiler, din adamları,
ordu vardır. Birleşen gerici sınıflar, teröre başvurmakta,
böylece kapitalizmi korumaya çalışmaktadır.
“Haziran günlerinde, bütün sınıflar ve bütün partiler,
proletarya sınıfı karşısında, yani “anarşist partisi”nin,
sosyalizmin, komünizmin karşısında, “düzen partisi”
içinde birleşmişlerdi. Onlar, toplumu, “toplum düşmanları”nın
tasallutundan kurtarmışlardı.” (Marx, Age, Sf:25)
Bu süreçte, Bonapartizm’in iki temel özelliği karşımıza
çıkıyor.
Birincisi; burjuva devrimi, feodalizme karşı bir devrimdir
ve bu devrim feodalizmin kurumlarını toplum ve devlet
yaşamından silmeyi amaçlar. Ancak, burjuvazi, proletaryaya
karşı, feodalizmle ittifak yapar, olanda budur. İşte,
bir geçiş döneminin devleti olarak, bir hükümet darbesi
ile işbaşına gelen Bonapartizm, feodalizmin kurumlarını
artık tarihin arka planına atmaktadır. Bunu Marx şöyle
tanımlar:
“Birinciler, feodal kurumları parça parça ettiler ve
bu kurumlar üzerinde biten feodal başları kopardılarsa,
o, Napoleon da, Fransa’nın içinde, bundan böyle artık
özgür rekabetin geliştirilmesini, küçük toprak mülkiyetinin
işletilmesini ve ulusun özgür kılınmış sanai üretici
güçlerinin kullanılmasını sağlayarak koşulları yaratırken,
dışarıda her yerde, Fransa’daki burjuva toplumuna Avrupa
kıtası üzerinde gerekli olan çevreyi yaratmak için zorunlu
olduğu ölçüde feodal kurumları sildi süpürdü...” (Marx,
Age. Sf. 14-15)
İkincisi; Bonapartizm, burjuva programın önünü açarken,
tüm demokratik talep ve hakları bir yana atıyor, sıkıyönetim
ilan ediyor, katı bir diktatörlük kuruyor.
“Anayasa, Ulusal Meclis, hanedan partileri, mavi ve
kırmızı cumhuriyetçiler, Afrika kahramanları, politika
kürsüsünden gelen gök gürlemesi, günlük basının şimşekleri,
tüm litaratür, politikanın ünlü kişileri ve ün kazanmış
aydınlar, medeni hukuk, ceza yasası, “özgürlük, eşitlik,
kardeşlik”, 2 Mayıs 1852, bütün bunlar, düşmanlarını
bile bir büyücü sandıkları bir adamın okuyup üflemesi
ile, sanki büyü yapmış gibi ortadan kayboldular. Genel
oy hakkı, sanki dünyanın gözleri önünde, kendi vasiyetini
kendi eliyle yazmak ve halk adına; varolan herşeyin
yok olması gerektiğini ilan etmek için ancak bir an
yaşamışa benziyor.” (Age. Sf. 19-20)
“Serüvenci Louis Bonaparte’in bütün kilit noktalarını-ordu,
polis, yönetim mekanizması- ele geçirmesinin ve havaya
uçurmasını sağlayan şeylerde, burjuvazinin bu iç çelişkisidir.”
(Marx, F. İç Savaş. Sf:216)
Diktatörlülgün amacı, burjuva devlet makinesini sağlamlaştırmaktır.
Yarım kalan burjuva program, ancak devletin yetkinleştirilmesi
ile mümkündür. Bonapartizm, hanedanlığa ve burjuva parlementosuna
karşı çıkarken, “sus, sıvış, ses etme” derken, devlet
mekanizmasını yetkinleştirmiştir.
Marx, bunu “Napoleon, bu devlet mekanizmasının yetkinleşmesi
işini tamamladı.” sözleriyle açıklar. Ve buradan hareketle,
proleter devrimin temel niteliğini formüle eder:
“... Bütün siyasal devrimler, bu makineyi kıracakları
yerde, yetkinleştirmekten başka birşey yapmadılar. Ardarda
iktidar uğruna savaşan partiler bu muazzam devlet yapısını
ele geçirmeyi, kazananın en birinci ganimeti saydılar.”
(18. Brumarie, Sf. 136)
Bu tanımlama, hep Bonapartizmin bir başka niteliğini,
sınıflama yapmak gerekirse, tüm bu tanımlamalardan sonra,
üçüncü niteliğini bize vermekle kalmamış, proleter devrim
için zorunlu olan, devlet makinesinin el değiştirmesi
değil, “kırılması”, yani parçalanmasına ulaşılmıştır.
Bu Marx’ın düşüncesinde, devlet ve devrim konusunda
muazzam bir sıçramadır.
Bürokrasi, her dönem bir sınıfın, egemen sınıfın aleti
olmuştur: Bu Şubat Devrimi sonrasında, burujuvaziyi
iktidara hazırlama ile somutlanmıştır. Elbette, bu süreç,
toplumdaki toplumsal güçler arasında bir dengenin kurulmasını,
toplumun temel sınıfsal güçlerini birbirine karşı kullanmasını
içermiştir. Zaten, Bonapartizmin en temel özelliği olarak
karşımıza çıkan, “tarafsızlık” görüntüsü de bundandır.
“...Mutlak monarşi zamanında, birinci devrim sırasında
ve Napoleon zamanında, bürokrasi, burjuvazinin sınıf
egemenliğini hazırlama aracından başka birşey değildir...”
“Ancak, 2. Bonaparte zamanındadır ki, devlet, tamamen
bağımsız olmuş gibi görünür...” (Marx, Age, Sf :137)
“...Luis Bonaparte, burjuvaları işçilere karşı ve sırası
gelince işçileri de burjuvalara karşı koruma bahanesi
ile, kapitalistlerin elinden siyasal iktidarı aldı;
ama buna karşılık, egemenliği, spekülasyon ve sanai
etkinliği, uzun sözün kısası, tüm burjuvazinin yükselme
ve zenginleşmesini, görülmemiş derecede kolaylaştırdı...”
(F. İç Savaş, Sf :217)
Bonapartizm, kendine özgü ideolojik argümanlar yaratıyor
ve Fransız toplumunun en yaygın sınıfına, özellikle
küçük toprak sahiplerine dayanıyor, orada toplumsal
destek buluyor. “Tarafsızlık” görüntüsü biraz da bundandır.
Bu özellikler, sadece Fransa’da değil, özellikle feodalizmden
kapitalizme geçiş sürecinde, başka toplumlarda şu veya
bu ölçüde ortaya çıkmıştır; Almanya’da Bismark dönemi,
Rusya’da Kerenski dönemi böylesi dönemlerdir. Ancak
bunlar her koşulda geçerli değil, istisnai koşullardır.
Bonapartizm, kapitalist devlet tipinin istisnai bir
görüntüsü, istisnai bir biçimidir. Ayrıca, tam bu noktada
şu söylenebilir, bu devlet biçimi Bonapartizm tanımında
ifadesini bulan burjuva devlet biçimi, tıpkı Bismark
Almanya’sı veya Kerenski Rusyası’nda olduğu gibi, özgünlükler
de taşır. Yani, Fransa’da ki Bonapartizm ile, örneğin,
Rusya’da ortaya çıkan Bonapartizmin ortak yanları olduğu
gibi, ayrı ve özgün yanları da vardır. Ama monarşiden
sonra, feodal devlet biçiminden sonra, bir geçiş sürecinin
ifadesi olarak, katı bir diktatörlükle ve “bağımsız”
görüntüsüyle Bonapartizm, istisnai bir devlet biçimi
olarak, burjuva programı uygulayan burjuva devlet biçimi
olarak karşımıza çıkıyor.
“Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme gereksinmesinden
doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması
ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın,
iktisadi bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde, siyasal
bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen
sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni
araçlar kazanan sınıfın devletidir. İşte bundan ötürüdür
ki, antik devlet, herşeyden önce, köleleri boyunduruk
altında tutmak için köle sahiplerinin devletiydi: Tıpkı
feodal devletin, serf ve angaryacı köylüleri boyunduruk
altında tutmak için soyluların organı ve modern temsili
devletin de ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesi
aleti olması gibi. Bununla birlikte, istisnai olarak
savaşım durumundaki sınıfların denge tutmaya çok yaklaştıkları
öyle bazı dönemler olurki, devlet gücü sözde aracı olarak,
bir zaman için, bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık
durumunu korur. 17. ve 18. yüzyıl mutlak krallıkları
soyluluk ile burjuvazi arasındaki dengeyi böyle kurdu;
birinci, ve özellikle ikinci Fransız İmparatorluğu’nun
proletaryaya karşı burjuvaziyi, burjuvaziye karşı da
proletaryayı kullananan Bonapartçılığı, bu sınıflar
karşısındaki bağımsız durumunu böyle korudu. Bu konuda,
egemen olanlarla baskı altında tutulanların aynı derecede
komik bir figür oluşturdukları yeni örnek, Bismark ve
ulusunun yeni Alman İmparatorluğu’dur: Burada, terazinin
bir kefesine kapitalistler, bir kefesine de emekçiler
konmuş ve ikisinin sırtından da ahlaksız prusyalı toprak
ağaları çıkar sağlamıştır.” (Engels; Ailenin, Özel Mülkiyetin
ve Devletin Kökeni, Sf:177)
Bu devlet biçiminin, Bonapartizmin, emperyalist çağda
bir başka devlet biçimi olan faşizm ile aynı görülmesi
veya faşizme, “Bonapartizm” denmesi, bir yanılgı olarak
karşımıza çıkıyor. Keza, başta Troçki olmak üzere, Komünist
Enternasyonal’de bir dizi tartışmada bu yanılgı vardır.
Hatta, özellikle, Komünist Enternasyonal’in 7. Kongresi’nde,
yanlış faşizm anlayışları mahkum edilirken, Troçkizme
karşı mızraklarının ucunun sivrilmesinin de etkisi ile
bu kavram, “Bonapartizm” adeta lanetlenmiştir. Bu lanetlenme
bir önyargı oluşturmuş, “Bonapartizm” nerede ise litetatürden
çıkarılmış ve giderek, çağımızda devlet biçimleri sorununda
bir daralmaya, sorunu şablonlar içinde açıklama gayretlerine
yol açmıştır. Yani, elbette faşizm ile Bonapartizm aynı
değil, ayrı burjuva devlet biçimleridir, ama lanetlenen
Troçkizm ile, çubuk ters yöne bükülmüştür.
Halbuki, ele aldığımız gibi, Bonapartizm, Marx ve Engels’te,
ayrıca Lenin’de vardır. Lanetlenemez, sadece bilimsel
verilerle incelenebilir; yok sayılamaz, bilimsel çözümlemeler
ile yerli yerine konulur. Devrimci sosyalistlerin tarzı
eleştirel yaklaşımdır; bu biraz da, resmi sosyalizm
tarihinin eleştirisi anlamına gelmektedir. Sadece ve
sadece bilime olan inançla, yaptığımız da budur! Dogmatizm
ve revizyonizm, şablonculuk ve inkarcılık bizden uzak
dursun!
Faşizm...
Faşizm, emperyalist ve proleter devrimler çağının, burjuva
devletin en temel biçimlerinden biridir. Faşizm ile
emperyalizm ilişkisi dolaysızdır; bundan dolayı, emperyalist
çağda, devrimci durumun ortaya çıkması, serbest rekabetin
yerini tekelci kapitalizme bırakması ve bu temelde siyasal
gericiliğin çağın temel karakteri olması, faşizmle ilişkisini
ortaya koyar.
Faşizm, ilk kez İtalya’da, 1923’de iktidar oldu. Bunu,
1929 dünya kapitalist bunalımı içinde Hitler’in Almanya’da
iktidar olması izledi. Dikkat edilirse, faşizmin, herhangi
bir çağda değil, emperyalist çağda ortaya çıktığı görülür.
Yine, Ekim Devrimi’nin açtığı yoldan, uluslararası proletaryanın
ve ezilen halkların devrim yürüyüşü önemli bir olgudur.
Yani, faşizm proleter devrimlere karşı, kapitalist sistemin
bunalım koşullarında, tüm demokratik kazanımları bir
yana atarak, siyasal gericiliğin en yoğun biçimi olarak,
tarihte yerini almıştır.
Faşizmin temel yöntemi zordur, ama bunun yanı sıra,
binbir demogoji ve yalanla, tarihsel gericiliğin tüm
unsurlarını kullanarak, hatta bunlara anti-kapitalist
söylemler de ekleyerek kitleleri etkiler, yanına çekmeye
çalışır. İtalya ve Almanya örnekleri, bunun zengin deneylerine
sahiptir. Faşizm, hangi ülkede, hangi biçimde gelirse
gelsin, sahte tarih tezleri, ırkcılık, kitlelerin duygularını
istismar ederek, bu yönde herşeyi kulanarak kitleleri
etkileyip, örgütlemek istemiştir.
Tam bu noktada, faşizm için bir reçete vermek mümkün
değildir Faşizm, farklı ülkelerde, farklı biçimlerde,
farklı yöntemler kullanarak, işbaşına gelmiştir; bu
aynı zamanda faşizmin farklı biçimler alması demektir.
Faşizm tartışmalarında, “örtülü”, “parlementer”, “açık”,
“klasik” vb. tanımlamalar bu biçimleri açıklar.
“Faşizmin gelişmesi ve bizzat faşist diktatörlük, ilgili
ülkelerin tarihi, sosyal ve iktisadi şartlarına göre,
milli özelliklere ve uluslararası duruma göre, çok çeşitli
ülkelerde çeşitli biçimlere bürünür. Bazı ülkelerde,
her şeyden önce faşizmin geniş kitle temeline sahip
olmadığı ve bizzat faşist burjuva kamp içindeki gruplar
arasında mücadelenin epey güçlü olduğu ülkelerde, faşizm
parlementoyu hemen tasfiye etmez, diğer burjuva partilere
ve bu arada sosyal-demokrasiye de belirli bir meşruluk
tanır. İktidardaki burjuvazinin devrimin yakın bir zamanda
patlak vermesinden korktuğu diğer ülkelerde faşizm,
ya hemen sınırsız tekelci siyasi hakimiyetini kurar
ya da bütün rakip partilere ve gruplara karşı terör
ve hesaplaşmayı gitgide artırır. Bu faşizmin durumunun
özellikle zorlaştığı zamanlarda, tabanını genişletmek
için ve sınıfsal özünü değiştirmeksizin, açık terörcü
diktatörlüğünü kabaca sahteleştirmiş bir parlementarizmle
birleştirmek için çaba harcanmasını dıştalamaz.” (Dimitrov,
Faşizm ve İşçi Sınıfı, Sf:12)
Ancak, buna rağmen, iki biçimde faşizmin işbaşına geldiği
söylenebilir. Birincisi, aşağıdan-yukarı, öncelikle
kitle desteği alarak, devlet aygıtını ele geçirmedir.
Buna klasik yöntem veya klasik faşizm de denebilir;
Almanya ve İtalya örnekleri budur. İkincisi, yukarıdan-aşağı,
önce şu veya bu biçimle devlete egemen olmak, buradan
hareketle kitle desteği bulmak. Bu biçim çok daha yaygın
görülür. Gelişmiş kapitalist ülkelerde, burjuva demokratik
devrimi (BDD) aşamasından geçildiğinden, devlet ve toplum
yaşamında burjuva demokratik öğeler bulunmakta, eğer
güçlü bir cunta örgütlenemezse, öncelikle kitle temelinin
yaratılması zorunlu olmaktadır. İtalya ve Almanya örneğinde
olduğu gibi, anti-kapitalist söylem benimsenerek, dağınık
burjuvaziye “ulusal” bir program sunarak, faşist parti
kitleleri örgütler; bunun üzerinde iktidar olup, devleti
faşist biçime dönüştürür. Ancak, emperyalizme bağımlı,
özellikle yeni-sömürge ülkelerde koşullar çok farklıdır.
BDD olmamıştır, toplum ve devlet yaşamında burjuva demokratik
öğeler yoktur. Tekelci sermaye ve devlet örgütlenmesi,
baştan emperyalizmin denetimindedir. Düzenin devamı
için, her yöntem kullanılır, kitleler bu temelde, önemli
ölçülerde, burjuva partilerince bölünerek etkilenmeye
çalışılır.
İşte, faşizmin tasfiyesi sorununun devrim sorunu olup
olmaması da, tam bu noktada önem kazanır. İç dinamiği
ile gelişmiş, BDD yapmış, burjuva demokratik kurumların
işlediği, gelişmiş kapitalist ülkelerde sorunun ele
alınışı mantıksal olarak ayrıdır. Gelişmiş kapitalist
ülkelerde, faşizmin tasfiyesi için toplumsal devrim
zorunlu değildir, burjuva demokratik bir programla sorun
çözülebilir, ama bağımlı, yeni-sömürge ülkelerde faşizmin
tasfiyesi devrim, demokratik halk devrimi (DHD) sorunudur.
Tekrar bu konuya döneceğiz...
Ancak, bir not daha düşelim... Faşizmin kendine kitle
tabanı oluşturması, özellikle de, lümpen proletarya
ve küçük burjuva kesimlere dayanması, faşizmin sınıf
karakterinin çözümlemesini bulanıklaştırmıştır; 3. Enternasyonal’in
faşizm tartışmaları, bu konuda bir çok örnek bize sunar.
Yani, faşizmin dayandığı toplumsal kitle ilişkisi ile
programın özü, hangi sınıfa ait olduğu karıştırılmış;
böylece yanlış faşizm tanımlamalarına kaynaklık etmiştir.
Bu bir anlamda doğaldır, çünkü, ilk kez 1923’de ortaya
çıkmıştır faşizm; bundan dolayı, bir dizi tahlil ve
çözümleme olmuştur. Ki, bunların bir kısmı yanlıştır.
İlk kez, en doğru faşizm tanımı, Almanya örneğinin çözümlemelerine
paralel olarak, 1933’den sonra yapılmıştır. Doğru faşizm
tanımını Dimitrov şöyle formüle eder: “...Faşizm, finans
kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurların
açık terörcü diktatörlüğüdür.” (Faşizm ve İşçi Sınıfı,
Sf:11)
Biliniyor; faşizmin en gerici biçimi Almanya-Hitler
örneğidir. Alman faşizmi, sadece işçi ve emekçi sınıflara
değil, bir avuç tekelci sermaye dışında tüm topluma
yönelmiştir. Dahası, “uluslararası karşı-devrimin hücum
kıtası” olarak, emperyalist amaçlar doğrultusunda dünya
halklarına ve sosyalizme yönelmiştir. Alman örneğini
inceleyen Dimitrov, “Faşizm, finans kapitalin iktidarının
ta kendisidir...” der.
İki tanımlama arasında çelişki arayanlar olmuştur; “en”
kavramları bu çelişkiye kaynaklık etmiştir. Ancak, her
iki tanımlamada da bir çelişki yoktur, tam tersine aynıdır;
birisi, özlü bir tanımdır, diğeri biraz daha ayrıştırıcı
niteliktedir. Keza, konuyu daha bir anlaşılır kılan,
faşizm ile devlet ilişkisinide açıklayan şu sözler var.
“Faşizmin iktidara gelmesi, bir burjuva hükümetinin
yerini bir diğerinin alması gibi basit bir değişiklik
değildir. Bilakis burjuvazinin sınıf hakimiyetinin bir
devlet biçiminin -burjuva demokrasisinin- başka bir
devlet biçimi ile -burjuvazinin açık terörcü diktatörlüğü
ile- değiştirilmesidir...” (Dimitrov, Age, Sf:13)
Hiç şüphesiz, bu tanımlama da doğrudur ve faşizm için,
“küçük burjuva iktidarı”, “her iki sınıfa, proletarya
ve burjuvaziye karşı bir devlet biçimi” vb. tanımlamalarından
kökten ayrıdır. Tam bu noktada, faşizmin sınıfsal karakterine
ilişkin, sosyal-demokrasi ile kimi sol komünistler,
örneğin Troçkistler, Thalheimer benzer tespitler yaparlar.
Hatta, özellikle Troçkizmin dilinde, bu tanımlamalar,
bonapartizm için gerekçe olur, faşizm yerine bonapartizm
ikame edilir.
Thalheimer, İtalya’da ilk kez faşizm iktidar olunca,
buna Bonapartizm demiştir; keza, Troçkistler benzer
tanımlama yapmışlar, bunu günümüzde de sık sık dillendirmektedirler.
“Sınıflar üstü devlet...”, “her iki sınıfa, proletarya
ve burjuvaziye karşı devlet biçimi”, “lümpen proletarya
iktidarı” vb. tanımlamalarla yapılan bu karışıklık,
herşeyden önce, faşizmin sınıfsal niteliğini gizlemektedir,
dahası faşizme karşı mücadeleyi “yumuşatmakta”, yanlış
hedeflere yöneltmektedir. Her iki devlet biçiminin Bonapartizm
ve faşizmin benzer yanları vardır; serflik sistemi,
katı bir diktatörlük vb. Ama bu benzer yanlar her iki
burjuva devlet biçimini aynılaştırmaz. Esasta ise, her
iki devlet biçimi, faşizm ve Bonapartizm ayrı ayrıdır,
temelde, en başta da sınıfsal nitelikte farklılık vardır.
Yüzeyde görünen ile gerçek nitelik ayrı ayrıdır. “...
yüzeysel örneklemede işin özü unutulur.” (Marx)
Faşizm Burjuva Devletin Son ve Zorunlu Aşaması mı?
Faşizm tartışmalarında önemli bir soru vardır; soru
şudur, faşizm, burjuva devletinin son ve zorunlu bir
aşaması mıdır?
Öncelikle ifade edelim, bu sorunun kendisi, faşizmin
ilk ortaya çıktığından bu yana hep tartışılmıştır, hatta
Komünist Entarnasyonal tartışmalarının önemli bir kısmı
budur...
Örneğin, 1928’lerde bu soruya şöyle yanıt verilir. Dimitrov’dan
aktaralım: “...Faşizm, yerel ya da geçici bir olay değildir.
Faşizm, emperyalizm ve sosyal devrim döneminde, kapitalist
burjuvazi ve diktatörlüğün sınıf hakimiyet sistemidir.
Burjuvazi, emperyalist savaşta, Rus Devrimi’nden ve
Sovyetler Birliği’nin on yıllık varlığından ve halkları
üzerinde yaptığı büyük devrimci etkiden sonra, eski
parlementer demokrasi biçimi ve yöntemleri ile halk
kitlelerini sınıf egemenliği altında tutamayacak ve
kapitalist istikrar ve rasyonalizasyon görevlerini yerine
getiremeyecektir. Burjuvazinin tek çıkar yolu kitleleri
faşizm ile zaptetmektir. Faşizm burjuvazinin sınıf egemeniliğinin
son aşamasıdır. Bütün burjuva devletleri eninde sonu
da ya bir hükümet darbesi ile ya da “barışçıl bir yolla,
ya gaddarca ya da tatlı sert bir biçimde faşizme geçer;
geçiş yöntemleri önemli değildir ve belirli bir ülkenin
özel şartlarına, sosyal yapısına, politik güçler ve
sınıflar arasındaki dengeye bağlıdır.” (Dimitrov, Faşizme
K.B.C. Sf:27)
Bu bakış açısı, aynı zamanda dönemin bakış açısını yansıtır;
doğru yanlar olduğu gibi, özellikle konumuz açısından
tartışmalı yanları vardır. Burada, faşizm için, “burjuva
sınıf egemenliğinin son aşaması” ve burjuva devleti
eninde sonunda “faşizme geçer” sözleri önemli olmaktadır.
Bu tanımlama, doğal olarak, elbette birazda o dönemin
izlerini taşıyacak biçimde, faşizmin ancak “emekçi köylüler
ile işbirliği halindeki devrimci güçler” tarafından
yıkılacağına vurgu yaparak, onun tekrar yerini “burjuva
demokratik rejime yerini bırakacağı” tezlerinin “boş
aldatmaca” olduğu sonucuna ulaşır.
Hiç şüphesiz, ortada faşizme karşı devrim alternatifi
vardır; buna paralel olarak, “reformculuğa karşı mücadele,
her zaman faşizme karşı mücadele demektir. Ve faşizme
karşı mücadele her zaman reformculuğa karşı mücadele
demektir.” (Dimitrov) tanımlaması yapılmaktadır.
Bunların dönemin sol taktikleri olduğu açıktır. Burada,
faşizm için “son” ve “zorunlu” aşamaları birbirinden
ayırmak lazım. Faşizm, her zaman, burjuva devlet biçimi
olarak burjuva egemenliğinin “son” ve “zorunlu” aşaması
olmayabilir. Yani pekala, faşizm olmadan da bir burjuva
devlet biçimi toplumsal devrimle yıkılıp sosyalizme
geçilebilir. Keza, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde,
bir burjuva devlet biçimi olarak faşizmin, mutlak biçimde,
bir başka burjuva devlet biçimine, örneğin demokratik
cumhuriyete dönüşmeyeceği ileri sürülemez. Yaşanan tarihsel
süreçte bunun somut örneğini ortaya çıkarmıştır. Doğu
Avrupa ülkelerinde, faşizm, toplumsal devrimle yıkılıp,
yerini sosyalizme bırakırken; Fransa, Yunanistan, İspanya,
Almanya vb. örneklerinde, faşizm yerini demokratik cumhuriyetlere
bırakmıştır.
Bu dönemin, l928’li yılların sol-sekter yanlışların
daha sonra, özellikle l933-35 döneminde terkedildiği
biliniyor. Ve, doğru olarak, şu sonuca ulaşılıyor: “Faşist
diktatörlük, bütün ülkelerde, burjuva diktatörlüğünün
kaçınılmaz bir aşaması değildir.” (K.E.Faşizm Tahlili,
Sf:36)
Faşizm İle Sosyal-Demokrasi İlişkisi ve Demokratizme
Düşen Cephe Politikaları
Bir başka konuyu; faşizm ile sosyal-demokrasi ilişkisi
konusunu ele almakta yarar vardır. Biliniyor, sosyal-demokrasi,
Marksizim içinden çıkıyor ve giderek ona yabancılaşıyor.
Hatta, ütopik sosyalizmden beslendiği, bir anlamıyla,
Marksizm ile mücadele ettiği söylenebilir; ama, özellikle
kapitalizmin yükselme çağında, Marksizmin içinden çıkan
revizyonizm, sosyal-demokrasiye kaynaklık ediyor. 2.
Enternasyonal partilerinin ihaneti, bunun ifadesi oluyor.
Küçük burjuvazinin özlemlerini yansıtan revizyonizm,
kapitalizmden besleniyor, kapitalizmin yıkılmasını değil,
“onarılmasını” savunuyor, kapitalizmin ve burjuva devletin
yıkılmasında bir zorunluluk olan şiddet yadsınıyor,
önce Bernstein elinde, daha sonra Kautsky’nin elinde
kendi sistemini kuruyor. Birinci Dünya Savaşı, önemli
bir tarihsel kavşak oluyor. 2. Enternasyonal partileri,
bunların içinde en güçlüsü olan Alman Sosyal-Demokrat
Partisi savaş kredilerine oy veriyor. Daha sonra, aynı
sosyal-demokrasi l9l9-20 devrimlerinde ihanet ediyor,
burjuvazinin iktidarını destekliyor, devrimi bastırıyor.
Hatta, “üçüncü yol...” adı altında, Hitlere karşı tutum
almaz. Faşizm ile komünizmi aynı biçimde tehlikeli görür.
Hitlerin iktidarının önünü açar.
Burada dikkat çekmek istediğimiz nokta şudur; Sosyal-demokrasi,
bir evrim içinde kapitalizmle bütünleşmiştir. Önce,
küçük burjuva reformist bir sapmadır, ama giderek burjuvazi
ile bütünleşir, burjuva hareket olur. Sosyal-demokrasinin
ihanet zincirleri, bu bütünleşmede, önemli halkalar
oluşturmuştur.
İşte bu süreçte, l924’de faşizm ile sosyal-demokrasi,
“ikiz kardeş”, “modern kapitalizmin sağ ve sol eli..”
tanımlamaları yapılmıştır. Ve bu dönemde başlayan faşizm
tartışmalarında, sosyal-demokrasi müttefik de değildir.
“Faşizm ve sosyal-demokrasi büyük kapitalist diktatörlüğün
bir ve aynı aracının iki yanıdır. Sosyal-demokrasi bu
yüzden faşizme karşı mücadelede hiçbir zaman savaşan
proletaryanın güvenilir bir müttefiki olamaz.” (Faşizm
Nedir, Sosyal-Demokrasi Nedir, Sf:44)
l928’de, Komünist Enternasyonal’in 6.Dünya Kongresi’nde,
yine bu konu tartışılır. Ve sosyal-demokrasi için kendi
burjuvalarının yanında yer aldıkları için, “Sosyal emperyalist”,
milliyetçi bir noktaya kayıp, komünistlere karşı saldırdıkları
için ise, “sosyal-faşist” tanımlaması yapılır. Bunu
takip eden dönemde, l93l’de faşizmi “örtülü uyguladığı”
ve “burjuvazinin esas dayanağı” olduğu tesbitleri, sosyal-demokrasi
için yapılır.
Hiç şüphesiz, tüm bunlar sosyal-demokrasinin, kapitalizmle
bütünleşme evrimi ve ihaneti ile bağlantılıdır. Ancak
burada çubuk sola bükülmüştür. Zira bu mücadelede, tek
başına “alttan cephe..” taktiği de budur.
Ancak l933’den sonra bu bakış açısı değişmiş, bu dönemde
komünist enternasyonal tarafından “sol-sekter” olarak
değerlendirilmiştir. Bu dönem, bir anlamda, öncesi dönemin
tam tersidir; faşizm-sosyal-demokrasi ilişkisinde herşey
yeniden kurgulanmaktadır.
Faşizm tartışmalarında Almanya örneği hep önemli olmuştur.
l932’de, Almanya’da Nazi Partisi l3.8 milyon oy alarak
birinci parti olmuştur; bunu sosyal-demokratlar 8 milyon
oy, KP ise 5.4 milyon oyla izlemiştir. Faşizm tehlikesi
çok açıktır. KP “Birleşik Cephe” taktiği ileri sürer,
ama sosyal-demokratlar buna yanaşmaz.
l933’de “Bütün Ülkelerin İşçileri”ne bir çağrı yapılır.
Bu çağrıda; faşizme karşı mücadele programı ortaya konur,
sosyal-demokrasiye birleşik mücadele için başvurma kararı
alınır, “sosyal-demokrat örgütlere karşı saldırıyı durdurma”
ve “ ve savunma örgütleri”nde birlikte çalışma ileri
sürülür. Bu, komünist enternasyonal politikalarında
ilk önemli değişimdir. Ancak, bunlar sasyal-demokrasi
tarafından, kimi zaman “burjuva demokrasisini kabul
edin” kimi zaman “sadece faşizme değil komünizme de
karşıyız” denilerek reddedilir.
Daha sonra eskiden farklı olarak, sosyal-demokrasi için
“burjuvazinin asıl dayanağı” tespitinin geçersizliği
ilan edilir. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası
devam ederken, İspanya ve Fransa’da “Halk Cepheleri”
önerilir, sosyal-demokrasi ile ittifaklar kurulur. Tüm
bunlar sosyal-demokratları “sağ” ve “sol” olarak ayrıştırmaktadır.
Elbette bu nesnel gelişmeler, dönemin taktik politikalarına
yansıyacaktır; faşizme karşı en geniş cephe son derece
hassas bir tarzda örülmek zorundadır.
İşte, “birleşik cephe” ve bunun üzerinde “Halk Cephesi”
politikası budur! Faşizme karşı en geniş cephenin başarıya
ulaşması için, öncelikle proletaryanın sıkı örgütlenmesi,
bunun üzerinde, anti-faşist tüm sınıf ve katmanların
birleşik gücü hayatidir; doğru olan da budur. Dimitrov
bunu şöyle formüle eder: “Emekçi halk kitlelerinin faşizme
karşı mücadeleye seferber edilmesinde, proleter birleşik
cephe temeli üzerinde geniş bir anti-faşist halk cephesinin
kurulması, öncelikle önemli bir görevdir..” (Faşizm
ve İşçi sınıfı, Sf:45)
Bu formül anlaşılır bir formüldür. Ancak, formül daha
somutluk kazandıkça, sosyal-demokrasinin rolü, bu “birleşik
cephe” içindeki önemi çok daha netleşecektir. İşte,
l933 sonrası, sosyal-demokrasinin, “burjuvazinin asıl
dayanağı değil” tanımlamaları, giderek, proletaryanınn
bir parçasına dönüşmüştür. Yanlış olanda budur. Dimitrov’dan
aktaralım: “İki enternasyonalin yani Komünist Enternasyonalin
ve 2. Enternasyonal’in parti ve örgütlerinin taraftarlarının
ortak eylemlerinin faşist saldırıyı geri püskürtmesini
kolaylaştıracağı ve işçi sınıfının siyasi ağırlığını
artıracağı açık değil midir?” (Dimitrov, Age. Sf:35-36)
Dimitrov’un bakış açısı, komünist enternasyonalin bakış
açısıdır. Ve özellikle Ekim Devrimi’nden sonra bu kopuşu
yaşayan komünist hareket, “birleşik cephe” ekseninde
birleştirilmektedir. Yani tarihsel ve siyasal olarak
farklılaşmış iki çizgi, proletaryanın siyasi ağırlığı
için uzlaştırılmaktadır. Burada soru şudur; bu uzlaşma
veya eylem birliği, hangi program etrafındadır? Bunun
da yanıtı var, Dimitrov şöyle açıklıyor: “...Komünist
Enternasyonal, eylem birliği için, bütün işçilerin kabul
edebileceği gibi temel ve tek şartın dışında hiçbir
şart ileri sürmemektedir. Bu şart, eylem birliğinin
faşizme, sermayenin saldırılarına, savaş tehlikesine
ve sınıf düşmalarına karşı yönelmesidir. Bizim şartımız
budur.” (Dimitrov, Age, Sf:32)
Her şey daha netleşmiştir. Proletaryanın birleşik cephesi
için, 2. Enternasyonal partileri/sosyal-demokrat partiler
ile eylem birliği yapılmalı. Bu eylem birliğinin programı
ise, faşizme ve savaşa karşı, kapitalizmi yıkmayan demokrasi
programıdır. Bunun üzerinde inşaa edilecek “Halk Cephesi”,
tüm sınıfları kapsayacaktır. Anlaşılacağı üzere, 2.
Enternasyonal partileri/sosyal-demokrat partiler proletaryanın
partileri olarak görülmekte ve bunun önü demokrasi ile
sınırlandırılmaktadır. Bu tümden yanlıştır; Ekim Devrimi
sonrası komünist hareketin tüm temel yaklaşımları ile
karşıttır.
Stalin, l927 yılında, sosyal-demokrasi için, “karşı-devrimci”
der, ve “2. ve 3. Enternasyonal’in birleşmesi mümkün
mü?” sorusuna, “mümkün değildir” yanıtı verir. Çünkü,
“3.Enternasyonal bakışını kapitalizmin devrilmesi ve
proletarya diktatörlüğünün kurulmasına çevirmişken,
2. Enternasyonal tersine bakışını kapitalizmin muhafaza
edilmesine ve proletarya diktatörlüğünün kurulması için
gerekli olan her şeyi yok etmeye dikmiştir.” (Stalin,
Eserler-l0, Sf:l83)
Ayrıca, Lenin’in, Ekim Devrimi sonrası, partinin isim
değişikliği, basit bir değişimi değil, 2. Enternasyonal
ile “kalın bir sınır çizmektedir”. Aynı biçimde, hatırlayalım,
Komünist Enternasyonal’e kabul şartları; merkez ve reformist
partilerden tam bir kopuştur- 7. koşul budur.
Ancak, Dimitrov’dan aktardığımız temel politika, Lenin
ve Stalin’in bakış açısı ile taban tabana zıttır. Elbette,
anti-faşist mücadelede, sosyal-demokrasi ki bu dönemde
“sağ” ve “sol” olarak aynıdır, eski sol sekter taktik
politika ile ele alınamaz, esnek bir politika izlenir.
Ama, bu çubuğu tümden sağa bükmeyi, 2. Enternasyonal
partilerini proletaryanın partisi yapmayı ve demokratizmle
önünü sınırlamayı gerektirmez.
Bu dönemde, 1935’lerde bir devrim durumu vardır. Sosyal-demokrasi
karşı-devrimcidir, en fazlasından burjuva demokrasisi
çerçevesinden hareket eder. Proletarya, her dönem, bir
devrim durumunda haydi haydi sosyalizm için mücadele
eder. Elbette, anti-faşist mücadeleye demokrasi mücadelesine
kayıtsız kalmaz. Tam tersine ona sahip çıkar, demokrasi
programını sosyalizme bağlar. Doğrusu budur.
Dimitrov ise, yukarıda ele aldığımız temel politikayı,
sosyalizmi dıştalayarak somutlamaktadır. Aktaralım:
“... Kapitalist ülkelerin emekçi kitleleri şimdi çabuk
ve kesin bir seçme yapmak zorundadırlar ve bu seçme
proletarya iktidarı ile burjuva demokrasisi arasında
değil, burjuva demokrasisi ile faşizm arasında olacaktır.”
(Faşizme K.Birleşik Cephe, Sf:l40)
Bu demokratizmdir. Ve önemli ölçüde formel bir bakış
açısının sonucudur. Sosyal-demokratların, İskandinavya
ülkelerinde, demokratik taleplerle iktidar olması, bir
devrim durumunda, örneğin Fransa için proletaryanın
önüne tamamen demokratik taleplerin konmasına yol açmıştır;
devletin demokratikleşmesi, faşizmin geriletilmesi ile
kendini sınırlamıştır. Bu mantık zinciri, ABD için,
komünist olmayan “işçi-çiftçi partisi” modeli önerilir.
Zaman zaman, “Nihai kurtuluşu bu hükümet getirmez”,
“sosyalist devrim için silahlanmak gerek...” biçiminde,
uzak hedeflere vurgu yapılsa da asıl temel programatik
platform, demokratizmdir. Biraz da 2. Dünya Savaşı’nda,
Fransa, İspanya ve Yunanistan örnekleri, bu politikaların,
demokratizmin kurbanı oldu.
Proleterya Diktatörlüğü Sorununda Hatalar
Proletarya diktatörlüğü sorununda da, karşımıza iki
önemli yanlış çıkmaktadır. Birisi, “Tüm halkın devleti..”
veya liberal bir söylemle de ifade edilen “Çalışanların
Demokrasisi” kavramıdır. İkincisi ise, üçüncü bir devlet
tipi olarak, “Yeni Demokratik Devlet”tir. Birincisinin,
Stalin’de uç verip, revizyonizmin temel tezi olduğu
biliniyor; ikincisi ise, Mao’nun temel tezlerinden biridir.
Önce Stalin’in tezlerine bakalım... Bu konuda, devlet
konusunda, ilk yanlış eğilim, Sovyetler Birliği’nde,
sosyalizmin zafer kazanması döneminde ortaya çıkmıştır.
1936 Anayasası bu dönemin temel belgesidir, dönüm noktasıdır.
Devletin niteliğine yönelik, 1936 Anayasası’nda, birinci
maddede şu vardır:
“Madde 1) Sovyet Sosyalist Cumhuriyet Birliği işçi ve
köylülerin sosyalist devletidir.” (Stalin: Eserler,
Cilt-14 Sf. 106)
Bu tanımlama üzerine bir dizi tartışma yaşanır, ama
Stalin “işçi ve köylü devleti” tanımlamasına karşı önerilen
başka tanımlamaları, kimi gerekçelerle kabul etmez.
Keza, aynı dönemde kaleme alınan, Bolşevik Parti Tarihi”nde
sık sık bu yönde tanımlamalar yapar. Burada bizim için
önemli olan, proletarya diktatörlüğü değil, “işçi köylü
devleti” tanımlanmasının yapılmasıdır.
Ayrıca, 18. Parti Kongresi’ne, Stalin’in sunduğu rapor
vardır: burada ‘Teorinin Bazı Sorunları” alt başlığında
devlet sorunu ele alınır. 1939 yılında, yapılan bu değerlendirmede,
Engels’in bilinen formülünü önce aktarır. Bizde aktaralım:
“Baskı altında tutulması gerekli herhangi bir toplumsal
sınıf kalmadığında, sınıf egemenliğinin ve bugüne kadarki
üretim anarşisinin neden olduğu tek tek varolma mücadelesiyle,
bundan kaynaklanan çatışmalar ortadan kalktığında özel
bir şey olmayacaktır. Bütün toplumun gerçek temsilcisi
olarak devletin ilk eylemi - toplum adına üretim araçlarına
el koymak - aynı zamanda onun son eylemi olacaktır.
Egemenlik ilişkileri bütün alanlarda giderek gereksizleşecek
ve kendiliğinden sönecektir. Bireylerin üzerindeki egemenlik,
yerini, işçilerin yönetimine, üretim sürecinin yönetimine
bırakacaktır. ‘Devlet ortadan kaldırılmayacak, yavaşca
ölecektir” (Engels, Anti-Dühring.....)
Engels’in sözleri son derece nettir; Lenin’de bunu doğru,
net ele alır. Ancak Stalin bu formülasyonu, “Evet doğrudur,
ama sadece iki koşul alltında..” diyerek, “koşula” bağlar.
Bu koşul: 1930’lu yıllarda, tek ülkede sosyalizmdir,
kapitalist devletlerce kuşatılmasıdır. Bundan çıkan
sonucu Stalin şöyle değerlendiriyor: “Bundan çıkan sonuç
ise, sosyalist devletin kaderiyle ilgili Engels’in bu
genel formülünün sosyalizmin tek bir ülkede zafere ulaştığı,
kapitalist bir çevreyle kuşatıldığı ve dışarıdan gelecek
herhangi bir saldırı tehlikesiyle karşı karşıya kalınmadığı
bundan dolayı da uluslararası durumu dikkate almak zorunda
olduğu özel somut bir duruma uygulanamayacağıdır..”
(Stalin-Eserler C.14, Sf.247)
Hemen belirtelim, Engels’in formülü, tek ülkede sosyalizmin
kimi sorunları ile çelişmez. Engels’in formülü, devlet
sorununa genel-evrensel bir bakıştır; şu veya bu “koşul”
bunu değiştirmez.
Bir yanda, sınıfların ortadan kaldırıldığı iddiası vardır,
diğer yanda “güçlü bir devlete sahip olmak” söz konusudur.
Hiç şüphesiz bu devlet-sınıf ilişkisini doğru kuramamaktır.
Ki bu mantık, Stalin’i komünizmde devletin olacağı yanılsamasına
götürecektir. Devamla bunu da ifade eder Stalin: “Ne
var ki, gelişme bu noktada durmaz. İlerlemeye, komünizme
doğru yürümeye devam ediyoruz. Ülkemizde komünizm döneminde
de devlet korunacak mıdır?
Evet, kapitalist kuşatma ortadan kaldırılmadıkca, dış
saldırı tehlikesi kalkmadıkça korunacaktır; bu arada
devletimizin değişen iç ve dış durumlara göre değişik
biçimler alacağı açıktır.” (Stalin, age. C:14, Sf. 251)
Sonradan anlaşılacağı üzere, 1936 sonrası, “sınıfları
ortadan kaldırdık”, “komünizme geçiyoruz” iddiası, gerçek
yaşamda karşılığını bulamamıştır- bunu bir not olarak
düşelim.
1936’da formüle edilen, “işçi-köylü devleti” tek ülkede
komünizme geçilebileceği tezine paralel olarak, komünizmde
de devletin korunacağı tezidir! Biliniyor, Kruşçev-Brejnev
revizyonizmi, işte bu teorik yanılsamalardan beslenerek
ünlü “Tüm Halkın Devleti” tezini geliştirmiştir...
Tüm bunlar yanlıştır. Proletarya diktatörlüğü, sadece
burjuvazinin direnişini bastırmakla kalmaz, aynı zamanda
proletaryanın varlık koşullarına yönelir. Sınıfların
ortadan kaldırılması budur; bu koşullarda, proletarya,
proletarya olmaktan çıkacak toplum “işçi-köylü” gibi,
iki ayrı sınıf olarak değil, bu farklılıkların silindiği
bir aşamaya ulaşacaktır. Şehir-kır çelişkisi, kafa emekçileri
ile kol emekçileri arasındaki çelişki ortadan kalkacak
meta bolluğu içinde, toplum komünizme yönelecektir.
Bu süreçte devlet, “yarım-devlet”tir, “burjuvasız burjuva
devleti”dir, sönmeye mahkumdur. Bundan dolayı, proletarya
diktatörlüğü, elbet farklı biçimler alabilir, ama insanlığın
şahit olduğu son devlettir.
Ekim Devrimi, köylü ülkesinde, proletarya diktatörlüğünü
uygulama örneğidir. Dahası, tek ülkede sosyalizm, bir
Avrupa devriminin gerçekleşmediği koşullarda, Ekim Devrimi
ruhu ile, sosyalizmin köylülüğe dayanarak inşa etmektir.
Bundan dolayı Lenin sık sık “Başlamak kolay, sosyalizmi
sürdürmek zor” demiştir. Ancak, burada, köylülük, proletaryanın
müttefiğidir, ama proletarya tek başına devleti elinde
tutar; bu hiç de kolay bir süreç değildir. Proletarya
diktatörlüğü altında, uzun ve sancılı bir yolda, işçiler
ve köylüler arasındaki fark ortadan kalkacak ve herkes
çalışan haline dönüşecektir. Ekim Devrimi’nden sonra,
1919’da, “Proletarya Diktatörlüğü Çağında Ekonomi ve
Politika” adlı ünlü makalesinde Lenin şunları söyler:
“Sınıfları ortadan kaldırmak için, ilkin çiftlik sahiplerini
ve kapitalistleri devirmek gerekir. Görevin bu bölümünü
yerine getirdik, ama bu sadece bir bölümüdür ve en zor
bölümüde değildir. Sınıfları ortadan kaldırmak, herkesi
çalışanlar haline getirmek gerekir. Bu birden bire olmaz.
Bu kıyaslanamayacak kadar zor ve zorunlu olarak uzun
süreli bir görevdir...” (Lenin, S. Eserler-C.8, Sf:24)
Lenin, 1921 yılında, Nakliyat İşçileri Tüm Rusya Birliği
Kongresi’nde bir konuşma yapar. Kongre salonunda “İşçilerin
ve Köylülerin Devleti Asla Sona Ermeyecektir” yazılı
bir pankart vardır: Lenin buna tepki gösterir. Şunları
söyler: “...Gerçekten, eğer işçilerin ve köylülerin
devleti asla sona ermeyecekse, o zaman bu, hiçbir zaman
bir sosyalizm olmayacağı anlamına gelir, çünkü sosyalizm
sınıfların ortadan kalkması demektir; fakat işçiler
ve köylüler var olduğu sürece, çeşitli sınıflar da var
olur ve dolayısıyla tam sosyalizm olmaz...” (Lenin,
S. Eserler-C.9, Sf:161-162)
Demek ki, hala sosyalizmde işçiler ve köylüler varsa,
ki 1936 ve sonrasında varolduğu kabul ediliyor; asla
tam sosyalizm, yani komünizm olamaz. Dahası, komünizmde
de ayrıca devlet, hem de “işçi-köylü devleti” olamaz!
Gelelim Mao’nun tezine... Mao’nun, “Yeni Demokratik
Devlet” anlayışı, “Yeni Demokratik Devrim” anlayışının
doğal sonucudur. Bunu, “Mahir ve Devrim”de inceledik.
Konumuzla ilişkili olarak, kapitalist sömürüyü ortadan
kaldırmayan, tam tersine milli bir kapitalizmin gelişmesini
sağlayan yeni demokratik devrim, “üçüncü tip” bir toplum
ve “üçüncü tip” bir devlet yaratacaktır. Bu “üçüncü
tip devlet”, örneğin, “işçi-köylü devletinden” daha
farklıdır, burjuvazininde içinde yer aldığı bir devlettir.
Anti-emperyalist, daha doğrusu anti-Japon tüm sınıfları
içine alan bu devlet, tüm sömürge ve yarı-sömürge ülkeler
için bir modeldir.
Sözü fazla uzatmayarak Mao’dan aktaralım: “Kurmak istediğimiz
Demokratik Çin Cumhuriyeti, bütün anti-emperyalist ve
anti-feodal halkın proletarya önderliğinde ki ortak
diktatörlüğü altında bir Demokratik Cumhuriyet olacaktır.”
(Mao, C-2 Sf: 351)
“Dünyadaki çeşitli tipte devlet sistemleri siyasal iktidarın
sınıf niteliğine göre üç temel biçimde özetlenebilir.
1) Burjuva diktatörlüğü altındaki cumhuriyetler, 2)
Proletarya diktatörlüğü altındaki siyasi cumhuriyetler,
3) Bir kaç devrimci sınıfın ortak diktatörlüğü altındaki
cumhuriyetler.
Üçüncü tür sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin devrimlerinde
benimsenmesi gereken geçiş döneminin devlet biçimidir.
Bu devrimlerin her birinin kendine has bazı özellikleri
olacaktır, ama bunlar genel bir tema üzerindeki küçük
çeşitlemelerdir. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde yer
alan devletler olduklarına göre, devlet yapıları zorunlu
olarak temelde aynı, yani birkaç anti-emperyalist sınıfın
ortak diktatörlüğü altındaki yeni demokratik bir devlet
olacaktır. Bugünün Çin’inde Japonya’ya karşı birleşik
cephe yeni demokratik devlet biçimini temsil etmektedir”
(Mao, C-2, Sf; 352)
“Bu iktidar (...) toprak ağası sınıfın ve burjuvazinin
diktaörlüğünden farklı olduğu gibi, tam anlamıyla bir
demokratik işçi köylü diktatörlüğünden farklıdır. Siyasi
iktidar organlarında sandalye dağılımı şöyle olmalıdır:
proletarya ve yoksul köylülüğü temsil eden komünistlere
üçte bir; küçük burjuvaziyi temsil eden sol ilericilere
üçte bir; orta burjuvaziyi ve aydınlanmış eşrafı temsil
eden, ona ve diğer unsurlara üçte bir...” (Mao, C-2,
Sf; 433)
Anlaşılacağı üzere, yeni demokratik devlet, içinde burjuvazininde
yer aldığı, “birkaç anti-emperyalist sınıfın ortak diktatörlüğü”dür,
üçüncü tip bir devlettir. Mao, 1956’da, birkez, bu devletin,
“halkın demokratik diktatörlüğünün özü itibariyle proletarya
diktatörlüğü” belirlemesi yapar; bunun dışında hep,
“Demokratik Halk Diktatörlüğü”nü yukarıdaki anlatımlardanda
anlaşılacağı gibi, proletarya diktatörlüğünden ayrı,
“üçüncü tip devlet” olarak ele alır.
Tam bu noktada soru şudur; proletarya diktatörlüğünün
özgün bir biçimi olan “Demokratik Halk Diktatörlüğü”
kime karşı diktatörlük uygulamaktadır? Burjuvaziye olmadığı
açıktır. Çünkü, burjuvazi, “halk” içinde ele alınmaktadır.
1957 yılında kaleme alınan “Halk İçndeki Çelişmeleri
Doğru Ele Alınması Üzerine” makalesinde Mao; “Ülkemizde
işçi sınıfı ile ulusal burjuvazi arasındaki çelişki,
halk arasındaki çelişkiler kategorisindedir. Bu iki
sınıf arasındaki çatışma, halk safları içindeki bir
çatışmadır.”, “Sosyalist bir toplum kurulurken, sömürücüsüyle,
işçisiyle, herkesin bilincinin yeniden biçimlenmesi
gerekir”, diyor. Zaten, “Yüz çicek yanyana açsın, yüz
fikir akımı tartışsın” ilkesi budur; “Burjuvazi ile
küçük-burjuvazi de, ideolojilerini elbette ortaya koyacaklardır.
(...) Fikirlerini ortaya koymalarına engel olmak için
baskı yöntemlerini kullanmak doğru olmaz...” bunun ifadesi
olarak söylenmektedir.
Her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur. Öyle bir
devlet ki, “Yeni Demokratik Devlet” ya da “Demokratik
Halk Diktatörlüğü” bünyesinde “bir kaç sınıf”, “dört
sınıf” alacaktır, hem proletarya, hem burjuva olacaktır!
Bu öyle bir diktatörlük ki, “Halk kendi içinde diktatörlük
uygulayamaz” denilerek, hem sosyalizmden bahsedilecek,
hem de burjuvaziye diktatörlük uygulanmayacak!
Lenin’in, Nisan Tezleri çözümlemeleri biliniyor; “Bir
devlet içinde iki iktidar erki olmaz...” sözü Lenin’e
aittir. Keza Ekim Devrimi’nde, Şubat Devrimi’nde ortaya
çıkan, ikili iktidara son vermiş, sovyetlerde ifadesini
bulan “işçi-köylü devrimci diktatörlüğü”nü proletarya
diktatörlüğüne dönüştürmüştür.
1920’de, “Özgürlük Üzerine Sahte Konuşmalar” makalesinde;
sosyalist-devrimciler ve Menşeviklerin “Çalışanların
Demokrasisi” tezlerine yanıtında Lenin şunu söylüyor:
“Çalışanların demokrasisi çerçevesinde özgürlük ve eşitlik,
küçük toprak sahibi için (çiftliğini ulusallaştırmış
toprak üzerinde işletiyor da olsa) tahıl fazlasını fahiş
fiatla satma, yani şçileri sömürme özgürlüğüdür. Kapitalistlerin
devrildiği, fakat özel mülkiyetin ve serbest ticaretin
hala varolduğu koşullarda kim çalışanların demokrasisi
çerçevesinde özgürlük ve eşitlikten söz ediyorsa, o
sömürücülerin savunucusudur. Ve böyle birine karşı proletrya,
diktatörlüğünü uygularken sömürücülere davrandığı gibi
davranmak zorundadır, o kendisini sosyal-demokrat, sosyalist
olarak adlandırsa, hatta 2. Enternasyonal’in çürümüşlüğünü
kabul eden bir insan olduğunu söylese de...” (S. Eserler-10,
Sf:294) Lenin’in başta Devlet ve İhtilal eseri olmak
üzere, tüm eserleri, Mao’ya, bu konuda yanıt niteliğindedir!
Sosyalist harekkette bu teorik tanımlamalar doğru değildir
ve popülizmin temel dayanakları olmuştur. Devrimci Sosyalizm,
bunlardan arınarak ilerleyecektir!
Başta da ifade ettiğimiz gibi devlet biçimleri sorunu
ve bunların tanımlanması meselesi sosyalist harekette
her dönem oldukça problemli alanlardan birini oluşturmuştur.
Devrimci sosyalistler bütün bu meselelerin ele alınmasını,
ilerletici tartışmaların yapılmasını devrimci yenilenme-sıçrama
sürecinin bir bileşeni olarak görmelidirler. Yukarıda
ele alınan meseleler ve ortaya konulan tespitler, bu
tür tartışmalar, tezler için bir başlangıç noktası olarak
değerlendirilmelidir. Son noktalar olarak değil...
|