Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

49. Sayı - Mart 2007

Türkiye, 2007’nin ilk ayını iğrenç bir faşist cinayetle karşıladı. Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, Şişli’de sokak ortasında öldürüldü. Ve çoğu zaman olduğu gibi Dink cinayetinde de daha barut kokusu bile dağılmadan, yerde yatmakta olan insan değil, bu cinayetin arka planı, sonuçları, vs. tartışılmaya başlandı. Cinayet ve sonrasındaki gelişmeler, özellikle de cenaze yürüyüşü, sıradan mahalle bakkalından burjuva partilerine ve sol gruplara kadar hemen her kesimde derin bölünmeleri ortaya çıkardı. İlk andan başlayarak kelimenin tam anlamıyla “her kafadan bir ses” çıktı ve doğal olarak her “ses” içinden çıktığı “kafa”nın yapısını ortaya koydu.
Faşist-ırkçı cephe açısından elbette durum yeterince açıktı. Onlar açısından 1915’teki rakamın üzerine bir kişinin daha eklenmesi, bir Ermeni’nin daha öte dünyaya gönderilmesi üzüntü duyulacak bir şey değildi. Dolayısıyla faşist cephe, ilk anda yaşadığı tereddüdü çabuk aştı. Daha doğrusu bu tam olarak bir tereddüt de değildi; yalnızca erkenden “töhmet altında kalmamak için” bir günlüğüne tırnaklarını saklamayı tercih etmişlerdi; ki bu 70’li yıllardaki en kanlı cinayetlerde uyguladıkları taktiğin aynısıydı. O yıllarda herkes bilirdi ki, ne zaman faşist şefler “cinayetleri kınasa”(!) ve “kardeşlik”ten söz etse, ya bir katliam henüz yaşanmıştır ya da eli kulağındadır.
Sonuçta titreyip kendilerine gelmeleri de zaten çok uzun sürmedi ve yarım ağızla cinayeti kınadıktan sonra, büyük bir hızla eski şovenist propagandaya hız verdiler; özellikle cenaze törenindeki anti-şovenist duruş onları çok rahatsız etmişti ve işe “hepimiz Ermeniyiz” sloganından başladılar; futbol maçları dahil her alanı kullanarak ırkçı-katliamcı ajitasyona hız verdiler. Üstelik bu kez, ırkçı-faşist cepheye çoktan yazılmış olan CHP de koroya katılmakta geç kalmadı; cinayetten daha birkaç gün sonra “elbette hepimiz Türk’üz, milliyetçiliği ezdirmeyiz” diye kükrediler. Anlaşılan kimse bu kirli işin şerefini bir başkasına bırakmak istemiyordu!
Sonuçta cinayet, (şu ana kadar görüldüğü kadarıyla) kökenleri faşist örgütlerin içinde bulunan bir ekip tarafından işlenmişti ya da muhtemelen tetiğin çekilmesinde bu ekip kullanılmıştı. Cinayet üzerine çok fazla komplo teorisi kurmak gerekmiyordu aslında; bu topraklarda gerek resmi kontr-gerilla faaliyeti, gerekse de faşist çetelerin emperyalizm ve oligarşi tarafından beslenip kullanılması alışılmadık şeyler değildi. Neticede Şemdinli’de “iyi çocuklar”, 1 Mayıs 77’de CIA-MİT, Musa Anter’in öldürülmesinde itirafçı hainler, bir başka yerde başkaları ve başkaları… Uydurma örgütler, yarı-mafyatik çeteler, Hizbul-kontra gibi ordu beslemesi katil sürüleri, doğrudan ya da dolaylı olarak yönlendirilebilir İslami gruplar, vs. vs… Bütün bunlar zaten Türkiye manzarasında sürüsüne bereket rastlanan durumlardır ve herhangi birinin herhangi bir anda “vazife üstlenmesi” çok şaşırtıcı değildir.
Ayrıca, olgunun oligarşi içi çelişkilerle ilgili boyutlarını da geçen sayımızda ortaya koymuş ve bu cinayetin arkasında da özellikle ordunun rolünün altını çizmiştik.
Ama öte yandan, (konumuzla ilgili olarak devam edersek) zaten bu ve başka cinayetlerin işlenmesi için gereken politik ortam ve “kahramanlık”(!) yapmaya hazır serseri sayısı Türkiye’de eksik değildir. Daha önceki sayılarımızda şovenist saldırganlık üzerine yazarken sık sık belirttiğimiz gibi Türkiye’de bu tırmanış, insanların kendi kendilerine ajite olarak kendiliğinden ortaya çıkardıkları bir olgu değildir. Bazı muhafazakâr-kapalı bölgelerin ve mafyatik faaliyete uygun coğrafi geçiş noktalarının çete oluşumlarına daha fazla zemin hazırladığı ya da asker cenazelerinin belli bir psikolojik ortam yarattığı söylenebilir belki ama genel olarak bazı yörelerin bizzat devlet tarafından “seçilerek” planlı bir biçimde şovenizmle zehirlendiği de açık bir gerçektir. Tamamen yanlış bir biçimde “linç” diye nitelenen ama aslında tümüyle planlı olarak gerçekleştirilen faşist saldırılarla bu yörelerde atmosfer boğucu hale getirilmekte, sol ve demokrat düşüncelere kapalı bir alan yaratılmakta ve sonuç olarak taşrada zaten çok güçlü olmayan toplumsal hareket geriye itilmektedir. Solun gerilediği her yerde sendikal hareketin de önünün tıkandığını bilen patronların fabrikalarını özellikle bu yörelere kaydırması ve ucuz emek cennetleri yaratmaları da olgunun bir başka yönüdür.
Ve tabii yalnızca belli yörelere değil, Türkiye geneline yönelik olarak yürütülen zehir enjeksiyonu, özellikle tekel medyası tarafından sürdürülmekte ve “vatandaş tepkisi-provokatör terörist” ikilisi üzerinden bütün bu saldırıların zemini hazırlanmaktadır. Aslında bu sınıflandırma, daha uzun vadeli bir karşı-devrimci programın parçasıdır. Düzen güçleri (ya da en azından neo-liberal kesimler), genel olarak çizme boyunu aşmayan “iyi huylu” bir “sivil toplum tepkisi” türünü kutsayıp medya aracılığıyla öne çıkarırken, bu sınırı zorlayan, düzen-dışı nitelikler taşıyan her türden hareketi daha en baştan boğmayı ve halktan tecrit etmeyi hedeflemektedirler. Herhangi bir miting haberinin mutlaka “provokatör gruplar” başlıklı bir bölüm içermesi bu ülkede artık neredeyse bir medya klasiğidir; “karnaval havasında geçen mitinge gölge düşürmek” klişesi hemen her duruma uyarlanmakta, ok işaretleriyle özel hedef göstermeler yapılmakta ve kitle hareketiyle devrimci güçlerin bağları koparılmaya çalışılmaktadır. Tümden meşru halk eylemleri ise zaten külliyen “terör örgütü sempatizanları” nitelemesiyle aktarılmaktadır. Özellikle tekel medyasının ucuz olduğu için daha çok okunan tetikçi bulvar gazeteleri bu konuda görev üstlenmişlerdir ve her türlü hak arama eylemini karalamak, komplo teorileri icat etmek, açık bir Kürt düşmanlığı yaymak, vs. bu görevin parçalarıdır. Dink’in öldürülmesinin ardından timsah gözyaşları döken tekel medyasının organları, daha üç gün önce Orhan Pamuk, Hrant Dink ve diğer “sakıncalı”lara karşı en azgınca kampanyaları yürütmekte bir sakınca görmüyorlardı.
Şüphesiz bu program, yani “sivil toplum tepkisi-provokatörler” ikilemesi, şu ana kadar somut bir başarı sağlamış değildir ve sağlaması da zordur; bu topraklarda herhangi bir hak arama eyleminin devrimciler dışlanarak “cici” bir görünümle yapılması tekel medyasının, polisin ve reformistlerin bütün çabalarına karşın mümkün olamamaktadır, işin doğrusu bu toprak böyle bir çabaya uygun değildir. Devrimci hareket, bütün zayıflıklarına rağmen yine de bu ülkede halkın içinde yaşayan, oradan gelen ve oradan beslenen bir güçtür ve onu herhangi bir hak arama eyleminden, herhangi bir toplumsal tepkiden dışlamak o kadar kolay değildir. Ama bu arada yapılan şey, (bu asıl amaca ulaşılamasa bile) sistematik biçimde Kürt ulusal hareketinin ve düzen-dışı solun hedef gösterilmesi, şovenist histerinin sürekli canlı tutulması ve sözünü ettiğimiz seçilmiş alanlar başta olmak üzere mümkün olan her yerde her biçimde devrimcilerin emekçi kitlelerden tecrit edilmeye çalışılmasıdır.
Elbette bu arada, ırkçı-faşist etkinliğin en yoğun olduğu alanlarda da mafyatik-kirli bir ortam mayalanmakta, bu zemin üzerinden kontra hizmetler için eleman seçimi kolaylaşmaktadır. Bütün bu sahte “kahraman”ların yoksul kesimlerden ve işsizler içinden gelmesi de hiç şaşırtıcı değildir; bu, tarih boyunca böyle olmuştur, egemen güçlerin kendi ellerini pis işlerle kirlettikleri tarihte pek az görülmüştür. Bu işler için her zaman kafası karışık ve zehirlenmeye uygun tipler vardır; hatta günümüzde gereğinden de fazla vardır.
Olguya böyle bir yerden bakıldığında katillerle çektirilen hatıra fotoğrafları, sırt sıvazlamalar, vs. anlaşılabilir durumlardır. Skandal fotoğrafları birbirine yıkan polis de jandarma da esas olarak böyle bir ideolojik şekilleniş içindedir; bu, tuzu kuru liberallerin iddia ettiği gibi “eğitimsizlik”ten kaynaklanan bir durum da değildir; tersine oligarşinin baskı aygıtlarının elemanları son derece iyi “eğitilmektedirler”, yaptıkları da tümüyle bu “eğitim”in ürünüdür. Bütün devrimci güçlere ve halka karşı duyulan nefret, katıksız bir şovenizm onların aldığı eğitimin özüdür. Herhangi bir miting sırasında herhangi bir polis arabasına gizli dinleyici yerleştirilmiş olsa, elde edilen ses kayıtlarını hiçbir TV kanalı yayınlayamaz; çünkü kanal konuşmalarda geçen küfürlerden ötürü “toplumun ahlakını bozmak” gerekçesiyle kapatılır! Bu bir şekilleniştir; Emniyet Genel Müdürlüğü sözcüsü bir konuşmasında “personelimiz duygularıyla işi birbirine karıştırmamalıdır” derken tam da bunu kastetmektedir. Dediği şey açıkça şudur aslında: “Arkadaşlar, siz bir Ermeni’nin öldürülmesinden memnun olabilirsiniz; ama lütfen böyle fotoğraf çektirmek gibi saçmalıklar yapıp bizi zor duruma düşürmeyin!”
Fazla uzatmaya gerek yok. Sonuç olarak bütün bu olgular üzerinden giderek varmak istediğimiz şey şudur: Bu topraklarda herhangi bir özel komplo olmaksızın da Şişli’de sokakta yürüyen bir demokrat insanın öldürülmesi için uygun atmosfer ve bu kadar basit bir işi yapacak kıt zekalı elemanlar vardır. Mevcut ırkçı-faşist potansiyel ve timsah gözyaşına meraklı tekel medyasının yarattığı politik atmosfer bunun için uygundur, yeterlidir.

Faşist Cinayetten “Teröre Karşı Tepki” Çıkarmak: Bir Tür Hokkabazlık
Neoliberal işbirlikçilerin derdi ise daha Dink’in cesedi kaldırımda yatarken belli olmuştur. Özellikle CNN Türk ve NTV’de yuvalanmış olan bu kesim, cinayetin işlendiği ilk andan itibaren bir yandan Türk Devleti’nin “töhmet altında kalmaması” kaygısına düşerek “Türkiye aleyhine komplolar”ın nasıl önleneceğine kafa yorarken, diğer yandan da bu cinayete karşı oluşacak tepkinin nasıl düzen içine çekileceğinin hesaplarını yapmaya başlamışlardır. Eski Barış Derneği sanığı bir neoliberal (Ali Sirmen), cinayetten yarım saat sonra “devlet töreni yapmanın yararları”na işaret ederken Taha Akyol gibileri ise İspanyol reformist sendikalarının ETA karşıtı yürüyüşlerini örnek vererek “bundan sonra hep böyle PKK’ye karşı da sokaklara çıkmalıyız” gibi inciler yumurtlamaktadır. Bir yandan saat başı verilen haberlerde cinayet akşamı yapılacak yürüyüşün ve sonra da cenazenin güzergahı ayrıntılarıyla verilerek üstü kapalı katılım çağrısı yapılmakta, diğer yandan ise böyle bir tepkinin solu, devrimcileri kenarda bırakan bir zeminde gerçekleşmesinin çalışmaları yapılmaktadır. Bütün yayınlarda bir yandan hükümet cenazeye katılma baskısına alınırken diğer yandan da yerli-yabancı bütün burjuva politik odaklar, meseleye dahil olmaya çağrılmaktadır. Sürece ne kadar çok sayıda resmi kişilik ve burjuva unsur katılırsa tepkinin o kadar “yumuşayacağı” ve “yönünün değişeceği” hesaplanmakta, arada da klasik “provokatörlere dikkat!” anonsları ihmal edilmemektedir.
İşin doğrusu, cenaze yürüyüşünü yönetme iddiasındaki “toplumsal itfaiyeciler” koalisyonu da bu konuda az istekli değildir. Devrimcilere duydukları husumet duygusunu bir türlü bastıramayan bu koalisyon üyeleri, özellikle ÖDP ve DİSK yöneticileri, cenazede mozaik yaratma hevesindedirler; devrimci güçlerin olmadığı ya da tümüyle pasifize edildiği cıvık bir mozaik! Az sonra değineceğimiz gibi, mitingte yer alan AB-ABD temsilcilerini ve burjuva politikacılarını kendilerine katılmama gerekçesi yapanlar, asıl bu gerçeğe gözlerini kapatmışlardır. Tekel medyasının ve işbirlikçi kalemlerin asıl yapmak istedikleri tam budur işte: Devrimci, anti-faşist tepkinin yer almadığı genel geçer bir “teröre lanet” mitingi! Solun, “şunlar var” var diyerek yürüyüşe katılmaması da, tam tamına düzen temsilcilerinin istedikleri şeydir.

Cenaze Töreni: Anti-Faşist Öfkenin Dışa Vurulması
Ancak bu plan, esas itibarıyla gerçekleşmemiştir.
Burjuva yazarlar, faşistler, sosyal şoven gruplar o gün bugündür yürüyüşe katılanların kaçta kaçının Ermeni, kaçta kaçının solcu, kaçta kaçının işçi, kaçta kaçının “normal vatandaş”(!) olduğunu hesap etmeye çalışıyorlar. Oysa bu son derece saçma bir hesaptır. Hrant Dink cenazesi, katılımcıların tek tek kimliklerinden de bağımsız olarak son yıllarda Türkiye’de yapılmış en büyük anti-faşist gösterilerden biridir. Tarihe de böyle geçmiştir.
Yaklaşık yüz bin kişi, bu faşist cinayete karşı sokağa çıkmış ve Hrant Dink’i sahiplenerek faşizme karşı bir tavır koymuştur. “Hepimiz Hrant Dink’iz / Hepimiz Ermeniyiz” sloganı da bu özgün olayda mükemmel bir biçimde yerine oturmuştur. İnsanlar, “eğer Hrant Dink’i Ermeni olduğu için, demokrat olduğu için öldürdüyseniz, evet biz de Ermeniyiz, biz de demokratız” deme basiretini göstermişler ve son derece yerinde bir iş yapmışlardır.
Öte yandan, Rakel Dink’in isteğine ve bu isteği malzeme yaparak kendi politik hesaplarını kitleye dayatmaya çalışan “itfaiyeciler koalisyonu”nun emirnamelerine kitlenin hayli önemli bir bölümü, en azından yürüyüşün bir noktasından sonra uymamıştır ve iyi de yapmıştır. Öyle ki, Aksaray köprüsünün altından geçilirken artık neredeyse slogan atmayan yoktur! Bu, Rakel Dink’e bir saygısızlık değildir. Devrimciler, anti-faşistler, ölüm acısıyla sarsılmış bir eşe saygısızlık etmeyi akıllarının ucundan geçirmezler. Olan şey, cinayetin politik çapının ve etkisinin, ailenin, hatta bizzat Hrant Dink’in özel isteğini aşması durumudur. Bu cinayet, büyük bir öfkeyi ve ırkçılığa karşı nefreti açığa çıkarmıştır ve çıkarması da doğrudur. Irkçı cinayet şebekeleri “ıslah edilebilir”, zeytin dalıyla yola getirilebilir unsurlar değildir. Tıpkı bir sokak köpeği gibi onlar cesaretin de, korkunun da, tereddüdün de kokusunu alırlar! Onlara karşı son derece somut bir öfke ve nefreti açığa çıkarmak ve bunu gök kubbeyi yıkacak kadar yüksek bir sesle haykırmak gerekir. Faşist cinayet şebekelerinin karşısında “vakur tavır” adı altında bir sessizliğin örgütlenmesi, sadece Dink’in ailesine ya da sınırlı bir grup insana değil, bu şebekelerin saldırganlığıyla karşı karşıya olan bütün emekçi halk hareketine zarar verir. Bu, Rakel Dink’i, hatta Hrant Dink’i de aşan bir şeydir; çünkü bu cinayet sadece Hrant’ın öldürülmesinden ibaret değildir. Genel bir faşist saldırının güncel biçimidir. Dolayısıyla insanlardan bir cenazede şöyle ya da böyle davranmaları rica edilebilir ama faşist saldırıya karşı nasıl tepki gösterecekleri belirlenemez; buna bizzat cenaze sahipleri de yetkili değildir. Üniversitede polisin eşliğinde satırla adam öldüren faşistlere karşı mücadele eden gençlik, bu cinayetle kendi sürecini özdeşleştirir; mahallesinde “reis”lerin çeteleriyle, uyuşturucuyla, vb. başı belada olan emekçi, Dink’i öldüren katillerin bu ortamlardan beslendiğini bilir, hisseder ve tepkisini ortaya koyar, vb. vb…
Yani mesele slogan meselesi değildir; ayrıca gösterilerde, eylemlerde “slogan” atılmasını Türkiye’de neredeyse bir “günah” haline getiren şu örgüt karşıtı fobiye de teslim olunmamalıdır. Slogan kavramı, İskoç dilinden dünyaya yayılan ve “savaş çığlığı” anlamına gelen bir kavramdır ve insanlar her zaman tepkilerini, taleplerini ritimli cümlelerle dile getirirler. Bu, ne ayıptır, ne de gereksiz… Eski Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu toplantılarında zaman zaman tanık olduğumuz “kendi reklamını yapmak isteyen sol örgütler” edebiyatı da tam anlamıyla şarlatanlıktır. “Propaganda” ve “ajitasyon” gibi devrimci terminolojiye ait kavramları epeydir unutmuş olan “aydın”larımız, -kimi zaman kendi mesleklerinden de hareketle- “reklam” kavramını sola yakıştırarak akıl almaz bir hakarette bulunmaktadırlar. Devrimciler, evet, bir cenaze töreninde de propaganda ve ajitasyon yaparlar! Çünkü onlar, cenaze ya da miting bittiğinde evlerine gidip ayaklarını dinlendiren herhangi bir küçük burjuva aydından farklı olarak bir süreklilik içinde akarlar, o günkü olguyu genel bir devrimci çalışma ve örgütlenme faaliyetinin içinde bir yere yerleştirirler; o olgu, o gün biter ama genel akış devam eder. Ve her şeyin uç uca eklendiği bir süreç içinde genel bir halk hareketi yaratmak onların başta gelen amacı ve görevidir.
Bütün bu tartışmalar bir yana, sonuç olarak, gözünüzün önünde faşist bir organizasyon cesur bir aydını katletmişse, siz de faşizme karşı nefretinizi dile getirirsiniz; mesele bu kadar basittir. Sloganlarda zaman zaman yersiz, zamansız durumlar gözlense de, bu, geniş çaplı ve çok heterojen eylemlerde rastlanılan, tolore edilebilir bir durumdur. Tam bir sessizlik içeren yürüyüşler de toplumsal harekette zaman zaman uygulanabilir bir yöntemdir ama bu kez, bu olayda, söz konusu yöntem tümüyle devrimci güçlerin susturulması anlamını taşımaktadır. Yani burada bir “sessiz öfke” ya da “sessizlikten gelen caydırıcı güç” değil, toplumsal hareketi geriye çekmeyi, onun şiddetini azaltarak söndürmeyi amaç ve çizgi haline getirmiş olan bir koalisyonun dayatması vardır.
Ayrıca cenaze tartışmalarında “biz sizin cenazelerinize geldiğimizde kurallarınıza uyuyoruz; Hrant Dink de bizim şehidimiz, kurallara uyun” diyen ÖDP temsilcileri de hiç haklı değildir. Bu tavır, cinayetin çapı ve amacı-etkisi hakkında kör bir yanılgıyı ifade eder; anti-faşist mücadele bu türden basit mülk sahiplenmeleri üzerine kurulamaz. Hrant Dink’in cenazesi, bu faşist cinayete karşı tepkisini ortaya koymak, bu şebekeyi lanetlemek isteyen herkese aittir ve zaten pratikte de durum böyle olmuştur.
Sonuç olarak ortaya çıkan tablo, ne AB’ci neoliberallerin istediği gibi genel geçer bir “teröre lanet” mitingidir, ne de elinde hortumla gezip her toplumsal hareketin üzerine su sıkmayı görev edinmiş olan reformistlerin istediği gibi bir “barış” yürüyüşüdür. Eksiğiyle gediğiyle bu yürüyüş bir anti-faşist yürüyüştür, içeriği budur. Bu içeriği küçümsemek için sağda solda “Nişantaşı sosyetesi sokağa indi” gibi laflar etmek de zevzeklikten ibarettir ve bu sözleri söyleyenlerin o gün Şişli-Yenikapı hattına hiç uğramadıklarını kanıtlar. Aynı biçimde bu kitlenin “1 Mayıs’larda ortalıkta görülmeyen bir kitle olduğunu” söyleyerek sınıfsal temel imalarında bulunmak da yersizdir, anlamsızdır, sosyal-politik olguları anlama yetersizliğidir. 1 Mayıs başka bir şeydir, başka bir sosyal-siyasal olgudur; bir faşist cinayete tepki gösteren ve katledilen kişiye saygı sunan bir yürüyüş başka bir şeydir. İki yürüyüşün her şeyden önce sebepleri ya da temel motifleri farklıdır. Kimse bunların aynı şeyler olduğunu söylemez; söylese de bu söz gerçeğe uymaz. Sonuç itibarıyla yürüyen insanları bir “tuzu kurular” topluluğu olarak göstermek, hem katılanların bileşimini yansıtmaz, hem de politik olarak yürüyüşün ne anlama geldiği konusunda açık bir politik körlüktür, ayrıca düpedüz saygısızlıktır. Bu yürüyüşün yeterince iyi olup olmadığı tartışılabilir ama ona damgasını vuran olgu, tersi yöndeki bütün çabalara karşın soldur, anti-faşist öfkedir. Bu, tartışmasız bir gerçekliktir.

Sosyal-Şovenizmin Birinci Türü: En Sol Şeritte Kağnı Hızıyla Gitmek
Şovenizm, halklara düşmanlıktır, ırkçılıkla beslenir ve görülüp anlaşılması nispeten kolaydır. Oysa sol saflardaki sosyal-şovenizm, bir çok değişik yüze sahiptir ve kendisini ilk bakışta masum görünen bir çok perdenin ve örtünün altında saklar. Çoğu kez de bu örtü, kıpkızıldır; çok çok proleter ve çok çok enternasyonalisttir. Artık Türkiye’de alışmış bulunuyoruz; örneğin bir ulusal sorunla karşı karşıya olunduğunda, “meseleye sınıfsal açıdan bakmak gerektiği” üzerine bol keseden bir ajitasyon dinlemeye başlamışsak, çoğu zaman sezgilerimizle biliriz ki, bunun altından en bayağı cinsten bir sosyal-şovenizm çıkmak üzeredir. “İşçi”, “sınıf” lafları havada uçuşurken, öte yanda son derece basit bir olgu, baskı altındaki halkın, topluluğun, grubun çektiği acı ve özlemleri, talepleri unutulur gider.
Ya da örneğin biz, kürsüdeki bir konuşmacının “emperyalizmin böl-parçala-yönet politikaları”ndan (ki bu politikalar gerçektir) söz etmeye başladığını duyduğumuzda, artık kaygı ile konuşmanın sonunu bekleriz. Çünkü bu konuşmanın altından her an bir “milli birlik ve bütünlük” çağrısı çıkabilir!
Açıkça söylemek gerekirse, siyasi hayatta bir meseleden uzak durmanın, üzerine oturduğunuz, “örgütlediğiniz” toplumsal kategorilerin “hassasiyetlerini” gözeterek o meselenin “kenarından geçip gitmenin” bir çok yolu vardır ve şüphesiz bunların en dürüstçe olanı bu düşünceyi açıkça deklare etmektir. Ortaya çıkar ve “ben politik açıdan, uyguladığım ittifak projeleri ve yakın durmak istediğim güçler açısından, kendi kitlemin geri tutumu nedeniyle, vb. bu Ermeni meselesinde pek ortalıkta görünmek istemiyorum” dersiniz, insanlar da neyin ne olduğunu anlar. Ama eğer bunu yapmıyorsanız, yapmayı reel politika açısından “uygun” bulmuyorsanız, en sağlam görünen yol, en “sol” olanı, en “sert” olanıdır. TKP’nin Hrant Dink cenazesi meselesinde yaptığı işte tam anlamıyla budur.
Ve bu tutum, onlar açısından yeni de değildir. 2006 1 Mayıs’ında “sendikacıların peşinden sürüklenmeyiz” kahramanlığıyla Kartal’ın tercih edilmesinin gerçek anlamını kavramak için bilgin olmak gerekmez. Siz eğer, devrimci yapılar ve Kürt ulusal hareketi ile aynı çerçevede fotoğraflanmaktan artık rahatsız oluyorsanız, üzerinde siyaset yaptığınız kitle de bu ilişkiyi “itici” buluyorsa ve en önemlisi siz genel olarak düzenin statik partisi olmak gibi bir derde sahipseniz ve özellikle orduyla arayı fazla açmamayı gözetiyorsanız, “uzak olsun rahat olsun” deyip Belgrad Ormanlarını da tercih edebilirsiniz. Kadıköy’de yer alanları da en “sol” perdeden “sendika kuyrukçuluğu” ile suçladığınızda mesele tamamlanır. Bunun için 1 Mayıs öncesinde, kabul edilmeyeceği en baştan bilinen buyurgan bir çağrı da yaparsanız, eliniz iyice temiz hale gelir, gönül rahatlığıyla Kartal’a gidip kendi mitinginizi yaparsınız, olur biter.
Bu yönelim, eski TKP’nin Ulusal Demokratik Cephe mantığıyla da uyumludur aslında. Devlet mekanizmasını silahlı bir devrim yoluyla parçalamak gibi bir derdi olmayanların her zaman başvurdukları yol, bu “cepheci”(!) yoldur. Böylece, her şeyde emperyalizmin bölücülüğünü arayan şu eski Uğur Mumcu çizgisine doğru kayar ve giderek daha fazla “bütünlükçü” bir tutuma sahip olursunuz. Bunun teorik arka planını da sınıfçı bir tarzda kurabilir ve “işçi sınıfının bütünlüğü”nü öne çıkarabilir, Kürt ulusal hareketinin postmodern çizgiye kaymasını da bahane edebilirsiniz. Beri yanda zaten “Devlet ve İhtilal’in artık referans olmadığını”, “devletin öyle tümüyle parçalanmasının gerekmediğini” doğrudan ya da dolaylı olarak söyleyip yeni bir teorik hamle yapmışsınızdır ve böylece eski “kapitalist olmayan yol” teorisinin postmodern bir versiyonunu icat etmeye başlamışsınızdır. Yani bütün taşlar birbiriyle uyumludur. “İyi huylu” bir “Yurtsever Cephe” artık yürürlüktedir, “emperyalizmin bölücülüğüne karşı” Kürdü, Türkü, herkesi oraya çağırır, bütünleştirirsiniz. Tek farkla ki, 1970’lerin eski UDC’sinde gözler Ecevit’in mavi rengine dönüktür; şimdilerde ise ordunun haki rengi daha favori renk hale gelmiştir.
Yani Dink’in cenazesinde olan şey, ideolojik-politik arka planı olan bir şeydir. TKP, ilk akşam yapılan spontane gösterilere bir parça katıldıktan sonra geriye çekilerek cenazeye katılmamayı tercih etmiş, açıkça bu “Ermeni sorunu”nun içinde fotoğraflanmaktan kaçınmıştır. Bu tutumu açıklamak için öne sürdüğü gerekçelerin hiçbiri tutarlı değildir, anlamlı değildir. ÖDP’nin başını çektiği Düzenleme Komitesi’nin tutumu bir gerekçe değildir; bu topraklarda TKP dahil birçok sol yapı, birçok eyleme, gösteriye o eylemi düzenleyen Komite’nin dayatmalarına rağmen, onu tanımama tutumuyla girmişlerdir. Bu çok olağanüstü, hiç görülmemiş bir şey değildir. 1 Mayıs’lar dahil olmak üzere bir dizi eylemde ÖDP’den de sağcı-statükocu düzenleme komiteleri önümüze çıkmış, kısıtlayıcı kurallar, “atılmaması gereken sloganlar”, “açılmaması gereken pankartlar”, vs. dayatmışlar ve kimse de bunları umursamamıştır. Hatta bunların solun ortak çabasıyla aşılması için özel olarak toplantılar yapılmış ve söz konusu eyleme-eylemlere blok katılımlar gerçekleştirilmiştir.
Türkiye’de herhangi bir hak arama eyleminden, herhangi bir anti-faşist gösteriden devrimcileri, solu tecrit etmek mümkün değildir; kimsenin haddine de değildir. Kimsenin buna gücü de yetmez. Bu topraklarda sağcı-statükocu eğilimlerin bu çaptaki bir kitle gösterisine tümüyle hakim olduğunun tek bir örneği var mıdır? Yani, Düzenleme Komitesi’nin yasaklar koyması, uymayacaklara “gelmeyin” demesi ve tehditler savurması bu çaptaki bir anti-faşist gösteriye katılmamak için gerekçe midir? Bu faşist cinayeti ve şovenizmi protesto etmek isteyen, bunu yüksek sesle haykırmak isteyen binlerce insanı kim engelleyebilecektir?
Öte yandan, cenaze törenine devlet yetkililerinin ya da ABD-AB yetkililerinin katılması, tutarlı bir gerekçe midir? Neoliberal tekel medyası ve Düzenleme Komitesinin canı öyle istiyor diye sol, demokrat-yürekli bir aydının cenazesini düzenin akbabalarına mı bırakacaktır? Tekel medyası, işin başından beri diaspora temsilcilerinden devlet yetkililerine, Genelkurmay’dan Başbakan’a kadar herkesi cenazeye çağırırken zaten açıkça bizim oradan tecrit edilmemizi emretmiş olmuyor mu? İstedikleri şey, devrimcilerin, solun orada olmaması, “kahrolsun faşizm” sloganının zinhar hiç duyulmaması değil midir? TKP, üstü kapalı olarak cenazeye katılanları ABD-AB’yi hazmetmekle, onların arkasında yürümekle itham edeceğine, bütün gücüyle bu yürüyüşü anti-faşist anti-emperyalist bir gösteriye dönüştürmeyi neden düşünmüyor? Daha sonraki Siyasi Komite bildirilerinde söyledikleri gibi bu cinayet “Türkiye’nin emperyalizm tarafından teslim alınması” (yeni-sömürge Türkiye için bu değerlendirme biraz garip oluyor ama, neyse) amacını güdüyorsa ve “bu oyunun bozmanın biricik yolu, solun her kökenden halkımızın ortak sesi olması, ortak kimliği temsil etmesi” ise, bu görev, basın bildirileriyle mi yerine getirilecektir?
Bütün bu gerekçeler tutarlı değildir; ayrıca bu yolla cenaze yürüyüşüne gölge düşürmek, “solda da kimi kesimlerin bunu (ABD ve AB’nin elini güçlendirmek) değiştirmeye değil, paylaşmaya yönelmeleri”nden dem vurarak katılanları üstü kapalı biçimde işbirlikçilikle suçlamak, TKP’nin tutumunu haklı çıkarmaz. Karmaşık denklemlere, derin siyasi çözümlemelere hiç gerek yoktur; öykü gayet basittir aslında. Kendi davasını kendine özgü cesaretiyle savunan demokrat bir Ermeni aydını, emperyalizmin işbirlikçisi Türkiye oligarşisi tarafından beslenen ve organize edilen faşist güçler tarafından katledilmiştir. Bu, tüm halklara karşı işlenmiş bir suç ve tüm devrimci, sol, emekten yana güçlere yöneltilmiş bir gözdağıdır ve yapılması gereken şey, bütün gücümüzle bu cinayetin tam karşısında durmak, bu cenazeyi büyük bir anti-faşist, anti-emperyalist gösteriye dönüştürmektir. Bunun için kimseden izin almamız gerekmez, kimse de bu iradeyi engelleyemez. Ama siz, o gün ortalıkta görünmemeyi daha “akıllıca” buluyorsanız, bunu açıkça söylemek yerine “yasakları”, “düzenleme komitelerini” bahane olarak ortaya sürmeniz, gerçeği yine de değiştirmez. Asıl mesele budur.

Sosyal-Şovenizmin İkinci Türü: Keşke Öldürülmeseydi…
Öte yanda, doğrusu “sosyal-şovenizm” kavramının “sosyal” ekini bir hayli zorlayan daha örtüsüz-perdesiz bir sosyal-şoven ekip de HKP’dir. Uzun süredir solda çevresine saçtığı küfürler ve hakaretlerle haklı bir ün yapan bu ekip, Hrant Dink cinayetinden sonra Doğu Perinçek’ten ya da şu malum Ermeni Sorunu Uzmanı “Akademisyen”lerden(!) aynen kopya edilmiş görüşleriyle tüyler ürpertici bir noktaya varmıştır. Asıl sorun, Perinçek’in şoven görüşlerinin kopya edilmesi değildir; sorun, bu ekibin “CIA sosyalizmi”, “emperyalizmin işbirlikçisi”, “sahte sol” biçiminde hakaretler yağdırdığı devrimci cephe içersinde hâlâ normal bir olgu olarak duruyor olmasındadır.
Sosyalist Barikat, okurlarımızın iyi bildiği gibi genelde kendi düşüncelerini ortaya koymakla yetinen, başkalarıyla polemik sürdürmeyi tercih etmeyen bir dergidir. Ama bu kez karşımızda, gerçekten de çığırından çıkmış bir hakaretler ve küfürler yığını vardır ve bütün bunlara yanıt verilmesi gerekli olmuştur.
Aslında HKP’nin Dink meselesi üzerine görüşleri bir hayli yalındır. HKP’ye göre Hrant Dink, “Türkiye’yi ve Türkleri sevmeyen” bir “Sevrci”, bir vatan hainidir aslında, ancak HKP onun “böyle bir cinayete kurban gitmesini de hiç istememektedir.” Ermeni sorunu ise zaten “emperyalizmin kanlı bir oyunu”dur ve aslında böyle bir sorun yoktur; Osmanlı’nın şefkatli kollarında “Millet-i Sadıka” (Sadık Ulus) olarak yaşayan Ermeniler, Osmanlı onları “sevdiği” ve “güvendiği” halde, Batılı devletlerin oyununa gelerek harekete geçmişler, bunun üzerine de Osmanlı devleti Tehcir kararı alıp uygulamak zorunda kalmıştır. Tehcir sırasında kaç kişinin öldüğü konusunda da bir buçuk milyon rakamı, Ermeni nüfusunun toplam sayısına uymamaktadır, vs. vs… Türk tarihçiler şu kadar diyor falan tarihçiler bu kadar ama neticede kaç yüz bin kişi ölünce bir katliam gerçek bir katliam olur, HKP bunun yanıtını vermiyor. Bütün bunlar önemli de değil; önemli olan şu: Sonuçta, dostluk ve huzur içersinde yaşayan, “sevilen” ve “güvenilen” Ermeniler, rahat durmayıp maraza çıkarmışlar ve belalarını bulmuşlar!
Daha doğrusu, “19’uncu Yüzyılın son çeyreğiyle 20’nci Yüzyılın ilk çeyreği arasında” Anadolu’da “insanlık dışı olaylar olmuştur” diyor HKP özetle: “Her üç halk da, Türkler, Ermeniler, Kürtler hatta Araplar büyük acılar çekmiştir, kayıplar vermiştir. Her iki tarafın da nerede, ne gibi hatalar yaptıkları, ne kadar cana kıydıkları, ne kadar kayıp verdikleri tarafsız bir anlayışla en ince ayrıntısına kadar araştırılıp ortaya konmalıdır.” Böylece mesele, “halkların karşılıklı yanlışları” olarak özetlenip sorun çözümlenmiş oluyor. Şüphesiz Ağrı’da, Dersim’de de “karşılıklı hatalar” vardır ve bunları halletmenin yolu da oturup kim nerede yanlış yaptı diye tartışıp sorunu bir çözüme bağlamaktır; çözmeliyiz ki, “şerefsiz emperyalistler” bizi bölemesinler!
Bütün bu görüşler, konumuz açısından o kadar önemli değil. Biz, bu topraklardaki isyancı halk tarihinin mirasçılarıyız ve Osmanlı dahil hiçbir egemen sınıf devletinin kirli işlerini savunmakla görevli değiliz. İsteyen, Kuyucu Murat Paşa, Hızır Paşa, Muğlalı Paşa da dahil olmak üzere “şanlı” ve “kanlı” Osmanlı-Cumhuriyet tarihinin istediği bölümünü seçip istediği kadar savunabilir, kendi bileceği iştir.
Ancak, HKP burada durmamakta, buradan Hrant Dink’e kadar gelmekte ve “cinayeti onaylamasa”da (ki bu kadarını zaten faşist partiler de söylüyor) onu öldükten sonra bile “vatan hainliği” tahtasına yazmaktadır. Öyle ki, Dink’in ölmeden önce TV programlarında belki on kez anlattığı şu ünlü “kirli kan” meselesini bile bu suçlamanın malzemesi olarak kullanmaktadır. Ki, bilindiği gibi bu mesele Kerinçsiz çetesinin Dink’i hedef tahtasına çaktığı ve cinayete zemin yarattığı meseledir.
Asıl trajik olan ise, bir faşist cinayetten sonra, solcu olduğunu iddia eden bir partinin koca bir yazı içersinde tek bir kelime ile faşist katilleri lanetlememesi, hatta yer yer “iki taraf da emperyalizmin hizmetinde” diyerek bunu bir “iç-çatışma” gibi sunması* ve cinayet üzerine yazılmış bir yazının tamamını öldürülen kişiye ve onun cenazesine katılanlara küfretmeye ayırmasıdır.
Bu, denilebilir ki, solun tarihinde bir ilktir! Faşist bir cinayet işleniyor ve siz sayfalar dolusu bir yazıda öldürülenin ve öldürülene sahip çıkanların ne kadar “hain” ve “alçak” olduğunu kanıtlamaya çalışıyorsunuz! Bu, normal bir cenaze evinde bile anormaldir! Öyle ki, HKP, hızını alamayıp Rakel Dink’e, birkaç gün önce hayat arkadaşını yitirmiş acılı bir kadına, hıristiyanlık dersleri bile vermeyi ihmal etmiyor ve onu da “ön ve bönyargılı” olmakla suçluyor. Ve nihayet sözünü de şöyle bağlıyor HKP: “Her karşı olduğumuz kişinin ölmesini, hele hele de öldürülmesini istemeyiz. Bu, insanlığımızla bağdaşmaz. Biz onlara karşı siyasi bir mücadele veriyoruz. Ancak öyle alt edilir onlar.”
İyi! Bu kadarına da şükür!
Ama HKP bu kadarla da yetinmiyor. Buradan cenaze yürüyüşüne gelen HKP, yürüyüşe katılan bütün devrimci grupları, bütün solu, “emperyalizmin hizmetinde” olmakla suçluyor ve asıl küfür salvoları bundan sonra başlıyor.
“Cinayetin işlendiği gün olan 19 Ocak’tan 23 Ocak’a kadar süren eylemlerde; ÖDP, İ. Kaypakkayacı Gruplar, ESP, EMEP, HÖC, SDP, DTP ve bunlarla birlikte hareket eden birkaç küçük grup yer aldı. Tabiî yerli yabancı Parababalarının her kesiminden temsilcileri ve taraftarları da.
Bu cephe Sevrci Karşıdevrim Cephesi’ydi ya da Emperyalizm Cephesi’ydi. Burada bulunan “sol, sosyalist, devrimci, Maocu” ve daha bilmem neci gruplar da aslında taşıdıkları adların tam tersini temsil etmektedirler pratikleriyle. Bunların yalnızca adları soldur, sosyalisttir, devrimcidir. Kendileri değil. O yüzden biz bunlara, gerçek siyasi kimliklerine en uygun düşen bir adla hitap ediyoruz: “Sevrci Sahte Sol” diyoruz bunlara…”
“(…) Bizim zavallı sol, CIA kurumlarıyla olduğu gibi, (…) Ortaçağcı kurum ve kişilerle de elele, omuz omuza vermiştir. Hepsi bir ağızdan “Hepimiz Hrant Dink’iz” diye haykırmışlardır.
Bizim, bu adı sol, zavallı gruplara bir önerimiz var: Bu müttefikleriyle ittifaklarını kalıcılaştırsınlar ve de lütfen devrimciyiz, sosyalistiz iddiasından vazgeçsinler. Böyle yaparlarsa daha dürüst davranmış olurlar. Şimdiki yaptıkları ise, namuslu bir davranış değildir. ABD Dışişleri Bakanlığıyla, MESA gibi CIA kurum ve kişileriyle ve Türkiye’de Tefeci-Bezirgân Sermayenin ideolojisini savunan Ortaçağcı gazete ve kişilerle harman olacaksın, dayanışacaksın sonra da kalkıp, ben devrimciyim, diyeceksin. Ayıptır. Ahlâk denen, namus denen değerler vardır, her ne kadar siz unutmuş olsanız da... Tutarlı olun. ABD’nin, AB’nin, Ortaçağcı güçlerin kucağında devrimcilik olmaz. Olsa olsa yaptığınıza CIA Sosyalizmi denir.”
Nereden bakarsanız bakın, saygısızlık, seviyesizlik ve haddini bilmezlik!
Aralarında devrimci sosyalistlerin de bulunduğu birçok devrimci grup ve yapı Hrant Dink’in cenaze yürüyüşüne katılmıştır ve bu gruplar-yapılar, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı savaşırken yüzlerce şehit vermiş, idam sehpalarına yoldaşlarını uğurlamış devrimci hareketlerdir.
Bu nasıl bir kendini bilmezliktir ki, HKP bütün bu devrimci hareketlere emperyalizm ve CIA işbirlikçiliği yakıştırmaktadır!
Siz kimden söz ediyorsunuz? Bu nasıl bir ölçüsüzlük ve terbiyesizliktir? Türkiye devrimci hareketi bir şehitler anıtıdır. Mahir’lerden İbo’lardan, Deniz’lerden akıp gelen bir devrimci harekettir o. Tamer Arda’larla Atilla Ermutlu’larla ve her siyasi akımdan daha yüzlerce anti-emperyalist, devrimci savaşçıyla yürüyen bir harekettir.
Siz kimden söz ediyorsunuz? Kimsiniz? Hayatınızda Amerikan emperyalizmine karşı kaç kurşun sıktınız ki, emperyalist Amerikan subaylarını cezalandırdıkları için çıkarıldıkları idam sehpalarını tekmeleyen Kadir Tandoğan ve Ahmet Saner’lerden akıp gelen devrimci sosyalist harekete küfürler yağdırıyorsunuz? Kimin kucağında oturmuş devrimci hareket? Emperyalistlerle işbirliği yaparak onların kucağında oturduğu için mi mezarlıklar dolusu şehitler vermiş onca yıldır? İşkencehaneler kimin için çalışmış yıllardır, köşebaşlarında kim kurşunlanmış?
Bu nasıl bir densizliktir ki, Kızılelmacı cepheye yazılma heveslisi olanlar devrimci hareketin “sahte”liğini gerçekliğini tartışıyor? Bu nasıl bir ağzından çıkanı kulağı duymamaktır ki, devrimci hareketi “ahlaksızlık”la, “namussuzluk”la suçlamakta bir sakınca görmüyor? Bu nasıl bir “ahlak” ve “namus”tur ki, emperyalizm karşıtı gösterilerde sokaklarda yerde sürüklenen, coplanan insanlara karşı en küçük bir saygı göstermiyor?
Bütün bunları geçip “Hepimiz Hrant Dink’iz / Hepimiz Ermeniyiz” meselesine gelirsek, bu slogandaki sorun nedir? HKP, kitlenin faşist katiller tarafından öldürülmüş bir insanla kendisini özdeşleştirmesinden niçin rahatsız oluyor? Ne var bunda? İnsanlar, “Hepimiz Ermeniyiz” dediklerinde Ermeni mi oluyorlar? “Hepimiz Hrant Dink’iz” denildiğinde, bu, Dink’in bütün görüşlerini paylaşmak anlamına mı geliyor? Devrimciler 30-40 yıldır binlerce cenaze törenine katılırken mutlaka tabutun içindekinin görüşlerini mi kabul ediyorlar? Mercan katliamı şehitlerini uğurlarken “Maocu” mu olunuyor; ölüm orucu şehitlerini uğurlamak için HÖC taraftarı olmak şart mı? Asgari bir düşünme kapasitesiyle, asgari bir zekayla bile olaya baktığımızda bu soruların yanıtları belli değil mi?
Bu bir bağlam meselesidir. Aynı slogan, bir başka bağlamda anlamlı olabilir ya da olmayabilir. Burada söz konusu olan şey, insanların bu cinayeti işleyenlere karşı katledilenin kimliğini paylaşarak yanıt vermesidir. İnsanlar, faşist katillere karşı dönüp “hepimiz Hrant’ız” dediklerinde HKP bundan niye rahatsız oluyor?
Bu bir bağlam meselesidir. Başka olaylarda insanlar “Hepimiz Filistin’liyiz” dediklerinde her türlü yolsuzluğa bulaşmış El-Fetih kodomanlarını mı kastediyorlar? “Hepimiz Irak’lıyız” dendiğinde, Saddam artığı Baasçılar mı geliyor aklınıza? Sloganı atanlar da, sloganın muhatabı olan Filistinliler ve Iraklılar da biliyorlar ki, bu bir mücadele dayanışması sloganıdır ve kimse bu yüzden Arap filan olmamaktadır! **
Bütün bu son derece açık gerçeklikleri alt alta yazarak yazıyı uzatmanın ve bu düzeysizliğe daha fazla yer ayırmanın gereği yok. Başta da söylediğimiz gibi, Hrant Dink cenazesi, eksiğiyle gediğiyle son yılların önemli anti-faşist gösterilerinden biridir ve kitlenin sadece Hrant Dink’i değil, onun Ermeni kimliğini de açıkça sahiplenmesi şovenizme karşı tutum açısından son derece yerinde ve cüretkâr bir tavırdır. A ya da B grubu, örgütü, vb. bu gösteriye katılmayabilir, bu yine de bir siyasi tercih meselesidir; ama kimse haddini bilmezlik ve densizlik yapma hakkına sahip değildir.

Sosyal-Şovenizmin Örtülü Türü: İyi Gün Dostları…
Sosyal-Şovenizmin belki de en iyi perdelenmiş olan türü ise, bugünkü politikada kendisini en çok “dayanışmacı”, en çok “kardeşlik yanlısı” olarak ortaya koyar. Ama pratikte yüzlerce kez kanıtlandığı gibi bu, aslında bir “geçici yol arkadaşlığı”dır.
Bu topraklarda onlarca yıldır, en çok da genç devrimcilerin kafasını bulandırmak ve onları aktif devrimcilikten soğutmak için, “kışkırtıcı”lardan çok söz edilir ama “yatıştırıcı”lardan nedense hiç söz edilmez. Oysa, bu ülkede toplumsal hareketi yatıştırarak onu düzen sınırları içinde tutmayı kendisine görev edinmiş bir kesim, çok daha etkin ve güçlü bir pozisyondadır. Halk hareketini geriye çekmek, kitlelerin tansiyonunu düşürmek, bir tür “itfaiyeci” tavrıyla her ateşin üzerine su püskürtmek, bu kesimin tipik davranışıdır.
Hrant Dink’in cenazesindeki “düzenleme komitesi”nin bileşimine denk düşen bu koalisyon, ezilen uluslar ve gruplar, daha doğrusu hak arama mücadelesi yürüten bütün kategoriler için güvenilmezdir. Açıkçası bu kesimin “anti-şovenist” tavrının sınırlarını iki olgu belirler:
Birincisi, şovenist saldırganlığın ulaştığı seviye ve bunun yarattığı psikolojik basınçtır. Karşı taraf iyice gemi azıya aldığında ve genel olarak kamuoyu araçlarında ve kitlelerin ruh halinde şoven söylem açık bir baskınlık kazandığında, durum yavaş yavaş değişmeye başlar. İşler böyle bir karamsarlık noktasına erişmiş ve toplumsal atmosfer boğucu hale gelmişse, bu kesim, beri tarafa dönüp “canım siz de yazdıklarınıza, yaptıklarınıza biraz dikkat edin” demeye hazırdır. Çünkü, şovenizme karşı tutum, tarihte örneklerine rastlanıldığı gibi bazen çok kritik ve zor dönemlerden geçer; 1914 yılının Almanya’sında savaş harcamaları oylaması yapılırken, ayağa kalkıp hayır oyu kullanmak, tükürüğe boğulmak ve “hain” ilan edilmek anlamına gelir. Karl Liebknecht bunu yapmışsa eğer, devrimci olduğu içindir. Devrimci değilseniz, mevcut düzen içinde kendinize bir yer açmaya çalışıyorsanız, örneğin bir sendika konfederasyonu başkanı olarak bugün bir tavır koyarsınız ama yarın, tam da o kritik noktada yelkenleri suya indirmeniz şaşırtıcı olmaz.
İkinci belirleyici faktör ise, bugün çok çok “dayanışma” gösterilen ulusal hareketin ya da etnik-dinsel, vb. grubun yönelimidir. Bu yönelim, postmodern bir önderliğin çizdiği çerçevede, barışçıl, düzen içinde yol ve yöntem arayan bir yönelimse, mesele yoktur. Onun barış çağrılarına canı gönülden iştirak edilebilir ve her şey yolunda gider; ama söz konusu hareket, haklarını başka türlü arama kararındaysa, örneğin bunun için silahlı bir devrim yolunu seçmişse ya da bugünkü yönelimini bu yola doğru değiştirmişse, işler karışır. Artık bin türlü gerekçe ve bahane aranmaya başlanır; örneğin bu ulusal hareketi yöneten önderin ya da önderliğin (dün pek önemsenmeyen) kusurları daha fazla görülmeye başlanır, “sınıfsal bakış açısı”(!) daha fazla hatırlanır, “emperyalizmin bölücü planları” daha çok gündeme gelir, vs. vs… Çünkü onlar, mağduru severler, isyancıyı değil. 2007 Mart’ındaki mevcut durumu severler, 1984 Ağustos’undaki atılımı değil! Ezilen halkların ve ulusların özgürlüklerini kendi elleriyle değil, bizim inayetimizle kazanmasını isterler; çoğu kez de bu lütuf, “demokratikleşme” kavramında anlamını bulur. Toplumun genel olarak demokratikleşmesi ya da “dış yardımla” demokratikleştirilmesi sonucunda zaten ezilen grubun da sorunu kalmayacaktır! Hem zaten artık klasik anlamıyla ulusal kurtuluşçuluk da kalmamıştır; hem zaten üçüncü dünya solculuğu bitmiştir; hem zaten devrim objektif bir imkân olmaktan çıkmıştır, vs. vs...
Kısacası, bu eğilim, tutarlı bir anti-şovenist tavrı sürdüremez; bu konuda güvenilemez bir konumdadır. Şüphesiz bu, şovenizme karşı çıkmanın sadece devrimci sosyalistlerin tekelinde olduğu anlamına gelmiyor; bazı hallerde güçlü bir insanseverlik duygusu bile ırkçı saldırganlığa karşı çıkmak için yeterlidir; ancak bu tutumu salt güncel olgularla ve görünürdeki olaylarla sınırlamayan, şovenizmin düzenin genel yapısıyla olan bağlarını doğru yerden yakalayarak tam bir tutarlılıkla onun karşısına dikilen bir mücadele çizgisi, devrimci olmayan bir yerden inşa edilemez. Örneğin, faşizmin devlete “sızan” bir olgu olduğunu, birtakım odaklar tarafından organize edildiğini düşünürseniz başka bir yoldan yürürsünüz, onun yeni-sömürge Türkiye’nin yönetim biçimi olduğunu ve bütün güncel olguların bu gerçek tarafından belirlendiğini düşünürseniz bir başka yoldan yürürsünüz. Birinde, toplumsal bir tepki yoluyla bu odakları geriletmeyi düşünür ve devletin tedrici olarak demokratikleştirilmesini amaçlarsınız; diğer yol ise işbirlikçi-faşist oligarşik mekanizmayı cepheden hedef alan bir halk devriminin ve devrimci halk hareketinin yoludur.

Devrimci Sosyalistler Anti-Şovenist Mücadele Konusunda Tereddütsüz ve Nettir
Hiçbir ayrıntıya girmeden, en baştan çok açık söylemek gerekiyor: Devrimci sosyalistler, net, tereddütsüz, “ama”sız, “fakat”sız bir anti-şovenist tutuma sahiptirler. Bu, devrimci olmak, sosyalist olmak açısından bir mihenk taşı, kesin bir ölçüdür.
Şovenizm, ırkçılık, insanlık tarihinin en tiksinti verici, en tehlikeli akımlarıdır. Sözünü ettiğimiz şey, herhangi bir düşünce akımı değil, milyonlarca insanın kanına girmiş, insanlığın en olumlu değerlerini defalarca ayaklar altına almış ve almakta olan bir saldırganlık hareketidir. Her şey bir yana, yalnızca halkların birbirine kırdırıldığı iki büyük paylaşım savaşını, bu savaşların psikolojik-sosyal zeminini oluşturan şovenist histeriyi anımsamak bile bu gerçeği kavramak için yeterlidir. Bu konuda hiçbir istisna, hiçbir özel durum, hiçbir “göreceli haklılık” hali, vs. gözetilemez. Irkçılığa, şovenizme karşı olmak, ona karşı mücadele etmek için komünist olmak gerekmez; ama bir komünistin bu konuda en küçük bir tereddüdü söz konusu bile olamaz.
Her şeyden önce bir komünist, asla vazgeçemeyeceği nihai hedefi olan komünist toplumun ölçütlerine sahiptir ve bu ölçütler, bütün ırk, din, mezhep gibi ayrımları dışta bırakır. Komünist Manifesto’da açıkça altı çizilen “komünistlerin vatanı yoktur” sözü, elbette onların belli bir toprak üzerinde, öncelikle o toprak parçasının sömürüden ve baskıdan kurtulması için savaşacakları gerçeğini ortadan kaldırmaz, ama bu söz, komünistlerin her türlü milliyetçilikten kesin biçimde uzak duracaklarını son derece net olarak ortaya koyar. Bu, bütün tartışmaların dışında, kesin bir olgudur ve şu ya da bu gerekçeyle esnetilemez, “bir süreliğine” askıya alınamaz. Irkçı, milliyetçi düşüncelere doğru verilen her taviz, şovenizm karşısındaki duruşta açılacak her gedik, bu duruşun sahiplerinin komünist niteliğini ciddi biçimde zedeler ve eninde sonunda onları karşı-devrimin çukuruna doğru sürükler. 1914 Almanya’sında Liebknecht, parlamentoda kendi devletinin savaş çığırtkanlığına karşı bir kaya gibi dimdik durarak halkların kardeşliğini savunurken, sıraya dizilip “anavatan” için oy verenler, milyonlarca insanın bir paylaşım savaşı cehenneminde katledilmesinin doğrudan sorumlularıdırlar; hatta bu omurgasız sahte sosyalistler, Rosa ve Liebknecht’in kanına girecek kadar düzen bataklığına gömülmüşlerdir.
Proleter enternasyonalizmi, Marksist düşünceye sonradan yapılmış bir eklenti değil, onun bütünlüğünün içinde bir parçadır; hatta bir anlamda komünist düşüncenin ve davranışın ruhudur. Hatta enternasyonalizm, bir adım öteye gidersek eğer, yalnızca belirli bir sınıfın (proletaryanın) dünya çapındaki kardeşliğini kapsamaz; nihai olarak varmak istediği komünist dünya hedefiyle paralel olarak proletarya, bizzat kendisini de bir sınıf olarak ortadan kaldırıp özgür bireylerden oluşan bütün insanlık ailesinin evrenine varmak ister. Bu anlamda proletarya, şu anda da, gelecekte de, dünyanın herhangi bir köşesinde herhangi bir topluluğa ya da insana, renginden, ırkından, vs. ötürü farklı davranılmasını, ezilmesini, dışlanmasını, aşağılanmasını, vb. kesin biçimde reddeder; böylesi davranışlara karşı acımasız bir mücadele yürütür. Komünistler, özellikle çok uluslu ülkelerde, uluslar ve etnik topluluklar arasında eşit, özgür ve kardeşçe olmayan hiçbir ilişkiyi hiçbir biçimde kabul etmezler; bu ulus ya da topluluklardan herhangi birinin diğerlerini baskı altında tutmasına karşı açık bir mücadele yürütürler. Zorla yaratılmış ve zorla sürdürülen herhangi bir “bütünlük” durumunu herhangi bir gerekçeyle savunmak, ezilen halkların mücadelesine destek vermekten geri durmak, komünist dünya görüşüne milliyetçi zehirin bulaşmasına izin vermek anlamına gelir. Yarın bütün ulusları birleştirmek ve tek bir insanlık ailesine varmak isteyenler, bugün uluslar arasındaki her türlü ezme-ezilme ilişkisine şiddetle karşı çıkmak zorundadırlar; bu ikisi arasında bir çelişki yoktur; tersine tam bir uyum söz konusudur.
Bu, dünyanın herhangi bir yerinde emperyalizm ve sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş savaşlarının verilmesini dışlamadığı gibi, yaşadığı toprakları sevmek ve onun sömürüden-zulümden kurtarılması için savaşmak anlamındaki bir “yurtseverliği” de dışlamaz. Komünistler, bu anlamda yurtseverdirler ve bugüne dek yüzlerce örnekte bunu defalarca canlarını vererek kanıtlamışlardır. Ayrıca komünistler, kendi bulundukları yerlerde, ırkçılıktan değil anti-emperyalizmden beslenen yurtseverlik biçimleriyle de kavga etmeyi tercih etmezler; bu güçlerin de komünist bir enternasyonalizm anlayışına ulaşmaları için sabırlı bir çaba gösterirler.

Devrim: Sokakta ve Zihnimizde!
Bütün bu temel kriterlerin ışığında diyebiliriz ki, devrimci sosyalist hareket, şovenizm ve her türlü milliyetçiğinin karşısında bir an bile esneyemez, bir an bile tavizde bulunamaz. Bir devrimci sosyalist, “ama”, “fakat”, gibi sözcüklerin arkasına sığınarak, “istisnai durum” gibi bahaneler üreterek, bu mücadeleden bir an olsun vazgeçemez.
Devrim dediğimiz şey, yalnızca fiziksel-politik anlamda bir düzenin değiştirilmesi, bir devlet biçiminin parçalanıp bir diğerinin kurulması değildir. O, aynı zamanda bizzat bizim kafamızda, bütün ön yargıların, eski toplumun karanlık hurafelerinin, eğitim yoluyla zihnimize sokuşturulmuş kirli atıkların temizlenmesidir, bir arınma harekâtıdır. Bu, emekçi bütün kitleler için böyledir, ama öncelikle ve özellikle bizim kafamızda gerçekleşen bir şeydir.
Bu, her şeyden önce yeni bir tarih bilinci anlamına gelir. Bu, mevcut toplumsal düzenin eğitim süreçlerinde iliklerimize kadar işlediği bütün milliyetçi-dinsel-mezhepsel önyargıların sökülüp atılması anlamına gelir. Bu, kimi zaman “resmi tarih” olarak da adlandırılan egemen tarih anlayışının dipten doruğa sorgulanması, reddedilmesi ve yeni bir tarih kavrayışının inşa edilmesi anlamına gelir.
Bizler, devrimci sosyalistler, asla ve asla bu topraklarda hüküm sürmüş sömürücü sınıfların ve onların devletlerinin mirasçısı değiliz. Bizler biliriz ki, dünyanın neresinde olursa olsun sınıflı toplumların sömürücü devletlerinin tarihi, kirli sayfalarla doludur. O ülkelerin dalkavuk tarih yazıcıları olayları ne kadar yaldızlarsa yaldızlasınlar, bu tarih kitaplarının hemen her sayfasından kan ve irin sızar. Söz konusu kitapların hemen her sayfasında, parıltılı kahramanlık tablolarının arasında yoksulların, ezilenlerin çektikleri acılar, kanlı kıyımlar ve ayaklanmalar gizlenmiştir. Hatta bu kitaplar çoğu kez gerçeğin tam tamına tersyüz edilmesine dayanır. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Latin Amerika yerli halklarına büyük acılar çektiren sömürge seferlerinin, yıllardır okul kitaplarında bize “keşifler” diye yutturulması değil midir?
Bizler, devrimci sosyalistler, bu kirli tarihin mirasçısı değiliz. Bizlerin mirasçısı olduğu tarih, ezilenlerin ve direnenlerin tarihidir; Baba İshak’ların, Şeyh Bedreddin’lerin, Pir Sultan’ların tarihidir.
Ve bizim devrimimiz, bütün tarihin gerçekler ışığında yeniden yazılacağı bir tarih bilinci devrimi de olacaktır.
Kesintisiz olarak sosyalizme geçecek olan demokratik halk iktidarının yapacağı ilk işlerden biri, yüzünü bütün dünya halklarına dönerek son derece açık bir biçimde şunu söylemektir: “Biz, bu topraklar üzerinde yaşamış ve yaşamakta olan bütün emekçi halkların mücadele tarihinin mirasçısıyız. Biz, Pir Sultan’ların, Bedrettin’lerin, Baba İshak’ların ve bütün halk isyancılarının, daha iyi daha özgür bir yaşam için çarpışan bütün halk ve direniş güçlerinin mirasçısıyız. Biz, bu topraklar üzerinde egemen güçlerin şu ana kadar işlemiş olduğu bütün cinayetlerin, bütün haksızlıkların ve olumsuzlukların hesap sorucusuyuz. Şu ana kadar bu topraklar üzerinde ezilmiş, haksızlığa uğramış, katledilmiş bütün etnik gruplardan, dini ve mezhepsel topluluklardan ve hatta tek tek kişilerden, onların ailelerinden, bütün bu olumsuzluklardan hiç sorumlu olmadığımız halde özür dileriz. Ve bilinmesini isteriz ki, şu andan itibaren bu coğrafyada hiçbir topluluk, hiçbir etnik, dinsel, mezhepsel grup, kardeşçe, eşit ve özgür olmayan ilişkiler içinde zorla tutulmayacaktır. Açıkça karşı devrimci faaliyet dışında hiç kimse, dinsel, mezhepsel, ulusal kimliğinden ötürü kovuşturulmayacak, ayrımcılığa uğramayacaktır.”

Evet, Sevmeyen Terk Etsin!
Türkiye devrimi budur. Halk devrimi işte budur. Bu bilincin yaratılması ve kitleselleştirilmesidir. Bizler, bu coğrafyada hüküm sürmüş sömürücü sınıf devletlerinin tarihine özel bir sevgi ve saygı duymakla yükümlü değiliz. Bu tarihin bütün kirli sayfalarını yırtıp atmakta ve komşu halklar başta olmak üzere bütün emekçi halklara sımsıcak devrimci kardeşliğimizi sunmakta hiçbir tereddüt duymayız. Dahası, “tarihçiler otursun şurada kim ölmüş kim öldürmüş tespit etsin”, “şu soykırım mıdır, değil midir” gibi saçmalıklarla hiç uğraşmayız; politik bir irade olarak ortaya çıkar ve açıkça, dürüstçe kimin nerede, ne zaman burnu kanamışsa onun tarihsel sorumluluğunu -fiilen biz sorumlu olmadığımız halde- üstleniriz ve o andan sonrası için kendi açık, içten enternasyonalist ilkelerimizi ortaya koyarız. Bunun için emperyalistlerin kendi aralarında kurdukları uluslar arası mahkemelere de, bin bir türlü yasalara da ihtiyaç duymayız; kendi devrimci ve komünist ilkelerimiz, enternasyonalist kavrayışımız bunun için yeterlidir.
Bu anlamda, şoven yaygaraya karşı bugünkü yanıtımız da son derece açıktır; devrimci sosyalistlerin zihninde bir karanlık bölge yoktur. Devrimciler bütün bu yaygaracılara dönerek açıkça şunu söylerler: “Bizler, bu topraklar üzerinde yaşayan, emeğiyle geçinen, hırsızlık, hortumculuk, işbirlikçilik ve halk düşmanlığı yapmayan insanları seviyoruz. Eğer siz, bu insanların bir bölümünü, Ermeni ya da Kürt, Hıristiyan ya da başka bir şey oldukları için sevmiyorsanız, cehenneme kadar yolunuz var! Defolun gidin! Ya bu coğrafyanın emekçi insanlarını sevin, ya da burayı terk edin!”
Hiçbir bulanıklığa düşmeden bizim söyleyeceğimiz ve söylediğimiz söz budur. Ve bu, yalnızca bir söz de değildir; devrimci sosyalist hareket, emperyalizm ve işbirlikçi oligarşi ile birlikte, cinayetten başka bir marifeti olmayan bütün bu katil sürülerini coğrafyamızdan sürüp atacaktır. Devrimci sosyalizm, faşist şebekelerin emperyalizmden ve işbirlikçi oligarşiden bağımsız olmadığını bilir ve bu cinayet odaklarının “ıslah edilebileceği” konusunda hiçbir safdilliğe düşmez; onlar halkın devrimci şiddetinden başka bir dilden anlamazlar ve ancak bu yolla ortadan kaldırılabilirler.
Ve işte ancak o zaman, yüzlerce yıldır isyancıların kanıyla sulanmış olan bu topraklar üzerinde halkların gerçekten eşit, kardeşçe ve özgür ilişkilerinin yolu açılacak ve bu ilişkiler içersinde yalnızca ve yalnızca halkların iradesi geçerli olacaktır.

Gerekirse Akıntıya Karşı…
Öte yandan, devrimci sosyalizm, kimseyi “kurtarmak” ya da ona özgürlük “bahşetmek” gibi bir kuruntu içersinde de değildir. Ezilen halkların, toplulukların şöyle ya da böyle yaşamaları onların kendi tercihlerinin ve kendi iradelerinin doğrudan sonucu olacaktır. Asıl sorun, devrimci sosyalizmin, halklar ve topluluklar üzerine bütün önyargıları kökünden kırıp atması ve halkların iradesine kesin bir saygı duyması sorunudur. Bir devrimci sosyalist bunun şakasını bile kaldırmaz.
Üstelik bir devrimci sosyalist, bunu yalnızca kendi coğrafyamız için, yalnızca karar vermenin daha kolay olduğu durumlar için de savunmaz. Emperyalistler ve ırkçı-faşistler, dinciler tarafından kullanılan sorunlarda da herhangi bir komplekse düşmemiz gerekmemektedir. Eğer bugünün yeni Rus Çarlığı, Çeçenistan diye bir ülkenin köküne kıran indirmişse, bu -Çeçen hareketine önderlik eden faşistlerden de bağımsız olarak- lanetlenmesi gereken bir soykırımdır. Serebrenica kenti bir gecede Sırp faşistleri tarafından kana bulanmışsa bu, emperyalist uluslar arası mahkemelerin değil, bizim sorunumuzdur. Aynı şey, Ermenistan-Azerbaycan kıyımlarından Endonezya’nın küçücük Aceh bölgesine kadar geçerlidir. Biz, yalnızca kendi coğrafyamızda değil dünyanın hiçbir yerinde eşit, özgür ve kardeşçe olmayan bir ilişkiyi kabul etmeyiz. Bugün, “sınıfsal bakış” demagojisiyle ya da türlü komplekslerle şovenizmin bu tiksinti verici marifetlerini görmezlikten gelenler, yarın kendi ülkelerinde halkların özgür ilişkilerini kuramazlar.
Ve her devrimci sosyalist bilmelidir ki, şovenizme karşı net tavır, bazen çok sıkıntılı bir iştir, bazen çok kritik evrelerden geçilir ve her şey çok zorlaşır. Devrimci enternasyonalizm, her zaman elverişli toplumsal atmosferlerde savunulmaz; bazen toplumun hayli önemli bölümünün şovenist bir histeriye tutulduğu, ırkçılığın çılgınlık düzeyine vardığı zamanlar vardır ve devrimciler böyle zamanlarda akıntıya karşı yüzmeyi göze alırlar. Göze almak zorundadırlar; çünkü bunu yapmadığınızda, mevcut toplumsal yargı ile çatışmadığınızda, o akıntı sizi boğar ve her şey geçip gittiğinde de geriye sizin sosyalistliğinizden, devrimciliğinizden pek az şey kalır. Bu anlamda 1914’ün Liebknecht örneğinin -bu yazıda olduğu gibi- bin kez tekrarlanması hiç de sıkıcı değildir; çünkü başka hiçbir olayda taraflar kimliklerini bu kadar net ortaya koymamışlardır. Bir taraf, şovenizme ve sonraları bugünkü Alman SDP’sine dek ulaşmış, diğer taraf ise Alman solunun tarihinin en onurlu sayfası olan Spartakist Hareketini inşa ederek bu uğurda canını vermiş ama halkların tarihinde yerini almıştır.

Anti-Şovenist Mücadelenin Devrim Ufku
Başından beri söylediğimiz gibi, anti-şovenist mücadele, sadece devrimcilerin, sosyalistlerin tekelinde değildir. Bu insanlık-dışı saldırganlığına karşı çıkmak için insan olmak bile yeterlidir. Ama devrimci sosyalistler açısından sorunun iç bağlantıları daha derin ve köklüdür. Faşizme ve şovenizme karşı mücadeleyi sadece “sivil” gibi görünen kontra odaklarıyla mücadeleye indirgemek, sorunun devlet içindeki yapısallığını görmemek, safdillik değilse eğer, oportünizmdir. Esasen ülkemizde genel olarak faşizm, devlete dışsal, onu “ele geçirmeye çalışan” bir hareket değildir. Emperyalizmin de içinde yer aldığı oligarşik diktatörlük, faşist bir diktatörlüktür. Zaman içersindeki uygulama biçimleri ne olursa olsun, faşizm, sürekli bir olgu olarak devlet mekanizmanın yapısal bir parçası, çekirdeğidir. Bu anlamda örneğin İspanya İç Savaşı’nda faşist Franko ordusunu Madrid’e sokmama kararlığını ifade eden “No Pasaran!” (Geçit Yok) sloganının ülkemiz koşullarına uyarlanması, tipik bir reformizmi ifade eder; 1970’lerden beri ısıtılarak yeniden yeniden öne sürülen bu sloganın temel kusuru, “arkada” olanı, yani devletin faşist niteliğini gözardı etmesidir.
Bu coğrafyada faşizm, oligarşinin yönetim biçimidir; 1960’lardan beri CIA tarafından örgütlenen “sivil” faşist hareket ise, bağımsız bir aşırı-milliyetçilik, “devlete sızmak isteyen ırkçılık hareketi”, vs. değil, bizzat devlet himayesinde palazlanan bir karşı-devrimci katiller çetesidir. Dolayısıyla, kitlelere yönelik şovenist kışkırtma hareketinde bu güçler aktif olarak kullanılsalar da saldırının asıl kaynağı -yakın tarihteki bütün örneklerde açıkça görüldüğü gibi- bizzat oligarşinin kendisidir. Şoven ideoloji bu mekanizmanın bütün dişlilerinin hakim ideolojisidir.
Dolayısıyla, faşizm ve demokrasi sorunu, Türkiye’de esas olarak bir devrim sorunudur. Anti-emperyalist, anti-oligarşik demokratik halk devrimi, her şeyden önce bu faşist mekanizmanın kırılarak ortadan kaldırılmasını, onun yerine kesintisiz olarak sosyalizme geçecek demokratik halk iktidarının kurulmasını hedefler. Bu, aynı zamanda, bir bütün olarak politik ve toplumsal hayatın demokratikleştirilmesini ve uluslar-etnik gruplar arasındaki ayrımların, düşmanlıkların sona erdirilmesini, buradan beslenen bütün şoven grup ve kurumların ezilmesini içerir. Kuşkusuz şovenizme ve faşizme karşı mücadele bugün de günceldir, ertelenemez bir niteliğe sahiptir; bu konuda halkın devrimci hareketini yaratmaya amaçlayan, politik, ideolojik, askeri, bütün araçların kullanıldığı bir mücadele anlayışı inşa edilmelidir. Ancak, bu mücadeleyi devrim ufkundan uzakta yürütmek, eninde sonunda eksik ve yanlış bir çizgi anlamına gelecek, üstelik pratikte de somut ve köklü bir çözüm ortaya çıkarmayacaktır. Meseleyi “demokrasinin genişlemesi” gibi muğlak çözüm yollarına bağlayarak arada sırada şöyle bir sokağa çıkıp sonra da yeni kurşunların kimi hedefleyeceğini düşünerek yerine oturmak, devrimci sosyalistlerin değil, demokrat aydınların tutumudur, ki çoğu zaman bu tutum, yalnızca kurbanların sayısını artırmaktadır.

Emperyalizme Karşı Savaşmak Faşizme Karşı Savaşmaktır
Ve nihayet, emperyalizme karşı özgür bir ülke-insanca bir yaşam için savaşmanın milliyetçiliğe-şovenizme kapı açtığı ya da eninde sonunda milliyetçi bir eğilimi ortaya çıkaracağı da tamamen safsatadan ibarettir. Her şeyden önce bu, ırkçı-faşist saldırganlığın emperyalizm ve işbirlikçi oligarşi ile bağlantısını görmezlikten gelmektir. Türkiye’de ve dünyanın birçok başka yeni-sömürgesinde, milliyetçilik akımı, asla ve asla “ülkeyi aşırı sevmek” ya da klasik “yabancı düşmanlığı” gibi kaynaklardan ürememiştir; o, doğrudan doğruya emperyalizmin çocuğudur, bizzat CIA ve onun yerel uşakları tarafından örgütlenmiştir ve asli görevi de emperyalizme karşı mücadele eden devrimci ve sosyalistlere saldırmak, efendilerinin çıkarlarını korumaktır. Bugün bu “görevler” arasına “Kürt düşmanlığı”nın ve diğer ırkçı saldırganlık biçimlerinin daha ağırlıklı olarak dahil olması, bu gerçekle çelişmez, aksine aynı sürecin tamamlayıcı parçalarını oluşturur.
Faşist odakların zaman zaman ortaya koydukları sahte Amerikan karşıtlığı gösterilerine kanarak onlara bir tür “bağımsızlık” atfetmek ve buradan hareketle de devrimci güçlerle onlar arasında paralellikler aramak, son derece ahmakçadır; siyasi körlükten ibarettir.
Türkiye’de anti-emperyalizm meselesi de sanıldığı gibi karışık bir mesele değildir. Bu sorun başka bir yazının konusu olmakla birlikte, şimdilik sözlerimizi sonlandırırken söyleyebileceğimiz şey şudur: Türkiye devrimci hareketi 1960’lardan bugüne dek anti-emperyalist mücadelenin son derece başarılı örneklerini vermiştir ve vermeye de devam edecektir. Bunun için ne “milli kurtuluş savaşı” ve “kuvayı milliye” gibi söylemlere ihtiyacı vardır, ne de emperyalizme karşı mücadeleyi “demode” ilan eden “derin”(!) postmodern teorilere… Sağda solda kuru-sıkı silah üzerine yeminler eden şarlatan milliyetçiler, “vatanı”(!) ve uyuşturucu ticaretini çok seven soytarılar Kızıldere’de yedi düvelin karşısında dimdik duran devrimci iradenin anlamını bile bilmezler.
Anti-emperyalist, anti-oligarşik devrimci mücadele, hedefleri açık, yöntemleri ve araçları belli bir mücadeledir. Ve bu, faşist diktatörlüğün tasfiyesi anlamında olduğu kadar, faşist çetelerin beslenme kaynaklarının kurutulması anlamında da tam tamına anti-faşist bir mücadeledir. Böyle bir mücadeleden doğan yurtseverliğin, şoven sonuçlar yaratacağı tezi ise tümüyle saçmalıktır. Tersine, bu mücadele, tam da enternasyonalist ve devrimci anlamda bir yurtseverlik duygusunu ortaya çıkaracak ve belki de yıllardır ilk kez, bu topraklarda yaşayan insanlar, Türkler dahil olmak üzere, başkalarını ezme-ezilme kaygısına düşmeksizin göğüslerini gere gere kendi kimliklerini ortaya koyacaklardır. Yıllardır ilk kez, bu topraklarda yaşayan bütün emekçileri seven, onların ayrılma ya da bir arada yaşama haklarına ve özgürlük tutkularına saygı duyan, devrimci mücadele yoluyla arınmış yeni bir “yurdunu sevme” biçimi ortaya çıkacak ve bugünkü büyük kimlik sıkışması sona erecektir. Ortaya çıkacak yeni Türk kimliği utanılacak bir kimlik olmayacak, Ermeni kimliği “güvercin ürkekliği” üzerinde şekillenmeyecek, Kürt kimliği Kürt halkının özgür iradesi nasıl tecelli ederse öyle kendisini ortaya koyacaktır, vb… Her şey bu kadar yalın ve açıktır. Devrimci sosyalizmin anti-emperyalist, anti-oligarşik mücadele anlayışı budur. Türkiye bugün böyle bir kritik noktadadır ve bu son derece hassas çizgi üzerinden yürürken şovenizmin açık ya da gizli bütün türlerine karşı tereddütsüz ve net bir kavrayışa sahip olmak devrimci sosyalistler için hayati öneme sahiptir. Her devrimci sosyalist, beslendiği yerel kültürlerden, eğitim sürecindeki etkilenmelerden ve bütün diğer faktörlerden kaynaklanan önyargılarını gözden geçirmek ve zihnindeki bütün çer-çöp yığınlarını temizlemekle görevlidir. Bu, ertelenemez ve vazgeçilemez bir görevdir. Çünkü, artık Hrant Dink cinayeti vesilesiyle biliyoruz; bu meselede tereddüt, karanlık bir çukura doğru adım atmak anlamına gelmektedir.

(*) “H. Dink de yukarıda uzun uzun anlattığımız gibi, yine ABD ve uzantısı örgütler tarafından yönlendirilmiştir ve ABD’yle, AB’yle amaç birliği içindedir. Yani o da Emperyalizm Cephesinin bir kişisidir. Yani her iki taraf da ABD tarafından yetiştirilen hareketlere ve güçlere mensup kişilerdir. İşte o sebepten bu tür cinayetlerin gerçek suçlusu-sorumlusu ABD ve AB emperyalistleridir.
Hayat böyledir işte. Tarihin akışı böyledir. İlişkiler ve çelişkiler her zaman iç içedir. Aynı Emperyalistler tarafından yetiştirilen güçler de bazen böyle birbirleriyle çatışırlar, ya da çatıştırılırlar.” (Bu Cinayetlerin Sebebini Yaratan ABD ve AB Emperyalistleridir başlıklı yazı, Kurtuluş Yolu gazetesi)

(**) Bu arada, kimse bütün bu saygısızlıklar ve densizliklerle Dr. Hikmet Kıvılcımlı arasında bir ilişki kurmamalıdır. Türkiye solunun saygın değerlerinden olan Kıvılcımlı ile Perinçekvari saçmalıklar arasında bir ilişki kurmak, ciddi bir haksızlık olacaktır.

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19