Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

49. Sayı - Mart 2007

Giriş
Türkiye’de sosyalizm adına çıkan birçok hareket, devrimler konusunda sorunlu bir bakış açısına sahiptir. Sosyalizm ve devrimler tarihine bütünlüklü ve süreklilik içinde değil, keyfi, seçmeci bir tarzda yaklaşmaktadır. Bu yaklaşım içinde Küba devrimini, “küçük burjuva”, “ulusal kurtuluşçu”, “fokoculuk”, “gerillacılık”, “anti-Marksist” bir devrim olarak görebilmektedirler.
Kanımızca bu yaklaşımlar, -tersi söylemlerine karşın- Marksizm-Leninizm’i doktriner bir tarzda ele alarak donuklaştıran, yaşamdan kopartan ve sosyalizmi “reel sosyalizmin ideolojik, teorik, politik” penceresinden gören yaklaşımlardır. Bu anlayışlara en iyi yanıtı yaşamın kendisi vermektedir. Küba Devrimi inadına, ABD’nin 90 mil ötesinde sosyalizm-komünizm bayrağını dalgalandırmaya devam ediyor. Devrimin önderi Fidel Castro; “Devrimin ve sosyalizmin bayrağı savaşmadan teslim edilmez. Sadece korkaklar ve umutlarını yitirenler teslim olurlar; Komünistler ve öteki devrimciler asla.” derken, reel sosyalist ülkelerin yıkılmasından sonra da, “... Burada Lenin’den konuşmaktan ve onu övmekten utanmadık. Diğerlerinin parklardan ve caddelerden Lenin’in ismini kaldırmaya çalıştıkları, Lenin, Marks ve Engels’in heykellerini yıktıkları bir dönemde, biz, mermerden, bronzdan ya da çelikten değil, devrimci bir yönelişle, kahramanlığımızla, bugünkü şerefli konumumuzla ve derin inancımızla Marksizm-Leninizm, sosyalizm ve komünizm bayrağını daha da yükselterek yenilerini bile yapmaya devam ediyoruz.” demektedir.
Küba Devrimi, her devrim gibi kendine ait özgünlükleri olsa da, esas olarak Leninizm’in kesintisiz devrim esprisine uygun şekilde gelişmiş, siyasal iktidar alınmış; siyasal iktidarın ele geçirilmesinden sonra da, -zaman zaman kimi hatalar yapılsa da- “reel sosyalizmin” eleştirisi ile Marks, Engels ve Lenin’e dönerek sosyalizm anlayışını ortaya koymuştur.
Yazı, Leninizm’de devrim anlayışı ile Küba’daki devrim anlayışı, Leninizm’in geri ülkelerdeki tarım sorununa bakış açısı ve devrim sonrasında Küba’da uygulanan tarım politikası, Enternasyonalizm, Marksizm’de mücadele yöntemleri ve gerilla mücadelesi ile sosyalizmin kuruluşu konularını içeriyor.
Leninizm’de Devrim Anlayışı
ve Küba Devrimi
Leninizm açısından sosyal devrimin olabilmesi için nesnel ve öznel koşulların olması zorunludur. Nesnel koşullar üretici güçlerin gelişiminin mevcut üretim ilişkileri tarafından engellenmeye başlanması; öznel koşullar ise devrimi yapacak güçlerin bilinç ve örgütlülük düzeyi olarak anlaşılır. Bu iki koşul devrimlerin zeminlerini oluştururlar. Böylesi koşullar içinde devrim, eskiyen ilişkileri yıkar ve üretici güçlerin gelişimi ile üretim ilişkileri arasındaki ilişkileri uygun hale getirir.
Sosyalizm merkezli devrimlerin burjuva devrimlerden önemli farkı bulunuyor: Burjuva devrimler feodal ilişkilerin bağrında gelişen kapitalist ilişkilerin ekonomik ve toplumsal yaşamda önemli bir güç durumuna gelmesinden sonra gündeme gelir; yani hazır bir iktisadi zemin üzerinde yükselir. Oysa kapitalizm ne kadar gelişirse gelişsin onun bağrından sosyalist üretim ilişkileri çıkmaz. Sosyalizmin toplumsal-siyasal-ekonomik bir sistem olarak başlayabilmesi ancak verili burjuva devlet cihazının alaşağı edilmesi ve tüm kurumlarının dağıtılmasıyla mümkündür. Bu nedenle Leninizm’de devrim, öncelikle devletin politik iktidarının ele geçirilmesi olarak anlaşılır ve sosyalizm merkezli devrimler siyasal iktidarı ele geçirmekle işe başlar. Sosyalizme giden süreç, eski devlet cihazının dağıtılarak yerine kendi kendini sönümlendirecek yeni tipte bir devletin kurulmasıyla mümkündür.
Marks ve Engels’te proleter devrim(ler) beklentisi, en gelişmiş kapitalist ülkelerde ve kıtasal özellik taşıyacak devrimlerdi.
Marks ve Engels, proleter devrimin öncelikle İngiltere’de başlayacağını ve giderek tüm Avrupa’ya yayılacağını belirtiyorlardı. Daha sonra Engels, devrim dalgasının giderek doğuya kaymakta olduğunu ve doğudan (Almanya) başlayacak bir devrimin tüm Avrupa’ya yayılacağını belirtmişti. Oysa emperyalizm döneminde Lenin, en gelişmiş kapitalist ülkelerde ve kıtasal özellik taşıyan bir devrimden çok, emperyalist zincirin en zayıf halkası ya da halkalarında devrimin olacağını belirtir.
Lenin devrimin niteliği ile ilgili olarak, devrimin ekonomik alt yapıda çözdüğü sorunlar üzerinden değil, iktidarın kimler tarafından ele geçirildiği üzerinden bakılması gerektiğini belirtir. Lenin’in Menşeviklerle yaptığı tartışmalar bu anlamıyla yaşamsal öneme sahiptir. Menşevikler yaklaşan devrimin demokratik niteliğinden dem vurarak devrimin başını burjuvazinin çekmesi gerektiğini, proletaryanın da feodallere karşı mücadelede burjuvazinin yanında yer alması ve onun destekçisi olması gerektiğini savunmaktaydılar. Buna karşın Bolşevikler emperyalizm çağında burjuvazinin devrimci barutunu tükettiğini, bundan sonraki tüm devrimlerin başını ancak proletaryanın çekebileceğini savunuyorlardı. Bolşevikler, proletaryanın, burjuvazinin çözmesi gereken demokratik sorunları çözmekle yükümlü olduğunu da savunmaktaydılar. Proletarya, önündeki demokratik devrimden sonra kesintisiz olarak sosyalizme geçecekti.
Bu çerçevede baktığımızda Küba’da neler yaşandı?
Küba devrimi yarı feodal ilişkilerin yoğunluğuna rağmen kapitalizmin belirleyici olduğu bir ülkede gerçekleşti. Siyasal iktidar büyük burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin temsilini yapan Amerikan işbirlikçisi Fulgencio Batista’nın elinde idi. Tarım, topraklarının önemli bir kısmı Amerikanın tekellerinin elinde olan büyük plantasyonlara ayrılmıştı. Küba köylüsü buralarda yoğun sömürüye maruz kalırken hızla topraklarından oluyor ve proleterleşiyordu. Elbette ki toprağın büyük bir bölümünün büyük toprak sahiplerinin ve Amerikan tekellerinin elinde olması köylülüğün toprak istemini de artırıyordu. Bu dönemde Küba ekonomisi Amerika’ya bağımlıydı ve Amerikan sermayesi Küba’yı tamamen kuşatmış durumdaydı. Devrim öncesinde Küba işçi sınıfı büyük oranda, oportünizmin içine batmış klasik bir komünist partisi olan Küba Komünist Partisi’nin içinde örgütlenmişti. SBKP merkezli klasik komünist parti, dünyanın değiştiğini ve emperyalizm ile sosyalizm arasında ki mücadelenin iki sistem arasında ve ekonomik yarış ekseninde olacağını belirtiyordu. Bu yaklaşım bilindiği gibi barışçı yoldan sosyalizme geçişi kapsamaktadır. Tüm klasik komünist partiler (SBKP’ni merkez alan KP’ler) önlerindeki demokratik devrimin öncülüğünü orta kesimlerin, küçük ve orta burjuvaziyle aydınların çekmesi gerektiğini savunmaktaydılar. Ancak bu devrimden sonra kendilerinin başını çekecekleri sosyalist devrimin koşulları olgunlaşacaktı. Esasında Menşevik olan bu yaklaşım işçi sınıfı mücadelesini sistem içerisine hapsederken reformlar için mücadelenin ötesine geçirmemektedir. Nitekim işçi sınıfı politik açıdan adeta eylemsizliğe mahkûm edilmişti. KKP’ye göre devrimin öznel ve nesnel koşulları yoktu ve Lenin’in ayaklanma için belirlediği kıstaslar Küba’da olgunlaşmamıştı. Oysa Batista yönetimi uyguladığı politikalarla halkın tepkisini çekmekteydi. Toplumsal adaletsizliğin yoğunluğu, sömürü ve zulüm, siyasal iktidarın Küba halkı nezdinde teşhir olmasına yol açmıştı. Bu koşullar altında gerekli olan devrimci bir alternatifti. Bu gerçekliği yakalayan 26 Temmuz hareketinin kırlarda başlattığı mücadele, çok kısa bir süre içerisinde gelişti ve gerilla hareketi ordulaştı. Ordulaşan gerilla hareketi şehirleri zorlamaya başlayınca şehirlerde KP içinde örgütlü olan sınıf da harekete geçti. Böylece belkemiğini yoksul köylülerin oluşturduğu ordu şehirde işçi sınıfını harekete geçirerek ve sınıf hareketi ile birleşerek Batista’ya son darbeyi indirdi.

Küba’da Gerçekleşen Devrime Ne Demeli?
Bunu somutlayabilmek için Leninist ölçütlere başvurmak gerekir: Lenin devrime muhtevasını veren kıstası anlayabilmek için ekonomik alanda yapılanlara değil, politik iktidarın kimler tarafından alındığına bakılması gerektiğini belirtir. Bu durumda en başta yapılması gereken şey devrim öncesi ve sonrası iktidara gelen güçleri karşılaştırmaktır.
Devrim öncesindeki Küba’da Batista döneminde Amerikan tekelleri, emperyalizme bağımlı durumundaki büyük burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin yönetimi bulunuyordu. Dolayısıyla emperyalist tekeller, Küba büyük burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinin oluşturduğu yönetim işçileri emekçi köylüleri ve genel olarak emekçileri sömürerek ve siyasal baskı altında tutarak varlıklarını sürdürüyorlardı.
Devrimden sonra iktidara gelenler kimler?
Siyasal sürece damgasını vuran ve başını Fidel Castro, Che Guevara, Raul Castro, Frank Pais ve Camilo Cienfuages’in çektiği 26 Temmuz Hareketi ile siyasal iktidarın ele geçirilmesinden hemen önce mücadeleye katılan Küba Komünist Partisi’dir. Devrimin taşıdığı ulusal özellikler -anti-Amerikan özelliği- kır ve şehir orta sınıflarının katılımını da gündeme getirmiş, böylece devrimin ilk iki yılında başını yoksul köylülerin ve işçi sınıfının çektiği ama orta sınıfların da siyasal yaşamda yer aldıkları bir politik süreç olarak yaşanmıştır. Bunun Leninist literatürdeki adı demokratik devrimdir.
Devrim, Batista’yı iktidardan düşürerek, onun dayandığı sınıflara belirleyici bir darbe indirmiştir; büyük sermaye, Amerikan tekelleri ve büyük toprak sahiplerinin iktidarı düşürülmüş yerine ulusal güçlerden oluşan bir yönetim kurulmuştur. Bu yönetimin başında Fidel Castro bulunmaktadır.
Siyasal iktidarı ele geçiren sınıflar ve onların politik temsilcileri arasında daha sonra da çatışma devam etmiş ve sonuçta kısa zamanda orta kesimlerin de tasfiyesiyle sonuçlanmıştır. Devrimin ilk dönemlerinde, 26 Temmuz Hareketi’nin sağ kanadı siyasal yaşamda yer bulurken, kısa bir süre sonra tasfiye edilmiş önemli bir kısmı Amerika’ya kaçmak zorunda kalmışlardır.
Bu anlamıyla anti-emperyalist, anti-feodal ve anti-tekel olarak başlayan devrim kısa sürede anti-kapitalist bir karaktere taşınmıştır.
Sonuç olarak Küba Devrimi, Küba büyük burjuvazisi, büyük toprak ağaları ve Amerikan tekellerine dayalı Batista iktidarını alaşağı etmiş yerine işçi sınıfı, yoksul köylülük ve orta kesimlere dayanan bir iktidarı getirmiş, kısa bir süre içinde de orta kesimleri de siyasal iktidardan uzaklaştırarak işçi sınıfı ve yoksul köylülerin yönetimini kurmuştur. Bu nokta Küba devriminin ana halkasını oluşturmaktadır. Bu ana halkayı gözden kaçırarak Küba devrimine yapılacak hiç bir eleştirinin ciddiyeti olmayacaktır. Küba devrimcileri ulusal demokratik devrimden kesintisiz şekilde ve yeni bir devrime gerek kalmaksızın sosyalizm programına geçmişlerdir.
26 Temmuz Hareketi’nin başını çeken devrimciler, devrimin demokratik niteliğinden hareket edilerek, Menşevikler gibi devrime liberal burjuvazinin değil, işçi sınıfı ve yoksul köylülerin önderlik etmesini hem ideolojik ve hem de pratik olarak savunmuşlardır. Bu noktada klasik komünist partisinin Menşevizmini, reformizmini aşmışlardır. Küba KP, önceleri 26 Temmuz Hareketi’nin başlattığı mücadeleden uzak durmuş, ardından onları orta sınıfların temsilcileri olarak desteklemeye karar vermiş (tıpkı Menşeviklerin liberal burjuvaziye desteklemeleri gibi) devrimden sonra ise onlarla birleşerek devrimci bir komünist partisinin kuruluşunda yer almıştır. (Şüphesiz zaman zaman birleşmenin getirdiği sorunlar yaşanmıştır.)
Küba devrimi başta verili burjuva devlet cihazını ve onun tüm kurumlarını dağıtırken işçilerin ve köylülerin diktatörlüğü kurulmaya başlamıştır. Devrimin üçüncü ayında parlamenter demokrasi kaldırılmış, işçilerin ve köylülerin kendi yöneticilerini seçtikleri kurumlar oluşturulmuştur.
Batista’nın ordusu, polis gücü dağıtılmış, yerine işçi ve köylülerden oluşan halk milisleri oluşturulmuştur. Bu sistemde milisler kendi yöneticilerini seçiyorlar ve gerektiğinde görevlerinden alıyorlardı. Topraksız ve yoksul köylülerin silahlandırılmalarını somutlayan en iyi örnek, Amerikan emperyalizminin yerli kuklaları kullanarak yaptığı Domuzlar Körfezi Çıkarması sırasında karşılaştığı tablodur. Batista döneminde silah taşımaları yasak olan yoksul ve topraksız köylüler devrimden sonra silahlandırılmışlardır. Emperyalist çıkarmayı büyük ölçüde bunlar karşılamışlar ve 72 saatte dağıtmışlardır.
Devrimin gerçekleştirilmesinin birinci ayında toprak reformu yaşama geçirildi. (Ayrıntılı bilgiler için Havana Duruşması adlı kitaba bakılabilir: Havana Duruşması: Hans Magnus Enzensberg: Yar Yayınları, 2. baskı, Aralık 1994)
Eskiden toprak büyük burjuvazinin ve büyük toprak ağalarının elinde iken devrimden sonra önemli bir kısmı topraksız ve yoksul köylülere dağıtılmış, bir kısmı da devlet çiftlikleri durumuna getirilmiştir.
Küba devriminin ilk dönemlerinde ulusal içerikli önlemler ön planda olmasına rağmen, devrimin bununla sınırlı kalmayacağı ve sosyalizme yöneleceği de anlaşılmıştır. 1959’da gerçekleşen ulusal demokratik devrim, 1961’de kesintisiz olarak sosyalizme geçmiştir.
Bu süreçte, sosyalist demokrasinin uygulanabilmesi için başta eşitliğin sağlanması gerekiyordu. Çünkü demokrasi ancak eşitler arasında olabilir. Bu nedenle eski sömürücü sınıfları tamamen mülksüzleştirerek herkesle eşit hale getirilmesi yaşamsal bir önem taşımakta idi. Çıkartılan yasalar bunu hedefledi. Oluşturulmaya çalışılan sosyalist demokrasi aslında burjuvazi için bir diktatörlüktü.

Leninizm’in Geri Ülkeler İçin Köylü Politikası ve Küba’da Köylülük
Leninizm, köylülüğe devrimci bir rol biçmiştir. Bolşevik devriminde işçi ve köylü ittifakı yaşamsal bir rol oynamıştır. Leninizm’e göre “köylülerin emekçi yığınları ancak komünist proletaryanın yanında yer alarak; ve proletaryanın büyük toprak sahipleriyle burjuvazinin boyunduruğunu kırmak üzere yürüttüğü mücadeleyi kayıtsız şartsız desteklediği takdirde kurtulabilirler.” (Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, Belgeler c.1, s, 217, Maya Yayınları 1. baskı, Mart 1997)
“Öte yandan... Proletarya sömürülen tüm emekçi halkın öncüsü olarak hareket etmezse; emekçileri sömürücülerin üzerine saldırmakla yükümlü bir savaş komutanı gibi davranmazsa etkin bir devrimci güç sosyalizm için hareket eden bir sınıf olmaz.” (Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, Belgeler c.1, s, 217, Maya Yayınları 1. baskı, Mart 1997)
Bu da sınıf mücadelesinin köylülere taşınmasıyla mümkündür. Leninizm’in işçi-köylü ittifakı ile ilgili belirlemeleri ve buna bağlı olarak köylülüğe devrimci bir misyon atfetmesini, büyük bölümü köylülükten oluşan ülkelerdeki devrimlerde köylülüğün temel rol oynaması haklı çıkarmaktadır.
Sosyalizm merkezli tüm devrimlerde proletarya, büyük toprak sahiplerine ait olan topraklara herhangi bir tazminat ödemeksizin derhal el koyar.
Ancak, el konulan toprakların yeniden örgütlenmesi ülkelerin içinde bulunduğu koşullarla bağlantılıdır.
Kapitalizmin gelişmiş olduğu ülkelerde el konulan büyük topraklar kolektifleştirilerek devlet çiftlikleri haline getirilirken yoğun emek gücünün kullanıldığı ve yoğun toprak isteminin bulunduğu sömürge ülkelerde ise geniş çaplı bir toprak reformu şarttır. Toprakların dağıtılması küçük burjuva bir reformdur. Toprak reformu, mülkiyetin parçalanarak yayılması anlamına gelir. Ancak bu ülkelerde tarımsal alanda doğrudan sosyalist uygulamaya geçmek pek olanaklı değildir. Toprağın dağıtılması tarımın kolektifleştirilmesi için önemli bir basamaktır. Komünist Enternasyonal bu gerçeğe 1922’lerde dikkat çekerek sömürgelerdeki devrimin ilk aşamasında “toprak dağıtımı gibi küçük burjuva reformları içermek zorunda” (Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, Belgeler c.1, s, 215, Maya Yayınları 1. baskı, Mart) olduğunu belirtir. Komünist Enternasyonal ayrıca “feodal sistemin kalıntılarının hala varlığını koruduğu; büyük toprak sahiplerinin sahip oldukları ayrıcalıkların yeni sömürü biçimlerine hayat verdiği; hala serflik ve yarıcılık ilişkilerine rastlanan yerlerde büyük arazilerin bir kısmının köylülere dağıtılması gereklidir.” (Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, Belgeler c.1, s, 225, Maya Yayınları 1. baskı, Mart 1997) diyerek feodal kırıntıların bulunduğu ülkelerde toprağın köylüye dağıtılması vurgusunu yapmıştır. Esasında özel mülkiyeti özendirmeyi içeren bu ulusal demokratik uygulama bu ülkelerde yaşamsal bir önem taşımaktadır, çünkü bu ülkelerde köylülüğün yoğun bir toprak istemi bulunmaktadır. Köylülüğün bu istemine karşılık verilmezse devrim başarıya ulaşamaz.
Bu genel çerçeve içerisinde Küba’da yaşananlara bakmak gerekir.
Küba tipik sömürge bağımlığının hemen hemen özelliklerini kapsıyordu. Kuzey Amerikan sermayesi ülkeyi baştan aşağı kuşatmıştı. Küba ekonomisinin en önemli kaynağı şekerin üretimi ağırlıklı olarak Amerikan şirketlerinin elindeydi. Dışsatım tamamıyla Amerikanın pazarına bağlıydı. Telefon, telgraf, elektrik üretimi petrol, radyo televizyon ve geniş tüketim malları üretme Amerikan firmalarının elindeydi. Batista’nın kendisi de Amerika’yla ticari ilişkiler kurmuştu. Öte yandan toprağın da önemli bir bölümü Amerikanın elinde olan plantasyonlara ayrılmıştı ve bu şirketler Küba’nın en verimli topraklarının %30’a sahipti. Devrim arifesinde Küba’nın toprak mülkiyetinin en karakteristik özelliği toprakların büyük bölümünün tarım burjuvazisi ile latifundia sahiplerinin elinde olması idi. Geniş köylü yığınları ya hiç toprağa sahip değillerdi ya da sahip oldukları toprak yok denecek kadar azdı. Ülkenin işlenebilir topraklarının % 46’sı % 7,5 oranındaki işletmelerin elindeydi. Küba halkının toprağı Amerikan tekelleri latifundistler ve toprak burjuvazisi tarafından gasp edilirken bir yandan da Küba köylüsü yoğun sömürüye maruz kalıyordu. Bu koşullar altındaki Küba köylüsü yoğun bir toprak istemi içindeydi. Devrim köylünün bu istemine karşılık verdi. Devrimin birinci ayında toprak reformu uygulandı. 1959’da uygulanan birinci toprak reformuyla özel mülk toprakların arazi miktarı 400 hektarla sınırlandırırken 1963’te ikinci toprak reformuyla bu rakam 67 hektara indirilerek toprak burjuvazisine son darbe indirildi.

Küba Devrimi ve Enternasyonalizm
Küba Devrimi sürecinin başından itibaren enternasyonalizmi devrimin en temel ilkelerinden biri olarak görmüştür. Bu yaklaşım parti kongrelerinde, liderlerinin konuşmalarında dile getirilmiş, öncelikle Küba Cumhuriyeti anayasasında güvenceye alınmıştır.
Konuyla ilgili bazı pasajlar aktarmak istiyoruz:
“...Küba Komünist Partisi, kendini yalnızca uluslararası komünist hareketin tutarlı, güvenilir bir müfrezesi kabul ediyor. Proletarya enternasyonalizmi, her şeyden önce dünyanın her yerinde Marks, Engels ve Lenin’in bayrağını benimseyen ve insanlığa önerdikleri devrimci programı yerine getirmek için bütün çabalarını ve hatta yaşamlarını adayanların zorunlu birliğinde, kaynaşmasında ve kararlılığında ifadesini buluyor. Partimiz bu programa bağımsız ölçütle fakat aynı zamanda bütün ülkelerin komünistleriyle birlikte ortak davaya tam sadakatle katıldı.” (vurgular bizim) (Küba Parti Tarihi, Sorun Yayınları, s, 212
Küba Cumhuriyeti anayasasından da uzun bir pasaj aktarmak istiyoruz:
“Madde 12
Küba Cumhuriyeti proletarya enternasyonalizminin ve halkların mücadeleci dayanışmasının ilkelerini benimser ve:
a) Saldırganlık ve savaşın ana gücü ve halkların amansız düşmanı olarak bütün faşist, sömürgeci, yeni sömürgeci ve ırkçı görünümlerin uygulayıcısı ve destekleyicisi emperyalizmi mahkûm eder.
b) Doğrudan veya dolaylı, herhangi bir devletin iç ve dış işlerine emperyalist müdahaleyi ve bundan dolayı, devletlerin bütünlüğüne ve uluslararası politik, ekonomik ve kültürlerine karışma ve gözdağı ve ekonomik baskının herhangi bir biçimi kadar, silahlı saldırı ve ekonomik ablukayı mahkûm eder.
c) Saldırı, toprak gaspı amacı ile girişilen savaşları, uluslararası suç sayar, saldırganlık ve fetihe karşı silahlı direniş kadar, ulusal kurtuluş savaşlarının meşruluğunu da kabul eder ve kurtuluşları için savaşan halklara ve saldırı altındaki halklara yardımın enternasyonalist hak ve ödevini oluşturduğunu düşünür. (vurgular bizim)
ç) Halkların, emperyalist ve gerici şiddeti devrimci şiddetle defetme ve kendi kaderlerini ve yaşamak için ekonomik ve toplumsal sistemlerin özgürce seçme hakkı için etki alanlarındaki bütün araçlarla mücadele etme hakkını kabul eder.
d) Halkların bağımsızlık ve egemenlikleri konusunda ve kendi kaderlerini kendilerinin seçmesi hakları üzerinde temellenmiş, şerefli ve sürekli bir barış için çalışır.
e) Uluslararası ilişkilerini, devletlerin eşit haklar, egemenlik bağımsızlık ilkeleri ve karşılıklı çıkar üzerine kurar.
f) SSCB ve diğer sosyalist ülkelerle ilişkileri, sosyalist enternasyonalizme yeni toplumun kuruluşunun ortak hedefleri, kardeşçe dostluk işbirliği ve karşılıklı yardıma dayanır.
g) Diğer Latin Amerika ve Karayip ülkeleri -dış egemenlik ve iç baskıdan kurtulmuş- ile birlikte, aynı ulusal ve toplumsal ilerleme arzusuyla, sömürgeciliğe, yeni-sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı tarihsel geleneğin kardeşlik bağları ve ortak mücadeleyle birleşmiş geniş bir uluslar topluluğunu kurmayı arzular.
h) Anti-emperyalist ve ilerici tutumları destekleyen diğer sosyalist ülkelerle kardeşlik ve işbirliği ilişkilerini geliştirir.
i) Farklı politik, toplumsal ekonomik sistemlere sahip olmakla birlikte, egemenliğimize saygı gösteren devletler arasında bir arada yaşama kurallarını yerine getiren ve ülkemizle karşılıklı ilişki kurmayı kabul eden ülkelerle dostça ilişkiler kurar.
j) Barış ve sosyalizmin; halkların kurtuluşlarının, bilim, teknoloji ve kültür ilerlemesinin; uluslararası mübadelenin yararlarını ve ülkemizin kendi ulusal haklarına saygınlığı göz önünde tutarak, uluslararası kuruluşlarla yakın ilişkilerini ve uluslararası konferanslara ve toplantılara katılmasını kararlaştırır.” (Küba Parti Tarihi, s, 319-320)
Küba devrimi bu ilkeler ışığında uzun bir dönem aktif enternasyonalist bir politika izlemiş, özellikle Latin Amerika, Afrika ve Asya’nın ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerine aktif destekte bulunmuştur. Bu dönemin politikası Che’nin “iki üç daha fazla Vietnam” sözünde ifadesini bulan Tricontinantal (üç kıta -Asya, Afrika, Latin Amerika) çizgisidir. Buna devrimi yayma çizgisi de denilebilir. Küba, emperyalizme -ve özellikle de ABD emperyalizmine- meydan okuyarak: ‘nasıl ki emperyalistler oligarşileri destekleme hakkını kendilerinde buluyorlarsa, Küba devleti de oligarşilere karşı savaşım veren devrimcileri destekleme hakkını bulmaktadır’ demiş ve bunu OLAS (Latin Amerika Dayanışma Örgütü) konferansında açıkça ortaya koymuştur. Bu dönemde Küba, Devrimci örgütleri aktif bir şekilde desteklemiştir.
Ancak devrimci yapıların yaşadıkları sorunlardan sonra (Afrika ve özellikle Latin Amerika gerilla hareketlerinin yaşadığı sorunlar) Küba devriminin enternasyonalizmi savunmacı bir enternasyonalizm anlayışına dönüşmüştür. Emperyalist abluka ve reel sosyalizmin yıkılmasının yarattığı basıncın da etkisiyle savunmacı eğilim giderek daha da ağırlık kazanmıştır. Şüphesiz şunun altını kalın çizgilerle çizmemiz gerekiyor: Küba devrimi reel sosyalizmin yıkılmasından sonra da emperyalizme boyun eğmemiş ve sosyalizm çizgisinde direnmeye devam etmiştir/etmektedir. Bugün, bu direnişin ve sosyalizm yolunda ilerleyişin dünyadaki tüm devrimciler ve ezilenler açısından taşıdığı moral değer yaşamsal önemdedir. Fidel’in “unutmayalım ki, halklar mücadele edenleri, kendi kendisine ve kendi öz güçlerine güvenenleri daima takdir ederler. Bugün dünya devrimcilerinin düşlerine yapacağımız katkı, bu kararlılığımız olacaktır” demektedir.
Burada şunu söylemeden geçemeyeceğiz: Küba devriminin giderek savunmacı bir konuma oturmasının nesnel zemine oturduğu açıktır. Ancak enternasyonalizmin savunmacı tarzda ele alınışının uzun vadede tehlikeleri olduğu da açıktır.

Gerilla Mücadelesi Marksizme Aykırı mı?
Gerilla mücadelesinin Marksizme aykırı bir mücadele biçimi olduğu yolunda spekülasyonlar her zaman var olagelmiştir. Bunu savunan anlayışlara göre gerilla mücadelesi öncülerin kendilerini kitlelerin yerine ikame etmeleri anlamına gelmektedir. Bundan hareketle gerilla mücadelesini “kitlelerden kopukluk”, “anarşizm”, “terörizm”, “Narodnizm”, “fokoculuk”la suçlanmışlardır. Bu yolla zafer kazanmış devrimleri de “kitlelerden kopuk parti diktatörlüğü” gibi nitelemelerle değerlendirmektedir.
Bu suçlamaları en fazla getirenler de sözde ML’e ve Ekim Devrimi’ne en fazla sahip çıktıklarını iddia eden/zanneden anlayışlardır.
Lenin, her devrimin temel sorununun siyasal iktidarın alınması olduğunu belirtir. Bu Leninist tez, devrimin izleyeceği yol ve yöntemlerin siyasal iktidarla olan bağlantısını ortaya koyar. Siyasal iktidarın ele geçirilmesi sorunu da sınıflar arası mücadele ve devlet sorunuyla doğrudan bağlantılıdır.
Zaten Marksizm-Leninizm, proletaryanın askeri örgütlenmesi sorununu sınıf savaşı ve devlet kuramı çerçevesi içinde ele alır.
Burjuva devlet aygıtı en başta ordu, polis, istihbarat, özel askeri örgütlenmeler ve cezaevleri anlamına gelmektedir. Bu aygıtlar içinde ordu özel bir öneme sahiptir. Çünkü ordu devletin en seçkin ve özel kurumudur. Sömürücü kesimler hem sömürülerini devam ettirmek ve hem de sömürdükleri kitleyi sürekli baskı altında tutmak için silahlanmışlardır. Sömürü üzerine kurulan tüm toplumlarda devletin askeri araçları, içerde sömürdüğü kitleyi baskı altına alırken dışarıda yeni ülkeler fethetmek ya da sınırlarını diğer devletlerin istilasından korumak gibi işlevleri görmüştür.
Sınıf savaşımı deneyimi egemen sınıfların asla kendi arzularıyla iktidardan çekilmeyeceğini kanıtlamıştır. Egemenlerin egemenliklerine son verilerek sömürünün kaldırılması ancak ezilenlerin zoruyla mümkündür.
Burjuvazi, işçi sınıfı ve tüm ezilenlerin üzerindeki egemenliğini sürdürmek için her yolu kullanır. Burjuva çıkarları açısından ters gelebilecek hiçbir insani kural ve değer anlam taşımaz. Gözaltılar, işkenceler, katliamlar, vb... bunun açık göstergeleridir. Bu egemenliğin teminatı da ordu, polis teşkilatı, istihbarı kurumları, özel ordular vb. den oluşmaktadır.
Bu anlamıyla devrimci siyasal iktidarın burjuvazinin bu kurumlarını dağıtılması ve yerine halkın silahlandırılması üzerine kurulu bir savunma mekanizması oluşturması yaşamsal bir önem taşır.
Proletaryanın askeri örgütlenme sorunu, uzun erimli mücadele deneyimlerinden yola çıkılarak çözümlenmeye çalışılmıştır. Her mücadele kendi öz örgütlenmelerini yarattığı gibi ideolojik-stratejik yönelimlerine bağlı olarak askeri örgütlenmelerini de yaratmıştır. Farklı ülkelerde yaşanan mücadeleler Marksizme büyük deneyimler kazandırmışlardır. Marksizm bir tek mücadele tarzını kabullenmez. Sınıf mücadelesi bin bir mücadele aracını devreye sokabilir. Önemli olan araçların uygun bir yerde ve uygun bir zamanda kullanılıp kullanılmadığıdır. Araçları sınırlamak ve/veya bazılarını mutlaklaştırmak Marksistlerin işi değildir. Marksistler bu türlü seçmeciliğe karşıdırlar. Marksizm, mevcut nesnelliği ve o nesnellikteki deneyimleri çözümleyerek gelişmiştir.
Marksizm’in ustaları dönemlerinin mücadele biçimlerinin tümünü dikkate alıp bunlardan önemli sonuçlar çıkarmışlardır ama seçmeci davranmamışlardır. Özellikle 2. Emperyalist Savaş sürecinde ve sonrasında gerçekleşen devrimlerde gerilla mücadeleleri önemli bir yer tutar. Gerilla mücadelesi, aralarında kimi farklılıklar olsa da Çin, Vietnam, Küba... gibi devrimlerde temel mücadele olarak; Bulgaristan, Yugoslavya, Arnavutluk gibi ülkelerde bir dönemden sonra önemli ölçüde kullanılmış ve Marksizm’in mücadele biçimlerini zenginleştirmiştir.
Gerilla mücadelesi kimilerinin sandığı gibi halktan kopuk, öncünün kendini kitleler yerine koyduğu bir mücadele biçimi değildir. Bu nedenle bireysel terörizm ya da fokoculuktan oldukça farklıdır.
Kitlelerin katılımı ve desteği olmaksızın hiç bir gerilla mücadelesinin başarı kazandığı görülmemiştir. Küba’da 26 Temmuz Hareketi’nin yürüttüğü gerilla mücadelesi kimi taktik yenilgiler yaşamasına karşın sonuçta halkın katılımı ve desteği sayesinde zafere ulaşmıştır. Gerilla mücadelesinin kitleleri harekete geçirerek sonuçta devrimi zafere götürmesi devrimin yasalarına uygun hareket edilmesiyle bağlantılıdır. Bu yasalara uymayan bir hareketin başarı şansı yoktur. Öncünün iradeciliği nesnellik tarafından sınırlanmıştır; Bu maddeci felsefenin abc’sidir...
Gerçek böyle olmasına karşın bu dönemde SBKP’ni merkez gören klasik komünist partilerinin mücadele biçimleriyle ilgili yaydığı kötü kokular ortalığı kapladığı için bu pis kokuların etkisinde kalanlar da gerilla mücadelesini farklı biçimlerde suçlamışlardır. Günümüzde hala böylesine suçlamalar gündemdedir.
Bu deneyimlerin dikkate alınmaması ve/veya Marksizme aykırı bulunması, Marksizmi yaşam içerisinde derinleşen bir düşünce olarak değil, kitabi bir olgu olarak ele alınmasından kaynaklanır.
Küba, başta da belirttiğimiz gibi kapitalizmin egemenliğine rağmen feodal kalıntıların da varlıklarını sürdürdüğü bir Latin Amerika ülkesiydi. Amerikan emperyalizmi burayı toplu bir genelev ve kumarhane haline getirmişti. Siyasal sistemin estirdiği terör halkın siyasal sisteme karşı tepkisini de beraberinde getirmişti. Öte yandan köylülük yoğun bir toprak istemi içindeydi. Çelişkilerin yoğunluğuna rağmen hiçbir örgüt bir alternatif olarak çıkamamaktaydı ve KP de oportünizmin içine batmış durumdaydı.
Bu koşullar altında 26 Temmuz Hareketi’nin kırlarda başlattığı gerilla mücadelesi, hareketin önder kadrolarının halkın gereksinimlerine doğru temellerde cevap vermesi ve doğru strateji uygulamaları sonucunda kısa bir süre içinde ezilen kitleleri kendi etrafında toplamış ve kısa süre içerisinde ordulaşarak şehirleri kuşatıp ele geçirmiştir.
Burada önemle üzerinde durulması gereken nokta. Ordulaşan gerilla mücadelesinin şehirlerde işçi sınıfıyla ittifak kurarak diktatörlüğe son darbenin indirmesidir..

Küba Devrimi ve Sosyalizme Geçiş Sorunu
Yaşanmış devrim deneyimleri, Marks ve Engels’in beklentilerinin tersine dünyanın ekonomik, politik ve kültürel alanda en gelişmiş ülkelerinde ve kıtasal bir tarzda değil, emperyalist zincirin en zayıf halkasında/halkalarında gerçekleşmiştir.
Bu gerçeklik sosyalizme geçiş süreci sorununun (özellikle 1950’li yılların ikinci yarısında ve 1960’lı yıllarda) yoğun şekilde tartışılmasına neden olmuştur.
Tartışma SBKP ve Doğu Avrupa ülkelerindeki uygulamaların eleştirisi ve Marks’ın çalışmalarına yeniden dönülmesiyle ortaya çıktı.
Tartışma ile ilgili öncelikle Mao’dan, sonra da Küba devrimcilerinden bahsetmek gerekir.
Hemen belirtelim Mao, devrimin ilk dönemlerinde (1949-1956) arasında Sovyet modelini benimsemiştir. Ancak 1956’lar sonrasında SBKP’de yaşanan olaylardan sonra sosyalizmin geleceği konusunda düşünmeye ve farklı düşünceler üretmeye başlatmıştır..
Mao’nun bu düşüncelerinde iki nokta dikkat çeker: Birincisi, Devrimin/devrimlerin KP önderliğinde gerçekleşmesinin ve üretici güçler üzerindeki mülkiyetin kaldırılmasının tek başına sosyalizmin geleceğini garanti altına alamayacağını, bu ülkelerde “sosyalizmin mi, kapitalizmin mi” galip geleceğinin, “halkın içindeki çelişkilerin doğru kavranması ve barışçı yollarla çözümü” ile “ideolojik deformasyonun engellenmesi” etkenleriyle birlikte değerlendirilmesi gerektiğini belirtir.
Küba devrimi ise farklı bir geçiş süreci ortaya koyarak o güne kadar tartışmasız ve otorite olarak kabul edilen yaklaşımlara karşı keskin bir eleştiri üzerinden gelişmiştir.

Ekonomik Sosyalizm Anlayışının Gelişmesi
Başta şunu belirtmemiz gerekiyor: Ekonomik bir sosyalizm anlayışının ortaya çıkmasında konjonktürel ve tarihsel etmenlerin yanında sosyalizme geçiş sürecinin yanlış kavranması gibi etkenler belirleyici rol oynamıştır.
Konjonktürel etkenler: SB’de devrimin gerçekleşmesinden hemen sonra iç savaş dayatılmıştır. İç savaş tehlikesi bertaraf edilirken başta Lenin ve Sovyet komünistleri yakın bir gelecekte emperyalist bir savaşın kaçınılmaz olduğunu ve bunun SB’ni hedefleyeceğini görüyorlardı. Bunun bertaraf edilmesi noktasında başta Avrupa’daki devrimci dalgaya güvenmişlerdi. Ancak 1919’da Macar ve Alman devrimlerinin yenilgiye uğraması ve devrimci dalganın gerilemesine bağlı olarak devrimin kurtarılması için geri adımlar atmışlardır.
Bu dönemde Lenin ve Sovyet komünistleri yaklaşan savaşın da etkisiyle emperyalistlerle aralarındaki 50-75 yıllık mesafeyi ya kısa dönemde kapatmak zorunda olduklarını ya da ortadan kalkacaklarını görmüşlerdi. Lenin, “dörtnala uçmak ya da yok olmak, tarihin sunduğu alternatif bu” diyordu. Parti kongresi ve Stalin de, emperyalistlerle aralarında var olan 50-75 yıllık mesafenin 10-15 yıl gibi kısa bir sürede kapatılmaması halinde devrimin yok edileceğini belirtiyorlardı. Savaş yaklaştıkça ekonomi ile ilgili kararlar daha da ağırlık kazandı. Devrimin ilk dönemlerinde yaygın şekilde kullanılan manevi özendiriciler, gittikçe zayıflamaya ve yerini maddi özendiricilere bırakmaya başladı. Tarım, ağır sanayi ve hafif sanayi üçgeninde tarım ve özellikle hafif sanayi adeta bir kenara bırakılarak ağır sanayi geliştirildi.
Bunun dışında yine konjonktürel nedenlerle parti-devlet ilişkisi iç içe geçmiş, parti yoğun tarzda şişirilmiş, Sovyetlerin rolü giderek gerilemiş, kültürel gelişme zemininde çeşitli baskılar yaşanmıştır.
Sürecin gereklerine başka türlü karşılık verebilir miydi? Bu durum sonraki süreçlerde hep tartışıldı ve bundan sonra da tartışılmaya devam edecek.
Tarihsel etmenler: Yazının bu bölümüne başlarken devrimin Marks ve Engels’in beklentilerinin tersine ekonomik, politik, kültürel olarak en gelişmiş ülkelerinde ve birden değil, bunlara göre geri bir emperyalist ülkede gerçekleşmiştir.
Bu durum kendini karşısındakine göre konumlamada önemli sorunlar ve zaaflar üretmiştir. Bu durum, iktidarın alınmasıyla gerçekleştirilecek ekonomik, siyasal, kültürel politikaların baştan kırılmaya uğramasına neden olmuş, örneğin NEP sosyalizmin zorunlu bir ürünü olmamasına karşın yaşanmak durumunda kalmıştır. Bunun yanı sıra devletin adım adım sönmesi, ordunun zayıflatılması sorununda karşıdaki güç nedeniyle tersi bir durum ortaya çıkmaya başlamıştır.

Sosyalizm Anlayışının Yanlış Kavranması
Lenin’de sosyalizme geçiş sorunu bütünlüklüdür: Politik, ekonomik ve kültürel tüm öğeleri içerir.
Reel sosyalizm deneyimleri ise bu bütünlük içinde ekonomik boyutu ön plana çıkararak diğer öğeleri bir kenara bırakır. Sürecin başında konjonktürel etkilerin bunda büyük payı olsa da giderek ilke haline getirilmiş ve diğer ülkelerde de (Doğu Avrupa ülkeleri) aynı uygulama egemen olmuştur. 1945’ler sonrasında gerçekleşen devrimlerin hemen hemen tümünde ekonomik öğelerin aşırı abartıldığı, sosyalizme geçişin mülkiyetin hukuksal boyutuna indirgendiğini görürüz. Bu yaklaşım sosyalizm anlayışının yanlış kavranmasıdır; Sosyalizm anlayışının kabalaştırılması, sosyalizmin bir kalkınma modeline indirgenmesi anlayışıdır.
Saydığımız bu etmenler ekonomik bir sosyalizm anlayışının gelişmesine neden olmuştur.

Lenin’de Sosyalizm Anlayışı ve “Ekonomik Sosyalizm”
Lenin sonrasında yaşanan gelişmeler ve özellikle 1945’ler sonrasında gerek SB’de ve gerekse Doğu Avrupa ülkelerinde ekonomik bir sosyalizm anlayışı gelişmiştir. Bu anlayış tarihsel ve konjonktürel etmenlerin yanı sıra bilimsel sosyalizmin kabalaştırılması ve yanlış kavranmasının bir ürünüdür.
Gerek SB’de ve gerekse Doğu Avrupa ülkelerinin tümünde üretim araçları üzerindeki mülkiyetin kaldırılması ile sosyalizmin kuruluşu arasında doğru bir orantı kurulmuş, hukuksal boyutta mülkiyet tasfiye edildikçe “sosyalizm”, “olgun sosyalizm”, ve “komünizme geçiş süreçleri” konulmuştur.
Hatırlanacağı gibi Sovyetler Birliği’nde (SB), 1936’larda sosyalizme geçildiği belirtilmiş, “1960-80’li yıllar komünizme geçiş” yılları ilan edilmişti. Aynı şekilde 2. Emperyalist Savaş sürecinde devrimini gerçekleştiren Bulgaristan, Arnavutluk gibi ülkeler 1960, 1963 yıllarında olgun sosyalizm dönemine girdiklerini ilan etmişlerdir.
Mülkiyetin tasfiye edilmesi, toplumun yaratmış olduğu değerlerin sosyalizme geçiş için/öznenin dönüşümü için önemli bir öğedir. Üretim araçları üzerindeki mülkiyetin kaldırılması, bireyler arasındaki eşitsizliği ve bu eşitsizlikten kaynaklanan sorunlarının kökünü kazıma hedefiyle bağlantılıdır. Toplumsal hedefler de aynı işleve sahiptir. Sağlık, eğitim, konut, iş vb. sorunların çözümü bireyin gerçek özgürleşmesinin nesnel koşullarını oluşturan hedeflerdir. Daha sağlıklı bir insanı hedef alır ve bu koşullardan dolayı eşitsizliğe uğrayanları siyasal yaşama çekerek özne haline getirmeyi hedefler.
Bu nedenle sosyalizme yönelen her devrim, büyük mülkiyetin yanında, küçük mülkiyeti de tasfiyeye yönelmek ve kapitalizmin kökünü kazımak durumundadır. Ancak mülkiyetin hukuksal tasfiyesi Lenin’in deyişiyle yeterli değildir. Lenin “hukuki ya da siyasal bir işlem olarak mülksüzleştirme sorunu çözmez. Çünkü büyük toprak sahipleri ve kapitalistleri (yönetimden) gerçekten almak ve bunların (yönetiminin) yerine fabrikaların ve malların işçiler tarafından uygulanan bir yönetimi gerçekten geçirmek zorunludur” diyor.
Lenin’in çözümü: “tüm halkı, burjuvazinin elinden alınan üretim araçlarının demokratik yönetimi için örgütlemedikçe, emekçi halkın tüm kütlesini, proleterleri, yarı proleterleri ve küçük köylüleri saflarını, güçlerini devlet işlerine katmaları, demokratik bir biçimde örgütlenmeleri için seferber etmedikçe, bu devrimci önlemler uygulanamaz.” (Lenin, Marksizm’in Bir Karikatürü Ve Emperyalist Ekonomizm, s, 20
Lenin bu uygulamaların demokrasi ve kültür devrimi ile tamamlanmasını önerir. Lenin sosyalizme demokrasi dışında bir yolla varılamayacağını belirtir: “Demokrasi olmaksızın sosyalizm olanaksızdır. Çünkü; (...) utkun sosyalizm, tam demokrasiyi uygulamaksızın, zaferini pekiştiremez ve insanlığa, devletin çözülüp dağılmasını getiremez” derken sosyalizme geçiş “bir kültür devrimi yapmaksızın olanaksızdır...” (Lenin, Marksizm’in Bir Karikatürü Ve Emperyalist Ekonomizm, s,73) der.

Ekonomik Sosyalizm Anlayışı
Ekonomik sosyalizm anlayışını bir kaç nokta üzerinden tanımlayabiliriz:
İlki, bu sosyalizm anlayışında Marks ve Lenin’in belirttiği ilkelerden biri olan ekonomik yeniden üretim olağanüstü önem kazanmıştır. Şüphesiz, Marks, Engels ve Lenin, üretici güçler üzerindeki mülkiyetin kaldırılması ve toplumun ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için büyük sanayiye uzun bir süre ağırlık verilmesi gerektiğini birçok yerde belirtmişlerdir. Ancak bu vurgu hiç bir zaman sosyalizmin ekonomik bir kalkınma modeli...vb., olduğu anlamına gelmemiştir. Oysa belirtilen deneyimlerde ekonomiye yapılan aşırı vurgu, neredeyse her kıstasın ekonomik gelişmeyle bağlantılandırılmasını beraberinde getirmiş, sonuçta, sosyalizmi kurmak ekonomik başarılarla ölçülmeye başlanmıştır. Lenin’in söyleminin tersine maddi özendiricilerin bu düzeyde önem kazanması bu kıstaslarla ilgilidir. Lenin, Marks ve Engels, geçiş döneminde maddi özendiricileri ilkesel olarak reddetmemelerine karşın (gerektiğinde kullanılabileceğini belirtmelerine karşın) ön planda olmasını hep reddetmişlerdir. Çünkü maddi özendiriciler sosyalizm dışı ilişkilerin güçlenmesine neden olur.
İkincisi, Lenin’in sosyalizm anlayışının temelini oluşturan sosyalist demokrasi ve bunun ifadesi olan siyasal katılımcılık, ekonomik sosyalizm anlayışında ihmal edilebilir bir ilke olarak ele alınmıştır. Yığınların siyasal yönetime katılması Sovyetler aracılığıyla gerçekleşir. Lenin’in Paris Komünü’nden çıkarttığı en önemli derslerden biri Sovyetlerdir. Sovyetlerin en önemli rolü Lenin’in deyişiyle toplumun onda dokuzunu siyasal yönetime taşımasıdır.
Ancak Sovyetlerin rolü özellikle Lenin sonrasında zayıflamaya başlamış, Sovyetlerin siyasal yaşamdaki ağırlığının zayıflaması/zayıflatılması toplumun siyasal yaşama katılımının zayıflatılmasını ve kitlelerin iktidara yabancılaşmasını beraberinde getirmiştir. Ancak bununla da kalınmamış ve KP içinde de demokrasi ve katılım zayıflatılmıştır.
Bu süreçte, Sovyetlerin rolünün zayıflatılması, boşluğun KP ile doldurulmasını gündeme getirdi. Bu durum partinin hızla şişirilmesine neden oldu. KP’ ye yığınsal katılımlar gündeme gelmeye başladı. Parti kadroları için geçerli olması gereken Leninist normlar sulandırılmaya başlandı. Sonuçta ekonomik sosyalizm anlayışında parti devlet ilişkileri iç içe geçmiş, bürokratik bir yapı ortaya çıkmıştır. Bürokratik yapı da, kendini yığınlar yerine ikame ederek sosyalizmi kurmaya yönelmiştir ve şüphesiz ki kurduğu sosyalizm, kendisi gibi bürokratik bir kararname sosyalizmi olmuştur.
2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra devrimini gerçekleştirmiş olan bazı ülkeler de (Doğu Avrupa ülkeleri) SB’ni kopya ederek sosyalizmi inşa etmeye kalkıştılar ve SB benzeri bir ekonomik sosyalizm kurdular..
1950’ler sonrasında bu yanlış politika daha da geliştirilerek “emperyalizmle ekonomik yarış”, “barış içinde bir arada yaşama” adı altında her boyutuyla ön plana çıkarılmıştır.
Sonuç itibarıyla Küba -ve kısmen de olsa Mao dönemindeki Çin- devrimlerini bir yana bırakırsak sosyalizmin kuruluşu konusunda yaşanmış deneyimler neredeyse birbirinin aynısı uygulamaları gündeme getirmişlerdir. Bu anlayış sosyalizmin kalkınmacı bir modele, ekonomik refaha, daha fazla tüketime... indirgenmesine yol açmıştır. Sosyalizmin ekonomik kurtuluş olarak gündeme getirilmesi ve üretici güçler üzerindeki mülkiyetin tasfiyesi olarak görülmesi, geçiş sürecinin yaşandığı ülkelerde alt yapı-üst yapı arasındaki ilişkinin üst yapı aleyhine geliştirilmesine yol açmıştır. Daha doğrusu, üst yapı adeta alt yapıyı etkilemeyen ve her koşulda onun peşinden hareket etmek zorundaymış gibi algılanan bir konuma getirilmiştir. Bunun sonucunda alt yapı-üst yapı arasındaki ilişkiler doğru çözümlenememiş ve bu sonuçta söz konusu ülkelerin yıkılmalarında önemli etken olmuştur.
Üçüncüsü, ekonomik sosyalizm anlayışı, ulusal sosyalizm anlayışını da gündeme getirmiştir. SB’de enternasyonalizmin Sovyet devletinin çıkarlarına tabi kılınması, gelişen ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerine bu çıkar çerçevesinden bakılmasına ve çoğu zaman Leninist enternasyonalist ilkerin ihlal edilmesine yol açmıştır.

Küba’da Sosyalizm Anlayışı
Küba Devrimi, ekonomist sosyalizmin eleştirisi üzerinden Marksizm’e yeniden dönerek reel sosyalist ülkelerden farklı bir sosyalizm anlayışı geliştirmiştir. Kübalı komünistler:
- Sosyalizmin ekonomik bir model, kalkınmacı tüketim modeli olduğu anlayışını karşı çıkmışlardır.
- Üretici güçler üzerindeki mülkiyetin kaldırılmasıyla sosyalizmin kurulduğu yönündeki yaklaşıma karşı çıkmışlardır.
- Ulusal sosyalizm anlayışına karşı çıkmışlardır. Enternasyonalizm olmadan sosyalizmin kurulamayacağını ortaya koymuşlardır.
- Geçiş süreçlerinde maddi dürtülerin ön plana çıkarılmasına karşı çıkmışlardır.
Küba devriminin önderi Fidel, komünizme yönelen bir devrimin üretici güçlerin tam gelişmesiyle ve aynı zamanda bilinçli insanın tam gelişmesiyle sağlanabileceğini belirtir. Çekoslovakya sorununu irdelerken de “Ülke yönetiminde bürokratik yöntemler, yığınlarla ilişkilerin zayıflığı -her devrimci harekette gerekli olan ilişkiler- sosyalist ideallerin ihmali. Sosyalist ideallerin ihmalinden ne kastediyoruz? Şunu kastediyoruz: İnsanın sınıflı toplumda olduğunu, sınıflı toplumda sömürüldüğünü, köleleştiğini ve idealler için mücadele ettiğini unutmasını kastediyoruz. Sosyalizmden bahsedilince yalnız sömürünün yok olacağını, sömürüden doğan fakirliğin yok olacağını ve bu sömürünün sonucu olan geri kalmışlığı değil; aynı zamanda sınıfsız toplum yaratmak konusundaki bütün o güzel emellerin; bencillikten arınmış bir toplum, insanın artık paranın kölesi olmadığı, kişisel kazanç için çalışmadığı ve bütün toplumun ihtiyaçlarının tümünü tatmin etmek için insanlar arasındaki adaleti, eşitliği, kardeşliği ve halkların her zaman elde etmeyi arzuladıkları amaçları insan toplumunun bütün ideallerini gerçekleştirmek ve kurmak için çalışmayı da kastediyoruz. (...) Gelecekteki aşamalarda, devrimci halkımızın sınıfsız toplumdan ne anladıklarını gösterecek kavramları merak etmeleri gerekir.(...)Sosyalist ideal, bir an için bile, enternasyonalist olmadan var olamaz. Hangi ülkede olursa olsun, sosyalizm için mücadele edenler dünyanın geri kalan kısmını unutamazlar. Dünyanın bir kısmında var olan yoksulluğu, fakirliği, cehaleti acıyı ve sömürüyü asla unutamazlar. Bir an için bile dünyanın bir kısmının ihtiyaçlarını asla unutamazlar. Biz inanıyoruz ki, dünya gerçeklerinin unutulmasına göz yumulursa, yığınlara gerçek enternasyonalist görüşü, gerçek devrimci görüşü aşılamak olanaksızlaşır. Dünya gerçeklerinin unutulmasına göz yumulursa, bu emperyalizmle yüz yüze gelmek tehlikesini artırır. Yığınlar yalnız maddi dürtülerle ve daha fazla tüketim vaatleriyle harekete sokulurlar.” (Fidel Castro, Çekoslovakya Sorunu s, 21-22, Aşama Yayınları Temmuz,1975) Aynı yapıtında Fidel, reel sosyalist ülkelerle olan farklarını şu sözlerle ifade etmektedir: “...İdeallerin ve enternasyonalist duyguların dünyanın sorunlarına karşı ilginin ve uyanıklığın Avrupa’nın belirli sosyalist ülkelerinde yok olduğunu ya da çok zayıf olduğunu ileri sürebiliriz.(...) Küba bursuyla giden öğrencilerimiz de dahil olmak üzere bu ülkelere gidenler, çok kere tamamen küskün ve gördüklerine canı sıkılmış olarak dönmekte ve bize ‘orada gençlik devrimci ideallerle ve enternasyonalizm ilkeleriyle yetiştirilmiyor ve Batı Avrupa ülkelerinde hüküm süren idealler ve eğilimlerin büyük etkisi altında’ diyorlar. Çok yerde başlıca sohbet konuları para ve buna benzer güdüler, maddi dürtülerin her çeşidi, maddi kazançlar ve maaşlar olduğunu söylüyorlar. Bütün bunlar gösteriyor ki bu gibi yerlerde sosyalist bilinç ve enternasyonalist bilinç yerleştirilmemiş. Bazıları sapkınlık içinde bize oralarda gönüllü işin olmadığını, gönüllü işin karşılığının ödendiğini ve bunun olağan bir davranış olduğunu ve oralarda gerçek gönüllü işin anti-Marksist bir akım olarak kabul edildiğini söylediler. (...) Vatandaşlarımızın duyguları, maddi dürtülerin böylesine kabaca ticaretinden dolayı incinmiş “(Fidel Castro, Çekoslovakya Sorunu s, 23, Aşama Yayınları Temmuz,1975)
Küba devriminin önderlerinden Ernesto Che Guevara da, sosyalizme ve komünizme geçiş konusunda Marks, Engels ve Lenin’in yaklaşımlarını sentezleyerek ortaya koymuştur. Che, yukarıda Fidel’in altını çizdiği yaklaşımları kapsamlı olarak ifade etmiştir. Buna göre sosyalizme -komünizme geçiş sorunu iki etkene bağlıdır. Birincisi, ekonomik üretim, ikincisi bağrında ekonomik üretimin gerçekleştiği toplumsal ilişkilerin, yani insanların üretim sürecinde olduğu gibi onun dışında da kurdukları ekonomik ilişkilerin ve diğer sosyal ilişkilerin üretimi ve yeniden üretimidir.
Che araştırmalarında, Marks’ın ekonomik olgularla olduğu kadar, ekonomik olguların insan zihnine aktarılmasıyla da ilgilendiğini görmüş ve komünizmin bilinç olgularını dikkate almaması halinde devrimci bir ahlak anlayışından çıkacağını ve ancak bir bölüşüm yöntemine, sistemine dönüşeceğini görmüştür.
Che’nin şu yaklaşımının yaşamsal önem taşıdığını düşünüyoruz: “Komünist bir ahlak anlayışı olmadan ekonomik bir sosyalizm beni ilgilendirmiyor. Evet, yoksulluğa karşı savaşıyoruz ama aynı zamanda yabancılaşmaya karşı da savaşıyoruz. Marksizmin başlıca amaçlarından biri de çıkarın, ‘bireysel çıkar’ faktörünün ortadan kaldırılması ve insanların psikolojik motivasyonlarından yararlanmaktır.
Che bu süreçleri şöyle özetler: “insan türü” tipinin doğması için en uygun koşulları sunmaya yetenekli toplumsal bir yapı yaratmak. Yeni insan devrimci bir çabadan ve devrim tarafından yaratılan yapılara bağlı koşullardan ortaya çıkacaktır. Daha önceden kaderini kendisine empoze eden güçlere hükmederek ve onları yöneterek kendi öz varlığını eline alacaktır.
Toplumsal süreçler, bilinçli şekilde ve fiili öncünün seviyesine ulaşması, hatta onu aşması istenen kitlelerin aktif katılımıyla yönetilecektir. Bu iktidar sadece halkçı olmayacak, aynı zamanda halkın iktidarı da olacaktır.
Che, Marks ve Engels’in Alman İdeolojisinde ortaya koyduğu “Bir komünist bilincin yaratılması için ve gene bu işin kendisinin de iyi bir sonuca vardırılması için insanların yığınsal dönüşüme uğramasının zorunlu olduğu görülmektedir.. Böylesi bir dönüşüm ise ancak pratikte bir hareketle, bir devrimle gerçekleştirilebilir. Bu devrim demek ki, yalnızca egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için zorunlu kılınmamıştır., aynı zamanda ötekini deviren sınıfa, eski sistemin kendine bulaştırdığı pislikleri süpürüp atmak ve toplumu yeni temeller üzerine kurmaya elverişli bir hale getirmek olanağını ancak bir devrim vereceği için zorunlu olmuştur” (Marks, Engels, Alman İdeolojisi s, 37-38) yaklaşımından hareket etmiştir.
Marks ve Engels tarafından bütünlüklü olarak alınan bu iki öğe, 2. Enternasyonal tarafından birbirinden ayrılmıştır. Lenin bu öğeleri tekrar bir araya getirmesine karşın, Lenin sonrası dönemde -ve özellikle 1945 sonrasında- tekrar birbirinden ayrılmış ve bu ayrışma sosyalizmin kuruluşunun teorik ilkesi haline getirilmiştir. Böylece ekonomik bir sosyalizm anlayışı ortaya çıkmıştır.
Gerek Fidel ve gerekse Che’den aktardığımız pasajlarda görüldüğü gibi Küba devrimcileri sosyalizme geçiş konusunda yaşanan örneklerden farklı bir anlayış geliştirmişlerdir.
Küba devrimcileri, komünist toplumu inşa etmek için yeni insan ilişkilerinin yaratılması ve geliştirilmesini ve bu ilişkilerin ilerlemesine engel olabilecek hataları gidermek için kapsamlı bir eleştirel bakış açısını geliştirmişlerdir.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19