Giriş
Türkiye’de sosyalizm adına çıkan birçok hareket,
devrimler konusunda sorunlu bir bakış açısına
sahiptir. Sosyalizm ve devrimler tarihine bütünlüklü
ve süreklilik içinde değil, keyfi, seçmeci bir
tarzda yaklaşmaktadır. Bu yaklaşım içinde Küba
devrimini, “küçük burjuva”, “ulusal kurtuluşçu”,
“fokoculuk”, “gerillacılık”, “anti-Marksist” bir
devrim olarak görebilmektedirler.
Kanımızca bu yaklaşımlar, -tersi söylemlerine
karşın- Marksizm-Leninizm’i doktriner bir tarzda
ele alarak donuklaştıran, yaşamdan kopartan ve
sosyalizmi “reel sosyalizmin ideolojik, teorik,
politik” penceresinden gören yaklaşımlardır. Bu
anlayışlara en iyi yanıtı yaşamın kendisi vermektedir.
Küba Devrimi inadına, ABD’nin 90 mil ötesinde
sosyalizm-komünizm bayrağını dalgalandırmaya devam
ediyor. Devrimin önderi Fidel Castro; “Devrimin
ve sosyalizmin bayrağı savaşmadan teslim edilmez.
Sadece korkaklar ve umutlarını yitirenler teslim
olurlar; Komünistler ve öteki devrimciler asla.”
derken, reel sosyalist ülkelerin yıkılmasından
sonra da, “... Burada Lenin’den konuşmaktan ve
onu övmekten utanmadık. Diğerlerinin parklardan
ve caddelerden Lenin’in ismini kaldırmaya çalıştıkları,
Lenin, Marks ve Engels’in heykellerini yıktıkları
bir dönemde, biz, mermerden, bronzdan ya da çelikten
değil, devrimci bir yönelişle, kahramanlığımızla,
bugünkü şerefli konumumuzla ve derin inancımızla
Marksizm-Leninizm, sosyalizm ve komünizm bayrağını
daha da yükselterek yenilerini bile yapmaya devam
ediyoruz.” demektedir.
Küba Devrimi, her devrim gibi kendine ait özgünlükleri
olsa da, esas olarak Leninizm’in kesintisiz devrim
esprisine uygun şekilde gelişmiş, siyasal iktidar
alınmış; siyasal iktidarın ele geçirilmesinden
sonra da, -zaman zaman kimi hatalar yapılsa da-
“reel sosyalizmin” eleştirisi ile Marks, Engels
ve Lenin’e dönerek sosyalizm anlayışını ortaya
koymuştur.
Yazı, Leninizm’de devrim anlayışı ile Küba’daki
devrim anlayışı, Leninizm’in geri ülkelerdeki
tarım sorununa bakış açısı ve devrim sonrasında
Küba’da uygulanan tarım politikası, Enternasyonalizm,
Marksizm’de mücadele yöntemleri ve gerilla mücadelesi
ile sosyalizmin kuruluşu konularını içeriyor.
Leninizm’de Devrim Anlayışı
ve Küba Devrimi
Leninizm açısından sosyal devrimin olabilmesi
için nesnel ve öznel koşulların olması zorunludur.
Nesnel koşullar üretici güçlerin gelişiminin mevcut
üretim ilişkileri tarafından engellenmeye başlanması;
öznel koşullar ise devrimi yapacak güçlerin bilinç
ve örgütlülük düzeyi olarak anlaşılır. Bu iki
koşul devrimlerin zeminlerini oluştururlar. Böylesi
koşullar içinde devrim, eskiyen ilişkileri yıkar
ve üretici güçlerin gelişimi ile üretim ilişkileri
arasındaki ilişkileri uygun hale getirir.
Sosyalizm merkezli devrimlerin burjuva devrimlerden
önemli farkı bulunuyor: Burjuva devrimler feodal
ilişkilerin bağrında gelişen kapitalist ilişkilerin
ekonomik ve toplumsal yaşamda önemli bir güç durumuna
gelmesinden sonra gündeme gelir; yani hazır bir
iktisadi zemin üzerinde yükselir. Oysa kapitalizm
ne kadar gelişirse gelişsin onun bağrından sosyalist
üretim ilişkileri çıkmaz. Sosyalizmin toplumsal-siyasal-ekonomik
bir sistem olarak başlayabilmesi ancak verili
burjuva devlet cihazının alaşağı edilmesi ve tüm
kurumlarının dağıtılmasıyla mümkündür. Bu nedenle
Leninizm’de devrim, öncelikle devletin politik
iktidarının ele geçirilmesi olarak anlaşılır ve
sosyalizm merkezli devrimler siyasal iktidarı
ele geçirmekle işe başlar. Sosyalizme giden süreç,
eski devlet cihazının dağıtılarak yerine kendi
kendini sönümlendirecek yeni tipte bir devletin
kurulmasıyla mümkündür.
Marks ve Engels’te proleter devrim(ler) beklentisi,
en gelişmiş kapitalist ülkelerde ve kıtasal özellik
taşıyacak devrimlerdi.
Marks ve Engels, proleter devrimin öncelikle İngiltere’de
başlayacağını ve giderek tüm Avrupa’ya yayılacağını
belirtiyorlardı. Daha sonra Engels, devrim dalgasının
giderek doğuya kaymakta olduğunu ve doğudan (Almanya)
başlayacak bir devrimin tüm Avrupa’ya yayılacağını
belirtmişti. Oysa emperyalizm döneminde Lenin,
en gelişmiş kapitalist ülkelerde ve kıtasal özellik
taşıyan bir devrimden çok, emperyalist zincirin
en zayıf halkası ya da halkalarında devrimin olacağını
belirtir.
Lenin devrimin niteliği ile ilgili olarak, devrimin
ekonomik alt yapıda çözdüğü sorunlar üzerinden
değil, iktidarın kimler tarafından ele geçirildiği
üzerinden bakılması gerektiğini belirtir. Lenin’in
Menşeviklerle yaptığı tartışmalar bu anlamıyla
yaşamsal öneme sahiptir. Menşevikler yaklaşan
devrimin demokratik niteliğinden dem vurarak devrimin
başını burjuvazinin çekmesi gerektiğini, proletaryanın
da feodallere karşı mücadelede burjuvazinin yanında
yer alması ve onun destekçisi olması gerektiğini
savunmaktaydılar. Buna karşın Bolşevikler emperyalizm
çağında burjuvazinin devrimci barutunu tükettiğini,
bundan sonraki tüm devrimlerin başını ancak proletaryanın
çekebileceğini savunuyorlardı. Bolşevikler, proletaryanın,
burjuvazinin çözmesi gereken demokratik sorunları
çözmekle yükümlü olduğunu da savunmaktaydılar.
Proletarya, önündeki demokratik devrimden sonra
kesintisiz olarak sosyalizme geçecekti.
Bu çerçevede baktığımızda Küba’da neler yaşandı?
Küba devrimi yarı feodal ilişkilerin yoğunluğuna
rağmen kapitalizmin belirleyici olduğu bir ülkede
gerçekleşti. Siyasal iktidar büyük burjuvazinin
ve büyük toprak sahiplerinin temsilini yapan Amerikan
işbirlikçisi Fulgencio Batista’nın elinde idi.
Tarım, topraklarının önemli bir kısmı Amerikanın
tekellerinin elinde olan büyük plantasyonlara
ayrılmıştı. Küba köylüsü buralarda yoğun sömürüye
maruz kalırken hızla topraklarından oluyor ve
proleterleşiyordu. Elbette ki toprağın büyük bir
bölümünün büyük toprak sahiplerinin ve Amerikan
tekellerinin elinde olması köylülüğün toprak istemini
de artırıyordu. Bu dönemde Küba ekonomisi Amerika’ya
bağımlıydı ve Amerikan sermayesi Küba’yı tamamen
kuşatmış durumdaydı. Devrim öncesinde Küba işçi
sınıfı büyük oranda, oportünizmin içine batmış
klasik bir komünist partisi olan Küba Komünist
Partisi’nin içinde örgütlenmişti. SBKP merkezli
klasik komünist parti, dünyanın değiştiğini ve
emperyalizm ile sosyalizm arasında ki mücadelenin
iki sistem arasında ve ekonomik yarış ekseninde
olacağını belirtiyordu. Bu yaklaşım bilindiği
gibi barışçı yoldan sosyalizme geçişi kapsamaktadır.
Tüm klasik komünist partiler (SBKP’ni merkez alan
KP’ler) önlerindeki demokratik devrimin öncülüğünü
orta kesimlerin, küçük ve orta burjuvaziyle aydınların
çekmesi gerektiğini savunmaktaydılar. Ancak bu
devrimden sonra kendilerinin başını çekecekleri
sosyalist devrimin koşulları olgunlaşacaktı. Esasında
Menşevik olan bu yaklaşım işçi sınıfı mücadelesini
sistem içerisine hapsederken reformlar için mücadelenin
ötesine geçirmemektedir. Nitekim işçi sınıfı politik
açıdan adeta eylemsizliğe mahkûm edilmişti. KKP’ye
göre devrimin öznel ve nesnel koşulları yoktu
ve Lenin’in ayaklanma için belirlediği kıstaslar
Küba’da olgunlaşmamıştı. Oysa Batista yönetimi
uyguladığı politikalarla halkın tepkisini çekmekteydi.
Toplumsal adaletsizliğin yoğunluğu, sömürü ve
zulüm, siyasal iktidarın Küba halkı nezdinde teşhir
olmasına yol açmıştı. Bu koşullar altında gerekli
olan devrimci bir alternatifti. Bu gerçekliği
yakalayan 26 Temmuz hareketinin kırlarda başlattığı
mücadele, çok kısa bir süre içerisinde gelişti
ve gerilla hareketi ordulaştı. Ordulaşan gerilla
hareketi şehirleri zorlamaya başlayınca şehirlerde
KP içinde örgütlü olan sınıf da harekete geçti.
Böylece belkemiğini yoksul köylülerin oluşturduğu
ordu şehirde işçi sınıfını harekete geçirerek
ve sınıf hareketi ile birleşerek Batista’ya son
darbeyi indirdi.
Küba’da Gerçekleşen Devrime Ne Demeli?
Bunu somutlayabilmek için Leninist ölçütlere başvurmak
gerekir: Lenin devrime muhtevasını veren kıstası
anlayabilmek için ekonomik alanda yapılanlara
değil, politik iktidarın kimler tarafından alındığına
bakılması gerektiğini belirtir. Bu durumda en
başta yapılması gereken şey devrim öncesi ve sonrası
iktidara gelen güçleri karşılaştırmaktır.
Devrim öncesindeki Küba’da Batista döneminde Amerikan
tekelleri, emperyalizme bağımlı durumundaki büyük
burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin yönetimi
bulunuyordu. Dolayısıyla emperyalist tekeller,
Küba büyük burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinin
oluşturduğu yönetim işçileri emekçi köylüleri
ve genel olarak emekçileri sömürerek ve siyasal
baskı altında tutarak varlıklarını sürdürüyorlardı.
Devrimden sonra iktidara gelenler kimler?
Siyasal sürece damgasını vuran ve başını Fidel
Castro, Che Guevara, Raul Castro, Frank Pais ve
Camilo Cienfuages’in çektiği 26 Temmuz Hareketi
ile siyasal iktidarın ele geçirilmesinden hemen
önce mücadeleye katılan Küba Komünist Partisi’dir.
Devrimin taşıdığı ulusal özellikler -anti-Amerikan
özelliği- kır ve şehir orta sınıflarının katılımını
da gündeme getirmiş, böylece devrimin ilk iki
yılında başını yoksul köylülerin ve işçi sınıfının
çektiği ama orta sınıfların da siyasal yaşamda
yer aldıkları bir politik süreç olarak yaşanmıştır.
Bunun Leninist literatürdeki adı demokratik devrimdir.
Devrim, Batista’yı iktidardan düşürerek, onun
dayandığı sınıflara belirleyici bir darbe indirmiştir;
büyük sermaye, Amerikan tekelleri ve büyük toprak
sahiplerinin iktidarı düşürülmüş yerine ulusal
güçlerden oluşan bir yönetim kurulmuştur. Bu yönetimin
başında Fidel Castro bulunmaktadır.
Siyasal iktidarı ele geçiren sınıflar ve onların
politik temsilcileri arasında daha sonra da çatışma
devam etmiş ve sonuçta kısa zamanda orta kesimlerin
de tasfiyesiyle sonuçlanmıştır. Devrimin ilk dönemlerinde,
26 Temmuz Hareketi’nin sağ kanadı siyasal yaşamda
yer bulurken, kısa bir süre sonra tasfiye edilmiş
önemli bir kısmı Amerika’ya kaçmak zorunda kalmışlardır.
Bu anlamıyla anti-emperyalist, anti-feodal ve
anti-tekel olarak başlayan devrim kısa sürede
anti-kapitalist bir karaktere taşınmıştır.
Sonuç olarak Küba Devrimi, Küba büyük burjuvazisi,
büyük toprak ağaları ve Amerikan tekellerine dayalı
Batista iktidarını alaşağı etmiş yerine işçi sınıfı,
yoksul köylülük ve orta kesimlere dayanan bir
iktidarı getirmiş, kısa bir süre içinde de orta
kesimleri de siyasal iktidardan uzaklaştırarak
işçi sınıfı ve yoksul köylülerin yönetimini kurmuştur.
Bu nokta Küba devriminin ana halkasını oluşturmaktadır.
Bu ana halkayı gözden kaçırarak Küba devrimine
yapılacak hiç bir eleştirinin ciddiyeti olmayacaktır.
Küba devrimcileri ulusal demokratik devrimden
kesintisiz şekilde ve yeni bir devrime gerek kalmaksızın
sosyalizm programına geçmişlerdir.
26 Temmuz Hareketi’nin başını çeken devrimciler,
devrimin demokratik niteliğinden hareket edilerek,
Menşevikler gibi devrime liberal burjuvazinin
değil, işçi sınıfı ve yoksul köylülerin önderlik
etmesini hem ideolojik ve hem de pratik olarak
savunmuşlardır. Bu noktada klasik komünist partisinin
Menşevizmini, reformizmini aşmışlardır. Küba KP,
önceleri 26 Temmuz Hareketi’nin başlattığı mücadeleden
uzak durmuş, ardından onları orta sınıfların temsilcileri
olarak desteklemeye karar vermiş (tıpkı Menşeviklerin
liberal burjuvaziye desteklemeleri gibi) devrimden
sonra ise onlarla birleşerek devrimci bir komünist
partisinin kuruluşunda yer almıştır. (Şüphesiz
zaman zaman birleşmenin getirdiği sorunlar yaşanmıştır.)
Küba devrimi başta verili burjuva devlet cihazını
ve onun tüm kurumlarını dağıtırken işçilerin ve
köylülerin diktatörlüğü kurulmaya başlamıştır.
Devrimin üçüncü ayında parlamenter demokrasi kaldırılmış,
işçilerin ve köylülerin kendi yöneticilerini seçtikleri
kurumlar oluşturulmuştur.
Batista’nın ordusu, polis gücü dağıtılmış, yerine
işçi ve köylülerden oluşan halk milisleri oluşturulmuştur.
Bu sistemde milisler kendi yöneticilerini seçiyorlar
ve gerektiğinde görevlerinden alıyorlardı. Topraksız
ve yoksul köylülerin silahlandırılmalarını somutlayan
en iyi örnek, Amerikan emperyalizminin yerli kuklaları
kullanarak yaptığı Domuzlar Körfezi Çıkarması
sırasında karşılaştığı tablodur. Batista döneminde
silah taşımaları yasak olan yoksul ve topraksız
köylüler devrimden sonra silahlandırılmışlardır.
Emperyalist çıkarmayı büyük ölçüde bunlar karşılamışlar
ve 72 saatte dağıtmışlardır.
Devrimin gerçekleştirilmesinin birinci ayında
toprak reformu yaşama geçirildi. (Ayrıntılı bilgiler
için Havana Duruşması adlı kitaba bakılabilir:
Havana Duruşması: Hans Magnus Enzensberg: Yar
Yayınları, 2. baskı, Aralık 1994)
Eskiden toprak büyük burjuvazinin ve büyük toprak
ağalarının elinde iken devrimden sonra önemli
bir kısmı topraksız ve yoksul köylülere dağıtılmış,
bir kısmı da devlet çiftlikleri durumuna getirilmiştir.
Küba devriminin ilk dönemlerinde ulusal içerikli
önlemler ön planda olmasına rağmen, devrimin bununla
sınırlı kalmayacağı ve sosyalizme yöneleceği de
anlaşılmıştır. 1959’da gerçekleşen ulusal demokratik
devrim, 1961’de kesintisiz olarak sosyalizme geçmiştir.
Bu süreçte, sosyalist demokrasinin uygulanabilmesi
için başta eşitliğin sağlanması gerekiyordu. Çünkü
demokrasi ancak eşitler arasında olabilir. Bu
nedenle eski sömürücü sınıfları tamamen mülksüzleştirerek
herkesle eşit hale getirilmesi yaşamsal bir önem
taşımakta idi. Çıkartılan yasalar bunu hedefledi.
Oluşturulmaya çalışılan sosyalist demokrasi aslında
burjuvazi için bir diktatörlüktü.
Leninizm’in Geri Ülkeler İçin Köylü Politikası
ve Küba’da Köylülük
Leninizm, köylülüğe devrimci bir rol biçmiştir.
Bolşevik devriminde işçi ve köylü ittifakı yaşamsal
bir rol oynamıştır. Leninizm’e göre “köylülerin
emekçi yığınları ancak komünist proletaryanın yanında
yer alarak; ve proletaryanın büyük toprak sahipleriyle
burjuvazinin boyunduruğunu kırmak üzere yürüttüğü
mücadeleyi kayıtsız şartsız desteklediği takdirde
kurtulabilirler.” (Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal,
Belgeler c.1, s, 217, Maya Yayınları 1. baskı, Mart
1997)
“Öte yandan... Proletarya sömürülen tüm emekçi halkın
öncüsü olarak hareket etmezse; emekçileri sömürücülerin
üzerine saldırmakla yükümlü bir savaş komutanı gibi
davranmazsa etkin bir devrimci güç sosyalizm için
hareket eden bir sınıf olmaz.” (Lenin Döneminde
Komünist Enternasyonal, Belgeler c.1, s, 217, Maya
Yayınları 1. baskı, Mart 1997)
Bu da sınıf mücadelesinin köylülere taşınmasıyla
mümkündür. Leninizm’in işçi-köylü ittifakı ile ilgili
belirlemeleri ve buna bağlı olarak köylülüğe devrimci
bir misyon atfetmesini, büyük bölümü köylülükten
oluşan ülkelerdeki devrimlerde köylülüğün temel
rol oynaması haklı çıkarmaktadır.
Sosyalizm merkezli tüm devrimlerde proletarya, büyük
toprak sahiplerine ait olan topraklara herhangi
bir tazminat ödemeksizin derhal el koyar.
Ancak, el konulan toprakların yeniden örgütlenmesi
ülkelerin içinde bulunduğu koşullarla bağlantılıdır.
Kapitalizmin gelişmiş olduğu ülkelerde el konulan
büyük topraklar kolektifleştirilerek devlet çiftlikleri
haline getirilirken yoğun emek gücünün kullanıldığı
ve yoğun toprak isteminin bulunduğu sömürge ülkelerde
ise geniş çaplı bir toprak reformu şarttır. Toprakların
dağıtılması küçük burjuva bir reformdur. Toprak
reformu, mülkiyetin parçalanarak yayılması anlamına
gelir. Ancak bu ülkelerde tarımsal alanda doğrudan
sosyalist uygulamaya geçmek pek olanaklı değildir.
Toprağın dağıtılması tarımın kolektifleştirilmesi
için önemli bir basamaktır. Komünist Enternasyonal
bu gerçeğe 1922’lerde dikkat çekerek sömürgelerdeki
devrimin ilk aşamasında “toprak dağıtımı gibi küçük
burjuva reformları içermek zorunda” (Lenin Döneminde
Komünist Enternasyonal, Belgeler c.1, s, 215, Maya
Yayınları 1. baskı, Mart) olduğunu belirtir. Komünist
Enternasyonal ayrıca “feodal sistemin kalıntılarının
hala varlığını koruduğu; büyük toprak sahiplerinin
sahip oldukları ayrıcalıkların yeni sömürü biçimlerine
hayat verdiği; hala serflik ve yarıcılık ilişkilerine
rastlanan yerlerde büyük arazilerin bir kısmının
köylülere dağıtılması gereklidir.” (Lenin Döneminde
Komünist Enternasyonal, Belgeler c.1, s, 225, Maya
Yayınları 1. baskı, Mart 1997) diyerek feodal kırıntıların
bulunduğu ülkelerde toprağın köylüye dağıtılması
vurgusunu yapmıştır. Esasında özel mülkiyeti özendirmeyi
içeren bu ulusal demokratik uygulama bu ülkelerde
yaşamsal bir önem taşımaktadır, çünkü bu ülkelerde
köylülüğün yoğun bir toprak istemi bulunmaktadır.
Köylülüğün bu istemine karşılık verilmezse devrim
başarıya ulaşamaz.
Bu genel çerçeve içerisinde Küba’da yaşananlara
bakmak gerekir.
Küba tipik sömürge bağımlığının hemen hemen özelliklerini
kapsıyordu. Kuzey Amerikan sermayesi ülkeyi baştan
aşağı kuşatmıştı. Küba ekonomisinin en önemli kaynağı
şekerin üretimi ağırlıklı olarak Amerikan şirketlerinin
elindeydi. Dışsatım tamamıyla Amerikanın pazarına
bağlıydı. Telefon, telgraf, elektrik üretimi petrol,
radyo televizyon ve geniş tüketim malları üretme
Amerikan firmalarının elindeydi. Batista’nın kendisi
de Amerika’yla ticari ilişkiler kurmuştu. Öte yandan
toprağın da önemli bir bölümü Amerikanın elinde
olan plantasyonlara ayrılmıştı ve bu şirketler Küba’nın
en verimli topraklarının %30’a sahipti. Devrim arifesinde
Küba’nın toprak mülkiyetinin en karakteristik özelliği
toprakların büyük bölümünün tarım burjuvazisi ile
latifundia sahiplerinin elinde olması idi. Geniş
köylü yığınları ya hiç toprağa sahip değillerdi
ya da sahip oldukları toprak yok denecek kadar azdı.
Ülkenin işlenebilir topraklarının % 46’sı % 7,5
oranındaki işletmelerin elindeydi. Küba halkının
toprağı Amerikan tekelleri latifundistler ve toprak
burjuvazisi tarafından gasp edilirken bir yandan
da Küba köylüsü yoğun sömürüye maruz kalıyordu.
Bu koşullar altındaki Küba köylüsü yoğun bir toprak
istemi içindeydi. Devrim köylünün bu istemine karşılık
verdi. Devrimin birinci ayında toprak reformu uygulandı.
1959’da uygulanan birinci toprak reformuyla özel
mülk toprakların arazi miktarı 400 hektarla sınırlandırırken
1963’te ikinci toprak reformuyla bu rakam 67 hektara
indirilerek toprak burjuvazisine son darbe indirildi.
Küba Devrimi ve Enternasyonalizm
Küba Devrimi sürecinin başından itibaren enternasyonalizmi
devrimin en temel ilkelerinden biri olarak görmüştür.
Bu yaklaşım parti kongrelerinde, liderlerinin
konuşmalarında dile getirilmiş, öncelikle Küba
Cumhuriyeti anayasasında güvenceye alınmıştır.
Konuyla ilgili bazı pasajlar aktarmak istiyoruz:
“...Küba Komünist Partisi, kendini yalnızca uluslararası
komünist hareketin tutarlı, güvenilir bir müfrezesi
kabul ediyor. Proletarya enternasyonalizmi, her
şeyden önce dünyanın her yerinde Marks, Engels
ve Lenin’in bayrağını benimseyen ve insanlığa
önerdikleri devrimci programı yerine getirmek
için bütün çabalarını ve hatta yaşamlarını adayanların
zorunlu birliğinde, kaynaşmasında ve kararlılığında
ifadesini buluyor. Partimiz bu programa bağımsız
ölçütle fakat aynı zamanda bütün ülkelerin komünistleriyle
birlikte ortak davaya tam sadakatle katıldı.”
(vurgular bizim) (Küba Parti Tarihi, Sorun Yayınları,
s, 212
Küba Cumhuriyeti anayasasından da uzun bir pasaj
aktarmak istiyoruz:
“Madde 12
Küba Cumhuriyeti proletarya enternasyonalizminin
ve halkların mücadeleci dayanışmasının ilkelerini
benimser ve:
a) Saldırganlık ve savaşın ana gücü ve halkların
amansız düşmanı olarak bütün faşist, sömürgeci,
yeni sömürgeci ve ırkçı görünümlerin uygulayıcısı
ve destekleyicisi emperyalizmi mahkûm eder.
b) Doğrudan veya dolaylı, herhangi bir devletin
iç ve dış işlerine emperyalist müdahaleyi ve bundan
dolayı, devletlerin bütünlüğüne ve uluslararası
politik, ekonomik ve kültürlerine karışma ve gözdağı
ve ekonomik baskının herhangi bir biçimi kadar,
silahlı saldırı ve ekonomik ablukayı mahkûm eder.
c) Saldırı, toprak gaspı amacı ile girişilen savaşları,
uluslararası suç sayar, saldırganlık ve fetihe
karşı silahlı direniş kadar, ulusal kurtuluş savaşlarının
meşruluğunu da kabul eder ve kurtuluşları için
savaşan halklara ve saldırı altındaki halklara
yardımın enternasyonalist hak ve ödevini oluşturduğunu
düşünür. (vurgular bizim)
ç) Halkların, emperyalist ve gerici şiddeti devrimci
şiddetle defetme ve kendi kaderlerini ve yaşamak
için ekonomik ve toplumsal sistemlerin özgürce
seçme hakkı için etki alanlarındaki bütün araçlarla
mücadele etme hakkını kabul eder.
d) Halkların bağımsızlık ve egemenlikleri konusunda
ve kendi kaderlerini kendilerinin seçmesi hakları
üzerinde temellenmiş, şerefli ve sürekli bir barış
için çalışır.
e) Uluslararası ilişkilerini, devletlerin eşit
haklar, egemenlik bağımsızlık ilkeleri ve karşılıklı
çıkar üzerine kurar.
f) SSCB ve diğer sosyalist ülkelerle ilişkileri,
sosyalist enternasyonalizme yeni toplumun kuruluşunun
ortak hedefleri, kardeşçe dostluk işbirliği ve
karşılıklı yardıma dayanır.
g) Diğer Latin Amerika ve Karayip ülkeleri -dış
egemenlik ve iç baskıdan kurtulmuş- ile birlikte,
aynı ulusal ve toplumsal ilerleme arzusuyla, sömürgeciliğe,
yeni-sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı tarihsel
geleneğin kardeşlik bağları ve ortak mücadeleyle
birleşmiş geniş bir uluslar topluluğunu kurmayı
arzular.
h) Anti-emperyalist ve ilerici tutumları destekleyen
diğer sosyalist ülkelerle kardeşlik ve işbirliği
ilişkilerini geliştirir.
i) Farklı politik, toplumsal ekonomik sistemlere
sahip olmakla birlikte, egemenliğimize saygı gösteren
devletler arasında bir arada yaşama kurallarını
yerine getiren ve ülkemizle karşılıklı ilişki
kurmayı kabul eden ülkelerle dostça ilişkiler
kurar.
j) Barış ve sosyalizmin; halkların kurtuluşlarının,
bilim, teknoloji ve kültür ilerlemesinin; uluslararası
mübadelenin yararlarını ve ülkemizin kendi ulusal
haklarına saygınlığı göz önünde tutarak, uluslararası
kuruluşlarla yakın ilişkilerini ve uluslararası
konferanslara ve toplantılara katılmasını kararlaştırır.”
(Küba Parti Tarihi, s, 319-320)
Küba devrimi bu ilkeler ışığında uzun bir dönem
aktif enternasyonalist bir politika izlemiş, özellikle
Latin Amerika, Afrika ve Asya’nın ulusal ve sosyal
kurtuluş hareketlerine aktif destekte bulunmuştur.
Bu dönemin politikası Che’nin “iki üç daha fazla
Vietnam” sözünde ifadesini bulan Tricontinantal
(üç kıta -Asya, Afrika, Latin Amerika) çizgisidir.
Buna devrimi yayma çizgisi de denilebilir. Küba,
emperyalizme -ve özellikle de ABD emperyalizmine-
meydan okuyarak: ‘nasıl ki emperyalistler oligarşileri
destekleme hakkını kendilerinde buluyorlarsa,
Küba devleti de oligarşilere karşı savaşım veren
devrimcileri destekleme hakkını bulmaktadır’ demiş
ve bunu OLAS (Latin Amerika Dayanışma Örgütü)
konferansında açıkça ortaya koymuştur. Bu dönemde
Küba, Devrimci örgütleri aktif bir şekilde desteklemiştir.
Ancak devrimci yapıların yaşadıkları sorunlardan
sonra (Afrika ve özellikle Latin Amerika gerilla
hareketlerinin yaşadığı sorunlar) Küba devriminin
enternasyonalizmi savunmacı bir enternasyonalizm
anlayışına dönüşmüştür. Emperyalist abluka ve
reel sosyalizmin yıkılmasının yarattığı basıncın
da etkisiyle savunmacı eğilim giderek daha da
ağırlık kazanmıştır. Şüphesiz şunun altını kalın
çizgilerle çizmemiz gerekiyor: Küba devrimi reel
sosyalizmin yıkılmasından sonra da emperyalizme
boyun eğmemiş ve sosyalizm çizgisinde direnmeye
devam etmiştir/etmektedir. Bugün, bu direnişin
ve sosyalizm yolunda ilerleyişin dünyadaki tüm
devrimciler ve ezilenler açısından taşıdığı moral
değer yaşamsal önemdedir. Fidel’in “unutmayalım
ki, halklar mücadele edenleri, kendi kendisine
ve kendi öz güçlerine güvenenleri daima takdir
ederler. Bugün dünya devrimcilerinin düşlerine
yapacağımız katkı, bu kararlılığımız olacaktır”
demektedir.
Burada şunu söylemeden geçemeyeceğiz: Küba devriminin
giderek savunmacı bir konuma oturmasının nesnel
zemine oturduğu açıktır. Ancak enternasyonalizmin
savunmacı tarzda ele alınışının uzun vadede tehlikeleri
olduğu da açıktır.
Gerilla Mücadelesi Marksizme Aykırı mı?
Gerilla mücadelesinin Marksizme aykırı bir mücadele
biçimi olduğu yolunda spekülasyonlar her zaman
var olagelmiştir. Bunu savunan anlayışlara göre
gerilla mücadelesi öncülerin kendilerini kitlelerin
yerine ikame etmeleri anlamına gelmektedir. Bundan
hareketle gerilla mücadelesini “kitlelerden kopukluk”,
“anarşizm”, “terörizm”, “Narodnizm”, “fokoculuk”la
suçlanmışlardır. Bu yolla zafer kazanmış devrimleri
de “kitlelerden kopuk parti diktatörlüğü” gibi
nitelemelerle değerlendirmektedir.
Bu suçlamaları en fazla getirenler de sözde ML’e
ve Ekim Devrimi’ne en fazla sahip çıktıklarını
iddia eden/zanneden anlayışlardır.
Lenin, her devrimin temel sorununun siyasal iktidarın
alınması olduğunu belirtir. Bu Leninist tez, devrimin
izleyeceği yol ve yöntemlerin siyasal iktidarla
olan bağlantısını ortaya koyar. Siyasal iktidarın
ele geçirilmesi sorunu da sınıflar arası mücadele
ve devlet sorunuyla doğrudan bağlantılıdır.
Zaten Marksizm-Leninizm, proletaryanın askeri
örgütlenmesi sorununu sınıf savaşı ve devlet kuramı
çerçevesi içinde ele alır.
Burjuva devlet aygıtı en başta ordu, polis, istihbarat,
özel askeri örgütlenmeler ve cezaevleri anlamına
gelmektedir. Bu aygıtlar içinde ordu özel bir
öneme sahiptir. Çünkü ordu devletin en seçkin
ve özel kurumudur. Sömürücü kesimler hem sömürülerini
devam ettirmek ve hem de sömürdükleri kitleyi
sürekli baskı altında tutmak için silahlanmışlardır.
Sömürü üzerine kurulan tüm toplumlarda devletin
askeri araçları, içerde sömürdüğü kitleyi baskı
altına alırken dışarıda yeni ülkeler fethetmek
ya da sınırlarını diğer devletlerin istilasından
korumak gibi işlevleri görmüştür.
Sınıf savaşımı deneyimi egemen sınıfların asla
kendi arzularıyla iktidardan çekilmeyeceğini kanıtlamıştır.
Egemenlerin egemenliklerine son verilerek sömürünün
kaldırılması ancak ezilenlerin zoruyla mümkündür.
Burjuvazi, işçi sınıfı ve tüm ezilenlerin üzerindeki
egemenliğini sürdürmek için her yolu kullanır.
Burjuva çıkarları açısından ters gelebilecek hiçbir
insani kural ve değer anlam taşımaz. Gözaltılar,
işkenceler, katliamlar, vb... bunun açık göstergeleridir.
Bu egemenliğin teminatı da ordu, polis teşkilatı,
istihbarı kurumları, özel ordular vb. den oluşmaktadır.
Bu anlamıyla devrimci siyasal iktidarın burjuvazinin
bu kurumlarını dağıtılması ve yerine halkın silahlandırılması
üzerine kurulu bir savunma mekanizması oluşturması
yaşamsal bir önem taşır.
Proletaryanın askeri örgütlenme sorunu, uzun erimli
mücadele deneyimlerinden yola çıkılarak çözümlenmeye
çalışılmıştır. Her mücadele kendi öz örgütlenmelerini
yarattığı gibi ideolojik-stratejik yönelimlerine
bağlı olarak askeri örgütlenmelerini de yaratmıştır.
Farklı ülkelerde yaşanan mücadeleler Marksizme
büyük deneyimler kazandırmışlardır. Marksizm bir
tek mücadele tarzını kabullenmez. Sınıf mücadelesi
bin bir mücadele aracını devreye sokabilir. Önemli
olan araçların uygun bir yerde ve uygun bir zamanda
kullanılıp kullanılmadığıdır. Araçları sınırlamak
ve/veya bazılarını mutlaklaştırmak Marksistlerin
işi değildir. Marksistler bu türlü seçmeciliğe
karşıdırlar. Marksizm, mevcut nesnelliği ve o
nesnellikteki deneyimleri çözümleyerek gelişmiştir.
Marksizm’in ustaları dönemlerinin mücadele biçimlerinin
tümünü dikkate alıp bunlardan önemli sonuçlar
çıkarmışlardır ama seçmeci davranmamışlardır.
Özellikle 2. Emperyalist Savaş sürecinde ve sonrasında
gerçekleşen devrimlerde gerilla mücadeleleri önemli
bir yer tutar. Gerilla mücadelesi, aralarında
kimi farklılıklar olsa da Çin, Vietnam, Küba...
gibi devrimlerde temel mücadele olarak; Bulgaristan,
Yugoslavya, Arnavutluk gibi ülkelerde bir dönemden
sonra önemli ölçüde kullanılmış ve Marksizm’in
mücadele biçimlerini zenginleştirmiştir.
Gerilla mücadelesi kimilerinin sandığı gibi halktan
kopuk, öncünün kendini kitleler yerine koyduğu
bir mücadele biçimi değildir. Bu nedenle bireysel
terörizm ya da fokoculuktan oldukça farklıdır.
Kitlelerin katılımı ve desteği olmaksızın hiç
bir gerilla mücadelesinin başarı kazandığı görülmemiştir.
Küba’da 26 Temmuz Hareketi’nin yürüttüğü gerilla
mücadelesi kimi taktik yenilgiler yaşamasına karşın
sonuçta halkın katılımı ve desteği sayesinde zafere
ulaşmıştır. Gerilla mücadelesinin kitleleri harekete
geçirerek sonuçta devrimi zafere götürmesi devrimin
yasalarına uygun hareket edilmesiyle bağlantılıdır.
Bu yasalara uymayan bir hareketin başarı şansı
yoktur. Öncünün iradeciliği nesnellik tarafından
sınırlanmıştır; Bu maddeci felsefenin abc’sidir...
Gerçek böyle olmasına karşın bu dönemde SBKP’ni
merkez gören klasik komünist partilerinin mücadele
biçimleriyle ilgili yaydığı kötü kokular ortalığı
kapladığı için bu pis kokuların etkisinde kalanlar
da gerilla mücadelesini farklı biçimlerde suçlamışlardır.
Günümüzde hala böylesine suçlamalar gündemdedir.
Bu deneyimlerin dikkate alınmaması ve/veya Marksizme
aykırı bulunması, Marksizmi yaşam içerisinde derinleşen
bir düşünce olarak değil, kitabi bir olgu olarak
ele alınmasından kaynaklanır.
Küba, başta da belirttiğimiz gibi kapitalizmin
egemenliğine rağmen feodal kalıntıların da varlıklarını
sürdürdüğü bir Latin Amerika ülkesiydi. Amerikan
emperyalizmi burayı toplu bir genelev ve kumarhane
haline getirmişti. Siyasal sistemin estirdiği
terör halkın siyasal sisteme karşı tepkisini de
beraberinde getirmişti. Öte yandan köylülük yoğun
bir toprak istemi içindeydi. Çelişkilerin yoğunluğuna
rağmen hiçbir örgüt bir alternatif olarak çıkamamaktaydı
ve KP de oportünizmin içine batmış durumdaydı.
Bu koşullar altında 26 Temmuz Hareketi’nin kırlarda
başlattığı gerilla mücadelesi, hareketin önder
kadrolarının halkın gereksinimlerine doğru temellerde
cevap vermesi ve doğru strateji uygulamaları sonucunda
kısa bir süre içinde ezilen kitleleri kendi etrafında
toplamış ve kısa süre içerisinde ordulaşarak şehirleri
kuşatıp ele geçirmiştir.
Burada önemle üzerinde durulması gereken nokta.
Ordulaşan gerilla mücadelesinin şehirlerde işçi
sınıfıyla ittifak kurarak diktatörlüğe son darbenin
indirmesidir..
Küba Devrimi ve Sosyalizme Geçiş Sorunu
Yaşanmış devrim deneyimleri, Marks ve Engels’in
beklentilerinin tersine dünyanın ekonomik, politik
ve kültürel alanda en gelişmiş ülkelerinde ve kıtasal
bir tarzda değil, emperyalist zincirin en zayıf
halkasında/halkalarında gerçekleşmiştir.
Bu gerçeklik sosyalizme geçiş süreci sorununun (özellikle
1950’li yılların ikinci yarısında ve 1960’lı yıllarda)
yoğun şekilde tartışılmasına neden olmuştur.
Tartışma SBKP ve Doğu Avrupa ülkelerindeki uygulamaların
eleştirisi ve Marks’ın çalışmalarına yeniden dönülmesiyle
ortaya çıktı.
Tartışma ile ilgili öncelikle Mao’dan, sonra da
Küba devrimcilerinden bahsetmek gerekir.
Hemen belirtelim Mao, devrimin ilk dönemlerinde
(1949-1956) arasında Sovyet modelini benimsemiştir.
Ancak 1956’lar sonrasında SBKP’de yaşanan olaylardan
sonra sosyalizmin geleceği konusunda düşünmeye ve
farklı düşünceler üretmeye başlatmıştır..
Mao’nun bu düşüncelerinde iki nokta dikkat çeker:
Birincisi, Devrimin/devrimlerin KP önderliğinde
gerçekleşmesinin ve üretici güçler üzerindeki mülkiyetin
kaldırılmasının tek başına sosyalizmin geleceğini
garanti altına alamayacağını, bu ülkelerde “sosyalizmin
mi, kapitalizmin mi” galip geleceğinin, “halkın
içindeki çelişkilerin doğru kavranması ve barışçı
yollarla çözümü” ile “ideolojik deformasyonun engellenmesi”
etkenleriyle birlikte değerlendirilmesi gerektiğini
belirtir.
Küba devrimi ise farklı bir geçiş süreci ortaya
koyarak o güne kadar tartışmasız ve otorite olarak
kabul edilen yaklaşımlara karşı keskin bir eleştiri
üzerinden gelişmiştir.
Ekonomik Sosyalizm Anlayışının Gelişmesi
Başta şunu belirtmemiz gerekiyor: Ekonomik bir
sosyalizm anlayışının ortaya çıkmasında konjonktürel
ve tarihsel etmenlerin yanında sosyalizme geçiş
sürecinin yanlış kavranması gibi etkenler belirleyici
rol oynamıştır.
Konjonktürel etkenler: SB’de devrimin gerçekleşmesinden
hemen sonra iç savaş dayatılmıştır. İç savaş tehlikesi
bertaraf edilirken başta Lenin ve Sovyet komünistleri
yakın bir gelecekte emperyalist bir savaşın kaçınılmaz
olduğunu ve bunun SB’ni hedefleyeceğini görüyorlardı.
Bunun bertaraf edilmesi noktasında başta Avrupa’daki
devrimci dalgaya güvenmişlerdi. Ancak 1919’da
Macar ve Alman devrimlerinin yenilgiye uğraması
ve devrimci dalganın gerilemesine bağlı olarak
devrimin kurtarılması için geri adımlar atmışlardır.
Bu dönemde Lenin ve Sovyet komünistleri yaklaşan
savaşın da etkisiyle emperyalistlerle aralarındaki
50-75 yıllık mesafeyi ya kısa dönemde kapatmak
zorunda olduklarını ya da ortadan kalkacaklarını
görmüşlerdi. Lenin, “dörtnala uçmak ya da yok
olmak, tarihin sunduğu alternatif bu” diyordu.
Parti kongresi ve Stalin de, emperyalistlerle
aralarında var olan 50-75 yıllık mesafenin 10-15
yıl gibi kısa bir sürede kapatılmaması halinde
devrimin yok edileceğini belirtiyorlardı. Savaş
yaklaştıkça ekonomi ile ilgili kararlar daha da
ağırlık kazandı. Devrimin ilk dönemlerinde yaygın
şekilde kullanılan manevi özendiriciler, gittikçe
zayıflamaya ve yerini maddi özendiricilere bırakmaya
başladı. Tarım, ağır sanayi ve hafif sanayi üçgeninde
tarım ve özellikle hafif sanayi adeta bir kenara
bırakılarak ağır sanayi geliştirildi.
Bunun dışında yine konjonktürel nedenlerle parti-devlet
ilişkisi iç içe geçmiş, parti yoğun tarzda şişirilmiş,
Sovyetlerin rolü giderek gerilemiş, kültürel gelişme
zemininde çeşitli baskılar yaşanmıştır.
Sürecin gereklerine başka türlü karşılık verebilir
miydi? Bu durum sonraki süreçlerde hep tartışıldı
ve bundan sonra da tartışılmaya devam edecek.
Tarihsel etmenler: Yazının bu bölümüne başlarken
devrimin Marks ve Engels’in beklentilerinin tersine
ekonomik, politik, kültürel olarak en gelişmiş
ülkelerinde ve birden değil, bunlara göre geri
bir emperyalist ülkede gerçekleşmiştir.
Bu durum kendini karşısındakine göre konumlamada
önemli sorunlar ve zaaflar üretmiştir. Bu durum,
iktidarın alınmasıyla gerçekleştirilecek ekonomik,
siyasal, kültürel politikaların baştan kırılmaya
uğramasına neden olmuş, örneğin NEP sosyalizmin
zorunlu bir ürünü olmamasına karşın yaşanmak durumunda
kalmıştır. Bunun yanı sıra devletin adım adım
sönmesi, ordunun zayıflatılması sorununda karşıdaki
güç nedeniyle tersi bir durum ortaya çıkmaya başlamıştır.
Sosyalizm Anlayışının Yanlış Kavranması
Lenin’de sosyalizme geçiş sorunu bütünlüklüdür:
Politik, ekonomik ve kültürel tüm öğeleri içerir.
Reel sosyalizm deneyimleri ise bu bütünlük içinde
ekonomik boyutu ön plana çıkararak diğer öğeleri
bir kenara bırakır. Sürecin başında konjonktürel
etkilerin bunda büyük payı olsa da giderek ilke
haline getirilmiş ve diğer ülkelerde de (Doğu
Avrupa ülkeleri) aynı uygulama egemen olmuştur.
1945’ler sonrasında gerçekleşen devrimlerin hemen
hemen tümünde ekonomik öğelerin aşırı abartıldığı,
sosyalizme geçişin mülkiyetin hukuksal boyutuna
indirgendiğini görürüz. Bu yaklaşım sosyalizm
anlayışının yanlış kavranmasıdır; Sosyalizm anlayışının
kabalaştırılması, sosyalizmin bir kalkınma modeline
indirgenmesi anlayışıdır.
Saydığımız bu etmenler ekonomik bir sosyalizm
anlayışının gelişmesine neden olmuştur.
Lenin’de Sosyalizm Anlayışı ve “Ekonomik Sosyalizm”
Lenin sonrasında yaşanan gelişmeler ve özellikle
1945’ler sonrasında gerek SB’de ve gerekse Doğu
Avrupa ülkelerinde ekonomik bir sosyalizm anlayışı
gelişmiştir. Bu anlayış tarihsel ve konjonktürel
etmenlerin yanı sıra bilimsel sosyalizmin kabalaştırılması
ve yanlış kavranmasının bir ürünüdür.
Gerek SB’de ve gerekse Doğu Avrupa ülkelerinin
tümünde üretim araçları üzerindeki mülkiyetin
kaldırılması ile sosyalizmin kuruluşu arasında
doğru bir orantı kurulmuş, hukuksal boyutta mülkiyet
tasfiye edildikçe “sosyalizm”, “olgun sosyalizm”,
ve “komünizme geçiş süreçleri” konulmuştur.
Hatırlanacağı gibi Sovyetler Birliği’nde (SB),
1936’larda sosyalizme geçildiği belirtilmiş, “1960-80’li
yıllar komünizme geçiş” yılları ilan edilmişti.
Aynı şekilde 2. Emperyalist Savaş sürecinde devrimini
gerçekleştiren Bulgaristan, Arnavutluk gibi ülkeler
1960, 1963 yıllarında olgun sosyalizm dönemine
girdiklerini ilan etmişlerdir.
Mülkiyetin tasfiye edilmesi, toplumun yaratmış
olduğu değerlerin sosyalizme geçiş için/öznenin
dönüşümü için önemli bir öğedir. Üretim araçları
üzerindeki mülkiyetin kaldırılması, bireyler arasındaki
eşitsizliği ve bu eşitsizlikten kaynaklanan sorunlarının
kökünü kazıma hedefiyle bağlantılıdır. Toplumsal
hedefler de aynı işleve sahiptir. Sağlık, eğitim,
konut, iş vb. sorunların çözümü bireyin gerçek
özgürleşmesinin nesnel koşullarını oluşturan hedeflerdir.
Daha sağlıklı bir insanı hedef alır ve bu koşullardan
dolayı eşitsizliğe uğrayanları siyasal yaşama
çekerek özne haline getirmeyi hedefler.
Bu nedenle sosyalizme yönelen her devrim, büyük
mülkiyetin yanında, küçük mülkiyeti de tasfiyeye
yönelmek ve kapitalizmin kökünü kazımak durumundadır.
Ancak mülkiyetin hukuksal tasfiyesi Lenin’in deyişiyle
yeterli değildir. Lenin “hukuki ya da siyasal
bir işlem olarak mülksüzleştirme sorunu çözmez.
Çünkü büyük toprak sahipleri ve kapitalistleri
(yönetimden) gerçekten almak ve bunların (yönetiminin)
yerine fabrikaların ve malların işçiler tarafından
uygulanan bir yönetimi gerçekten geçirmek zorunludur”
diyor.
Lenin’in çözümü: “tüm halkı, burjuvazinin elinden
alınan üretim araçlarının demokratik yönetimi
için örgütlemedikçe, emekçi halkın tüm kütlesini,
proleterleri, yarı proleterleri ve küçük köylüleri
saflarını, güçlerini devlet işlerine katmaları,
demokratik bir biçimde örgütlenmeleri için seferber
etmedikçe, bu devrimci önlemler uygulanamaz.”
(Lenin, Marksizm’in Bir Karikatürü Ve Emperyalist
Ekonomizm, s, 20
Lenin bu uygulamaların demokrasi ve kültür devrimi
ile tamamlanmasını önerir. Lenin sosyalizme demokrasi
dışında bir yolla varılamayacağını belirtir: “Demokrasi
olmaksızın sosyalizm olanaksızdır. Çünkü; (...)
utkun sosyalizm, tam demokrasiyi uygulamaksızın,
zaferini pekiştiremez ve insanlığa, devletin çözülüp
dağılmasını getiremez” derken sosyalizme geçiş
“bir kültür devrimi yapmaksızın olanaksızdır...”
(Lenin, Marksizm’in Bir Karikatürü Ve Emperyalist
Ekonomizm, s,73) der.
Ekonomik Sosyalizm Anlayışı
Ekonomik sosyalizm anlayışını bir kaç nokta üzerinden
tanımlayabiliriz:
İlki, bu sosyalizm anlayışında Marks ve Lenin’in
belirttiği ilkelerden biri olan ekonomik yeniden
üretim olağanüstü önem kazanmıştır. Şüphesiz,
Marks, Engels ve Lenin, üretici güçler üzerindeki
mülkiyetin kaldırılması ve toplumun ihtiyaçlarının
karşılanabilmesi için büyük sanayiye uzun bir
süre ağırlık verilmesi gerektiğini birçok yerde
belirtmişlerdir. Ancak bu vurgu hiç bir zaman
sosyalizmin ekonomik bir kalkınma modeli...vb.,
olduğu anlamına gelmemiştir. Oysa belirtilen deneyimlerde
ekonomiye yapılan aşırı vurgu, neredeyse her kıstasın
ekonomik gelişmeyle bağlantılandırılmasını beraberinde
getirmiş, sonuçta, sosyalizmi kurmak ekonomik
başarılarla ölçülmeye başlanmıştır. Lenin’in söyleminin
tersine maddi özendiricilerin bu düzeyde önem
kazanması bu kıstaslarla ilgilidir. Lenin, Marks
ve Engels, geçiş döneminde maddi özendiricileri
ilkesel olarak reddetmemelerine karşın (gerektiğinde
kullanılabileceğini belirtmelerine karşın) ön
planda olmasını hep reddetmişlerdir. Çünkü maddi
özendiriciler sosyalizm dışı ilişkilerin güçlenmesine
neden olur.
İkincisi, Lenin’in sosyalizm anlayışının temelini
oluşturan sosyalist demokrasi ve bunun ifadesi
olan siyasal katılımcılık, ekonomik sosyalizm
anlayışında ihmal edilebilir bir ilke olarak ele
alınmıştır. Yığınların siyasal yönetime katılması
Sovyetler aracılığıyla gerçekleşir. Lenin’in Paris
Komünü’nden çıkarttığı en önemli derslerden biri
Sovyetlerdir. Sovyetlerin en önemli rolü Lenin’in
deyişiyle toplumun onda dokuzunu siyasal yönetime
taşımasıdır.
Ancak Sovyetlerin rolü özellikle Lenin sonrasında
zayıflamaya başlamış, Sovyetlerin siyasal yaşamdaki
ağırlığının zayıflaması/zayıflatılması toplumun
siyasal yaşama katılımının zayıflatılmasını ve
kitlelerin iktidara yabancılaşmasını beraberinde
getirmiştir. Ancak bununla da kalınmamış ve KP
içinde de demokrasi ve katılım zayıflatılmıştır.
Bu süreçte, Sovyetlerin rolünün zayıflatılması,
boşluğun KP ile doldurulmasını gündeme getirdi.
Bu durum partinin hızla şişirilmesine neden oldu.
KP’ ye yığınsal katılımlar gündeme gelmeye başladı.
Parti kadroları için geçerli olması gereken Leninist
normlar sulandırılmaya başlandı. Sonuçta ekonomik
sosyalizm anlayışında parti devlet ilişkileri
iç içe geçmiş, bürokratik bir yapı ortaya çıkmıştır.
Bürokratik yapı da, kendini yığınlar yerine ikame
ederek sosyalizmi kurmaya yönelmiştir ve şüphesiz
ki kurduğu sosyalizm, kendisi gibi bürokratik
bir kararname sosyalizmi olmuştur.
2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra devrimini gerçekleştirmiş
olan bazı ülkeler de (Doğu Avrupa ülkeleri) SB’ni
kopya ederek sosyalizmi inşa etmeye kalkıştılar
ve SB benzeri bir ekonomik sosyalizm kurdular..
1950’ler sonrasında bu yanlış politika daha da
geliştirilerek “emperyalizmle ekonomik yarış”,
“barış içinde bir arada yaşama” adı altında her
boyutuyla ön plana çıkarılmıştır.
Sonuç itibarıyla Küba -ve kısmen de olsa Mao dönemindeki
Çin- devrimlerini bir yana bırakırsak sosyalizmin
kuruluşu konusunda yaşanmış deneyimler neredeyse
birbirinin aynısı uygulamaları gündeme getirmişlerdir.
Bu anlayış sosyalizmin kalkınmacı bir modele,
ekonomik refaha, daha fazla tüketime... indirgenmesine
yol açmıştır. Sosyalizmin ekonomik kurtuluş olarak
gündeme getirilmesi ve üretici güçler üzerindeki
mülkiyetin tasfiyesi olarak görülmesi, geçiş sürecinin
yaşandığı ülkelerde alt yapı-üst yapı arasındaki
ilişkinin üst yapı aleyhine geliştirilmesine yol
açmıştır. Daha doğrusu, üst yapı adeta alt yapıyı
etkilemeyen ve her koşulda onun peşinden hareket
etmek zorundaymış gibi algılanan bir konuma getirilmiştir.
Bunun sonucunda alt yapı-üst yapı arasındaki ilişkiler
doğru çözümlenememiş ve bu sonuçta söz konusu
ülkelerin yıkılmalarında önemli etken olmuştur.
Üçüncüsü, ekonomik sosyalizm anlayışı, ulusal
sosyalizm anlayışını da gündeme getirmiştir. SB’de
enternasyonalizmin Sovyet devletinin çıkarlarına
tabi kılınması, gelişen ulusal ve sosyal kurtuluş
hareketlerine bu çıkar çerçevesinden bakılmasına
ve çoğu zaman Leninist enternasyonalist ilkerin
ihlal edilmesine yol açmıştır.
Küba’da Sosyalizm Anlayışı
Küba Devrimi, ekonomist sosyalizmin eleştirisi
üzerinden Marksizm’e yeniden dönerek reel sosyalist
ülkelerden farklı bir sosyalizm anlayışı geliştirmiştir.
Kübalı komünistler:
- Sosyalizmin ekonomik bir model, kalkınmacı tüketim
modeli olduğu anlayışını karşı çıkmışlardır.
- Üretici güçler üzerindeki mülkiyetin kaldırılmasıyla
sosyalizmin kurulduğu yönündeki yaklaşıma karşı
çıkmışlardır.
- Ulusal sosyalizm anlayışına karşı çıkmışlardır.
Enternasyonalizm olmadan sosyalizmin kurulamayacağını
ortaya koymuşlardır.
- Geçiş süreçlerinde maddi dürtülerin ön plana
çıkarılmasına karşı çıkmışlardır.
Küba devriminin önderi Fidel, komünizme yönelen
bir devrimin üretici güçlerin tam gelişmesiyle
ve aynı zamanda bilinçli insanın tam gelişmesiyle
sağlanabileceğini belirtir. Çekoslovakya sorununu
irdelerken de “Ülke yönetiminde bürokratik yöntemler,
yığınlarla ilişkilerin zayıflığı -her devrimci
harekette gerekli olan ilişkiler- sosyalist ideallerin
ihmali. Sosyalist ideallerin ihmalinden ne kastediyoruz?
Şunu kastediyoruz: İnsanın sınıflı toplumda olduğunu,
sınıflı toplumda sömürüldüğünü, köleleştiğini
ve idealler için mücadele ettiğini unutmasını
kastediyoruz. Sosyalizmden bahsedilince yalnız
sömürünün yok olacağını, sömürüden doğan fakirliğin
yok olacağını ve bu sömürünün sonucu olan geri
kalmışlığı değil; aynı zamanda sınıfsız toplum
yaratmak konusundaki bütün o güzel emellerin;
bencillikten arınmış bir toplum, insanın artık
paranın kölesi olmadığı, kişisel kazanç için çalışmadığı
ve bütün toplumun ihtiyaçlarının tümünü tatmin
etmek için insanlar arasındaki adaleti, eşitliği,
kardeşliği ve halkların her zaman elde etmeyi
arzuladıkları amaçları insan toplumunun bütün
ideallerini gerçekleştirmek ve kurmak için çalışmayı
da kastediyoruz. (...) Gelecekteki aşamalarda,
devrimci halkımızın sınıfsız toplumdan ne anladıklarını
gösterecek kavramları merak etmeleri gerekir.(...)Sosyalist
ideal, bir an için bile, enternasyonalist olmadan
var olamaz. Hangi ülkede olursa olsun, sosyalizm
için mücadele edenler dünyanın geri kalan kısmını
unutamazlar. Dünyanın bir kısmında var olan yoksulluğu,
fakirliği, cehaleti acıyı ve sömürüyü asla unutamazlar.
Bir an için bile dünyanın bir kısmının ihtiyaçlarını
asla unutamazlar. Biz inanıyoruz ki, dünya gerçeklerinin
unutulmasına göz yumulursa, yığınlara gerçek enternasyonalist
görüşü, gerçek devrimci görüşü aşılamak olanaksızlaşır.
Dünya gerçeklerinin unutulmasına göz yumulursa,
bu emperyalizmle yüz yüze gelmek tehlikesini artırır.
Yığınlar yalnız maddi dürtülerle ve daha fazla
tüketim vaatleriyle harekete sokulurlar.” (Fidel
Castro, Çekoslovakya Sorunu s, 21-22, Aşama Yayınları
Temmuz,1975) Aynı yapıtında Fidel, reel sosyalist
ülkelerle olan farklarını şu sözlerle ifade etmektedir:
“...İdeallerin ve enternasyonalist duyguların
dünyanın sorunlarına karşı ilginin ve uyanıklığın
Avrupa’nın belirli sosyalist ülkelerinde yok olduğunu
ya da çok zayıf olduğunu ileri sürebiliriz.(...)
Küba bursuyla giden öğrencilerimiz de dahil olmak
üzere bu ülkelere gidenler, çok kere tamamen küskün
ve gördüklerine canı sıkılmış olarak dönmekte
ve bize ‘orada gençlik devrimci ideallerle ve
enternasyonalizm ilkeleriyle yetiştirilmiyor ve
Batı Avrupa ülkelerinde hüküm süren idealler ve
eğilimlerin büyük etkisi altında’ diyorlar. Çok
yerde başlıca sohbet konuları para ve buna benzer
güdüler, maddi dürtülerin her çeşidi, maddi kazançlar
ve maaşlar olduğunu söylüyorlar. Bütün bunlar
gösteriyor ki bu gibi yerlerde sosyalist bilinç
ve enternasyonalist bilinç yerleştirilmemiş. Bazıları
sapkınlık içinde bize oralarda gönüllü işin olmadığını,
gönüllü işin karşılığının ödendiğini ve bunun
olağan bir davranış olduğunu ve oralarda gerçek
gönüllü işin anti-Marksist bir akım olarak kabul
edildiğini söylediler. (...) Vatandaşlarımızın
duyguları, maddi dürtülerin böylesine kabaca ticaretinden
dolayı incinmiş “(Fidel Castro, Çekoslovakya Sorunu
s, 23, Aşama Yayınları Temmuz,1975)
Küba devriminin önderlerinden Ernesto Che Guevara
da, sosyalizme ve komünizme geçiş konusunda Marks,
Engels ve Lenin’in yaklaşımlarını sentezleyerek
ortaya koymuştur. Che, yukarıda Fidel’in altını
çizdiği yaklaşımları kapsamlı olarak ifade etmiştir.
Buna göre sosyalizme -komünizme geçiş sorunu iki
etkene bağlıdır. Birincisi, ekonomik üretim, ikincisi
bağrında ekonomik üretimin gerçekleştiği toplumsal
ilişkilerin, yani insanların üretim sürecinde
olduğu gibi onun dışında da kurdukları ekonomik
ilişkilerin ve diğer sosyal ilişkilerin üretimi
ve yeniden üretimidir.
Che araştırmalarında, Marks’ın ekonomik olgularla
olduğu kadar, ekonomik olguların insan zihnine
aktarılmasıyla da ilgilendiğini görmüş ve komünizmin
bilinç olgularını dikkate almaması halinde devrimci
bir ahlak anlayışından çıkacağını ve ancak bir
bölüşüm yöntemine, sistemine dönüşeceğini görmüştür.
Che’nin şu yaklaşımının yaşamsal önem taşıdığını
düşünüyoruz: “Komünist bir ahlak anlayışı olmadan
ekonomik bir sosyalizm beni ilgilendirmiyor. Evet,
yoksulluğa karşı savaşıyoruz ama aynı zamanda
yabancılaşmaya karşı da savaşıyoruz. Marksizmin
başlıca amaçlarından biri de çıkarın, ‘bireysel
çıkar’ faktörünün ortadan kaldırılması ve insanların
psikolojik motivasyonlarından yararlanmaktır.
Che bu süreçleri şöyle özetler: “insan türü” tipinin
doğması için en uygun koşulları sunmaya yetenekli
toplumsal bir yapı yaratmak. Yeni insan devrimci
bir çabadan ve devrim tarafından yaratılan yapılara
bağlı koşullardan ortaya çıkacaktır. Daha önceden
kaderini kendisine empoze eden güçlere hükmederek
ve onları yöneterek kendi öz varlığını eline alacaktır.
Toplumsal süreçler, bilinçli şekilde ve fiili
öncünün seviyesine ulaşması, hatta onu aşması
istenen kitlelerin aktif katılımıyla yönetilecektir.
Bu iktidar sadece halkçı olmayacak, aynı zamanda
halkın iktidarı da olacaktır.
Che, Marks ve Engels’in Alman İdeolojisinde ortaya
koyduğu “Bir komünist bilincin yaratılması için
ve gene bu işin kendisinin de iyi bir sonuca vardırılması
için insanların yığınsal dönüşüme uğramasının
zorunlu olduğu görülmektedir.. Böylesi bir dönüşüm
ise ancak pratikte bir hareketle, bir devrimle
gerçekleştirilebilir. Bu devrim demek ki, yalnızca
egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için
zorunlu kılınmamıştır., aynı zamanda ötekini deviren
sınıfa, eski sistemin kendine bulaştırdığı pislikleri
süpürüp atmak ve toplumu yeni temeller üzerine
kurmaya elverişli bir hale getirmek olanağını
ancak bir devrim vereceği için zorunlu olmuştur”
(Marks, Engels, Alman İdeolojisi s, 37-38) yaklaşımından
hareket etmiştir.
Marks ve Engels tarafından bütünlüklü olarak alınan
bu iki öğe, 2. Enternasyonal tarafından birbirinden
ayrılmıştır. Lenin bu öğeleri tekrar bir araya
getirmesine karşın, Lenin sonrası dönemde -ve
özellikle 1945 sonrasında- tekrar birbirinden
ayrılmış ve bu ayrışma sosyalizmin kuruluşunun
teorik ilkesi haline getirilmiştir. Böylece ekonomik
bir sosyalizm anlayışı ortaya çıkmıştır.
Gerek Fidel ve gerekse Che’den aktardığımız pasajlarda
görüldüğü gibi Küba devrimcileri sosyalizme geçiş
konusunda yaşanan örneklerden farklı bir anlayış
geliştirmişlerdir.
Küba devrimcileri, komünist toplumu inşa etmek
için yeni insan ilişkilerinin yaratılması ve geliştirilmesini
ve bu ilişkilerin ilerlemesine engel olabilecek
hataları gidermek için kapsamlı bir eleştirel
bakış açısını geliştirmişlerdir.
|