Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

49. Sayı - Mart 2007

Giriş
Emperyalist-kapitalist sistemin dünya çapında yaşadığı kriz, tekelci sermayenin kâr düzeylerinde meydana gelen düşüş, stoklarda yaşanan artış ve pazar alanlarında yaşanan sorunlar "sosyal devlet" krizini de beraberinde getirdi. Türkiye oligarşisi, 1980'lerde emperyalist-kapitalizmin neoliberal politikalarını hızlı bir şekilde yaşama geçirdi.
Dönemin 24 Ocak kararları bunun somut adımları oldu. IMF programları eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi hemen her alanda uygulanmaya başlandı. Böylece devlet kamu hizmetlerine ayırdığı payı her geçen yıl daha da kısıtlayarak ekonomiyi borç, faiz ve silahlanmaya göre şekillendirdi. IMF, DB (Dünya Bankası), DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) eliyle kredilendirme, borç verme mekanizmalarıyla dayatılan neoliberal politikalarının hedefi, kamu hizmetlerini tekelci sermayenin kâr alanları haline getirmekti. Bu alanda yapılan en önemli anlaşmalardan biri GATT oldu (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması).
Uluslar arası tekelci sermaye yeni pazar alanlarına el atarken bir yandan da yeni emek süreçleri için ucuz iş gücü arayışındadır. Yeni-sömürge ülkelerde kadın emeğinin kullanılması, emperyalist şirketlerin işçilik maliyetlerini düşürmek üzere bu ülkelere yatırımlarını yönlendirmeleriyle başlamıştır. Bu sektörler, ucuz kadın işgücünü kullanarak maliyetlerini düşürmekte ve uluslar arası rekabet açısından önemli avantajlar sağlamaktadır. Dolayısıyla eve bağımlı, ortak talepleri konusunda fazla bilinçli olmayan, örgütsüz, eğitimsiz olan kadınlar, bu süreçte en çok tercih edilen işgücü olmaktadır. Toplumsal olarak kadına ve kadın işgücüne biçilen rol ve nitelikler, çalışma yaşamında da varlığını sürdürmektedir. Mesleki eğitimi sınırlı olan kadın, vasıfsız eleman olarak güvencesiz, ucuz, düşük statülü, düzensiz, en ağır koşullarda en dezavantajlı kesim olarak emek sürecine katılmaktadır. Bir eşitsizlik konumundan başka bir eşitsizlik konumuna geçerken, evle-iş arasında ciddi çelişkiler yaşamaktadır. Ev dışı yaptığı işlerin ikincil ve "aile bütçesine katkı" olarak değerlendirilmesi, kadının emeğinin bir değer olduğunu anlamasını engellemekte, işgücü piyasasında marjinal konuma düşmesine neden olmaktadır. Meslek içi ayrımcılık, teknolojinin en hızlı değiştiği sektörlerde daha büyük ölçülerdedir. Vasıf gerektiren işlerde, kadın-erkek meslek ve sektör ayrımı çok nettir.
Ülkemizde hayata geçirilen ekonomik, siyasal ve sosyal politikalar, toplumun en önemli kesimini oluşturan işçi sınıfı ve yoksulları etkilemekle birlikte, kadınları çok daha derin boyutlarda ezmektedir. Türkiye'de kadınlar, yaşamın her alanında da çifte sömürüye maruz kalan, toplumun en zayıf kesimi durumundadırlar. Ayrıca karşılığı, yani bedeli olmayan ev işlerinin "sürekli yeniden üretimini" tamamıyla üstlenmiş, toplumsal etkileşimden uzak, örgütsüz olan kadınların emekleri de milli gelir hesaplamalarında yer almamaktadır. Öte yandan ülkemizde çalışan kadınların korumaya yönelik kanunların sınırlı olması, doğum izni, kreş ve çocuk yuvalarının yetersizliği kadınların büyük çoğunluğunun işten ayrılmasına neden olmaktadır. Çalışan kadınların yaşadıkları temel sorunlar işsizlik korkusu, iş güvencesinin olmaması, çalışma saatlerinin uzunluğu, evdeki hasta, çocuk ve yaşlılar için yeterli izin alamaması, ücret eşitsizlikleri, doğum izinlerinin yetersizliği, kreş, yükselme ve mesleki eğitim olanaklarının yetersiz oluşu, sendikasızlaştırma, özelleştirmeler, anti-demokratik yasalar ve iş yerinde yönetim kademelerine katılamamasıdır.

Bugün dünyada mültecilerin %80'ini kadınlar ve çocuklar oluşturmaktadır.
Kadın ve kız çocuklarının ticareti çatışma bölgelerinin %85'inde görülmektedir.
Kadın dernekleri Ekim 2002'den bu yana Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nin Uvira bölgesinde 5,000 tecavüz vakası tespit etmiştir; bu da günde 40 vaka anlamına gelmektedir.
Ruanda'da 1994 soykırımı sırasında 250 bin-500 bin arası kadın, yani kadınların yaklaşık %20'si tecavüze uğramıştır.
Sierra Leone'de yerlerinden edilmiş kişilerin %94 ü tecavüz, işkence ve cinsel kölelik gibi cinsel saldırılara maruz kalmıştır.
Irak'ta Nisan 2003'ten bu yana savaş sırasında ve sonrasında, aralarında sekiz yaşında kız çocuklarının bile bulunduğu en az 400 kadının tecavüze uğradığı bildirilmiştir.
Bosna-Hersek'te, 1992 yılındaki 5 ay süren çatışmalar sırasında 20 bin ile 50 bin arası kadın tecavüze uğradı. Kosova'daki bazı köylerde ergenliğe ulaşmış kadınların %30-%50 si Sırp kuvvetlerinin tecavüzüne uğramıştır.

Kadın ve Siyaset
Siyasi parti, sendika, dernek vb. kurumlarda kadınların yok denecek kadar az yer alması birçok kadın ve erkek tarafından bir sorun olarak görülmez. Çünkü siyaset "erkek işi" olarak düşünülmektedir. Dolayısıyla toplumsal yaşamda siyaset ve kadın kavramları birbirine oldukça uzak kavramlardır. Kadının bugünkü siyasetteki konumunu anlayabilmek, dününü ve dünden bugüne siyasal evrimini bilmeyi gerektirir.
Siyasal katılımı bireysel ve toplumsal siyasal katılım diye ikiye ayırmak mümkündür. Oy verme davranışı bireysel siyasal bir katılımdır ki, burada bile erkeğin baskısı rol oynayabilmektedir. Öte yandan karar mekanizmalarında olmak gibi sosyal faaliyet gerektiren toplumsal siyasal katılım söz konusu olduğunda sorunlar ve engeller ortaya çıkmaktadır. Kadınların bireysel siyasi katılımı üzerine doğrudan sınırlama getirmeyen ama dolayla olarak önünü kesen erkek egemen düzen, onların toplumsal katılımı üzerine sıkı bir denetim kurmaktadır.
Erkek egemen ideoloji ve bunun devamında ortaya çıkan cinsiyete dayalı işbölümü (toplumsal cinsiyetçilik) kadınları ikincil konuma itmekte ve siyasal yaşamda kadınları görünmez kılmaktadır. Kapitalist sistem ve patriarkal (erkek egemen) ideoloji arasında sıkı bir bağ vardır. Erkek egemen ideoloji kapitalist sistemi beslemekte ve devamını sağlamaktadır. Bu devamlılık Althusser'in devletin ideolojik aygıtları olarak tanımladığı eğitim, medya, siyasi partiler, sendikalar, aile, din, hukuk vb. kurumlarda her gün her gün yeniden yeniden üretilmektedir. Bu kurumlar cinsiyete dayalı işbölümünü doğal bir durum olarak sunmakta ve kadınların ikincil konumlarını pekiştirmektedir. Kadınların asıl sorumlulukları ev ve aile içi sorumluluklardır. Birçok kadın doğal olarak bu verili durumu içselleştirmekte ve sorgulamamaktadır.
Kapitalist sistemin devamı için üretim koşullarının yeniden üretilmesi gerekmektedir. Bunun için iki şey gereklidir. Bir, üretim araçlarının yeniden üretimidir ki, bu genel olarak erkeklerin alanı, yani kamusal alandır; iki, emek gücünün yeniden üretimi, ki bu da kadınların alanı, yani özel alandır.
Kadınların siyasetin içinde yer almalarının temel koşulu ev içi sorumluluklarının toplumsallaştırması sonucu özgürleşmeleriyle mümkündür. Yine de kadınlar her dönemin özelliğine uygun olarak üretim faaliyeti içinde olmuş ve 8 Martları yaratarak mücadele tarihine önemli miraslar bırakmışlardır.

Kadın ve Savaş
Savaşlar ise kadınları iki kez vuruyor. Bu da savaşlarda en çok etkilenen kesimin kadınlar olduğunu gösteriyor. Eşlerini, yakınlarını, sevdiklerini kaybettikleri yetmezmiş gibi, açlık ve hastalıklarla mücadele etmek zorunda kalıyor, tecavüzler, işkence, fidye karşılığı kaçırılma ve daha sayamayacağımız bir sürü acı yaşıyorlar.
Afganistan ve Iraklı kadınlar seks kölesi olarak 10 bin dolara yurt dışındaki kadın tüccarlarına satılıyorlar. Afganistan da yoksulluk ve mahrumiyet, kadınları çocuklarını satmaya zorluyor. Pek çok Afgan kadını intihara sürükleniyor. Kadınlar belirsiz bir geleceğe sürüklenirken sekiz aylık bebeğini anestezi olmadan sezeryanla aldırmayı bile kabulleniyorlar. Çünkü böyle bir vahşetin içinde bir bebek dünyaya getirmek onlar için bir kabus. Onlar biliyorlar ki; ABD ve İngiltere onlara özgürlük getirmiyor.
Geçen yıl 8 Mart'ta İngiliz The Guardian gazetesi muhabiri Suzanne Goldenberg, ABD askerlerinin Iraklı kadınlara tecavüz etmesinin belgelenmiş olmasına rağmen haklarında hiçbir işlem yapılmadığını açıkladı. Bu durum halen devam ediyor. Dolayısıyla tecavüz özendiriliyor. Savaşın kadınlar üzerindeki ağır etkisi tabii ki sadece Afganistan ve Irak'a özgü değil. Bu sorun savaşlar kadar eskidir; her savaş, ganimet olarak kadınların ele geçirildiği bir talan anlamına gelmektedir ve bu korkunç tablo ancak savaşsız bir dünyada ortadan kalkacaktır.
Çatışmalar sırasında kadınlara yönelik şiddet salgın boyutlarına ulaşmıştır. Kitlesel tecavüzler sistematik biçimde bir savaş silahı olarak kullanılmaya başlamıştır; üstelik emperyalist işgal altındaki kadınlar, bazen aileleri için temel ihtiyaçları karşılayabilmek için, fiziksel ve ekonomik zorlamalarla fahişelik yapmak zorunda kalmaktadırlar. Ayrıca savaş, kadınları başka yönlerden de etkilemektedir. Mülteci ve yerinden edilmiş kişilerin çoğunluğunu kadınlar ve çocuklar oluşturmaktadır.

Şiddet ve Kadın
Kadına yönelik şiddet, kadının fiziksel, cinsel, ekonomik veya psikolojik olarak zarar görmesiyle veya acı çekmesiyle sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel olan, bu tip hareketlerin tehdidini, baskıyı ya da özgürlüğün keyfi engellenmesini de içeren, ister toplum önünde, ister özel hayatta, isterse kamusal mekanlarda meydana gelmiş olsun, kadına dair gerçekleşen her türlü şiddet anlamına gelmektedir. Kadına yönelik şiddet, hem kadınların insan haklarını ve temel özgürlüklerini kullanmalarını engellemekte, hem de bu hakları ihlal etmektedir.
Bu bağlamda kadına yönelik şiddet biçimleri şöyle sıralanabilir:
Aile içinde meydana gelen fiziksel, cinsel, ekonomik ve psikolojik şiddet, kız çocuklarının cinsel istismarı, evde cinsel taciz ve tecavüze maruz kalmaları, zorla evlendirme, tecavüz faili ile evlenmeye zorlama, zorla bekaret kontrolü ve bununla bağlantılı şiddet, evlilikte tecavüz, kadın sağlığına zarar veren değer uygulamalar.
Namus cinayetleri adı altında gerçekleştirilen kadının yaşam hakkına yönelik ihlaller.
İşyerinde, eğitim kurumlarında, toplum içinde tecavüz, cinsel taciz, sarkıntılık gibi fiziksel ve psikolojik şiddet, fuhuşa zorlama.
Gözaltı merkezlerinde ve gözaltı merkezleri dışında güvenlik görevlilerince gerçekleştirilen her türlü cinsel şiddet filleri (tecavüz, sözle ve fiziki cinsel taciz, zorla bekaret kontrolü).
Silahlı çatışma durumlarında kadının insan haklarının ihlal edilmesi, tecavüz ve cinsel taciz uygulamaları.
Zorla kısırlaştırma ve düşüğe zorlama, zorla doğum kontrol uygulanması.

Kadın ve Sosyalizm
Yukarıda da belirttiğimiz gibi kadınların daha birçok alanda yaşadığı sorunlar var. Bizler daha çok kadınların, yaşamın önemli yerlerinde karşılaştıkları ortak sorunlarını dile getirmeye çalıştık. Dolayısıyla bu sorunları tahlil ederken nasıl bir çözüm ve bu çözüm üzerinden nasıl bir yol izlemek gerekir sorusu da gündemimize geldi. Tabii ki her devrimci hareketin kadın sorununa veya bunun çözümüne yönelik bir bakış açısı vardır. En önemlisi önümüzde bize ışık tutacak ve bu ışık üzerinden yürüyeceğimiz sağlam bir zemin vardır. Bu da Marksist Leninist ideolojide kadının kurtuluşunun ancak ve ancak devrim ve sosyalizmle mümkün olacağı düşüncesidir.
Hiç şüphesiz kadının kurtuluşu toplumun kurtuluşundan bağımsız ve ayrı düşünülemez. Ezilen bir cins olarak kadının tamamen özgürleşmesi ancak toplumsal bir devrimle mümkündür. Marks ve Engels'in, bu konudaki tahlili şöyledir: "Bir tarihsel çağın değişimi, her zaman, kadının özgürlüğüne doğru ilerleme oranıyla belirlenir. Çünkü burada, kadının erkekle, zayıfın kuvvetiyle ilişkisinde, insani doğanın kabalığa karşı yengisi en açık biçimde görülür. Kadının kurtuluş derecesi, genel kurtuluşun ölçüsüdür."
Bu nedenledir ki kadınlar kurtuluş mücadelesinde önemli bir yere sahiptir. Örneğin Sovyetler Birliği bunun en açık göstergesidir. 1917 Sovyet devrimi, kadın işçi hareketini o güne değin görülmemiş bir yükselişe ulaştırdı. Bu devrim her açıdan kadınlara büyük kazanımlar getirmiştir. Özellikle politik, ekonomik ve kadın-erkek arasındaki tam eşitliğin gerçekleşmesi yolunda atılmış ilk büyük adımdır.
Sovyet devriminin kadınlara neler getirdiğini şöyle bir hatırlayacak olursak, devrimden 6 hafta sonra kilise evliliğinin, dini nikahın yerini medeni nikah aldı ve bir yıl sonra eşlere eşit haklar veren, meşru ve gayrı meşru çocuklar arasındaki ayrımı kaldıran bir evlilik yasası çıkarıldı. Kürtaj hakkı yasallaştı, kürtaj sonrası on günlük tatilin yasallaşması, evliğin iki cins arasındaki tek meşru birliktelik biçimi olmaktan çıkarılması ve bütün doğum evlerinin anne ve çocuk bakımının parasız yapıldığı merkezlere dönüştürülmesi gerçekleşti. Hamile kadının nikahlı olsun ya da olmasın doğum öncesi ve sonrası sağlığı ve bakımı Sovyet devletinin sorumluluğuna alındı.
Kolektif yurtlar, çocuk kreşleri, aşevleri ve çamaşırhaneler kuruldu. Kadınlar artık toplumsal üretime katılırken, ev emeğinin kadınlar için bir yük olmaktan çıkıp toplumsallaşarak kadının o boğucu ev ortamından kopmasını sağladı. Burada sadece kadının kurtuluşundan bahsedemeyiz. Aslında tam da burada kadınla birlikte toplumun kurtuluşu söz konusudur.
Tabiî ki kadınların kurtuluşu ya da gerçek eşitliğe kavuşmaları tek başına yasalarla sağlanamazdı. Lenin bunu şöyle açıklıyor: " Kadını kurtaran bütün yasalara rağmen, o, kendisini ezen, boğan, aptallaştıran, küçülten, onu mutfağa ve çocuk bakımına zincirleyen küçük ve basit ev işleri yüzünden bir ev kölesi olmaya devam ediyor… kadının gerçek kurtuluşuna, gerçek komünizme, sadece bu küçük ve basit ev işlerine karşı topyekün bir mücadelenin başladığı yerde ve zamanda ya da bu işler geniş ölçekli sosyalist ekonominin parçaları haline geldiğinde ulaşacaktır."
Ayrıca devrimden hemen sonra bütün sorunların çözüleceği de bir yanılsamadır; elbette devrimin ilk günü kadınların üzerindeki baskıların bütün biçimleri yok olmayacaktır. Ama devrim yeni bir sosyalist insan tipinin yaratırken aynı zamanda kadınlar üzerindeki baskıları da bütünüyle kaldıracaktır.
Bize göre kadın sorunu demokratik bir sorundur. Dolayısıyla bugünden verilecek demokratik mücadele asıl hedefimize kopmaz bir biçimde sıkı sıkıya bağlıdır. Kadın sorunu, yönü sosyalizme dönük olan, demokratik ve sosyalist görevleri iç içe ele alan anti-emperyalist, anti-oligarşik demokratik halk devrimi programının önemli bir parçasıdır. Bu perspektifle yaklaşan Devrimci Sosyalist Hareket kadın sorununu bugünden gündemine alır, buna göre politik, örgütsel, ve pratik çalışmalar yürüterek yaşama müdahale etmeye çalışır.

Emekçi Kadınların Mücadele Günü 8 Mart
8 Mar'tın doğuşu; Emekçi kadınların tarihteki direniş ve sınıf mücadelesine dayanır. Üretimde makineleşmenin ve teknolojik gelişmelerin hızla ilerlediği ve daha çok kadın ve çocuk emeğinin sanayide istihdam edildiği 19. yüzyılda kadın işçiler 8 saatlik iş günü, eşit işe eşit ücret ve örgütlenme hakkı talepleri için sık sık eylem yapıyorlardı.
8 Mart 1857'de Amerikanın New York kentinde 4000 dokuma işçisi kadın 16 saatlik iş günü süresinin 8 saate indirilmesi için greve giderler, fabrikayı işgal edip polisle çatışırlar. Bunun sonucunda yüzlerce kadın işçi katledilir. Bu kez 8 Mart 1908'de Chicago'da emekçi kadınlar 8 saatlik iş günü, çocuk emeğinin sömürüsünün engellenmesi ve oy hakkı talepleriyle sokağa çıkarlar. Bu talepler o güne değin en ileri talepleridir. İnsanca çalışma koşulları isteyen emekçi kadınların bu eylemine polis ateş açarak cevap verir ve 140 kadın emekçi öldürülür.
1910 yılında Danimarka'nın Kopenhag kentinde toplanan 2. Uluslararası Sosyalist Kadın Konferansı'nda Clara Zetkin'in önerisiyle 8 Mart "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak ilan edildi. O tarihten bu yana 8 Mart dünyanın her yerinde emekçi kadınlar tarafından mücadele ve kavga günü olarak kutlanır.

Feminizm ve Kadın
80 sonrası dünyada ve ülkemizde emperyalist-kapitalist sistemin kendini yeniden yapılandırmasıyla birlikte reel sosyalizmin çöküşünün olumsuz yansımaları ülkemizde sınıftan kopuş, burjuva ve feminist akımların boy göstermeye başladığı dönemdir. Sınıf mücadelesinin dibe vurduğu, her türlü devrimci değerlerin ayaklar altına alınıp çiğnendiği, topluma derin bir korkunun hakim kılındığı bu dönemde apolitik, yalnızca kendini düşünen, bireyci, toplumsal sorunlara duyarsız bir ortam yaratılmış oldu.
Her türlü küçük-burjuva ve burjuva ideolojisinin bin bir biçimiyle kendini gösterdiği bu ortamda feministlerin olmaması elbette mümkün değildi! Sihirli bir değnekle dokunulmuş gibi, ortalığı "kadın" sorununu irdeleyen filmler, burjuva feminist yazarların kitapları, çeşitli feminist dergiler ve çevreler sarıverdi. Filimler de ve yazınsal eserlerde ele alınan kadınların daha çok yalnız, bunalımlı burjuva ya da küçük-burjuva tipler olmasıyla feminizmin kadın sorununu nasıl ele aldığına işaret ediyordu. Kuşkusuz ne o dönemde ne de bu gün yekpare bir feminist hareketten söz edilemez. Feminist hareket, sosyalist feministlerden, burjuva feminizmine kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Fakat kendine sosyalist feminist diyenler de dahil olmak üzere hepsinin ortak yanı kadın sorununda temel çelişkinin sınıfsal olduğunu görmemeleri ya da görmek istememeleridir.
Marksizm kadın sorununu, iş bölümüyle ve toplumun sınıflara ayrılmasıyla ve özel mülkiyetle birlikte ortaya çıkmış ve ancak bunların tamamen ortadan kalkmasıyla birlikte yok olacak bir sorun olarak görür. Feminist akım ise kadının ezilmesini, erkeğin doğasından kaynaklanan sınıflar üstü bir sorun olarak ele alır.
Kadın sorununu kadınlarla erkekler arasındaki bir çatışmaya indirgeyen feministler, sorunu yanlış tahlil ettikleri için çözümü de doğru yerde aramazlar. Dolayısıyla, diyalektik ve materyalist bakış açısından yoksun olan bu küçük-burjuva kavrayış, kadının kurtuluş mücadelesini sınıflardan bağımsız alarak yürütülecek tümüyle düzen içi bir mücadeleye indirger.
Küçük-burjuva feminizminin temel sorunu erkeklerle hukuksal eşitlik sağlanması sorunuyken, işçi kadının sorunu bunun çok ötesine taşar. Birinciler, sorunu mülkiyet, kariyer, statü gibi konularda eşitsizlikte görürler ve kadın sorunun eğitimle, toplumsal ilerlemeyle, hukuksal düzenlemelerle, kapitalist sistem aşılmadan da çözülebileceğini savunurlar.
Oysa işçi sınıfı açısından kadın sorununun çözümü, burjuva hukuksal eşitlikle, eğitimle vb. sağlanamaz. Kapitalizm, aşağılanan, ezilen, ayrımcılığa tabi tutulan emekçi kadının yükünü, ücret köleliğiyle iki katına çıkaran bir sömürü sistemidir. İşte bu nedenle onun için özgürlük sorunu, sınıfsal doğası gereği, bireysel değil toplumsal bir devrim sorunudur. Bunu gerçekleştirmek içinde işçi sınıfının kadını kapitalist sömürüye karşı sınıfının erkekleriyle omuz omuza vereceği bir mücadele yürütmek zorundadır.

8 Mart Kutlamaları
Burjuvazi uzun yıllardır 8 Mart'ın içini boşaltıp onu "Dünya Emekçi Kadınlar Günü"nden "Dünya Kadınlar Günü"ne dönüştürmeye çalışıyor. Feminist akımlar da buna elerinden gelen katkıyı sunuyorlar. Oysa 8 Martlar kadın işçilerin ve emekçilerin kapitalist düzene karşı mücadele günüdür ve bu içeriğine uygun olarak kutlanmalıdır. Her 8 Mart'ta yaşanan tartışmalar ve alınan politik tutumlar, kadın sorununa kimin nereden baktığını da çok net biçimde ortaya koyar. Ancak biz, kadın sorununu bir sistem sorunu, erkek egemenliğinin yeniden-üreticisi ve sürdürücüsü olan kapitalist sistemin yıkılması sorunu olarak ele alıyorsak (ki Marksistlere göre bu böyledir) tek devrimci bakış açısı "bu sisteme karşı kadınların mücadelesinin erkeklerle birlikte verilmesi gerektiğini düşünmek"tir.
Bizler düzenlenen etkinliklerin organizasyonunda (güvenlik dahil) asıl inisiyatifin emekçi kadınlarda olması ve mitinglerde emekçi kadın kortejlerine özel bir öncelik verilmesi gerektiği düşüncesine tümüyle olumlu yaklaşırız. Ancak mitinglere ve kapalı alan etkinliklerine erkeklerin hiçbir şekilde alınmamasını savunmak tümüyle sınıfı bölücü bir küçük-burjuva feminist bakış açısının ürünüdür. Öncelik emekçi kadınlarda olmak üzere ve organizasyon komitesinin uyulmasını istediği disiplini bozmamak koşuluyla bu etkinliklere karma kortejler ve erkeklerde katılmalıdırlar.
Sonuç olarak devrimci sosyalizm, devrimci kadın hareketinin kaynağının yine emekçi mahalleleri ve emekçi kadınlar olduğu görüşündedir ve 8 Mart'a bakışı da, genel olarak kadın sorununa bakışı da bu temele dayanmaktadır.



 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19