Giriş
Emperyalist-kapitalist sistemin dünya çapında
yaşadığı kriz, tekelci sermayenin kâr düzeylerinde
meydana gelen düşüş, stoklarda yaşanan artış ve
pazar alanlarında yaşanan sorunlar "sosyal
devlet" krizini de beraberinde getirdi. Türkiye
oligarşisi, 1980'lerde emperyalist-kapitalizmin
neoliberal politikalarını hızlı bir şekilde yaşama
geçirdi.
Dönemin 24 Ocak kararları bunun somut adımları
oldu. IMF programları eğitim, sağlık, sosyal güvenlik
gibi hemen her alanda uygulanmaya başlandı. Böylece
devlet kamu hizmetlerine ayırdığı payı her geçen
yıl daha da kısıtlayarak ekonomiyi borç, faiz
ve silahlanmaya göre şekillendirdi. IMF, DB (Dünya
Bankası), DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) eliyle kredilendirme,
borç verme mekanizmalarıyla dayatılan neoliberal
politikalarının hedefi, kamu hizmetlerini tekelci
sermayenin kâr alanları haline getirmekti. Bu
alanda yapılan en önemli anlaşmalardan biri GATT
oldu (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması).
Uluslar arası tekelci sermaye yeni pazar alanlarına
el atarken bir yandan da yeni emek süreçleri için
ucuz iş gücü arayışındadır. Yeni-sömürge ülkelerde
kadın emeğinin kullanılması, emperyalist şirketlerin
işçilik maliyetlerini düşürmek üzere bu ülkelere
yatırımlarını yönlendirmeleriyle başlamıştır.
Bu sektörler, ucuz kadın işgücünü kullanarak maliyetlerini
düşürmekte ve uluslar arası rekabet açısından
önemli avantajlar sağlamaktadır. Dolayısıyla eve
bağımlı, ortak talepleri konusunda fazla bilinçli
olmayan, örgütsüz, eğitimsiz olan kadınlar, bu
süreçte en çok tercih edilen işgücü olmaktadır.
Toplumsal olarak kadına ve kadın işgücüne biçilen
rol ve nitelikler, çalışma yaşamında da varlığını
sürdürmektedir. Mesleki eğitimi sınırlı olan kadın,
vasıfsız eleman olarak güvencesiz, ucuz, düşük
statülü, düzensiz, en ağır koşullarda en dezavantajlı
kesim olarak emek sürecine katılmaktadır. Bir
eşitsizlik konumundan başka bir eşitsizlik konumuna
geçerken, evle-iş arasında ciddi çelişkiler yaşamaktadır.
Ev dışı yaptığı işlerin ikincil ve "aile
bütçesine katkı" olarak değerlendirilmesi,
kadının emeğinin bir değer olduğunu anlamasını
engellemekte, işgücü piyasasında marjinal konuma
düşmesine neden olmaktadır. Meslek içi ayrımcılık,
teknolojinin en hızlı değiştiği sektörlerde daha
büyük ölçülerdedir. Vasıf gerektiren işlerde,
kadın-erkek meslek ve sektör ayrımı çok nettir.
Ülkemizde hayata geçirilen ekonomik, siyasal ve
sosyal politikalar, toplumun en önemli kesimini
oluşturan işçi sınıfı ve yoksulları etkilemekle
birlikte, kadınları çok daha derin boyutlarda
ezmektedir. Türkiye'de kadınlar, yaşamın her alanında
da çifte sömürüye maruz kalan, toplumun en zayıf
kesimi durumundadırlar. Ayrıca karşılığı, yani
bedeli olmayan ev işlerinin "sürekli yeniden
üretimini" tamamıyla üstlenmiş, toplumsal
etkileşimden uzak, örgütsüz olan kadınların emekleri
de milli gelir hesaplamalarında yer almamaktadır.
Öte yandan ülkemizde çalışan kadınların korumaya
yönelik kanunların sınırlı olması, doğum izni,
kreş ve çocuk yuvalarının yetersizliği kadınların
büyük çoğunluğunun işten ayrılmasına neden olmaktadır.
Çalışan kadınların yaşadıkları temel sorunlar
işsizlik korkusu, iş güvencesinin olmaması, çalışma
saatlerinin uzunluğu, evdeki hasta, çocuk ve yaşlılar
için yeterli izin alamaması, ücret eşitsizlikleri,
doğum izinlerinin yetersizliği, kreş, yükselme
ve mesleki eğitim olanaklarının yetersiz oluşu,
sendikasızlaştırma, özelleştirmeler, anti-demokratik
yasalar ve iş yerinde yönetim kademelerine katılamamasıdır.
Bugün
dünyada mültecilerin %80'ini kadınlar ve çocuklar
oluşturmaktadır.
Kadın ve kız çocuklarının ticareti çatışma
bölgelerinin %85'inde görülmektedir.
Kadın dernekleri Ekim 2002'den bu yana Demokratik
Kongo Cumhuriyeti'nin Uvira bölgesinde 5,000
tecavüz vakası tespit etmiştir; bu da günde
40 vaka anlamına gelmektedir.
Ruanda'da 1994 soykırımı sırasında 250 bin-500
bin arası kadın, yani kadınların yaklaşık
%20'si tecavüze uğramıştır.
Sierra Leone'de yerlerinden edilmiş kişilerin
%94 ü tecavüz, işkence ve cinsel kölelik gibi
cinsel saldırılara maruz kalmıştır.
Irak'ta Nisan 2003'ten bu yana savaş sırasında
ve sonrasında, aralarında sekiz yaşında kız
çocuklarının bile bulunduğu en az 400 kadının
tecavüze uğradığı bildirilmiştir.
Bosna-Hersek'te, 1992 yılındaki 5 ay süren
çatışmalar sırasında 20 bin ile 50 bin arası
kadın tecavüze uğradı. Kosova'daki bazı köylerde
ergenliğe ulaşmış kadınların %30-%50 si Sırp
kuvvetlerinin tecavüzüne uğramıştır. |
Kadın ve Siyaset
Siyasi parti, sendika, dernek vb. kurumlarda kadınların
yok denecek kadar az yer alması birçok kadın ve
erkek tarafından bir sorun olarak görülmez. Çünkü
siyaset "erkek işi" olarak düşünülmektedir.
Dolayısıyla toplumsal yaşamda siyaset ve kadın
kavramları birbirine oldukça uzak kavramlardır.
Kadının bugünkü siyasetteki konumunu anlayabilmek,
dününü ve dünden bugüne siyasal evrimini bilmeyi
gerektirir.
Siyasal katılımı bireysel ve toplumsal siyasal
katılım diye ikiye ayırmak mümkündür. Oy verme
davranışı bireysel siyasal bir katılımdır ki,
burada bile erkeğin baskısı rol oynayabilmektedir.
Öte yandan karar mekanizmalarında olmak gibi sosyal
faaliyet gerektiren toplumsal siyasal katılım
söz konusu olduğunda sorunlar ve engeller ortaya
çıkmaktadır. Kadınların bireysel siyasi katılımı
üzerine doğrudan sınırlama getirmeyen ama dolayla
olarak önünü kesen erkek egemen düzen, onların
toplumsal katılımı üzerine sıkı bir denetim kurmaktadır.
Erkek egemen ideoloji ve bunun devamında ortaya
çıkan cinsiyete dayalı işbölümü (toplumsal cinsiyetçilik)
kadınları ikincil konuma itmekte ve siyasal yaşamda
kadınları görünmez kılmaktadır. Kapitalist sistem
ve patriarkal (erkek egemen) ideoloji arasında
sıkı bir bağ vardır. Erkek egemen ideoloji kapitalist
sistemi beslemekte ve devamını sağlamaktadır.
Bu devamlılık Althusser'in devletin ideolojik
aygıtları olarak tanımladığı eğitim, medya, siyasi
partiler, sendikalar, aile, din, hukuk vb. kurumlarda
her gün her gün yeniden yeniden üretilmektedir.
Bu kurumlar cinsiyete dayalı işbölümünü doğal
bir durum olarak sunmakta ve kadınların ikincil
konumlarını pekiştirmektedir. Kadınların asıl
sorumlulukları ev ve aile içi sorumluluklardır.
Birçok kadın doğal olarak bu verili durumu içselleştirmekte
ve sorgulamamaktadır.
Kapitalist sistemin devamı için üretim koşullarının
yeniden üretilmesi gerekmektedir. Bunun için iki
şey gereklidir. Bir, üretim araçlarının yeniden
üretimidir ki, bu genel olarak erkeklerin alanı,
yani kamusal alandır; iki, emek gücünün yeniden
üretimi, ki bu da kadınların alanı, yani özel
alandır.
Kadınların siyasetin içinde yer almalarının temel
koşulu ev içi sorumluluklarının toplumsallaştırması
sonucu özgürleşmeleriyle mümkündür. Yine de kadınlar
her dönemin özelliğine uygun olarak üretim faaliyeti
içinde olmuş ve 8 Martları yaratarak mücadele
tarihine önemli miraslar bırakmışlardır.
Kadın ve Savaş
Savaşlar ise kadınları iki kez vuruyor. Bu da
savaşlarda en çok etkilenen kesimin kadınlar olduğunu
gösteriyor. Eşlerini, yakınlarını, sevdiklerini
kaybettikleri yetmezmiş gibi, açlık ve hastalıklarla
mücadele etmek zorunda kalıyor, tecavüzler, işkence,
fidye karşılığı kaçırılma ve daha sayamayacağımız
bir sürü acı yaşıyorlar.
Afganistan ve Iraklı kadınlar seks kölesi olarak
10 bin dolara yurt dışındaki kadın tüccarlarına
satılıyorlar. Afganistan da yoksulluk ve mahrumiyet,
kadınları çocuklarını satmaya zorluyor. Pek çok
Afgan kadını intihara sürükleniyor. Kadınlar belirsiz
bir geleceğe sürüklenirken sekiz aylık bebeğini
anestezi olmadan sezeryanla aldırmayı bile kabulleniyorlar.
Çünkü böyle bir vahşetin içinde bir bebek dünyaya
getirmek onlar için bir kabus. Onlar biliyorlar
ki; ABD ve İngiltere onlara özgürlük getirmiyor.
Geçen yıl 8 Mart'ta İngiliz The Guardian gazetesi
muhabiri Suzanne Goldenberg, ABD askerlerinin
Iraklı kadınlara tecavüz etmesinin belgelenmiş
olmasına rağmen haklarında hiçbir işlem yapılmadığını
açıkladı. Bu durum halen devam ediyor. Dolayısıyla
tecavüz özendiriliyor. Savaşın kadınlar üzerindeki
ağır etkisi tabii ki sadece Afganistan ve Irak'a
özgü değil. Bu sorun savaşlar kadar eskidir; her
savaş, ganimet olarak kadınların ele geçirildiği
bir talan anlamına gelmektedir ve bu korkunç tablo
ancak savaşsız bir dünyada ortadan kalkacaktır.
Çatışmalar sırasında kadınlara yönelik şiddet
salgın boyutlarına ulaşmıştır. Kitlesel tecavüzler
sistematik biçimde bir savaş silahı olarak kullanılmaya
başlamıştır; üstelik emperyalist işgal altındaki
kadınlar, bazen aileleri için temel ihtiyaçları
karşılayabilmek için, fiziksel ve ekonomik zorlamalarla
fahişelik yapmak zorunda kalmaktadırlar. Ayrıca
savaş, kadınları başka yönlerden de etkilemektedir.
Mülteci ve yerinden edilmiş kişilerin çoğunluğunu
kadınlar ve çocuklar oluşturmaktadır.
Şiddet ve Kadın
Kadına yönelik şiddet, kadının fiziksel, cinsel,
ekonomik veya psikolojik olarak zarar görmesiyle
veya acı çekmesiyle sonuçlanan veya sonuçlanması
muhtemel olan, bu tip hareketlerin tehdidini,
baskıyı ya da özgürlüğün keyfi engellenmesini
de içeren, ister toplum önünde, ister özel hayatta,
isterse kamusal mekanlarda meydana gelmiş olsun,
kadına dair gerçekleşen her türlü şiddet anlamına
gelmektedir. Kadına yönelik şiddet, hem kadınların
insan haklarını ve temel özgürlüklerini kullanmalarını
engellemekte, hem de bu hakları ihlal etmektedir.
Bu bağlamda kadına yönelik şiddet biçimleri şöyle
sıralanabilir:
Aile içinde meydana gelen fiziksel, cinsel, ekonomik
ve psikolojik şiddet, kız çocuklarının cinsel
istismarı, evde cinsel taciz ve tecavüze maruz
kalmaları, zorla evlendirme, tecavüz faili ile
evlenmeye zorlama, zorla bekaret kontrolü ve bununla
bağlantılı şiddet, evlilikte tecavüz, kadın sağlığına
zarar veren değer uygulamalar.
Namus cinayetleri adı altında gerçekleştirilen
kadının yaşam hakkına yönelik ihlaller.
İşyerinde, eğitim kurumlarında, toplum içinde
tecavüz, cinsel taciz, sarkıntılık gibi fiziksel
ve psikolojik şiddet, fuhuşa zorlama.
Gözaltı merkezlerinde ve gözaltı merkezleri dışında
güvenlik görevlilerince gerçekleştirilen her türlü
cinsel şiddet filleri (tecavüz, sözle ve fiziki
cinsel taciz, zorla bekaret kontrolü).
Silahlı çatışma durumlarında kadının insan haklarının
ihlal edilmesi, tecavüz ve cinsel taciz uygulamaları.
Zorla kısırlaştırma ve düşüğe zorlama, zorla doğum
kontrol uygulanması.
Kadın ve Sosyalizm
Yukarıda da belirttiğimiz gibi kadınların daha
birçok alanda yaşadığı sorunlar var. Bizler daha
çok kadınların, yaşamın önemli yerlerinde karşılaştıkları
ortak sorunlarını dile getirmeye çalıştık. Dolayısıyla
bu sorunları tahlil ederken nasıl bir çözüm ve
bu çözüm üzerinden nasıl bir yol izlemek gerekir
sorusu da gündemimize geldi. Tabii ki her devrimci
hareketin kadın sorununa veya bunun çözümüne yönelik
bir bakış açısı vardır. En önemlisi önümüzde bize
ışık tutacak ve bu ışık üzerinden yürüyeceğimiz
sağlam bir zemin vardır. Bu da Marksist Leninist
ideolojide kadının kurtuluşunun ancak ve ancak
devrim ve sosyalizmle mümkün olacağı düşüncesidir.
Hiç şüphesiz kadının kurtuluşu toplumun kurtuluşundan
bağımsız ve ayrı düşünülemez. Ezilen bir cins
olarak kadının tamamen özgürleşmesi ancak toplumsal
bir devrimle mümkündür. Marks ve Engels'in, bu
konudaki tahlili şöyledir: "Bir tarihsel
çağın değişimi, her zaman, kadının özgürlüğüne
doğru ilerleme oranıyla belirlenir. Çünkü burada,
kadının erkekle, zayıfın kuvvetiyle ilişkisinde,
insani doğanın kabalığa karşı yengisi en açık
biçimde görülür. Kadının kurtuluş derecesi, genel
kurtuluşun ölçüsüdür."
Bu nedenledir ki kadınlar kurtuluş mücadelesinde
önemli bir yere sahiptir. Örneğin Sovyetler Birliği
bunun en açık göstergesidir. 1917 Sovyet devrimi,
kadın işçi hareketini o güne değin görülmemiş
bir yükselişe ulaştırdı. Bu devrim her açıdan
kadınlara büyük kazanımlar getirmiştir. Özellikle
politik, ekonomik ve kadın-erkek arasındaki tam
eşitliğin gerçekleşmesi yolunda atılmış ilk büyük
adımdır.
Sovyet devriminin kadınlara neler getirdiğini
şöyle bir hatırlayacak olursak, devrimden 6 hafta
sonra kilise evliliğinin, dini nikahın yerini
medeni nikah aldı ve bir yıl sonra eşlere eşit
haklar veren, meşru ve gayrı meşru çocuklar arasındaki
ayrımı kaldıran bir evlilik yasası çıkarıldı.
Kürtaj hakkı yasallaştı, kürtaj sonrası on günlük
tatilin yasallaşması, evliğin iki cins arasındaki
tek meşru birliktelik biçimi olmaktan çıkarılması
ve bütün doğum evlerinin anne ve çocuk bakımının
parasız yapıldığı merkezlere dönüştürülmesi gerçekleşti.
Hamile kadının nikahlı olsun ya da olmasın doğum
öncesi ve sonrası sağlığı ve bakımı Sovyet devletinin
sorumluluğuna alındı.
Kolektif yurtlar, çocuk kreşleri, aşevleri ve
çamaşırhaneler kuruldu. Kadınlar artık toplumsal
üretime katılırken, ev emeğinin kadınlar için
bir yük olmaktan çıkıp toplumsallaşarak kadının
o boğucu ev ortamından kopmasını sağladı. Burada
sadece kadının kurtuluşundan bahsedemeyiz. Aslında
tam da burada kadınla birlikte toplumun kurtuluşu
söz konusudur.
Tabiî ki kadınların kurtuluşu ya da gerçek eşitliğe
kavuşmaları tek başına yasalarla sağlanamazdı.
Lenin bunu şöyle açıklıyor: " Kadını kurtaran
bütün yasalara rağmen, o, kendisini ezen, boğan,
aptallaştıran, küçülten, onu mutfağa ve çocuk
bakımına zincirleyen küçük ve basit ev işleri
yüzünden bir ev kölesi olmaya devam ediyor… kadının
gerçek kurtuluşuna, gerçek komünizme, sadece bu
küçük ve basit ev işlerine karşı topyekün bir
mücadelenin başladığı yerde ve zamanda ya da bu
işler geniş ölçekli sosyalist ekonominin parçaları
haline geldiğinde ulaşacaktır."
Ayrıca devrimden hemen sonra bütün sorunların
çözüleceği de bir yanılsamadır; elbette devrimin
ilk günü kadınların üzerindeki baskıların bütün
biçimleri yok olmayacaktır. Ama devrim yeni bir
sosyalist insan tipinin yaratırken aynı zamanda
kadınlar üzerindeki baskıları da bütünüyle kaldıracaktır.
Bize göre kadın sorunu demokratik bir sorundur.
Dolayısıyla bugünden verilecek demokratik mücadele
asıl hedefimize kopmaz bir biçimde sıkı sıkıya
bağlıdır. Kadın sorunu, yönü sosyalizme dönük
olan, demokratik ve sosyalist görevleri iç içe
ele alan anti-emperyalist, anti-oligarşik demokratik
halk devrimi programının önemli bir parçasıdır.
Bu perspektifle yaklaşan Devrimci Sosyalist Hareket
kadın sorununu bugünden gündemine alır, buna göre
politik, örgütsel, ve pratik çalışmalar yürüterek
yaşama müdahale etmeye çalışır.
Emekçi Kadınların Mücadele Günü 8 Mart
8 Mar'tın doğuşu; Emekçi kadınların tarihteki
direniş ve sınıf mücadelesine dayanır. Üretimde
makineleşmenin ve teknolojik gelişmelerin hızla
ilerlediği ve daha çok kadın ve çocuk emeğinin
sanayide istihdam edildiği 19. yüzyılda kadın
işçiler 8 saatlik iş günü, eşit işe eşit ücret
ve örgütlenme hakkı talepleri için sık sık eylem
yapıyorlardı.
8 Mart 1857'de Amerikanın New York kentinde 4000
dokuma işçisi kadın 16 saatlik iş günü süresinin
8 saate indirilmesi için greve giderler, fabrikayı
işgal edip polisle çatışırlar. Bunun sonucunda
yüzlerce kadın işçi katledilir. Bu kez 8 Mart
1908'de Chicago'da emekçi kadınlar 8 saatlik iş
günü, çocuk emeğinin sömürüsünün engellenmesi
ve oy hakkı talepleriyle sokağa çıkarlar. Bu talepler
o güne değin en ileri talepleridir. İnsanca çalışma
koşulları isteyen emekçi kadınların bu eylemine
polis ateş açarak cevap verir ve 140 kadın emekçi
öldürülür.
1910 yılında Danimarka'nın Kopenhag kentinde toplanan
2. Uluslararası Sosyalist Kadın Konferansı'nda
Clara Zetkin'in önerisiyle 8 Mart "Dünya
Emekçi Kadınlar Günü" olarak ilan edildi.
O tarihten bu yana 8 Mart dünyanın her yerinde
emekçi kadınlar tarafından mücadele ve kavga günü
olarak kutlanır.
Feminizm ve Kadın
80 sonrası dünyada ve ülkemizde emperyalist-kapitalist
sistemin kendini yeniden yapılandırmasıyla birlikte
reel sosyalizmin çöküşünün olumsuz yansımaları
ülkemizde sınıftan kopuş, burjuva ve feminist
akımların boy göstermeye başladığı dönemdir. Sınıf
mücadelesinin dibe vurduğu, her türlü devrimci
değerlerin ayaklar altına alınıp çiğnendiği, topluma
derin bir korkunun hakim kılındığı bu dönemde
apolitik, yalnızca kendini düşünen, bireyci, toplumsal
sorunlara duyarsız bir ortam yaratılmış oldu.
Her türlü küçük-burjuva ve burjuva ideolojisinin
bin bir biçimiyle kendini gösterdiği bu ortamda
feministlerin olmaması elbette mümkün değildi!
Sihirli bir değnekle dokunulmuş gibi, ortalığı
"kadın" sorununu irdeleyen filmler,
burjuva feminist yazarların kitapları, çeşitli
feminist dergiler ve çevreler sarıverdi. Filimler
de ve yazınsal eserlerde ele alınan kadınların
daha çok yalnız, bunalımlı burjuva ya da küçük-burjuva
tipler olmasıyla feminizmin kadın sorununu nasıl
ele aldığına işaret ediyordu. Kuşkusuz ne o dönemde
ne de bu gün yekpare bir feminist hareketten söz
edilemez. Feminist hareket, sosyalist feministlerden,
burjuva feminizmine kadar geniş bir yelpazeyi
kapsıyor. Fakat kendine sosyalist feminist diyenler
de dahil olmak üzere hepsinin ortak yanı kadın
sorununda temel çelişkinin sınıfsal olduğunu görmemeleri
ya da görmek istememeleridir.
Marksizm kadın sorununu, iş bölümüyle ve toplumun
sınıflara ayrılmasıyla ve özel mülkiyetle birlikte
ortaya çıkmış ve ancak bunların tamamen ortadan
kalkmasıyla birlikte yok olacak bir sorun olarak
görür. Feminist akım ise kadının ezilmesini, erkeğin
doğasından kaynaklanan sınıflar üstü bir sorun
olarak ele alır.
Kadın sorununu kadınlarla erkekler arasındaki
bir çatışmaya indirgeyen feministler, sorunu yanlış
tahlil ettikleri için çözümü de doğru yerde aramazlar.
Dolayısıyla, diyalektik ve materyalist bakış açısından
yoksun olan bu küçük-burjuva kavrayış, kadının
kurtuluş mücadelesini sınıflardan bağımsız alarak
yürütülecek tümüyle düzen içi bir mücadeleye indirger.
Küçük-burjuva feminizminin temel sorunu erkeklerle
hukuksal eşitlik sağlanması sorunuyken, işçi kadının
sorunu bunun çok ötesine taşar. Birinciler, sorunu
mülkiyet, kariyer, statü gibi konularda eşitsizlikte
görürler ve kadın sorunun eğitimle, toplumsal
ilerlemeyle, hukuksal düzenlemelerle, kapitalist
sistem aşılmadan da çözülebileceğini savunurlar.
Oysa işçi sınıfı açısından kadın sorununun çözümü,
burjuva hukuksal eşitlikle, eğitimle vb. sağlanamaz.
Kapitalizm, aşağılanan, ezilen, ayrımcılığa tabi
tutulan emekçi kadının yükünü, ücret köleliğiyle
iki katına çıkaran bir sömürü sistemidir. İşte
bu nedenle onun için özgürlük sorunu, sınıfsal
doğası gereği, bireysel değil toplumsal bir devrim
sorunudur. Bunu gerçekleştirmek içinde işçi sınıfının
kadını kapitalist sömürüye karşı sınıfının erkekleriyle
omuz omuza vereceği bir mücadele yürütmek zorundadır.
8 Mart Kutlamaları
Burjuvazi uzun yıllardır 8 Mart'ın içini boşaltıp
onu "Dünya Emekçi Kadınlar Günü"nden
"Dünya Kadınlar Günü"ne dönüştürmeye
çalışıyor. Feminist akımlar da buna elerinden
gelen katkıyı sunuyorlar. Oysa 8 Martlar kadın
işçilerin ve emekçilerin kapitalist düzene karşı
mücadele günüdür ve bu içeriğine uygun olarak
kutlanmalıdır. Her 8 Mart'ta yaşanan tartışmalar
ve alınan politik tutumlar, kadın sorununa kimin
nereden baktığını da çok net biçimde ortaya koyar.
Ancak biz, kadın sorununu bir sistem sorunu, erkek
egemenliğinin yeniden-üreticisi ve sürdürücüsü
olan kapitalist sistemin yıkılması sorunu olarak
ele alıyorsak (ki Marksistlere göre bu böyledir)
tek devrimci bakış açısı "bu sisteme karşı
kadınların mücadelesinin erkeklerle birlikte verilmesi
gerektiğini düşünmek"tir.
Bizler düzenlenen etkinliklerin organizasyonunda
(güvenlik dahil) asıl inisiyatifin emekçi kadınlarda
olması ve mitinglerde emekçi kadın kortejlerine
özel bir öncelik verilmesi gerektiği düşüncesine
tümüyle olumlu yaklaşırız. Ancak mitinglere ve
kapalı alan etkinliklerine erkeklerin hiçbir şekilde
alınmamasını savunmak tümüyle sınıfı bölücü bir
küçük-burjuva feminist bakış açısının ürünüdür.
Öncelik emekçi kadınlarda olmak üzere ve organizasyon
komitesinin uyulmasını istediği disiplini bozmamak
koşuluyla bu etkinliklere karma kortejler ve erkeklerde
katılmalıdırlar.
Sonuç olarak devrimci sosyalizm, devrimci kadın
hareketinin kaynağının yine emekçi mahalleleri
ve emekçi kadınlar olduğu görüşündedir ve 8 Mart'a
bakışı da, genel olarak kadın sorununa bakışı
da bu temele dayanmaktadır.
|