Artık her şey birbirine karıştı; mevsimler bile!
Kapitalist paragözlüğün yarattığı çevre dengesizliğinin
daha “iyi” günlerindeyiz belki ama yine de doğru
dürüst bir kış yaşamadan bahara giriyoruz.
Mart ayındayız. Doğal iklim ne kadar karışık ve
dengeden uzaksa, politik iklim de aynı ölçüde
dengesiz. Bir yandan Ortadoğu kapsamında, diğer
yandan da Türkiye oligarşisinin iç ilişkileri
bağlamında ortalık toz duman.
Afganistan’da artık neredeyse iktidarı Taliban’la
paylaşan ABD, diğer yanda Irak’a yeni ordu birlikleri
aktarıyor; şimdi de Bağdat’ta daha birkaç ay önce
Saddam asılırken şenlik yapan Şii muhalefetine
saldırıyor. Dergimiz basıma gönderilirken Mukteda
El Sadr’ın İran’a kaçtığı söylentileri basında
yer alıyordu.
Ama bütün bunlar Irak’ta işgalci Amerika’nın elini
rahatlatmıyor. Mezhepsel çatışmaların özellikle
Saddam’ın idamından sonra yoğunlaştığı söylenebilir
belki ama yine de Amerikan karşıtı direniş sona
ermiş değil, kargo uçakları Bağdat’tan Washington’a
çok yıldızlı tabutlar taşımaya devam ediyor.
İran konusundaki satranç oyunu ise devam ediyor.
Bir gün tansiyon düşer gibi oluyor ama hemen ertesi
gün bir medya tekeli ABD’nin işgal planlarını
ya da İran nükleer tesislerinin yerlerini açıklıyor
ve yine ortalık karışıyor. Rice’ın yeni Ortadoğu
düzeni için İran ve diğer pürüz yaratan güçlerin
bölgeden temizlenmesi ya da ehlileştirilmesi gerekiyor.
Ehlileştirme kuşkusuz daha az masraflı, daha az
zahmetli bir iş, bütün gizli hazırlıklara karşın
İran’a doğrudan bir işgal seferi düzenlemek ABD
açısından pek kolay görünmüyor. ABD, şimdilik
İran’daki iç karışıklıklara oynama, nükleer tesisler
konusundaki gerginliği tırmandırarak tehdit ve
şantajı artırma ve bu arada politik/askeri hazırlıkları
sürdürme gibi çok yönlü bir sıkıştırma siyasetini
izlemeye devam ediyor. Tabii bu hazırlıkların
bir bölümü de Türkiye ile ilgili. ABD ile Türkiye
oligarşisinin İncirlik Üssü’nün İran’a karşı aktif
kullanılması için anlaştıkları geçenlerde yabancı
basında yazıldı ve yalanlandı ama bu arada İncirlik’in
zaten özel anlaşmalar ve pazarlıklar gerektirmeyen
bir Amerikan üssü olduğu kitlelerin gözünden gizleniyor.
Ayrıca, birkaç aylık zaman diliminde Başbakan’dan
Genelkurmay Başkanı’na dek herkesin Washington’a
gidip gidip gelmesi, Siyonist İsrail Başbakanı
Olmert’in Ankara ziyareti bütün dünyanın dikkatini
çekiyor. Her ziyaret için bir gerekçe bulunuyor
tabii; özellikle ABD ile yapılan her görüşmenin
ardından yapılan tüm açıklamalar PKK konusuyla
başlayıp onunla bitiyor. Böylece, tekel medyasının
da katkısıyla bütün diğer gizli görüşmelerin,
pazarlıkların üstü Kürt meselesiyle örtülüyor.
Öte yandan Filistin’deki iç çatışma şimdilik durulmuş
gibi görünüyor ama ABD-İsrail ikilisi işin içinde
oldukça tamamen sona ermesi çok mümkün değildir;
daha doğrusu artık bu çatışma ancak -son zamanlarda
olduğu gibi- halkın iradesiyle açıkça çeliştiği
ve halk sürece müdahale ettiği noktada durdurabiliyor.
Dolayısıyla, Filistin halkı ve devrimci örgütlerinin
uzun yıllardır sahip olduğu mücadele deneyimi
ve siyasi birikim, şimdilik sürecin tek garantisi
gibi duruyor.
***
Mart ayındayız ve Türkiye’de de egemen güçlerin
gündemi karmakarışık. Özellikle cumhurbaşkanlığı
seçimleri yaklaştıkça, bütün güçler ardı arkasına
hamleler yapıyorlar, herkes kozlarını oynuyor
ve yeni kozlarını hazırlıyor. Zaman sıkıştıkça
“her an her şey olabilir” cümlesiyle ifade edilebilecek
bir gerginlik politikası etkinliğini artırıyor.
Gerçekten de, emekçi kitlelerin zihnini allak
bullak ederek onları yanlış saflaşmalarda yanlış
bayraklar altında karşı karşıya getirecek gelişmeler
önümüzdeki süreçte artacak gibi görünüyor. Cinayetlerden
provokasyonlara, kaset savaşlarından açık ve gizli
tehditlere, karşı tehditlere dek her şey önümüzdeki
günlerde mümkün.
Bir yanda mevcut hükümeti yıpratmaya çalışan ama
onun karşısına ciddi bir alternatif çıkaramayan
güçler, diğer yanda bu hükümet devam etsin ama
biraz burunları sürtülsün isteyen büyük patronlar,
öte yanda da aslında bütün bu şovenist gösterilerden
ve yıpratma operasyonlarından sanıldığı kadar
çok etkilenmeyen ama tedirgin olan AKP hükümeti…
Bütün bunlar devlet konusunda daha önce yazdıklarımızı
tekrarlamayı gerektiriyor. “Devletin egemen sınıfların
baskı aracı” olduğu yolundaki Marksist tez, mutlaka
devletin yekpare bütünlüğünü gerektirmiyor. Yani
bu ilişki tekelci patronların orduyu ve tüm devlet
kurumlarını basit emirnamelerle yönettiği anlamına
gelmiyor; süreç her zaman daha karmaşık bir yoldan
ilerliyor. Nihai olarak emperyalizmin ve işbirlikçi
tekelci burjuvazinin temel çıkarlarına aykırı
bir gelişme yaşanmıyor; bütün bu çıkarlar sözgelimi
ordunun da temel çıkarları ama öte yandan Büyükanıt’ın
yerleşik kurallara hiç uymayan bir biçimde saatler
süren basın toplantıları yapması, arada TÜSİAD
dahil bütün diğer kanatlara yüklenmesi de görülebiliyor.
Son yıllarda örnekleri görüldüğü gibi bunlar,
tekelci patronların kendi kulübünde de yaşanabilen
çatışmalardır ve bir zamanlar evinde kodamanlar
toplantısı yapılan Karamehmet’lerin düştüğü durum
bunun tipik bir örneğidir.
Denilebilir ki, bu, aslında içinde çeşitli çıkarların
çatıştığı, zaman zaman kaptan köşkünde küçük çaplı
fırtınaların koptuğu ama esas rotası asla değişmeyen
bir gemi gibidir. Ülkesini “pazarlamakla yükümlü”
bir başbakan, Amerikalı “meslektaşlarıyla” ne
konuştuğu asla bilinmeyen ve sorulamayan bir Genelkurmay
Başkanı, göbeklerinden emperyalizme bağlı büyük
patronlar ve son zamanlarda TÜSİAD’daki yerini
de sağlamlaştıran medya tekeli… Sonuçta taraflar,
durum ne olursa olsun aynı gemide olduklarını
da unutmamaktadırlar. Ve bu rota, tartışmasız
biçimde emperyalizme uşaklık, halkın soyulması
ve şovenizm üzerinde sabitlenmiştir. Herkes inisiyatif
almak istiyor, herkes bir adım öne geçmek istiyor
ama halkın inisiyatif alıp öne geçmesi bütün taraflar
için tam bir kabustur!
Başta da dediğimiz gibi, “her an her şey olabilir”
durumu, önümüzdeki bir-iki ayı kesinlikle belirleyecektir.
Gerçekten de her türlü provokasyon ve karışıklığın
mümkün olduğu bir dönemdeyiz. Devletin en “sorumsuz”
gibi görünen ama aslında en kilit noktası olan
Cumhurbaşkanlığı makamı, bütün bu kördöğüşünün
büyük olasılıkla eksenini oluşturacaktır. Sağda
solda dolaşan askeri darbe söylentileri belki
spekülatiftir ama süreci tehdit yoluyla iyice
sıkıştırmak için kullanılmaktadır.
Ve tabii bu tartışmanın aslında traji-komik bir
yanı da var; örneğin Tayyip’in cumhurbaşkanlığı
makamına yakışmayacağını bağıra çağıra söyleyenler,
hatta bu konuda tehlike çanları çalanlar, şu ana
kadar bunun neden böyle olduğunu da ortaya koyabilmiş
değillerdir. Şimdiye kadarkiler neden bu makama
layıktı da Tayyip değil, bilinmiyor. Kanlı bir
cunta generali Kenan Evren, beşikten mezara kadar
başımızda taş olan ABD yetiştirmesi Süleyman Demirel,
cunta artığı, IMF memuru ve nakşıbendi müridi
Turgut Özal… Liste böyle uzayıp gidiyor… Ya daha
öncekiler? “Amerika ne istiyorsa vereceğiz, ne
diyorsa yapacağız” diyerek Anadolu’nun emekçilerini
Kore dağlarında kırdıran Celal Bayar örneğin…
Hepsi de Deniz Gezmiş’in “ruh gibi arkadaşı” olmakla
öğünen CHP kodamanları örneğin 5 Mayıs 1972 akşamı
üç devrimcinin idam kararlarını imzalayan Cevdet
Sunay’a ne derler? Tayyip’in bu listedekilerden
ne eksiği var?
Dolayısıyla ortada bir “layık olup olmama” tartışması
yok aslında, egemen güçlerin çeşitli kanatları
süreçte inisiyatif almak istiyor, hepsi o kadar.
Yoksa herhangi bir işbirlikçi pekala Çankaya köşküne
oturabilir ve geçmişteki bazı örneklerde görüldüğü
gibi, bu görev aşırı bir zeka da gerektirmemektedir.
Bütün bu kapışmaların Türkiye’nin “kırmızı çizgi”lerinden
çıktığı iddiası da -yeri gemliyken söyleyelim-
gerçeği yansıtmamaktadır. Ne Güney Kürdistan’daki
durum ne Kerkük meselesi ne de Kıbrıs böyle çizgilerin
konusu değildir. İşbirlikçilerin “kırmızı çizgi”si
de olmaz ayrıca; olsa olsa kaprisleri olur, rica-minnetleri
olur, ikna edilmeye açık sürtüşmeleri olur. Önümüzdeki
süreçte görüleceği gibi, kim ne aykırılık ederse
etsin Güney’deki statü Türkiye tarafından ıkına
sıkına da olsa kabul edilecektir. Mesele Güney’deki
statünün nasl şekilleneceği, ABD’ye güvenerek
yola çıkanların nasıl bir tabloyla karşılayacaklarıdır;
Türkiye’nin buna karşı ne yapacağı değil.
Kerkük ise Türkiye burnunu sokmadıkça, oralara
sabotajcı ekiplerini göndermedikçe kendi seyrinde
çözüme bağlanacak bir meseledir. Türkmen gerçeğini
de gözeten bir çözümü bulmak Kürtlerin yapabileceği
bir iştir ve bu kuşkusuz mümkündür. Dolayısıyla
ikide birde “kırmızı çizgi” denilen şey, esasen
tümüyle provokatif bir çizgidir; yoksa Türkiye’nin
onay vermemesinin belirleyici olduğu bir durum
söz konusu değildir.
Sonuç olarak emekçilerin cumhurbaşkanlığı meselesinden
seçimlere dek uzanan bu sürece gözünü dikmesi
ve yanlış bayraklar altında yanlış bir saflaşmada
dövüşmesi gerekmiyor. Buna karşın emperyalizm
ve işbirlikçileri ile emekçi halklar arasındaki
saflaşma gerçek bir saflaşmadır ve uğruna savaşmaya
değecek gerçek bayrak da bu cephenin halk tarafında
bulunmaktadır.
***
O bayrak, bu topraklarda yeni bir olgu da değildir.
Mart ayı bu bakımdan coğrafyamızın en önemli ayıdır.
30 Mart 1972 Kızıldere ve 21 Mart Newroz… Mahir
ve Demirci Kawa… Her ikisi de coğrafyamızın en
simgesel kişilikleridir.
Biri, Türkiye devrimci hareketinin milat noktasıdır.
İkincisi, Kürt halkının muazzam isyan potansiyelinin
sönmeyen ateşi…
Türkiye son yıllarda, gerçek bir devrimci/anti-emperyalist
alternatifin güçlü çıkışlar yapamadığı bir yalan
rüzgarının etkisi altında yaşıyor. Anti-emperyalizm
sorunu, bilinçli ve bilinçsiz olarak o kadar akla
ve gerçeğe aykırı bir noktaya taşınıyor ki, sonuçta
milyonlarca insanın zihni allak bullak oluyor.
Birileri, örneğin neoliberallerin en çok tanınan
isimleri satır aralarında orduyu “anti-emperyalist”(!)
olmakla suçluyor; başka birileri ise onları “işbirlikçi”likle
suçluyor. Birileri kuru sıkı tabancalar üzerine
el basıp memleketi kurtarma yeminleri ediyor,
başkaları burnunun dibindeki Amerikan üslerini
görmeyip uzaklara, Erbil ve Süleymaniye’ye bakıyor,
Amerika’yı oralarda keşfediyor, daha başkaları
ise Kürt ve Ermeni düşmanlığını allayıp pullayıp
bize emperyalizme karşı mücadele diye yutturmaya
çalışıyor... Ortalık karmakarışık ediliyor.
Bütün bunlar küçük grupların ya da birkaç faşist
çetenin uydurmaları gibi görünebilir belki ama
öte yandan aslında emekçilerin de zihni bulanıktır.
Emperyalizme karşı ya da en azından Amerikan-İsrail
karşıtı duygular içinde olan milyonlarca insan
ne düşüneceğini bilemiyor, çoğu kez de şovenist
rüzgarlar tarafından etkileniyor, şarlatanların
peşinden sürükleniyor.
Oysa bu topraklar, çok sağlam ve son derece tutarlı
bir anti-emperyalist mücadele geleneğine sahiptir.
30 Mart 1972 Kızıldere, bu geleneğin milat noktası
gibidir. 1960’lı yıllar içinde filizlenen Türkiye
devrimci hareketi, 1970’lerin başında kendisini
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi’nde somutlamış ve
emperyalizme/işbirlikçilerine karşı tarihin en
güçlü vuruşlarını gerçekleştirmiştir. Şarlatanlık,
boş laf ve şovenist zehirden uzak, bizzat kendi
hayatlarını ortaya koyarak mücadeleye atılan bu
öncüler, özgür bir ülke ve insanca yaşam arzusunun
gerçek temsilcileri olmuşlardır. Mahir Çayan ve
yoldaşları, daha en baştan itibaren açıkça ve
tereddütsüz olarak Amerikan emperyalizmi ve işbirlikçilerini
hedef almışlar, üstelik bunu devrimci savaşın
etik ilkelerine de uygun yürütmüşlerdir. Onların
eylemleri sırasında halk düşmanı ya da işbirlikçi
olmayan tek bir kişinin bile burnu kanamamıştır.
Amerikan tesislerine ve ajanlık kurumlarına yönelik
eylemleri sonradan Siyonist İsrail’e de yönelmiş
ve sonunda Ünye Radar Üssü’nde yuvalanarak casusluk
yapan İngiliz askerlerine dek uzanmıştır.
Ayrıca Kızıldere, devrimci dayanışma ve yoldaşlığın
da en yüksek örneklerinden biridir. İdam sehpasının
altında bekleyen arkadaşları için kendi canlarını
ortaya koyan bu öncüler, bütün dünyaya olağanüstü
bir ahlaki ders vermişlerdir. Bütün bunlar, bizzat
CIA ve emperyalizm tarafından örgütlenmiş olan
faşist çetelerin, devrimci öldürmekten başka bir
görevi olmayan kontra haydutların aklının köşesinden
bile geçemeyecek şeylerdir.
***
Öte yanda, zalim Dehak’ın sarayını yerle bir eden
Demirci Kawa’nın çekici ise bu coğrafyadaki bir
başka mücadele ve direniş damarını temsil eder.
Kürt ulusu, yüzlerce yıldır onun yaktığı özgürlük
ateşi ile aydınlanmış ve umutlarını canlı tutmuştur.
Her 21 Mart’ta dağlarda ve ovalarda, meydanlarda
yanan Newroz ateşleri Ortadoğu’da varlığına ve
kimliğine sahip çıkan bir halkın isyan çığlığı
gibidir.
Dünyada bu kadar parçalanmış, bu kadar baskı altında
tutulmuş olduğu halde bu kadar uzun süre ulusal
kimliğini koruyarak geliştirmiş bir başka halk
yoktur. Gericilerin, faşistlerin uydurduğu bütün
o saçma sapan hikayelerin aksine, Kürtler, Güneyiyle,
Kuzeyiyle, Doğusuyla bir toprak parçasına aittirler
ve kim ne kadar reddederse reddetsin, bir ulus
olarak ciddi bir özgürlük ve bağımsızlık tutkusuna
sahiptirler. Bu, tarihçilerin, akademisyenlerin
değil, halkın bizzat kendisinin karar verebileceği
ve verdiği bir gerçekliktir. Bütün laf yığınları
bir yana, her 21 Mart’ta özgürlük için alanları
dolduran ve iradesini ortaya koyan Kürt halkının
bizzat kendisi bu konuda zaten kararını çoktan,
ta Kawa’yla birlikte vermiştir.
Devrimcilerin, sosyalistlerin bu konudaki tavrı
ise bellidir. Gericiler ya da utangaç sosyal-şovenler
ne derse desin, ulusların kendi kaderlerini tayin
etme hakkı, vazgeçilemez bir ilke olarak geçerlidir.
Estirilen şovenist rüzgarlar da, bütün imha ve
inkâr politikaları da bu gerçeği değiştirmez.
Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’nın pratikteki
anlamı ise Kürt halkının kendi iradesinin tereddütsüz
biçimde tanınmasıdır. Kürt halkı nasıl ve hangi
koşullar altında yaşamak istiyorsa ona saygı göstermek,
onun örgütlenme hakkının savunucusu olmak doğru
devrimci tavrın vazgeçilemez unsurlarıdır. Yarın
geleceğin komünist dünya kardeşliğini kurmak isteyenler,
bugün şovenizmin hiçbir türüne taviz veremezler
ve en zor, en sıkıntılı durumlarda bile ilkelerinden
vazgeçmezler.
Dolayısıyla, sahte bayramlar icat ederek “yumurta
tokuşturma” gösterileri yapan gericiler ne derse
desin devrimci sosyalistler bu Newroz’da da alanlarda
yerlerini alacaklardır.
***
Kızıldere ve Newroz...
Mahir ve Kawa...
Aralarında yüzlerce yıllık bir zaman dilimi de
olsa, tarihsel mücadele çizgisi bu iki direniş
simgesini bir araya getiriyor. Zulme karşı mücadele,
coğrafyamızda iki koldan gelen iki ırmak gibi
birleşiyor, iç içe geçip kaynaşıyor, Mahir denildiğinde
Kawa’yı unutmak, Kawa’nın ateşini körüklerken
Mahir’i anımsamamak mümkün değil.
Varsın zalimler, emperyalist haydutlar, işbirlikçi
sömürücüler kendi aralarında tepişip dursunlar;
varsın resmi ve gayrı-resmi cinayet şebekelerini
üzerimize salsınlar; bu iki ırmak, bu iki ateş
topu, halkların büyük yürüyüşünün en ön safında
yolumuzu aydınlatmaya devam edecek.
Elbette Rice’ın olduğu kadar bizim de bir “Büyük
Ortadoğu” Projemiz var! Halkların, eşit, özgür,
kardeşçe yaşadığı, büyük bir Ortadoğu, Kawa’dan,
Mazlum’dan, Mahir’den, Abu Ali Mustafa’lardan
akıp gelen büyük bir yürüyüşün eseri olacaktır.
Emperyalizme ve Sömürgeciliğe Karşı Mahir ve Demirci
Kawa’nın Yolunda İleri!
“Devrimcinin
görevi devrim için çarpışmaktır, hem de tüm
olanakları ile. Büyük ustaların sık sık belirttikleri
gibi “Devrim için savaşmayana devrimci denemez”.
Bu nedenle devrimci kendini devrime hazırlamalı,
yeteneklerini geliştirmeli uzmanlaşmalıdır,
bu da teorik ve pratik çalışma içinde eğitilmekle
olur. Yani devrimci teorik eğitim ve bunu
pratikle birleştirmek. Amaç ele geçen her
türlü kitabın okunması ya da entellektüel
bilgi edinilmesi değil, belirli bir sıra içinde
eğitim yapmak , belirli bir düşmanla savaşmak
için, iyi biçimde öğrenim yapmak olmalıdır.
Amaç devrimci hareket içinde yer alacak kadroların
yetişmesini sağlamaktır. Her militanın insiyatifini
kullanarak, yenilgi ve başarı alanlarında
dürüst kararlar vererek, doğru taktikler ışığında
savaşması, genel olarak devrimci teoriyi kavramasına
ve bu teoriyi yaratıcı düşünce ile pratiğe
uygulamasına bağlıdır. Devrimci hareketin
bir öğrencisinin sağlam eğitimden geçmesi,
birbirine bağlı olan ve birbirini bütünleyen
iki yolun gerçekleşmesine bağlıdır. Soyut
teoriyi öğretmek, kafalara alabildiğince kuru
söz sokabilmek, işçi hareketleri tarihini
kavratabilmek, dünya devrimci hareketi tarihini
belletmek, kısacası genel olarak Marksizm-Leninizm’i
ve dünya pratiğini kavratmak. Kendi ülkesinin
devrimci hareketinin pratik çalışmasında yeralmasını
sağlamak kendi ülkesi koşullarına uyması sonucu,
Marksist-Leninist, doğru çizgiyi kavratmak
bu savaşın pratiğini vermesini sağlamaktır.
Görülüyorki kadrolaşma hareketinde, kişinin
teorik formasyonu çok önemli rol oynamaktadır.
Kadronun, yığınların önderi olarak doğru çizgide
eylem yapması, bağımsız örgütçü olarak çalışması,
bu niteliğine sıkı sıkıya bağlıdır. Eğitimin
temel yükünün, bireylerin omuzunda olması
kaçınılmazdır.
Öğretmenin, öğrenme için etkin bireysel çalışmanın
devrimci bir görev olduğu unutulmamalıdır.
Devrimciliğin statik, mekanik bir iş, genel
anlamıyla bir meslek değil, bir ruh, bir çoşku,
bir yurtseverlik duygusu olduğu çıkmayacak
bir biçimde kafamıza kazınmalı. Eğitimin bu
ruhun, bu çoşkunun bir gereği olarak birinci
görev olduğu, benlikte biçimlenmeli. Ancak
o zaman devrimci eğitimin, temelini oluşturan
bilimsel çalışmalar aksatılmadan yürütülebilir.
Ancak o zaman kağıt üzerindeki devrimci eğitim,
üzerine aldığımız kararlar, bürokratik kararlar
olmaktan çıkar, somut günlük eğitim biçimine
döner. “Yürüyen devrim arabasına ben de omuz
vereyim, benim de payım olsun bu işte” biçimdeki
tutum tümü ile mekanik bir tutumdur. Bu tutum
kişiyi edilgenliğe iter. Zor anlarda ise dönekliğe
götürür. Sorun arabanın itilme eylemine katılma
durumu değil, sorun tüm olanakların seferberliği
ve devrim için sorumluluk yüklenebilme sorunudur...”
MAHİR
ÇAYAN
KÜLTÜR SORUNU ÜZERİNE
|
|