Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

49. Sayı - Mart 2007

Artık her şey birbirine karıştı; mevsimler bile! Kapitalist paragözlüğün yarattığı çevre dengesizliğinin daha “iyi” günlerindeyiz belki ama yine de doğru dürüst bir kış yaşamadan bahara giriyoruz.
Mart ayındayız. Doğal iklim ne kadar karışık ve dengeden uzaksa, politik iklim de aynı ölçüde dengesiz. Bir yandan Ortadoğu kapsamında, diğer yandan da Türkiye oligarşisinin iç ilişkileri bağlamında ortalık toz duman.
Afganistan’da artık neredeyse iktidarı Taliban’la paylaşan ABD, diğer yanda Irak’a yeni ordu birlikleri aktarıyor; şimdi de Bağdat’ta daha birkaç ay önce Saddam asılırken şenlik yapan Şii muhalefetine saldırıyor. Dergimiz basıma gönderilirken Mukteda El Sadr’ın İran’a kaçtığı söylentileri basında yer alıyordu.
Ama bütün bunlar Irak’ta işgalci Amerika’nın elini rahatlatmıyor. Mezhepsel çatışmaların özellikle Saddam’ın idamından sonra yoğunlaştığı söylenebilir belki ama yine de Amerikan karşıtı direniş sona ermiş değil, kargo uçakları Bağdat’tan Washington’a çok yıldızlı tabutlar taşımaya devam ediyor.
İran konusundaki satranç oyunu ise devam ediyor. Bir gün tansiyon düşer gibi oluyor ama hemen ertesi gün bir medya tekeli ABD’nin işgal planlarını ya da İran nükleer tesislerinin yerlerini açıklıyor ve yine ortalık karışıyor. Rice’ın yeni Ortadoğu düzeni için İran ve diğer pürüz yaratan güçlerin bölgeden temizlenmesi ya da ehlileştirilmesi gerekiyor. Ehlileştirme kuşkusuz daha az masraflı, daha az zahmetli bir iş, bütün gizli hazırlıklara karşın İran’a doğrudan bir işgal seferi düzenlemek ABD açısından pek kolay görünmüyor. ABD, şimdilik İran’daki iç karışıklıklara oynama, nükleer tesisler konusundaki gerginliği tırmandırarak tehdit ve şantajı artırma ve bu arada politik/askeri hazırlıkları sürdürme gibi çok yönlü bir sıkıştırma siyasetini izlemeye devam ediyor. Tabii bu hazırlıkların bir bölümü de Türkiye ile ilgili. ABD ile Türkiye oligarşisinin İncirlik Üssü’nün İran’a karşı aktif kullanılması için anlaştıkları geçenlerde yabancı basında yazıldı ve yalanlandı ama bu arada İncirlik’in zaten özel anlaşmalar ve pazarlıklar gerektirmeyen bir Amerikan üssü olduğu kitlelerin gözünden gizleniyor. Ayrıca, birkaç aylık zaman diliminde Başbakan’dan Genelkurmay Başkanı’na dek herkesin Washington’a gidip gidip gelmesi, Siyonist İsrail Başbakanı Olmert’in Ankara ziyareti bütün dünyanın dikkatini çekiyor. Her ziyaret için bir gerekçe bulunuyor tabii; özellikle ABD ile yapılan her görüşmenin ardından yapılan tüm açıklamalar PKK konusuyla başlayıp onunla bitiyor. Böylece, tekel medyasının da katkısıyla bütün diğer gizli görüşmelerin, pazarlıkların üstü Kürt meselesiyle örtülüyor.
Öte yandan Filistin’deki iç çatışma şimdilik durulmuş gibi görünüyor ama ABD-İsrail ikilisi işin içinde oldukça tamamen sona ermesi çok mümkün değildir; daha doğrusu artık bu çatışma ancak -son zamanlarda olduğu gibi- halkın iradesiyle açıkça çeliştiği ve halk sürece müdahale ettiği noktada durdurabiliyor. Dolayısıyla, Filistin halkı ve devrimci örgütlerinin uzun yıllardır sahip olduğu mücadele deneyimi ve siyasi birikim, şimdilik sürecin tek garantisi gibi duruyor.

***
Mart ayındayız ve Türkiye’de de egemen güçlerin gündemi karmakarışık. Özellikle cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça, bütün güçler ardı arkasına hamleler yapıyorlar, herkes kozlarını oynuyor ve yeni kozlarını hazırlıyor. Zaman sıkıştıkça “her an her şey olabilir” cümlesiyle ifade edilebilecek bir gerginlik politikası etkinliğini artırıyor. Gerçekten de, emekçi kitlelerin zihnini allak bullak ederek onları yanlış saflaşmalarda yanlış bayraklar altında karşı karşıya getirecek gelişmeler önümüzdeki süreçte artacak gibi görünüyor. Cinayetlerden provokasyonlara, kaset savaşlarından açık ve gizli tehditlere, karşı tehditlere dek her şey önümüzdeki günlerde mümkün.
Bir yanda mevcut hükümeti yıpratmaya çalışan ama onun karşısına ciddi bir alternatif çıkaramayan güçler, diğer yanda bu hükümet devam etsin ama biraz burunları sürtülsün isteyen büyük patronlar, öte yanda da aslında bütün bu şovenist gösterilerden ve yıpratma operasyonlarından sanıldığı kadar çok etkilenmeyen ama tedirgin olan AKP hükümeti… Bütün bunlar devlet konusunda daha önce yazdıklarımızı tekrarlamayı gerektiriyor. “Devletin egemen sınıfların baskı aracı” olduğu yolundaki Marksist tez, mutlaka devletin yekpare bütünlüğünü gerektirmiyor. Yani bu ilişki tekelci patronların orduyu ve tüm devlet kurumlarını basit emirnamelerle yönettiği anlamına gelmiyor; süreç her zaman daha karmaşık bir yoldan ilerliyor. Nihai olarak emperyalizmin ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin temel çıkarlarına aykırı bir gelişme yaşanmıyor; bütün bu çıkarlar sözgelimi ordunun da temel çıkarları ama öte yandan Büyükanıt’ın yerleşik kurallara hiç uymayan bir biçimde saatler süren basın toplantıları yapması, arada TÜSİAD dahil bütün diğer kanatlara yüklenmesi de görülebiliyor. Son yıllarda örnekleri görüldüğü gibi bunlar, tekelci patronların kendi kulübünde de yaşanabilen çatışmalardır ve bir zamanlar evinde kodamanlar toplantısı yapılan Karamehmet’lerin düştüğü durum bunun tipik bir örneğidir.
Denilebilir ki, bu, aslında içinde çeşitli çıkarların çatıştığı, zaman zaman kaptan köşkünde küçük çaplı fırtınaların koptuğu ama esas rotası asla değişmeyen bir gemi gibidir. Ülkesini “pazarlamakla yükümlü” bir başbakan, Amerikalı “meslektaşlarıyla” ne konuştuğu asla bilinmeyen ve sorulamayan bir Genelkurmay Başkanı, göbeklerinden emperyalizme bağlı büyük patronlar ve son zamanlarda TÜSİAD’daki yerini de sağlamlaştıran medya tekeli… Sonuçta taraflar, durum ne olursa olsun aynı gemide olduklarını da unutmamaktadırlar. Ve bu rota, tartışmasız biçimde emperyalizme uşaklık, halkın soyulması ve şovenizm üzerinde sabitlenmiştir. Herkes inisiyatif almak istiyor, herkes bir adım öne geçmek istiyor ama halkın inisiyatif alıp öne geçmesi bütün taraflar için tam bir kabustur!
Başta da dediğimiz gibi, “her an her şey olabilir” durumu, önümüzdeki bir-iki ayı kesinlikle belirleyecektir. Gerçekten de her türlü provokasyon ve karışıklığın mümkün olduğu bir dönemdeyiz. Devletin en “sorumsuz” gibi görünen ama aslında en kilit noktası olan Cumhurbaşkanlığı makamı, bütün bu kördöğüşünün büyük olasılıkla eksenini oluşturacaktır. Sağda solda dolaşan askeri darbe söylentileri belki spekülatiftir ama süreci tehdit yoluyla iyice sıkıştırmak için kullanılmaktadır.
Ve tabii bu tartışmanın aslında traji-komik bir yanı da var; örneğin Tayyip’in cumhurbaşkanlığı makamına yakışmayacağını bağıra çağıra söyleyenler, hatta bu konuda tehlike çanları çalanlar, şu ana kadar bunun neden böyle olduğunu da ortaya koyabilmiş değillerdir. Şimdiye kadarkiler neden bu makama layıktı da Tayyip değil, bilinmiyor. Kanlı bir cunta generali Kenan Evren, beşikten mezara kadar başımızda taş olan ABD yetiştirmesi Süleyman Demirel, cunta artığı, IMF memuru ve nakşıbendi müridi Turgut Özal… Liste böyle uzayıp gidiyor… Ya daha öncekiler? “Amerika ne istiyorsa vereceğiz, ne diyorsa yapacağız” diyerek Anadolu’nun emekçilerini Kore dağlarında kırdıran Celal Bayar örneğin… Hepsi de Deniz Gezmiş’in “ruh gibi arkadaşı” olmakla öğünen CHP kodamanları örneğin 5 Mayıs 1972 akşamı üç devrimcinin idam kararlarını imzalayan Cevdet Sunay’a ne derler? Tayyip’in bu listedekilerden ne eksiği var?
Dolayısıyla ortada bir “layık olup olmama” tartışması yok aslında, egemen güçlerin çeşitli kanatları süreçte inisiyatif almak istiyor, hepsi o kadar. Yoksa herhangi bir işbirlikçi pekala Çankaya köşküne oturabilir ve geçmişteki bazı örneklerde görüldüğü gibi, bu görev aşırı bir zeka da gerektirmemektedir.
Bütün bu kapışmaların Türkiye’nin “kırmızı çizgi”lerinden çıktığı iddiası da -yeri gemliyken söyleyelim- gerçeği yansıtmamaktadır. Ne Güney Kürdistan’daki durum ne Kerkük meselesi ne de Kıbrıs böyle çizgilerin konusu değildir. İşbirlikçilerin “kırmızı çizgi”si de olmaz ayrıca; olsa olsa kaprisleri olur, rica-minnetleri olur, ikna edilmeye açık sürtüşmeleri olur. Önümüzdeki süreçte görüleceği gibi, kim ne aykırılık ederse etsin Güney’deki statü Türkiye tarafından ıkına sıkına da olsa kabul edilecektir. Mesele Güney’deki statünün nasl şekilleneceği, ABD’ye güvenerek yola çıkanların nasıl bir tabloyla karşılayacaklarıdır; Türkiye’nin buna karşı ne yapacağı değil.
Kerkük ise Türkiye burnunu sokmadıkça, oralara sabotajcı ekiplerini göndermedikçe kendi seyrinde çözüme bağlanacak bir meseledir. Türkmen gerçeğini de gözeten bir çözümü bulmak Kürtlerin yapabileceği bir iştir ve bu kuşkusuz mümkündür. Dolayısıyla ikide birde “kırmızı çizgi” denilen şey, esasen tümüyle provokatif bir çizgidir; yoksa Türkiye’nin onay vermemesinin belirleyici olduğu bir durum söz konusu değildir.
Sonuç olarak emekçilerin cumhurbaşkanlığı meselesinden seçimlere dek uzanan bu sürece gözünü dikmesi ve yanlış bayraklar altında yanlış bir saflaşmada dövüşmesi gerekmiyor. Buna karşın emperyalizm ve işbirlikçileri ile emekçi halklar arasındaki saflaşma gerçek bir saflaşmadır ve uğruna savaşmaya değecek gerçek bayrak da bu cephenin halk tarafında bulunmaktadır.
***
O bayrak, bu topraklarda yeni bir olgu da değildir. Mart ayı bu bakımdan coğrafyamızın en önemli ayıdır. 30 Mart 1972 Kızıldere ve 21 Mart Newroz… Mahir ve Demirci Kawa… Her ikisi de coğrafyamızın en simgesel kişilikleridir.
Biri, Türkiye devrimci hareketinin milat noktasıdır. İkincisi, Kürt halkının muazzam isyan potansiyelinin sönmeyen ateşi…
Türkiye son yıllarda, gerçek bir devrimci/anti-emperyalist alternatifin güçlü çıkışlar yapamadığı bir yalan rüzgarının etkisi altında yaşıyor. Anti-emperyalizm sorunu, bilinçli ve bilinçsiz olarak o kadar akla ve gerçeğe aykırı bir noktaya taşınıyor ki, sonuçta milyonlarca insanın zihni allak bullak oluyor. Birileri, örneğin neoliberallerin en çok tanınan isimleri satır aralarında orduyu “anti-emperyalist”(!) olmakla suçluyor; başka birileri ise onları “işbirlikçi”likle suçluyor. Birileri kuru sıkı tabancalar üzerine el basıp memleketi kurtarma yeminleri ediyor, başkaları burnunun dibindeki Amerikan üslerini görmeyip uzaklara, Erbil ve Süleymaniye’ye bakıyor, Amerika’yı oralarda keşfediyor, daha başkaları ise Kürt ve Ermeni düşmanlığını allayıp pullayıp bize emperyalizme karşı mücadele diye yutturmaya çalışıyor... Ortalık karmakarışık ediliyor.
Bütün bunlar küçük grupların ya da birkaç faşist çetenin uydurmaları gibi görünebilir belki ama öte yandan aslında emekçilerin de zihni bulanıktır. Emperyalizme karşı ya da en azından Amerikan-İsrail karşıtı duygular içinde olan milyonlarca insan ne düşüneceğini bilemiyor, çoğu kez de şovenist rüzgarlar tarafından etkileniyor, şarlatanların peşinden sürükleniyor.
Oysa bu topraklar, çok sağlam ve son derece tutarlı bir anti-emperyalist mücadele geleneğine sahiptir.
30 Mart 1972 Kızıldere, bu geleneğin milat noktası gibidir. 1960’lı yıllar içinde filizlenen Türkiye devrimci hareketi, 1970’lerin başında kendisini Türkiye Halk Kurtuluş Partisi’nde somutlamış ve emperyalizme/işbirlikçilerine karşı tarihin en güçlü vuruşlarını gerçekleştirmiştir. Şarlatanlık, boş laf ve şovenist zehirden uzak, bizzat kendi hayatlarını ortaya koyarak mücadeleye atılan bu öncüler, özgür bir ülke ve insanca yaşam arzusunun gerçek temsilcileri olmuşlardır. Mahir Çayan ve yoldaşları, daha en baştan itibaren açıkça ve tereddütsüz olarak Amerikan emperyalizmi ve işbirlikçilerini hedef almışlar, üstelik bunu devrimci savaşın etik ilkelerine de uygun yürütmüşlerdir. Onların eylemleri sırasında halk düşmanı ya da işbirlikçi olmayan tek bir kişinin bile burnu kanamamıştır. Amerikan tesislerine ve ajanlık kurumlarına yönelik eylemleri sonradan Siyonist İsrail’e de yönelmiş ve sonunda Ünye Radar Üssü’nde yuvalanarak casusluk yapan İngiliz askerlerine dek uzanmıştır.
Ayrıca Kızıldere, devrimci dayanışma ve yoldaşlığın da en yüksek örneklerinden biridir. İdam sehpasının altında bekleyen arkadaşları için kendi canlarını ortaya koyan bu öncüler, bütün dünyaya olağanüstü bir ahlaki ders vermişlerdir. Bütün bunlar, bizzat CIA ve emperyalizm tarafından örgütlenmiş olan faşist çetelerin, devrimci öldürmekten başka bir görevi olmayan kontra haydutların aklının köşesinden bile geçemeyecek şeylerdir.

***
Öte yanda, zalim Dehak’ın sarayını yerle bir eden Demirci Kawa’nın çekici ise bu coğrafyadaki bir başka mücadele ve direniş damarını temsil eder. Kürt ulusu, yüzlerce yıldır onun yaktığı özgürlük ateşi ile aydınlanmış ve umutlarını canlı tutmuştur. Her 21 Mart’ta dağlarda ve ovalarda, meydanlarda yanan Newroz ateşleri Ortadoğu’da varlığına ve kimliğine sahip çıkan bir halkın isyan çığlığı gibidir.
Dünyada bu kadar parçalanmış, bu kadar baskı altında tutulmuş olduğu halde bu kadar uzun süre ulusal kimliğini koruyarak geliştirmiş bir başka halk yoktur. Gericilerin, faşistlerin uydurduğu bütün o saçma sapan hikayelerin aksine, Kürtler, Güneyiyle, Kuzeyiyle, Doğusuyla bir toprak parçasına aittirler ve kim ne kadar reddederse reddetsin, bir ulus olarak ciddi bir özgürlük ve bağımsızlık tutkusuna sahiptirler. Bu, tarihçilerin, akademisyenlerin değil, halkın bizzat kendisinin karar verebileceği ve verdiği bir gerçekliktir. Bütün laf yığınları bir yana, her 21 Mart’ta özgürlük için alanları dolduran ve iradesini ortaya koyan Kürt halkının bizzat kendisi bu konuda zaten kararını çoktan, ta Kawa’yla birlikte vermiştir.
Devrimcilerin, sosyalistlerin bu konudaki tavrı ise bellidir. Gericiler ya da utangaç sosyal-şovenler ne derse desin, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı, vazgeçilemez bir ilke olarak geçerlidir. Estirilen şovenist rüzgarlar da, bütün imha ve inkâr politikaları da bu gerçeği değiştirmez. Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’nın pratikteki anlamı ise Kürt halkının kendi iradesinin tereddütsüz biçimde tanınmasıdır. Kürt halkı nasıl ve hangi koşullar altında yaşamak istiyorsa ona saygı göstermek, onun örgütlenme hakkının savunucusu olmak doğru devrimci tavrın vazgeçilemez unsurlarıdır. Yarın geleceğin komünist dünya kardeşliğini kurmak isteyenler, bugün şovenizmin hiçbir türüne taviz veremezler ve en zor, en sıkıntılı durumlarda bile ilkelerinden vazgeçmezler.
Dolayısıyla, sahte bayramlar icat ederek “yumurta tokuşturma” gösterileri yapan gericiler ne derse desin devrimci sosyalistler bu Newroz’da da alanlarda yerlerini alacaklardır.

***
Kızıldere ve Newroz...
Mahir ve Kawa...
Aralarında yüzlerce yıllık bir zaman dilimi de olsa, tarihsel mücadele çizgisi bu iki direniş simgesini bir araya getiriyor. Zulme karşı mücadele, coğrafyamızda iki koldan gelen iki ırmak gibi birleşiyor, iç içe geçip kaynaşıyor, Mahir denildiğinde Kawa’yı unutmak, Kawa’nın ateşini körüklerken Mahir’i anımsamamak mümkün değil.
Varsın zalimler, emperyalist haydutlar, işbirlikçi sömürücüler kendi aralarında tepişip dursunlar; varsın resmi ve gayrı-resmi cinayet şebekelerini üzerimize salsınlar; bu iki ırmak, bu iki ateş topu, halkların büyük yürüyüşünün en ön safında yolumuzu aydınlatmaya devam edecek.
Elbette Rice’ın olduğu kadar bizim de bir “Büyük Ortadoğu” Projemiz var! Halkların, eşit, özgür, kardeşçe yaşadığı, büyük bir Ortadoğu, Kawa’dan, Mazlum’dan, Mahir’den, Abu Ali Mustafa’lardan akıp gelen büyük bir yürüyüşün eseri olacaktır.
Emperyalizme ve Sömürgeciliğe Karşı Mahir ve Demirci Kawa’nın Yolunda İleri!


“Devrimcinin görevi devrim için çarpışmaktır, hem de tüm olanakları ile. Büyük ustaların sık sık belirttikleri gibi “Devrim için savaşmayana devrimci denemez”. Bu nedenle devrimci kendini devrime hazırlamalı, yeteneklerini geliştirmeli uzmanlaşmalıdır, bu da teorik ve pratik çalışma içinde eğitilmekle olur. Yani devrimci teorik eğitim ve bunu pratikle birleştirmek. Amaç ele geçen her türlü kitabın okunması ya da entellektüel bilgi edinilmesi değil, belirli bir sıra içinde eğitim yapmak , belirli bir düşmanla savaşmak için, iyi biçimde öğrenim yapmak olmalıdır. Amaç devrimci hareket içinde yer alacak kadroların yetişmesini sağlamaktır. Her militanın insiyatifini kullanarak, yenilgi ve başarı alanlarında dürüst kararlar vererek, doğru taktikler ışığında savaşması, genel olarak devrimci teoriyi kavramasına ve bu teoriyi yaratıcı düşünce ile pratiğe uygulamasına bağlıdır. Devrimci hareketin bir öğrencisinin sağlam eğitimden geçmesi, birbirine bağlı olan ve birbirini bütünleyen iki yolun gerçekleşmesine bağlıdır. Soyut teoriyi öğretmek, kafalara alabildiğince kuru söz sokabilmek, işçi hareketleri tarihini kavratabilmek, dünya devrimci hareketi tarihini belletmek, kısacası genel olarak Marksizm-Leninizm’i ve dünya pratiğini kavratmak. Kendi ülkesinin devrimci hareketinin pratik çalışmasında yeralmasını sağlamak kendi ülkesi koşullarına uyması sonucu, Marksist-Leninist, doğru çizgiyi kavratmak bu savaşın pratiğini vermesini sağlamaktır. Görülüyorki kadrolaşma hareketinde, kişinin teorik formasyonu çok önemli rol oynamaktadır. Kadronun, yığınların önderi olarak doğru çizgide eylem yapması, bağımsız örgütçü olarak çalışması, bu niteliğine sıkı sıkıya bağlıdır. Eğitimin temel yükünün, bireylerin omuzunda olması kaçınılmazdır.
Öğretmenin, öğrenme için etkin bireysel çalışmanın devrimci bir görev olduğu unutulmamalıdır. Devrimciliğin statik, mekanik bir iş, genel anlamıyla bir meslek değil, bir ruh, bir çoşku, bir yurtseverlik duygusu olduğu çıkmayacak bir biçimde kafamıza kazınmalı. Eğitimin bu ruhun, bu çoşkunun bir gereği olarak birinci görev olduğu, benlikte biçimlenmeli. Ancak o zaman devrimci eğitimin, temelini oluşturan bilimsel çalışmalar aksatılmadan yürütülebilir. Ancak o zaman kağıt üzerindeki devrimci eğitim, üzerine aldığımız kararlar, bürokratik kararlar olmaktan çıkar, somut günlük eğitim biçimine döner. “Yürüyen devrim arabasına ben de omuz vereyim, benim de payım olsun bu işte” biçimdeki tutum tümü ile mekanik bir tutumdur. Bu tutum kişiyi edilgenliğe iter. Zor anlarda ise dönekliğe götürür. Sorun arabanın itilme eylemine katılma durumu değil, sorun tüm olanakların seferberliği ve devrim için sorumluluk yüklenebilme sorunudur...”

MAHİR ÇAYAN
KÜLTÜR SORUNU ÜZERİNE

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19