Geçtiğimiz günlerde Saddam’ın idamından sonra
Abdullah Öcalan’ın konu üzerine değerlendirmelerini
okuduk. Kısacası Öcalan’ın söyledikleri şunlardı:
“Aslında ben teslim edildiğimde benden de Saddam
tarzı kaba bir direniş bekliyorlardı. Gelinen
süreç itibariyle tarih beni doğruladı. Çünkü beklenilen
benim klasik-kaba bir direniş sergilemem ve asılmamdı.
Bu asılma sonucu yüzyıla yayılacak korkunç tahribatlar
yaratacak bir Kürt-Türk savaşı başlayacaktı. Bu
durumda Türkiye’de Yugoslavya ve Irak gibi bir
tabloyla karşı karşıya kalacaktı. Irak’ın hali
ortada. Benim teslimim ve idamımla Türkiye’nin
çekilmek istendiği nokta buydu.”
Biz genel olarak bugüne kadar Abdullah Öcalan’ın
kişisel tavrı (ki onun konumunda bu kişisel bir
tavır olamamaktadır) ile ilgili olarak mümkün
olduğunca az şey yazmaya gayret ettik. Çünkü bizim
açımızdan asıl önemli olan şey, Kürt hareketinin
böylece içine girmiş olduğu yeni rota ve sistem-içi
arayışın ön plana çıkmış olmasıydı. Kürt hareketi,
aslında 90’ların ortasından itibaren başlayan
ama asıl net sonuçlarını İmralı sonrası ortaya
koyan bir süreç boyunca, adım adım “bağımsız bir
ülke” perspektifinden geriye doğru kaymaya başlamış
ve giderek bugünkü dünya ve Türkiye tablosu içersinde
kendisine yer arayan bir pozisyona doğru sürüklenmiştir.
İmralı’da şekillenen irade, adım adım postmodern
bir noktaya doğru kaymış, hareketin 70’li yıllardaki
yapısında mevcut olan Marksist damarlar kurutulmuş
ve aslında bütün amacı bu geriye kaymayı “gerekçelendirmek”
olan ciltler dolusu “teorik açılımlar” birbirini
izlemiştir. Özünde hiçbir “yeni” unsur barındırmayan
bu teorik külliyatın bütün çerçevesi, Marksizm-Leninizme
yönelik yüz yıllık itirazlarla bu itirazların
yeni süreçteki “küreselleşmeci” liberal yazarlar
tarafından biçimlendirilmiş olan “yeni” versiyonlarının
bir araya getirilmesinden oluşmaktadır.
Sonuç olarak varılan yer, bağımsız ülke perspektifinden
vazgeçmiş bir ulusal hareket ve düzen içi bir
arayış çizgisidir. Bu durumun gerekçelendirilmesi
için ise “ulus devletlerin çöktüğü” üzerine genel
geçer liberal söylemler sık sık yardıma çağrılmakta,
bu arada da halen dünyanın çeşitli köşelerinde
yürütülmekte olan kurtuluş mücadeleleri “eski
moda işler” olarak bir kenara atılmaktadır. Böylece
bir yandan en “yeni” ve en “geniş” bakış açılarından
söz edilirken, diğer yandan Kürt ulusal hareketinin
en üsten en alta dek yaşadığı bencilleşme şaşırtıcı
olmamaktadır.
Bütün bunlar görünen gerçeklerdir ve dergimizin
sayfalarında zaman zaman, yeri geldikçe ifade
ediyoruz, etmeye de devam edeceğiz.
Saddam’ın idamı üzerinden yapılan değerlendirmeler
de kuşkusuz bu çerçeve içinde bir yere oturmaktadır
ama öte yandan bu değerlendirmelerin salt teorik
olmayan, üzerinden atlanıp geçilemeyecek yanları
vardır.
Her şeyden önce, son derece açıkça söylemekte
yarar var; Saddam’ın kim olduğu ve neyi temsil
ettiği konusu özel bir tartışma gerektirmeyecek
ölçüde açıktır. İdamın hemen ardından çıkan sayımızda
da ifade ettiğimiz gibi Saddam, başta Kürt halkı
olmak üzere Irak’ta yaşayan bütün halkların kasabıdır
ve halkın öfkesini binlerce kez hak etmiş bir
diktatördür. Tarihsel aktörlerin değerlendirilmesi,
onların son anlarında yaptıkları üzerinden gerçekleştirilemez.
Müslüman inanışındaki her şeyi bağışlatan “son
tövbe” geleneği, tarihsel değerlendirmede yoktur.
Dolayısıyla ABD emperyalizmi tarafından kukla
bir mahkeme aracılığıyla yargılatılarak idam sehpasına
çıkarılmış olması ve orada gösterdiği metanet,
vb. bu kanlı katilin siciline “yurtseverlik” gibi
yeni kayıtlar düşülmesini gerektirmez.
Ancak öte yandan, Ortadoğu’yu parça parça işgal
eden bir emperyalist gücün bu idamla bütün bölge
halklarına düpedüz meydan okuduğu ve hakaret ettiği
de tartışma götürmez bir gerçektir. Emperyalist
işgal ordularının koltuğu altında varlıklarını
sürdürebilen kuklaların bu konuda gösterdikleri
olağanüstü gayret ve şımarıklık ise son derece
tiksinti vericidir.
Bütün bunlar böyle…
Diğer yandan, Öcalan’ın komployla ele geçirilip
Türkiye’ye teslim edildikten sonraki tavrı da
esas olarak kendi politik tercihidir. Bu tavırların
onun idam edilip edilmemesi konusundaki etkisi
tartışılır belki ama bütün bu tartışmanın ötesinde
bir devrimci sosyalist, zaten Öcalan’ın (yalnızca
onun değil, Diyarbakır sokaklarında kurşunlanan
çocukların da) katline cepheden ve tereddütsüz
biçimde karşı çıkmakla yükümlüdür. Kaldı ki, bize
göre zaten bir ulusal hareketin önderinin ezen
ulus mahkemelerinde yargılanması da meşru değildir;
politik önderler tarih karşısında ancak kendi
halkı tarafından yargılanabilirler. Hakim sınıfın
mahkemelerinde hükümler giyen ama “tarih tarafından
beraat ettirilen” önderlerin sayısı da dünyada
az değildir.
Bütün bunlar da tartışma götürmez konulardır.
Ama bütün bunlar, bir süreçte şu ya da bu tutumu
göstermiş olan kişinin, bu tutumu gerekçelendirmek
için dünyanın geri kalanındaki direnme geleneklerini
hiçe saymasını ya da keyfi sınıflandırmalara tabi
tutmasını haklı çıkarmaz.
Bu topraklarda ve genel olarak dünyanın dört bir
köşesinde, idam sehpaları her zaman devrimcilerin
ve hatta zaman zaman ülkesini sevmekten başka
bir amacı olmayan yurtsever insanların bile gelip
geçtiği yerler olmuştur ve anılmaya bile değmeyecek
istisnalar dışında bu insanların tümü düşman karşısında
vakur ve direngen bir tavır koymuşlardır. Eski
Rus Narodniklerinden yüzlerle binlerle sehpalara
çıkarılan balkan partizanlarına ve dünyanın öbür
ucundaki Vietnam devrimcilerine dek bütün halk
direnişçileri, ölüm karşısında dik durmayı seçmişlerdir.
Yaşadığımız coğrafyada ise bu gelenek, devrimci
hareketin yüz akıdır. Şeyh Bedreddin’lerden, Pir
Sultan’lardan akıp gelen direniş geleneği, Deniz
Gezmiş’lere ve oradan da Erdal Eren’lere, Ahmet
ve Kadir’lere, Necdet Adalı’lara ve bütün diğerlerine
dek taşınmıştır. Öyle ki Türkiye devrimci hareketi,
bütün bu süreçlerde tek bir falso bile yapmamıştır
ve bu onurlu tutum, devrimin yeni kuşaklarını
besleyen çok güçlü bir moral unsur olmuştur. Bütün
bunlar, deyim yerindeyse “klasik” ve “kaba” direnişlerdir.
Düşmanla karşılaşılan noktada onunla cepheden
hesaplaşan, kendi varlığını bu hesaplaşmanın silahı
haline getiren bu yaklaşım, “kabalık-incelik”
tartışması bir yana, kesinlikle devrimci bir yaklaşımdır.
Sonuç itibarıyla, herkes istediği yoldan gidebilir.
Herkes kendi doğrularına inanabilir. Türkiye’yi
parçalamak ve iç savaşa sürüklemek için bir uluslar
arası komplo kurulduğu ve Öcalan’ın bilinen tavrıyla
“bu oyunu bozduğu” iddiası da iddialardan biridir.
Bize göre mesele böyle değildir; tersine oligarşi
İmralı’da ortaya çıkan tabloyla birlikte 80’ler
ve 90’ların ilk yarısı boyunca kendisine ciddi
yaralar açan bir gücün basıncını hafifletmiştir;
ayrıca bu süreçte şovenist tırmanış ve Kürt düşmanlığına
dayanan olaylar da Öcalan’ın tutumuyla hiçbir
biçimde azalmış değildir, tersine daha çok artmıştır.
Bize göre mesele böyle değildir, ama böyle olduğuna
inanmak da Öcalan’ın sorunudur; ancak bütün bunları
gerekçelendirmek için Saddam olgusundan hareketle
“klasik/kaba direnişçilik-ince direnişçilik” gibi
ayrımlara varmak, devrimci hareketin saygın değerleriyle
oynamaktan başka bir anlam ifade etmez. Ve Öcalan
dahil hiç kimse böyle bir hakka sahip değildir.
Bu coğrafyada ve bütün dünyada devrimciler, yurtseverler
düşman karşısında direngen ve vakur bir tavır
sergilerler; Öcalan’ın yaptığının ne olduğu, doğru
olup olmadığı gibi bütün diğer tartışmalar bir
yana, bu direniş geleneğinin “klasik” kavramıyla
“modası geçmiş” bir yere konulması, kimsenin haddi
değildir. Özellikle bütün bu değerlendirmelerin,
Türkiye oligarşisine “daha saldırgan bir Ortadoğu
politikası” öneren MİT müsteşarını “yurtsever”likle
onurlandırdıktan sonra yapılması akılları durduran
bir tavırdır ve çizginin nereye doğru savrulmakta
olduğunun göstergesidir.
Yeniden ve ısrarla söylüyoruz: Ne Saddam’ın idamı
ne de Öcalan’ın şu ya da bu tavrının doğruluğu
yanlışlığı bütün bu söylediklerimizin eksenini
oluşturmuyor. Bizim derdimiz çok açık: Biz, mirasçısı
bulunduğumuz devrimci direniş geleneklerinin hassas
konular olduğunu ve her isteyenin bu konuda keyfi
değerlendirmeler yapamayacağını söylüyoruz. Öcalan
istediği tercihi yapabilir ve artık böylesi “kaba”
direniş yöntemlerinin olmadığı yeni bir yolda
yürümeyi sürdürebilir. Kuşkusuz bu durumda dağda
savaşan gerillanın düşmanla karşılaştığında nasıl
bir “ince” tutum sergilemesi gerektiğini de açıklaması
gerekir. Çünkü gerilla hala çok “kaba bir direnişçilik”
sergiliyor. Bu bir kenara bu topraklarda emperyalizme
ve faşizme karşı direniş ise devrimcilerin elinde
büyümeye devam edecektir. Neyin eskimiş olduğu
neyin tarih tarafından eskitileceğini ise kuşkusuz
süreç gösterecektir.
|