Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

48. Sayı - Şubat 2007

Geçtiğimiz günlerde Saddam’ın idamından sonra Abdullah Öcalan’ın konu üzerine değerlendirmelerini okuduk. Kısacası Öcalan’ın söyledikleri şunlardı: “Aslında ben teslim edildiğimde benden de Saddam tarzı kaba bir direniş bekliyorlardı. Gelinen süreç itibariyle tarih beni doğruladı. Çünkü beklenilen benim klasik-kaba bir direniş sergilemem ve asılmamdı. Bu asılma sonucu yüzyıla yayılacak korkunç tahribatlar yaratacak bir Kürt-Türk savaşı başlayacaktı. Bu durumda Türkiye’de Yugoslavya ve Irak gibi bir tabloyla karşı karşıya kalacaktı. Irak’ın hali ortada. Benim teslimim ve idamımla Türkiye’nin çekilmek istendiği nokta buydu.”
Biz genel olarak bugüne kadar Abdullah Öcalan’ın kişisel tavrı (ki onun konumunda bu kişisel bir tavır olamamaktadır) ile ilgili olarak mümkün olduğunca az şey yazmaya gayret ettik. Çünkü bizim açımızdan asıl önemli olan şey, Kürt hareketinin böylece içine girmiş olduğu yeni rota ve sistem-içi arayışın ön plana çıkmış olmasıydı. Kürt hareketi, aslında 90’ların ortasından itibaren başlayan ama asıl net sonuçlarını İmralı sonrası ortaya koyan bir süreç boyunca, adım adım “bağımsız bir ülke” perspektifinden geriye doğru kaymaya başlamış ve giderek bugünkü dünya ve Türkiye tablosu içersinde kendisine yer arayan bir pozisyona doğru sürüklenmiştir. İmralı’da şekillenen irade, adım adım postmodern bir noktaya doğru kaymış, hareketin 70’li yıllardaki yapısında mevcut olan Marksist damarlar kurutulmuş ve aslında bütün amacı bu geriye kaymayı “gerekçelendirmek” olan ciltler dolusu “teorik açılımlar” birbirini izlemiştir. Özünde hiçbir “yeni” unsur barındırmayan bu teorik külliyatın bütün çerçevesi, Marksizm-Leninizme yönelik yüz yıllık itirazlarla bu itirazların yeni süreçteki “küreselleşmeci” liberal yazarlar tarafından biçimlendirilmiş olan “yeni” versiyonlarının bir araya getirilmesinden oluşmaktadır.
Sonuç olarak varılan yer, bağımsız ülke perspektifinden vazgeçmiş bir ulusal hareket ve düzen içi bir arayış çizgisidir. Bu durumun gerekçelendirilmesi için ise “ulus devletlerin çöktüğü” üzerine genel geçer liberal söylemler sık sık yardıma çağrılmakta, bu arada da halen dünyanın çeşitli köşelerinde yürütülmekte olan kurtuluş mücadeleleri “eski moda işler” olarak bir kenara atılmaktadır. Böylece bir yandan en “yeni” ve en “geniş” bakış açılarından söz edilirken, diğer yandan Kürt ulusal hareketinin en üsten en alta dek yaşadığı bencilleşme şaşırtıcı olmamaktadır.
Bütün bunlar görünen gerçeklerdir ve dergimizin sayfalarında zaman zaman, yeri geldikçe ifade ediyoruz, etmeye de devam edeceğiz.
Saddam’ın idamı üzerinden yapılan değerlendirmeler de kuşkusuz bu çerçeve içinde bir yere oturmaktadır ama öte yandan bu değerlendirmelerin salt teorik olmayan, üzerinden atlanıp geçilemeyecek yanları vardır.
Her şeyden önce, son derece açıkça söylemekte yarar var; Saddam’ın kim olduğu ve neyi temsil ettiği konusu özel bir tartışma gerektirmeyecek ölçüde açıktır. İdamın hemen ardından çıkan sayımızda da ifade ettiğimiz gibi Saddam, başta Kürt halkı olmak üzere Irak’ta yaşayan bütün halkların kasabıdır ve halkın öfkesini binlerce kez hak etmiş bir diktatördür. Tarihsel aktörlerin değerlendirilmesi, onların son anlarında yaptıkları üzerinden gerçekleştirilemez. Müslüman inanışındaki her şeyi bağışlatan “son tövbe” geleneği, tarihsel değerlendirmede yoktur. Dolayısıyla ABD emperyalizmi tarafından kukla bir mahkeme aracılığıyla yargılatılarak idam sehpasına çıkarılmış olması ve orada gösterdiği metanet, vb. bu kanlı katilin siciline “yurtseverlik” gibi yeni kayıtlar düşülmesini gerektirmez.
Ancak öte yandan, Ortadoğu’yu parça parça işgal eden bir emperyalist gücün bu idamla bütün bölge halklarına düpedüz meydan okuduğu ve hakaret ettiği de tartışma götürmez bir gerçektir. Emperyalist işgal ordularının koltuğu altında varlıklarını sürdürebilen kuklaların bu konuda gösterdikleri olağanüstü gayret ve şımarıklık ise son derece tiksinti vericidir.
Bütün bunlar böyle…
Diğer yandan, Öcalan’ın komployla ele geçirilip Türkiye’ye teslim edildikten sonraki tavrı da esas olarak kendi politik tercihidir. Bu tavırların onun idam edilip edilmemesi konusundaki etkisi tartışılır belki ama bütün bu tartışmanın ötesinde bir devrimci sosyalist, zaten Öcalan’ın (yalnızca onun değil, Diyarbakır sokaklarında kurşunlanan çocukların da) katline cepheden ve tereddütsüz biçimde karşı çıkmakla yükümlüdür. Kaldı ki, bize göre zaten bir ulusal hareketin önderinin ezen ulus mahkemelerinde yargılanması da meşru değildir; politik önderler tarih karşısında ancak kendi halkı tarafından yargılanabilirler. Hakim sınıfın mahkemelerinde hükümler giyen ama “tarih tarafından beraat ettirilen” önderlerin sayısı da dünyada az değildir.
Bütün bunlar da tartışma götürmez konulardır.
Ama bütün bunlar, bir süreçte şu ya da bu tutumu göstermiş olan kişinin, bu tutumu gerekçelendirmek için dünyanın geri kalanındaki direnme geleneklerini hiçe saymasını ya da keyfi sınıflandırmalara tabi tutmasını haklı çıkarmaz.
Bu topraklarda ve genel olarak dünyanın dört bir köşesinde, idam sehpaları her zaman devrimcilerin ve hatta zaman zaman ülkesini sevmekten başka bir amacı olmayan yurtsever insanların bile gelip geçtiği yerler olmuştur ve anılmaya bile değmeyecek istisnalar dışında bu insanların tümü düşman karşısında vakur ve direngen bir tavır koymuşlardır. Eski Rus Narodniklerinden yüzlerle binlerle sehpalara çıkarılan balkan partizanlarına ve dünyanın öbür ucundaki Vietnam devrimcilerine dek bütün halk direnişçileri, ölüm karşısında dik durmayı seçmişlerdir.
Yaşadığımız coğrafyada ise bu gelenek, devrimci hareketin yüz akıdır. Şeyh Bedreddin’lerden, Pir Sultan’lardan akıp gelen direniş geleneği, Deniz Gezmiş’lere ve oradan da Erdal Eren’lere, Ahmet ve Kadir’lere, Necdet Adalı’lara ve bütün diğerlerine dek taşınmıştır. Öyle ki Türkiye devrimci hareketi, bütün bu süreçlerde tek bir falso bile yapmamıştır ve bu onurlu tutum, devrimin yeni kuşaklarını besleyen çok güçlü bir moral unsur olmuştur. Bütün bunlar, deyim yerindeyse “klasik” ve “kaba” direnişlerdir. Düşmanla karşılaşılan noktada onunla cepheden hesaplaşan, kendi varlığını bu hesaplaşmanın silahı haline getiren bu yaklaşım, “kabalık-incelik” tartışması bir yana, kesinlikle devrimci bir yaklaşımdır.
Sonuç itibarıyla, herkes istediği yoldan gidebilir. Herkes kendi doğrularına inanabilir. Türkiye’yi parçalamak ve iç savaşa sürüklemek için bir uluslar arası komplo kurulduğu ve Öcalan’ın bilinen tavrıyla “bu oyunu bozduğu” iddiası da iddialardan biridir. Bize göre mesele böyle değildir; tersine oligarşi İmralı’da ortaya çıkan tabloyla birlikte 80’ler ve 90’ların ilk yarısı boyunca kendisine ciddi yaralar açan bir gücün basıncını hafifletmiştir; ayrıca bu süreçte şovenist tırmanış ve Kürt düşmanlığına dayanan olaylar da Öcalan’ın tutumuyla hiçbir biçimde azalmış değildir, tersine daha çok artmıştır. Bize göre mesele böyle değildir, ama böyle olduğuna inanmak da Öcalan’ın sorunudur; ancak bütün bunları gerekçelendirmek için Saddam olgusundan hareketle “klasik/kaba direnişçilik-ince direnişçilik” gibi ayrımlara varmak, devrimci hareketin saygın değerleriyle oynamaktan başka bir anlam ifade etmez. Ve Öcalan dahil hiç kimse böyle bir hakka sahip değildir. Bu coğrafyada ve bütün dünyada devrimciler, yurtseverler düşman karşısında direngen ve vakur bir tavır sergilerler; Öcalan’ın yaptığının ne olduğu, doğru olup olmadığı gibi bütün diğer tartışmalar bir yana, bu direniş geleneğinin “klasik” kavramıyla “modası geçmiş” bir yere konulması, kimsenin haddi değildir. Özellikle bütün bu değerlendirmelerin, Türkiye oligarşisine “daha saldırgan bir Ortadoğu politikası” öneren MİT müsteşarını “yurtsever”likle onurlandırdıktan sonra yapılması akılları durduran bir tavırdır ve çizginin nereye doğru savrulmakta olduğunun göstergesidir.
Yeniden ve ısrarla söylüyoruz: Ne Saddam’ın idamı ne de Öcalan’ın şu ya da bu tavrının doğruluğu yanlışlığı bütün bu söylediklerimizin eksenini oluşturmuyor. Bizim derdimiz çok açık: Biz, mirasçısı bulunduğumuz devrimci direniş geleneklerinin hassas konular olduğunu ve her isteyenin bu konuda keyfi değerlendirmeler yapamayacağını söylüyoruz. Öcalan istediği tercihi yapabilir ve artık böylesi “kaba” direniş yöntemlerinin olmadığı yeni bir yolda yürümeyi sürdürebilir. Kuşkusuz bu durumda dağda savaşan gerillanın düşmanla karşılaştığında nasıl bir “ince” tutum sergilemesi gerektiğini de açıklaması gerekir. Çünkü gerilla hala çok “kaba bir direnişçilik” sergiliyor. Bu bir kenara bu topraklarda emperyalizme ve faşizme karşı direniş ise devrimcilerin elinde büyümeye devam edecektir. Neyin eskimiş olduğu neyin tarih tarafından eskitileceğini ise kuşkusuz süreç gösterecektir.

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19