Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

48. Sayı - Şubat 2007

GİRİŞ
Ülkemiz, emperyalizme bağımlı yeni-sömürge bir ülkedir. Yeni-sömürgecilik, herhangi bir “bağımlılık” ilişkisi değil, 2. Paylaşım Savaşı sonrası daralan dünya kapitalist pazar sorunu ve iflas eden klasik sömürgeciliğe karşı, emperyalizme tam bağımlılığı ifade eden, inceltilmiş sömürgeciliktir. Yani, emperyalist çağda meta ihracının yanı sıra sermaye ihracına dayanan, emperyalist işgal biçiminin açık ve özellikle stratejik yerlerde sürekli olduğu sömürgecilik türü, bu dönemde, yani 2. Paylaşım Savaşı sonrası yerini gizli işgale bırakmış, emperyalizm sadece bir dışsal olgu olmaktan çıkıp her alanda egemenliğini tesis etmiş, içsel bir olguya dönüşmüştür.
Yeni-sömürgecilik, sadece ekonomik alanda değil, siyasal ve kültürel her alanda kendine özgü ve emperyalizmin çıkarlarına uygun ilişkiler yaratmıştır.
Yeni-sömürgeciliğin devlet biçimi faşizmdir. Tarihsel evriminde hiçbir zaman demokrasiyi yaşayamamış yeni-sömürge ülkelerde bu süreç, kendine özgü bir siyasal üst yapıyı oluşturmuş, demokrasi tümden inkâr edilirken, emperyalizm ve işbirlikçi yerli tekelci sermayeye dayanan sömürge tipi faşizm devlet biçimi olarak ortaya çıkmıştır. Her yeni egemenlik biçimi kitleleri aldatmak ve onların onayını şu veya bu ölçüde almak ister, bu açıdan yeni-sömürgecilik tam bir iki yüzlülük, aldatmacadır. Emperyalist işgali ve faşizmi gizlemek için emperyalizm ve işbirlikçi oligarşi tarafından en çok “demokrasi” kavramının istismar edilmesi bundandır. Yeni-sömürgecilik tarihi, başka şeylerin yanı sıra baştan sona emperyalistler ve yerli oligarşinin elinde sahte demokrasi tarihidir. Elbette bazı süreçlerde bu sahte “demokrasi” bile lüks ilan edilmekte, olmayan “demokrasi” askıya alınmaktadır. Ama yine dönüp dolaşıp bu eksende sömürü ve egemenlik biçimleri yol almaktadır.
Burjuva anlamda bile “demokrasi”nin olmadığı, faşizmin “demokrasi” maskesi ile örtüldüğü bir ülkede, doğal olarak demokrasi en temel siyasal talep olmaktadır. Ama kavram, “demokrasi”, öyle bir kavramdır ki; her sınıfa, her toplumsal kesime ve bunların siyasal temsilcilerine göre farklı biçim almaktadır; bir yandan bu talep büyürken, diğer yandan en çok istismar edilen kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.
Demokrasi mücadelesi, sanılıyor ki yakın tarihin, özellikle 1980 sonrasının, 12 Eylül açık faşizmden bu güne uzanan bir sürecin sorunudur. Bu yanılgıdır. Bu ülkede, demokrasi mücadelesi özünde bir birinden farklı iki kanalda, kapitalizme ait iki sınıf olan, burjuvazi ve proletaryanın tarih sahnesinde yerini almasıyla, bu iki sınıf kanalından beslenerek günümüze ulaşmıştır. Kapitalizm, baştan bu yana, emperyalizme bağımlı gelişmiştir ve bu tarih aynı zamanda demokrasi arayışları ve zayıf da olsa demokrasi mücadelesinin tarihidir.
Bu ülkede kapitalizm, feodalizmin bağrında ilk nüve anlamında küçük meta üretimi olarak filiz vermiş; ama bu filizler emperyalizme yarı bağımlılık içinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı-sömürgeleşmesi sürecinde tümden çarpıtılmış ve dışa bağımlı bir kapitalizm boy vermiştir. Bu kapitalizm, daha sonra Kemalizm’in ülke ve dünya koşullarına paralel geliştirdiği “devlet kapitalizmi” ile boy atmış, yeni-sömürgecilikle yeni ve tekelci bir yapıya kavuşmuştur. Yani yaklaşık 200 yıllık bir tarihtir bu; emperyalizme bağımlılığı içeren bu tarih iki temel aşamadan geçmiştir: Biri, 1830’larda başlayan yarı-sömürgecilik, diğeri 2. Paylaşım Savaşı sonrası geliştirilen yeni-sömürgeciliktir. Bir ara dönem olan 1923-45 Kemalizm süreci sanıldığı gibi “bağımsızlık” değil, özünde yarı bağımlılığın devamından başka bir şey değildir.
Demokrasi mücadelesi de bu tarihte gizlidir. Burjuvazinin bazı kesimlerinin ciddi bir birikim ve programdan yoksun, daha çok Avrupa da gelişen liberalizme öykünme düzeyinde sınırlı demokrasi mücadelesi vardır; ki bu daha çok gerileyen Osmanlı’da “vatanı koruma” ve bu temelde milliyetçilikle iç içe, Hanedan’a karşı, sınırlı ve çok zayıf bir karakterdedir. Bu sınırlı “demokrasi” arayışında, zaman zaman, gerçek bir burjuva niteliğe hiçbir zaman kavuşmayan “liberalizm”; söylem düzeyinde kalmış ve bu çarpık demokrasi mücadelesinde ön plana çıkmıştır. Hiç şüphesiz, programdan ve burjuva anlamdan bile uzak bu demokrasi arayışları emperyalizme karşı tavır almamış, hatta çok kez bir emperyalist güce karşı bir başka emperyalist gücün hizmetinde olmuştur. Böyle olunca, yarı-sömürgeciliğe son vermeyi değil, bu temelde gelişen bağımlı kapitalizmin egemenliğini amaçlamış ve hiçbir zaman burjuva demokrasisini hedefleyen bir anlayış ve programa sahip olmamıştır.
Demokrasi mücadelesinin asıl dinamik gücü işçi ve emekçilerdir ve özellikle Ekim Devrimi’nin etkisi ile kurulan TKP bu sürecin temel unsurudur. Yani, sınırlı da olsa bu demokrasi mücadelesinde işçi ve emekçiler temel rol oynamıştır. Demokrasi mücadelesi sınıf mücadelesinin temel bir unsurudur ve diğer bir temel unsur olan emperyalizme karşı bağımsızlık ile iç içe olarak devrim programının ilk iki ana halkası durumundadır. TKP’nin kuruluş programı bunun ilanıdır.
Elbete bu iki temel unsur, “bağımsızlık” ve “demokrasi”, devrimimiz tarihinde çok kez çarpık ve yanlış ele alınmıştır. Daha çok, III. Enternasyonal’e kadar uzanan “aşamalı devrim” anlayışından kaynaklanan bu yanlış bakış; demokrasiyi düzen içinde burjuva demokrasisi ile aynılaştıran anlayıştan, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini sosyalizmden koparan anlayışlara kadar farklılıklar göstermektedir. Yani, sol liberal bir anlayışla demokrasiyi burjuva demokrasisi ile sınırlayan ve bu çerçevede burjuvaziye soldan destek olan anlayışlardan (TKP tarihi budur ve özellikle 1958 sonrası geliştirilen “kapitalist olmayan yol”, “sosyalizme barışçıl geçiş” tezleri bunun siyasal alt yapısını oluşturmuştur.); “devletin demokratikleştirilmesi” adı altında 1961 Anayasası’nı savunan anlayışlara (DY’den ÖDP’ye, oradan da “demokratik cumhuriyet”, “konfederalizm” tezleri ile PKK ye kadar) ve demokrasiyi devrime bağlayan ama devrimle sosyalizm arasına mesafe koyan anlayışlara, yani devrimci demokrasiye (TKP/ML vb.) dek uzanan anlayışları görmek mümkündür.
Ama böyle de olsa bu mücadele tarihi devrim ve demokrasi tarihidir. Bu ülkede “demokrasi” mücadelesi, bu tarihin içinde işçi ve emekçi sınıflar, sol ve devrimci güçler tarafından geliştirilmiştir. Bu bile tek başına, teorik gerekçeler bir yana, demokrasi mücadelesinde, burjuvaziye değil işçi ve emekçi sınıflara dayanmanın zorunluluğunu açıkça gösterir.
Devrime gebe ülkemizde tüm sınıfsal ve ulusal çelişkilerin çözüm platformu Demokratik Halk Devrimi (DHD)dir. DHD, burjuva demokratik devrimden öz ve biçim olarak farklıdır. Sadece Burjuva Demokratik Devrimden (BDD) burjuvazinin önderliği olarak değil, programatik içerik olarak da farklıdır. DHD, işçi sınıfının önderliğinde, sadece çözülmeyen BDD sorunlarını çözmekle kalmaz; tüm bunları sosyalizm mücadelesine bağlar, bundan dolayı hem içerik hem de biçim olarak proleter karakterdedir.
Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi bir bütündür, bunlar arasında özel bir ara aşama, birbirinden kopuk ilişkiler yoktur. DHD, sosyalist ve demokratik görevleri iç içe ele alır, kesintisiz sosyalizme yönelir, işçi sınıfı önderliğinde kurulan halk iktidarı, hemen “ertesi gün” sosyalizmi inşa sürecini başlatır. Demokrasi devrimle gelecektir; DHD, programatik düzeyde proleter demokrasinin özgün biçimi olan halk demokrasisini hedefler.
Proletaryanın elinde demokrasi, tek başına siyasal bir kavram değildir, toplumsal niteliği vardır. Bundan dolayı, tek başına siyasal özgürlükler veya demokrasinin diğer unsurları ancak sosyalizm altında tam çözüme kavuşur. Yani, burjuvazinin elinde bir aldatmaca olan demokrasi, işçi ve emekçi halkın elinde, burjuvazinin siyasal iktidarına son verilerek, onun ekonomik kaynakları kurutularak, söz ve yetkiyi tüm halkın elinde toplayarak gerçek niteliğine kavuşturur. Bu, ilk örneği Paris Komünü’nde görülen, daha sonra Sovyet ve halk meclisleri örnekleriyle zenginleşen yeni tipte demokrasidir.
Devrimimiz ve partimiz, Halk Demokrasisinin, emperyalizmden tam bağımsızlık koşullarında, işçi ve emekçi halkın üretim araçlarına sahip olduğu, sosyalizmin inşa edildiği koşullarda gerçek anlamını bulacağına inanır.
İşçi sınıfı ve tüm halk bunun için mücadele eder; programız bu tip demokrasiyi hedefler, devrimimiz bu demokrasiyi kurar.

1.BÖLÜM: DEVRİM VE DEMOKRASİ
Sorunu daha iyi anlamak için,öncelikle kısa ve özet olarak iki kavramasal çerçeveyi açıklamakta yarar vardır. Birincisi, demokrasi sorunu devlet sorunundan bağımsız olmadığı için, “devlet ve demokrasi” ilişkisidir; ikincisi ise, bunun devamı olarak, “devrim ve demokrasi” ilişkisidir. Bu iki alt başlıkta ifade edeceğimiz özet anlayış kavranamazsa, programımızın demokrasi ile ilişkisi kavranamaz. Çünkü, demokrasi sorunu tam da bu iki ana sorunda karmakarışık hale getirilmekte ve bilinçler çarpıtılmakta, devrimin önü karartılmaktadır.
Önce “devlet ve demokrasi” üzerine bir özet ve çerçeve.

DEVLET VE DEMOKRASİ
Demokrasi sorunu, devlet sorunundan ayrı değildir. Bu anlamda, her devlet sorunu aynı zamanda bir demokrasi sorunudur. Çünkü, devlet, bir sınıfın elinde diğer sınıflara karşı baskı aracı/ aygıtı olarak örgütlenirken hem “diktatörlük”, hem de egemen sınıf için “demokrasi” yi içerir.
Sonuçta demokrasi, sanayi devrimi ve kitlelerin daha ileri demokrasi için mücadelesi ile, işçi ve emekçilerin ağır bedeller ödemesi sonucu, tüm burjuvalar için demokrasi olarak kurumsallaştı. Bu insanlık tarihinde büyük bir ilerlemedir.
Ancak bu ilerleme, yerini emperyalist çağda siyasal gericiliğe bıraktı ve devletin yeniden biçim almasında bu siyasal gericilik temel rol oynadı.
Her üretim biçimi ve bu üretim biçimini temsil eden sınıf, eski üretim biçimine karşı üstünlük sağlayınca, bu kez kendinden ileri üretim biçimi ve onu temsil eden sınıfa karşı gericileşir. Köleciliğe karşı feodalizmin ilericiliği, ama daha sonra gelişen kapitalizme karşı gericiliği, aynı biçimde burjuvazinin feodalizme karşı ilericiliği ama iktisadi evrimin bir aşamasından sonra proletaryaya karşı gericiliği tam da bundandır. Burjuvazinin gerici karakterinin billurlaşması kapitalizmin feodalizme karşı nispeten üstünlük sağladığı, ama hala feodal sınıfların varlığını sürdürdüğü dönemde, kıta Avrupa’sını baştan başa devrimlerin sardığı dönemde, 1848 devrimlerinde açık biçimde ortaya çıkmaya başlamıştı. Feodalizme karşı mücadelede önderlik eden burjuvazi, işçi ve emekçilerin kendi taleplerini daha ileri götürmek isteklerine karşı, devrimi sürekli kılmak isteklerine karşı, feodal gericilikle anlaşmak zorunda kaldı. Yani, feodalizme karşı “demokrasi” mücadelesine önderlik eden burjuvazi, işçi ve emekçi sınıfların taleplerine karşı gericileşmektedir.
Ve bu mücadele içinde artık kendisi için sınıf niteliğine kavuşan proletarya, Paris Komünü ile siyasal rolünü oynayınca, bunun yanı sıra kapitalizm artık tekelci kapitalizme dönüşünce burjuvazinin ilerici nitelikleri geride kaldı.
Emperyalizm tekelci kapitalizmdir, demokrasi değil siyasal gericilik eğilimidir. Serbest rekabetçi kapitalizmde tüm burjuvalar için olan demokrasi, bu süreçte daralmış ve tekeller için demokrasiye dönüşmüştür. Artık burjuvazi ilerici değil gericidir ve kendi devrimlerine önderlik yapamaz.
Proletarya kendi devrimi için, sosyalizm için mücadele eder. Ama, emperyalist çağda burjuvazi kendi devrimine önderlik yapıp, BDD sorunlarını çözemediği için, proletarya bu sorunlar üzerinden atlayamaz, bu sorunların çözümünü de içeren devrimlere önderlik eder.
Mark ve Engels’in, özellikle 1848 devrimlerinde Almanya örneğinden hareketle tanımladığı “sürekli devrim”; Lenin’in bunu geliştirmesi “İki Taktik”ten “Nisan Tezleri”ne uzanan “kesintisiz devrim” anlayışı bu temelde ortaya çıkmıştır.

BURJUVA DEMOKRATİK DEVRİM
BDD’ler, feodalizme karşı burjuvazinin önderliğinde, emekçi kitlelerin aktif katılımı ile zafere ulaştı. Burjuvazi, kendi iktidarını ve kapitalist düzeni kurmak için, hiç şüphesiz feodal baskı ve kurumlarla bunaltılan kitlelerin taleplerine de sahip çıktı. Her devrim ve ona önderlik eden sınıf, kendi sınıfsal taleplerini, genel olarak tüm insanlığın taleplerine dönüştürdüğü ölçüde zafere ulaşabilir. Burjuvazi bunu yapmıştır; kapitalizmin özgür gelişimi için, feodal baskı altında, orta çağ karanlığında bunalan emekçi kitlelerin “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” taleplerine sahip çıkmış, bu talepleri feodal iktidara ve ona özgü kurumlara karşı yöneltmiştir.
Büyük Fransız burjuva devrimi, artık toplumsal süreçte gelişen kapitalizm karşısında gerici feodal iktidarın devrimle yıkılmasıdır. Yani, üretim düzeyinde feodalizmi aşan kapitalizm, artık kendi iktidarını kurmak zorundadır; “burjuva aydınlanması” ile alt yapısı oluşan bu süreç, burjuva devrimlerine gebedir. Devrimci burjuvazi, işçi ve emekçi sınıfları yanına alarak kendi devrimini yaptı. Bu büyük bir ilerleme ve sıçramadır.
1789 Fransız devrimi, önceki İngiliz devrimi ve sonrası Amerikan devrimleri ile kapitalizmin önünü açtı, bu yoldan tüm Batı Avrupa geçti. Üretim ilişkileri düzeyinde kapitalizm egemen üretim ilişkisi olurken siyasal üst yapı buna göre biçim aldı. İşçi ve emekçi sınıfların talep ve mücadelesi ile burjuva demokrasisi adım adım kurumsallaştı, burjuva partiler, parlamento, yasama-yürütme-yargılama arasındaki ilişkinin yeniden düzenlemesi, burjuva demokrasisinin bir unsuru olarak işçi ve emekçi sınıflar örgütlerinin yasal karakter göstermesi, herkes için oy hakkının somutlaşması ve seçim sisteminin kurumsallaşması vb. kapitalizmin özgür gelişimine uygun devlet biçimlenmesi oldu. Hiç şüphesiz bu süreç, burjuvazi önderliğinde, kendi ulusal pazarını hedefleyen ulus devletlerin oluşmasının önünü de açtı; feodal baskı altında ezilen uluslar kendi kurtuluşu için ayağa kalktı; ya ulus devletini oluşturdu ya da her ulus kendi ulusal ve demokratik haklarını koruyarak çok uluslu burjuva devletler ortaya çıktı. Bu süreç aynı zamanda geniş köylü sınıfların toprak talebinin Fransa örneğinde olduğu gibi devrimci yoldan, Almanya örneğin de olduğu gibi evrimci/Prusya tipi yoldan çözüm bulduğu, sınıfsal ayrışmanın yaşandığı bir süreçtir.
Artık emperyalist çağa gelindiğinde, Almanya geç kapitalizmi yaşasa da, Batı Avrupa da demokratik devrimler tamamlanıyor; Doğu Avrupa ve dünyanın diğer bölgelerinde ise bu süreç uç veriyordu.
BDD (Burjuva Demokratik Devrim) ile BD (Burjuva Devrim) iki farklı içeriğe sahiptir. BDD’ler, burjuvazinin önderliğinde kitle katılımı ve feodalizme vurduğu darbeler açısında çok ileri bir mevziyi, toplumsal alt üst oluşu ifade ederken BD’ler ya da burjuva hareketler, 1908 Jöntürk yada Kemalist harekette olduğu gibi, kitle katılımının pek olmadığı ve demokratik içeriğinin de buna bağlı olarak hiç olmadığı veya sözü edilecek kadar olmadığı hareketlerdir. BDD’de kapitalizme devrimci yoldan geçilir; ekonomik alt yapıda giderek egemen olan kapitalizm, eski feodal sistemi ifade eden üst yapıyı parçalar, kapitalizme özgü üst yapıyı, en başta da devleti oluşturur. BD’ler veya burjuva hareketlerde ise kapitalizmin önü açılsa da bu süreç daha uzun ve evrimci yoldan, çoğu kez feodalizmle uzlaşarak, bazı reformlarla, adım adım dönüşerek yaşanır.
Emperyalist çağda burjuvazi gericileşmiştir ve kendi demokratik devrimini yapacak durumda değildir. Ama feodalizmin ve buna özgü siyasal iktidarların olduğu, Doğu Avrupa ve Asya, Latin Amerika ve Afrika’da burjuva demokratik özlü hareketler hâlâ günceldir. Ya Rusya örneğinde olduğu gibi, BDD’i tamamlamayan ülkelerde proletarya bu sorunlara sahip çıkıp devrimi tamamlayacak ya da Doğu Avrupa, Türkiye, giderek Hindistan vb. örneklerde olduğu gibi burjuvazi, feodalizme karşı demokratik içerikten yoksun, ama kapitalizmin önünü açacak hareketler geliştirecektir.
Burjuvazi devrimci niteliği yitirmiştir; burjuva hareketler, feodal baskı altında olan ülkelerde şu veya bu ölçüde olsa da vardır ve daha çok emperyalizme yeniden bağlanma ve kendi pazarında ulus devlet oluşturma peşindedir. Bu hareketler, yukarıda ifade ettiğimiz gibi feodalizmi devrimci yoldan tasfiye etmez, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda kapitalizm evrimci yoldan, çoğu kez feodalizmle ittifak yapılarak geliştirilir. Bu ülkelerde BDD’nin hiçbir temel sorunu çözülmez, bunların çözümü proletaryanın önderliğinde demokratik devrimle mümkündür.
İşte, Rusya’da 1905 ve 1917 Şubat devrimleri budur.
Çarlık Rusyası, dünyanın ilk 6 emperyalist devletinden biridir. Kapitalizm, 19.yüzyılın başından itibaren gelişmektedir, ama feodal bir siyasal iktidar olan çarlık monarşisi/hanedanlık varlığını sürdürmektedir. Çarlık Rusyası, ne köylülerin toprak taleplerini, ne halklar hapishanesindeki ulusal sorunları çözmekten uzaktır. Gelişen kapitalizm, hem burjuvaziyi hem de proletaryayı yaratmıştır; zayıf bir burjuvazi ve kendi sorunlarına sahip çıkan bir proletarya vardır. Proletarya kendi devrimini yapmaya adaydır ama hala BDD sorunları dağ gibi orta yerde ve çözülmeden durmaktadır. Ya Menşeviklerin ileri sürdüğü gibi, bu devrime burjuvazi önderlik edecek, işçi ve köylüler bunları destekleyecek ya da Troçkist “sürekli devrim” de olduğu gibi, BDD “atlanacak” veya tüm bunlar bir yana bırakılıp, iki yanlıştan bir doğru çıkmaz denilerek bu iki akımdan farklı biçimde proletarya bu demokratik sorunlara sahip çıkıp, burjuvazi ile uzlaşmadan kesintisiz devrimle sosyalizme ulaşacaktır.
Lenin, “Programımız” çalışmasında olduğu gibi, asıl olarak da “İki Taktik”te de bu doğru anlayışı geliştirdi.
Sosyalist devrim, Avrupa’da iktidar olan proletaryanın desteği ile başarılacak ama bu beklenmeyecek, “8 saatlik iş güçü”, “eşit oy hakkı” ve “demokratik cumhuriyet” de ifadesini bulan asgari program, siyasal olarak çarlık iktidarına son verecek, “İKDDD” (işçi köylü devrimci demokratik diktatörlük) formülünde ifadesini bulan proletarya önderliğinde “demokratik cumhuriyet” kurulacak ve bunun üzerinden siyasal demokrasi mücadelesinde en önde saflarda yerini alan proletaryanın bilinç ve örgütlenme gücüne bağlı olarak proletaryanın tek başına iktidarı olan sosyalizme geçilecektir. Devrimin “asgari programı” çarlık monarşisinin yıkılması ve yerine “demokratik cumhuriyetin” kurulmasıdır; devrimin “azami programı” ise sosyalizmdir.
İşte 1905 BDD sürecinde Lenin ve Bolşevikler sorunu böyle formüle ederler.

MİLİ DEMOKRATİK DEVRİM YA DA ULUSAL DEMOKRATİK DEVRİM
Devrim eğitir. Devrim sadece kitleleri değil partileri ve onun önderlerini de eğitir. Bu temel önerme Lenin’in mücadelesi ve yaşamında çok nettir, her süreçte düşüncesinde ilerleme ve sıçrama vardır.
“İki Taktik”te ifadesini bulan yukarıdaki düşüncelerin daha sonra, özellikle savaş yıllarında geliştiği ve yine bir devrim döneminde, “Nisan Tezleri”nde doruk noktasına ulaştığı biliniyor. Ama Leninist kesintisiz devrimin anlayışının ilk güçlü tohumu “İki Taktik”te vardır. “İki Taktik”in özgün ve sonradan savaş yılları ve “Nisan Tezleri” ile aşılan yanları bir yana; bu kesintisiz devrim anlayışı, BDD’den sosyalizme geçiş, somut koşullara bağlı olarak tüm devrimlerde proletarya yol göstermiştir.
Elbette bu süreçte yeni kavramlar da giderek belirginleşmiştir. Daha sonra 3. Enternasyonal ve Stalin tarafından bu temel yaklaşım, sömürge ve yarı-sömürge ülkeler için, devrimin “asgari programı” olarak MDD (milli demokratik devrim) tanımlanacaktır.
BDD, burjuvazinin önderliğinde burjuva içerikli sorunları çözer ama MDD, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde, anti-emperyalist anti-feodal devrimler olup, sadece BDD sorunlarını çözmekle kalmaz, proletaryanın önderliğinde sosyalizme geçişin koşullarını da yaratır. Bu anlamda BDD ile MDD özdeş kavramlar olmaktan çıkarlar çözecekleri sorunların özünde “burjuva demokratik sorunlar” olsa da iki farklı yerde dururlar.
Hemen belirtelim, burada iki yanlış kavrayış vardır.
Birincisi, uzun yıllar, hatta 3. Enternasyonal tartışmalarında bile çoğu kez “BDD” ile “MDD” iç içe, eş anlamlı kullanılmıştır. Bu yaklaşımda, daha çok devrimin “burjuva karakteri”ne vurgu yapılmıştır. Doğrudur, MDD, BDD’nin sorunlarını çözer ve bu sorunlar burjuva karakterdedir ama MDD, en azından Stalin tarafında formüle edildiği üzere daha ileriye gider, sosyalizme geçişin koşullarını yaratır. Bu anlamda bu iki devrimi ve buna uygun kavramsal çerçeveyi bir birinden ayırtmak gerekir.
İkincisi, çoğu kez MDD, Mao’ya mal edilir. Bu yanlıştır ve eksik bir kavrayışı ifade eder. Mao’nun 1939’larda program düzeyine çıkardığı kavram “MDD” değil, “YDD” dir. MDD, ilk önce ve en gelişmiş biçimde Stalin tarafından kavramsallaştırılmıştır. Mao, bu kavramsal çerçeveyi Çin koşullarında “YDD” olarak tanımlamıştır.
Stalin, sömürge ve yarı sömürge ülkeler için MDD önerirken, sosyalizme aşamalı geçişi ileri sürer; Mao ise bunu biraz daha sağa çeker, “üçüncü toplum/devlet/kültür” olarak tanımlar. Her ikisinde de “aşamalı devrim” vardır ama özünde kaynağı Lenin ve “İki Taktik” olan bu yaklaşım, Mao’da Lenin’den farklı olarak, burjuvazi ile “ittifak” ya da “burjuva demokrasisi ile yan yana yürüme”den öte, sosyalizm koşullarında burjuvaziyi “halk içinde” tanımlar ve burjuvazi, küçük burjuvazi ve proletaryanın iktidarı eşit paylaşımını ileri sürer; ünlü “yüz çiçek açsın yüz fikir çarpışsın” budur. Sömürge ve yarı-sömürge ülkeler için Stalin ve 3. Enternasyonal’in tüm önerilerine rağmen, milli ve demokratik devrime, “şehirlerden kırların kuşatıldığı” ve “silahlı mücadelenin temel” olduğu Halk Savaşı stratejisini M-L literatüre kazandıran Mao, “YDD” ile, kapitalizm ile sosyalizm arasına “üçüncü toplum/devlet/kültürü” koyar, böylece Marksizm’den uzaklaşır.
Bu eleştiri ve değerlendirmeler bir yana MDD, toplumsal sürecin feodal ve yarı-feodal olduğu, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde, emperyalizmin 1. ve 2. Bunalım Döneminde, anti- emperyalist anti-feodal devrimlerdir. Bu devrimler, emperyalizme karşı milli/ya da ulusal, feodalizme karşı demokratik görevleri kapsar. Bu devrimlere proletarya önderlik eder, aynı zamanda sosyalizme geçişin koşullarını yaratan bu devrimler, kesintisiz devrimle sosyalizme yönelir. MDD’ler ise toplumsal süreç feodalizm olduğundan ve anti emperyalist mücadelede hala milli burjuvazi rol oynadığından, dışta emperyalizme, içte feodalizm ve komprador kapitalizme karşıdır; devrim, ulusal kapitalizme yönelmez.
Bu açıdan MDD, programsal olarak, tıpkı örneğin Bolşeviklerin 1903 programında olduğu gibi “kapitalizmin özgür gelişimi”ni savunur, kapitalizmin özgür gelişimi ya da bazı programlarda ifade edildiği gibi “demokratik kapitalizm”, sınıf mücadelesini hızlandırır ve sosyalizme geçisin koşullarını yaratır, bunun üzerinden sosyalist devrim yapılır, sosyalizm inşa edilir.

DEMOKRATİK HALK DEVRİMİ
Devrimler somut tarihsel süreçlere ve her ülkenin özgün ilişkilerine göre biçimler alır.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, 2. Paylaşım Savaşı yeni bir dünya tablosunu ve kapitalizmin iç örgütlenmesini ortaya çıkardı. Emperyalizmin 3. Bunalım Dönemi olarak tanımladığımız bu dönemin ayırt edici özellikleri, dünyanın 1/3’ünde sosyalizmin zafer kazanması ve sosyalist bloğun ortaya çıkması, sosyalizme yönelen devrimci halk kurtuluş savaşlarının devasa boyut kazanması ve emperyalizme darbe vurması ve bununla birlikte emperyalist kapitalist sistemin ABD önderliğinde entegrasyon yaşadığı koşullarda eski sömürgeciliğin bir yana atılarak yeni-sömürgeciliğin geliştirilmesidir.
Sosyalizm ve devrimci halk kurtuluş savaşları emperyalizme ne kadar darbe vuruyorsa, emperyalizmin 3. Bunalım Döneminde kapitalizmin daralan pazar sorununu çözmek ve açık sömürgeciliğe karşı tepkileri yumuşatmak için geliştirilen yeni-sömürgecilik de bir o kadar emperyalizme destek sunmaktadır. Denilebilir ki, emperyalizm yeni-sömürgeciliği geliştirmeyip eski sömürgecilikte ısrar etseydi çoktan defteri dürülürdü. Yeni-sömürgecilik, sadece emperyalist sömürüyü devam ettirme ve geliştirme değil, adeta tükenen kapitalizmin esneme noktalarını açığa çıkarıp ömrünü uzatma işlevi görmüştür.
Nasıl?
Sömürgecilik ve özellikle yarı-sömürgecilik, emperyalist sömürü ve açık işgal altında bulunan bu ülkelerde sınırlı bir kapitalist birikim yarattı; yeni-sömürgecilik bunun üzerinde gelişti, iç pazarı büyüttü, emperyalist sermayeyi her alana yaydı. Lenin, “emperyalizm” isimli temel yapıtında, sermaye ihracı ihraç edilen ülkede kapitalizmi geliştirir, diyordu; bu temel tez, yeni-sömürgecilik altında somutluk kazandı. Emperyalist sermaye, eskiden farklı olarak bizzat üretim alanlarına yönelip kâr oranlarını yükseltirken bağımlı kapitalizmi geliştirdi. Bu gelişim sınıf ilişkilerine yeni bir biçim verdi.
Artık bu ülkelerde, eski sömürge ve yarı-sömürge ülkelerden farklı olarak, kapitalist sömürü ve kapitalist toplumsal/sınıfsal ilişkiler sürece egemen oldu. Eskiden emperyalizmin 1. ve 2. Bunalım Dönemlerinde emperyalizm, bu sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde, en gerici sınıf olan feodal toprak sahipleri ve komprador ticaret burjuvazisine dayanırken; 3. Bunalım Döneminde, baştan emperyalizme bağımlı hale gelen işbirlikçi tekelci sermaye ve pre-kapitalist sınıfların (feodal ve tefeci unsurlar) ittifakına, yani bu sınıfların gerici ittifakı/bloğu olan oligarşiye dayanıyordu. Yukarıdan aşağı, emperyalizme bağımlı ve iç pazarın genişlemesine göre örgütlenen kapitalizm, kapitalist pazar ekseninde daha önce kendi pazarına sahip çıkmak isteyen millici sınıfları kendine bağladı; böylece yeni-sömürgecilik, tepe noktası ve omurgası tekelci sermaye olan ve bunun etrafında orta sınıflarını binbir bağla bu sınıfa bağlandığı kapitalizmi yarattı.
Böylece, emperyalizmin 1. ve 2. Bunalım Döneminde bir olgu olan MDD sürecinde şu veya bu ölçüde rol oynayan (Çin devriminde anti-emperyalist mücadele de oldukça önemli) milli/ulusal burjuvazi artık bir yana atılmış, bu sınıflar yeni-sömürgecilik ilişkileri içinde tekelleşmiş yada kapitalist pazar ilişkileri içinde işbirlikçi kapitalizmin bir parçasına dönüşmüştür ve artık devrimde rol oynamaktan uzaktır. Emperyalist işgal biçimi değişmiş, açık askeri işgal yerini her alanda varlığını sürdüren gizli işgale bırakmıştır. Emperyalist sermaye, yerli ve işbirlikçi tekelci sermaye ile birlikte her alana el atmış, ekonomik, siyasal, kültürel her alanda ipin ucunu ele geçirmiş, emperyalizm içsel olguya dönüşmüştür.
Her üretim ilişkisi kendine özgü sınıf ilişkilerini yaratır.
Sömürgecilik ve yarı-sömürgecilik, toplumsal sürecin feodal veya yarı-feodal olduğu bir süreçtir ve bu süreçte gelişen kapitalizm daha çok ticari karakterdedir; işbirlikçi komprador burjuvazi bu ilişkinin ürünüdür. Sol ve devrimci çevrelerde, 1970’lerden bu yana, biraz da “kalkınmacı sosyalizm” ve “3. dünyacılık” anlayışından kaynaklı olarak “işbirlikçilik” ile “kompradorluk” özdeş kavramlar olarak tanımlanmıştır, hâlâ bu yanlışı devam ettirenler vardır. Komprador burjuvazinin işbirlikçi olduğu nettir ama bu burjuvazi, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, 1. ve 2. Bunalım Döneminde ticari kapitalizme dayanarak emperyalist sermayenin aracısı, acentesi rolünü oynar. Bu sınıf üretimden daha çok dolaşım sürecinde ortaya çıkar, aracıdır, işbirlikçidir. Yeni-sömürgecilik ise kapitalizmi yukarıdan aşağı geliştirirken bu sınıfları kendine bağladı, bu ilişkiler içinde bu sınıf üretime yöneldi ve tekelcileşti; artık dolaşım sürecinde aracı, “acenteci” bir sınıf değil, emperyalizmle işbirliği yapan, üretim-dolaşım-tüketim sürecinde kapitalist pazarı elinde tutan işbirlikçi tekelci burjuvazi vardır.
Yukarıdan aşağı gelişen ve toplumsal sürece egemen olan kapitalizm, kendi zıddını da yarattı. Şehirlerde ve kapitalist işletmelerde ortaya çıkan proletarya, bu gelişmeye bağlı olarak hızla çoğaldı. Kırsal alanda eski yapılar çözüldü, kırdan kente göç dalgaları oluştu, şehirde kapitalist sanayi işletmelerin yanı sıra pazara yönelik işletmeler ve bu temelde işçiler ortaya çıktı. Giderek bu süreç, sanayi proletaryasının yanı sıra, büyük sayılara ulaşan kent ve kır yoksullarını yarattı. Proletarya artık devrimde hem nicel hem nitel olarak önderlik yapacak bir sınıf haline geldi; proletarya sadece ideolojik değil, politik bilinçle beraber fiili önderlik yapacak konumdadır.
Böylece yeni-sömürge ülkelerde devrim; emperyalizme ve oligarşiye karşı proletaryanın önderliğinde DHD zorunlu bir durak oldu. Bu devrim, proleter devrimin bir biçimi olup, demokratik ve sosyalist görevleri içermekte, emperyalizme karşı ulusal mücadele, emperyalist sermaye oligarşi içinde yer aldığından ve içsel olgu olduğundan sınıfsal temelde yürümekte, devrimin demokratik karakteri, yukarıdan aşağı emperyalizm ve yerli tekelci sermeye tarafından örgütlenen sömürge tipi faşizmi tasfiyesine kadar uzanmaktadır.
Her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur.
BDD, feodalizme karşı burjuvazinin iktidarını; proletarya devriminin bir biçimi olan, 1. ve 2. Bunalım Dönemlerinde, hatta Küba devriminde olduğu gibi 3. Bunalım Döneminin başlangıç süreçlerinde ortaya çıkan MDD ya da UDD (ulusal demokratik devrim), proletarya önderliğinde, ulusal burjuvazi ile ittifak yaparak işçi-köylü iktidarını; DHD ise proletaryanın önderliğinde, sınıfsal ayrışmayı yaşayan kır orta burjuvazisine kadar uzanan kır emekçi sınıfları ve şehir küçük burjuvazisinin, yani halkın iktidarını hedefler.
BDD feodalizmin belini kırar, MDD feodalizm ve komprador burjuvazinin belini kırar; DHD ise tekelcileşen kapitalizmin... Tam bu noktada, DHD programı, örneğin 1903 Bolşevik programında ya da MDD programında olduğu gibi “kapitalizmin özgür gelişimini” içermez, kapitalizmi tasfiyeye yönelir; bu açıdan DHD sosyalist görevleri programın merkezine koyar ve sosyalizme geçiş çok daha güçlü olarak belirginleşir. DHD, ekonomik alanda yapacağı işlerden öte, emperyalizme ve anti-faşist programı da içeren bir yolda oligarşiye karşı en geniş sınıfların, işçi sınıfı önderliğinde tüm halkın iktidarını hedefler, programına bunu koyar, doğal olarak bu program, proletaryanın tek başına iktidarı olan sosyalist devrim değildir.
DHD, yeni-sömürge ülkelerde, kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecinde, proletarya devriminin bir biçimidir. Ve bundan dolayı, DHD sonrası kurulan halk iktidarı proletarya diktatörlüğünün özgün biçimidir.
Tekrar devlet biçimine ve yeni-sömürge ülkelerde, özellikle 1950-70 sürecinde görülen “nispi demokrasi”ye dönerek bazı sonuçları özetlemekte yarar var. Bu kısa özetin sorunu daha açıkça gözler önüne sereceği açıktır.

“NİSPİ DEMOKRASİ” VAR MI?
Emperyalizm demokrasinin inkârıdır, ama özellikle yeni-sömürgecilik sürecinde emperyalizm bu ülkelere “demokrasi” götürme iddiasındadır. Bu, keyfi bir tercih değildir, emperyalist sömürünün hızlanması için zorunludur. Yeni-sömürgecilik, eski sömürgecilikten farklı olarak kapitalistleşme sürecini hızlandırırken, sınırlarını kendi çizmiş olduğu “demokrasi”ye, bu temelde sermayenin özgürlüğüne ihtiyaç duyar.
Yeni-sömürgecilikte emperyalizm içseldir ve işbirlikçi oligarşik yapı içinde yerini alır; emperyalist işgali gizlemek zorundadır, bunun için biçimsel “burjuva demokrasi”sine başvurur. Artık yeni-sömürge ülkelerde, burjuva partileri, seçim, parlamento vb. vardır. Tüm bunlar emperyalist sömürüyü gizlemek için “demokrasi” oyunu eşliğinde asma yaprağı görevini görür.
Bununla birlikte yeni-sömürgeciliğin gelişmesi sürecinde burjuvazinin bazı kesimleri, bu süreçte, bu sermaye birikim modeli ile tam bütünleşemez ve oligarşi içinde çelişkiyi artırır. Eğer ayrıca o yeni-sömürge ülkede, başta küçük burjuvazi olmak üzere kitlelerin tepkileri de varsa, oligarşi ile bu kesimler arasında geçici de olsa bir “denge” kurulmuşsa, bunlar biçimsel demokrasiyi güçlendirir. Hatta bazı süreçlerde bu “denge” emperyalizmi ve oligarşiyi rahatsız eder, bunu kendi lehine bozmaya çalışırlar.
3. Bunalım Döneminin ilk aşaması olan 1950-70 sürecinde bu var. Latin Amerika’da liberal burjuvazinin bu süreçte yeni-sömürgeciliğe karşı tepkisi ve kalkınmacı bir model arayışı var. Bu, çok kez kitlelerin tepkisi ile iç içe geçmekte ve sol bir dalgayı oluşturmaktadır. Hiç şüphesiz Latin Amerika örneğinde güçlü bir anti-sömürgeci mücadele de önemli rol oynar. Bu mücadele geleneği, hem gerilla savaşında, hem de açık kitle muhalefetinde kendini gösterir. Türkiye örneğinde ise bu süreç emperyalizm ve işbirlikçi oligarşi için daha sorunsuzdur ve daha çok yeni-sömürgeciliği meşrulaştırmak için “demokrasi” oyunu oynanır.
Bu oyun elbette her zaman istenildiği gibi gitmez, bu kez “demokrasi” rafa kaldırılır ve bunun yerini askeri cuntalar, yani açık faşizm örnekleri alır. 1970’lerde Latin Amerika, Asya ve Afrika’da birçok ülkeyi, Türkiye, Şili, Brezilya, Arjantin, Paraguay, Filipinler, vb. gibi ülkeleri kapsayan cuntalar tam da bu anlama gelir. Yani, bir biçimde kurulan bir “denge” vardır ve demokratik talepleri kamçılamaktadır; buna son vermek, emperyalist sömürüyü hızlandırmak gereklidir ve bunun için “cunta”lar iş başına geçer.
Yeni-sömürgecilik üzerinde biçim alan Sömürge Tipi Faşizmin kendini gizlemesinde bir başka faktör daha rol oynadı. Bu faktör; emperyalist-kapitalist sistemin, sosyalizme karşı geliştirmek zorunda olduğu “sosyal devlet” anlayışıdır. Sosyalizm, 2. Paylaşım Savaşı sonrası yer yüzünün 1/3’ünde zafere ulaşınca, sosyalizm işçi ve emekçi sınıflar ve dünya hakları için çekim merkezi olunca, kapitalizm bunun önüne set çekmek istedi, kitlelerin ekonomik ve sosyal taleplerini sınırlı ölçüler içinde de olsa karşılamayı hedefledi. Bu, hem kapitalist pazarın dinamize edilmesine yararken, hem de emekçilerin sosyalizme yönelişine set çekme, onların taleplerini kendi sınırları içinde eritme ve onları kapitalizme bağlama fırsatı verdi.
Esnemeyen kırılır; bunu en iyi kapitalizm bilmektedir. 1945-70 sürecinde geliştirilen “sosyal devlet” anlayışı, bu esnemenin, kitlelerin taleplerini sosyalizme değil, kapitalizme bağlamanın bir ürünüydü. Doğal olarak bu proje, sadece vahşi kapitalizmin esnemesi ve sömürüden alınan payın bir kısmının kitlelerin taleplerine kanalize edilmesi anlamına gelmekle kalmadı, burjuva devlete “sosyal” karakter kattı ve onu “demokratik” bir görüntüye ulaştırdı. 2. Paylaşım Savaşı sonrası emperyalist-kapitalist ülkelerde demokrasinin sınırlarının genişlemesi bundandır.
Bu süreç yeni-sömürgelerde de faşizmin “sosyal devlet” ve “nispi demokratik ortam” temelinde gizlenmesine hizmet etti. Yani, her ülkede iç sınıf mücadelesi ve bazı “denge”lerin yanı sıra, genel olarak kapitalist sistemde bir unsur olarak geliştirilen “sosyal devlet” de, “nispi demokrasi”nin zeminini yarattı.
Ama bu süreç artık geride kalmıştır.

YENİ DÖNEMDE BAZI SONUÇLAR
Emperyalist-kapitalist sistem 2. Paylaşım Savaşı sonrası yeniden yapılanmıştır. 2. Paylaşım Savaşı, başta Avrupa olmak üzere emperyalist-kapitalist sistemi tahrip etmiş, bu yıkıntılar içinden sosyalizm zaferle çıkmıştır. ABD emperyalizmi, emperyalist-kapitalist sistem içinde en az yıpranan güçtür ve emperyalist-kapitalist sistem ABD önderliğinde yeniden toparlanmaktadır. Gerek Avrupa ve Japonya’nın, gerekse de bunu izleyen süreçte tüm geri kalmış ülkelerin onarılması, sosyalizme karşı bir zorunluluk olmuş, böylece ABD emperyalizmi kapitalist sistemin önderliğini ele geçirmekle kalmamış, kapitalizm için üretim güçlerini kendi sınırları içinde geliştirme ve kâr oranlarını yükseltme imkânını bulmuştur. 1945-70 sürecinin kapitalizm için “altın çağ” olarak tanımlanması bundandır.
Ama bu süreç 1970’lerde tıkanmış, kapitalizm günümüze kadar uzanan bir kriz sürecine girmiştir. Aslında bu kriz, kapitalizmin genel ve sürekli bunalımının yeniden ve derinleşmiş biçimde özgül koşullar içinde ortaya çıkışıdır. Bu krizde belirleyici olan kapitalizmin içsel faktörleridir, ama başta Vietnam Devrimi olmak üzere devrimci halk kurtuluş savaşları ve sosyalizmin rolü de önemlidir. Emperyalist-kapitalist sistemi saran kriz doğal olarak yeni ve köklü arayışları hızlandırmış, kapitalizmin iç örgütlenmesini neoliberalizm temelinde yeniden biçimlendirmiş, “sosyal devlet” politikalarının bir yana atılıp “özelleştirme” saldırılarının güncelleşmesinden tutalım, “esnek üretim”e kadar kapsamlı politikalar sisteme egemen olmuştur.
Emperyalist-kapitalist sistem bir hiyerarşiyi içerir ve sistemdeki kriz en çok yeni sömürgelere yüklenir. Ayrıca, yeni-sömürgeci kapitalizm, 1970’lere gelince hem sistemdeki krizin yansıması, hem de kendi içsel süreci gereği tıkanmış, kriz üreten bir sisteme dönüşmüştür. Emperyalizme bağımlı olarak iç pazara göre örgütlenen kapitalizm, bu temeldeki sermaye birikim modeli, sermayenin uluslar arasılaşmasına bağlı olarak yeni bir evreye sıçramıştır. Aynı zamanda, emperyalist-kapitalist sistemin iş bölümüne bağlı olarak, özellikle kapitalizmin nispeten geliştiği ülkelerde “dışa açılma” adı altında “ihracata yönelik” kapitalist birikim modeli benimsenmiştir. Neoliberal saldırı programları bu modelle hızlanmış, yeni-sömürge ülkeler emperyalist sermayenin açık pazarına dönüşmüş, sanayisizleştirme politikaları dayatılmış, yeni-sömürgecilik derinleşmiştir.
“Reel-sosyalizmin” çözülmesi, kapitalizmin bu iç örgütlenmesini her alana taşımış ve emperyalist saldırı politikalarını pervasızlaştırmıştır. Artık, kriz ortamında geliştirilen politikalar, emperyalist-kapitalist sistemin temel özelliği olmuştur. Her alanda bu emperyalist saldırı politikaları, vahşi sömürü ile iç içe derinleşmiştir.
Her açıdan yeni bir tarihsel süreçtir bu. 2. Paylaşım Savaşı sonrası dünyanın 1/3’ünde zafer kazanıp kapitalist pazarın dışına düşen sosyalizm, bu süreçte büyük bir tarihsel kırılma yaşamış, “reel sosyalizm” çözülmüş ve kapitalist restorasyon yaşanmış, sosyalizm Küba gibi tek tek ve küçük ülkelerde savunma zeminde kalmıştır. Bunun yanı sıra, devasa boyutlar kazanan devrimci halk kurtuluş savaşları gerileme sürecini yaşayarak genel yenilgi ortamından payını almıştır. Kapitalizmin iç örgütlemesi ile tüm bunları düşünürsek yeni bir tarihsel süreci yaşadığımız çok net anlaşılır.
Bu sürecin temel özelliklerinin biri neoliberal politikalar öncülüğünde yeni-sömürgeciliğin derinleşmesidir. Bu süreç konumuza bağlı olarak dört ana sonuç yaratmıştır.
Birincisi, tekelci kapitalizm yeni bir sermaye birikim modeli yaratmıştır. Bu birikim modeli emperyalist tekelci sermayenin asalak ve üretici güçlerin gelişimini engelleyen yüzünü belirgin biçimde ortaya koymaktadır. Temel özelliklerinden biri ciddi bir spekülatif yan da taşıyan, üretim süreçlerinden önemli ölçüde kopmuş olan mali sermayenin ana kâr kaynağı haline gelmiş olması, yani sistemde başat rol üstlenmesidir. Bu kapitalist birikim süreci oligarşinin bazı kesimlerini tasfiye etmiş, yeni-sömürgeciliğin kurumlaşması sürecinde varlığını devam ettiren prekapitalist unsurlar tasfiye olmuş, oligarşi daralmıştır.
İkincisi, yeni-sömürgecilik üzerinde oluşan faşizm de buna paralel yeni biçim almıştır. Yeni-sömürgeciliğin oluşum sürecinde görülen “nispi demokrasi” artık yoktur. Özellikle askeri açık faşizm ve bunların cunta biçiminde örgütlenmesi, önceki süreçte bir tür “denge”ye son vermiş, her şey emperyalizm ve işbirlikçi tekelci sermaye lehine örgütlenmiştir. Eskiden, faşizm, temsili demokrasiyi görüntüde de olsa koruyan gizli biçimde kurumlaşırken, emperyalizm ve yerli tekelci sermaye ipin ucunu elinden kaçırınca açık biçime başvurması söz konusuydu. Ama,artık, neoliberal saldırı programları gündemdedir; devlet, yani faşizm, daralan oligarşinin çıkarlarını gözeten, buna göre biçim alan, sadece baskı politikalarını değil, ideolojik ve kültürel pasifikasyon araçlarını da uygulayan, buna göre kendini yeniden örgütleyen bir konumdadır.
Üçüncüsü bu durum, burjuva demokrasisini sadece yeni-sömürgelerde değil, metropol kapitalist ülkelerde de hayale dönüştürmüş, kitlelerin demokrasi mücadelesini sınıfsal temelde büyütmüştür. Demokrasi mücadelesi okulundan geçmeyen proletarya kendi devrimini yapamaz; Lenin’in bu tezi, bu tarihsel koşullarda, yeni sömürge ülkelerde, son derece önem kazanmış, demokrasi mücadelesini sosyalizme bağlamıştır. Demokrasi mücadelesinde proletarya önder güçtür ve tek tutarlı sınıftır. Kendi devrimine, sosyalizme yönelen proletarya, kendi devrimine ancak demokrasi savaşımında en önde yer alarak ulaşabilir. Demokrasi savaşında proletarya önderdir ama tek sınıf değildir, siyasal gericiliğin merkezine, yeni-sömürgeci kapitalizme ve onun omurgasına demokrasi savaşımında yönelen proletarya, demokrasi savaşını diğer sınıflarla birlikte, özellikle kent ve kır küçük burjuvazisi ile birlikte yürütür. Bu mücadelede demokrasi savaşımının temel bir unsur haline geldiği DHD “atlanarak”, “SD” söylemleriyle ne demokrasi savaşımı kazanılabilir ne de proletarya kendi devrimine ulaşabilir.
Dördüncüsü, demokrasi mücadelesinin iki ana boyutu vardır. Kapitalizm sınırları içinde, siyasal özgürlükte ifadesini bunan bazı kazanımlar için mücadele ve her tür demokrasinin inkârına dayanan faşizmin devrimle tasfiye edilmesi. Birincisi ikincisine, tümü sosyalizme bağlanır. Yani, yeni tarihsel dönemde, içsel olgu olan emperyalizme ve oligarşiye karşı savaşımda, örneğin neoliberal emperyalist saldırı politikaları, anti-emperyalist mücadeleyi sınıfsal zemine kaydırmakla kalmamış, kapitalizm sınırları içinde bazı demokratik ve siyasal talepleri güncelleştirmiştir.
DHD, asgari ve azami hedefleri içeren bir “geçiş programı” olarak somutlaşırken, asgari siyasal ve demokratik hedefler (ki, bunlar programda “acil siyasal ve demokratik talepler” olarak da formüle edilebilir) bu programda çok daha güçlenmiş, ama bunların asıl çözümünü faşizmin dağıtılmasına içeren devrime bağlamıştır. Böylece, DHD programının demokratik görevleri kapitalizmin sınırlarını ile kendini sınırlamayan, onu aşan bir devrime, bu devrimin sosyalist görevlerle sıkı ve kopmaz ilişkisine bağlamıştır.
Bu anlamda DHD programının içeriği genişlemiş, öz ve biçim olarak proletarya devriminin bir süreci olmuştur.

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19