Feodalizme karşı mücadele verirken eşitlik özgürlük
kardeşlik şiarı etrafında işçi sınıfını arkasına
alan burjuvazi, sınıf iktidarını kurduktan sonra
düşmanı olan işçi sınıfının mücadelesini yükselttiği
her aşamada, işçi sınıfı hareketini ve onun öncülerini
tasfiyeye yönelmiştir. 1830’ların başlarındaki
Lyon ayaklanmasında, 1848 devriminde, Paris Komünü’nde
vd. tüm devrimci kalkışmalarda bu gerçeklik yaşanmıştır.
Ve hatta gücünün yetersiz kaldığı koşullarda da
eski topluma ait sınıflarla bütünleşip işçi sınıfı
hareketini ezmeye çalışmıştır.
Lenin, emperyalizm döneminde burjuvazinin devrimci
barutunu yitirip gericileştiğinin altını birçok
yerde kalın çizgilerle belirtir. Bunun en belirgin
örneklerinden birini Kemalist burjuva diktatörlüğü
oluşturmuştur. Ulusal boyutta iktidarını kurmadan
ve anti işgalci konumunu sürdürdüğü bir kesitte
bile Kemalizm, sınıfın öncülerini hunharca katledip
tasfiyeye yönelmekten çekinmemiştir. 28-29 Ocak
1921’de başta Mustafa Suphi olmak üzere TKP’nin
15 yönetici ve militanı katledilmiştir. Burjuvazinin
sınıf iktidarını kurduğu 1920’den bu yana geçen
87 yıl boyuncu işçi sınıfının emekçi halkın en
yiğit evlatlarını entrikalarla ve hunharca katliamlarla
tasfiye etmeye yönelik politikası hiç değişmemiştir.
Yenilgilerin devrimcileri, komünistleri korkutmadığı
bilinir ve yine bilinir ki, bir dizi çarpışmaya
girmeyen, yenilgi ve zaferleri yaşamayan devrimci
bir örgüt ve sınıfın olgunlaşması ve hedefine
varması olanaksızdır. Ustalarımız tarihteki kimi
yenilgilerin kolay kazanılmış zaferlerden daha
iyi olduğunu belirtirler. Sorun yürütülen mevzi
çarpışmalarından, yaşanan yenilgi ve zaferlerden
gerekli dersleri çıkarıp çıkarmamaktır. Gerekli
ideolojik, politik ve örgütsel dersler çıkarıldığı
sürece yenilgiler gelecekteki zaferlerin müjdecisi
olacaktır
***
Bundan 87 yıl önce kurulan (10 Eylül 1920) Türkiye
Komünist Partisi (TKP) coğrafyamızdaki ilk Komünist
partisi olması itibarıyla geleneğimizin dün’ünü
ifade etmektedir. Dün, basit bir yaşanmışlık,
tarih anlatımı ve/veya tarih yorumu değil, yaşanmış
deneyimlerin sentezlenmesi ve bunlardan gerekli
dersleri çıkararak mücadelenin önünün açılması
olarak anlaşılmalıdır. Bu nedenle Komünistler
kendilerini, “dün, bugün, yarın” diyalektiği üzerinden
tanımlarlar/ konumlandırırlar. Bugün; dünyanın,
bölgenin ve devrim iddiasında bulunulan ülkenin
içinde bulunduğu ilişki ve çelişkiler; bu çelişkilerin
sınıfı, devrimci hareketi nasıl etkilediğini ortaya
koyarak buna uygun hareket edilmesidir. Yarın;
dünden ve bugünden hareket ederek gelecekte yapmak
istenilenin şekillendirilmesi ve kazanılması uğruna
mücadele etmektir.
Yaşadığımız coğrafyanın komünistleri olarak dün’ümüzün
bir bölümünü -TKP’yi- değerlendirirken amacımız
akademik bir değerlendirme/çalışma yapmak değil,
coğrafyamızdaki ilk komünist deneyimi değerlendirerek,
geleneğimizin önümüzü aydınlatmada bir ışık olmasını
sağlamaktır.
Türkiye’de komünizm adına ortaya çıktıklarını
belirten hareketlerin büyük bir kısmının TKP değerlendirmeleri/yaklaşımları
sorunludur; TKP sürecini bütünsellikten ve nesnellikten
kopararak yapmaktadırlar. Bunların bir kısmı tarihlerini
TKP ile başlatmalarına karşın, genel geçer, beylik
lafların ötesinde bir şey söylememekte; bir kısmı
geçen uzun yıllara karşın sanki TKP’de önemli
bir değişiklik yaşanmamış gibi toptancı değerlendirmeler
-olumlu ya da olumsuz-yapmaktadır. Oysa TKP, ne
toptan kabul, ne toptan reddedilebilecek bir harekettir.
Resmi anlamda varlığını 60 yıl sürdüren bu hareket,
aslında ne ideolojik, ne politik ne de örgütsel
bazda sürekliliğini sağlayamamıştır.
TKP, enternasyonalist bir parti olarak kurulmuştur.
87 yıl sonrasında bile dar ulusalcılık eksenini/perspektifini
aşamayan devrimci örgütleri düşünürsek, oluşurken
kendini uluslararası proletarya mücadelesinin
bir parçası olarak şekillendiren ve buna uygun
konumlanan bu kavrayışın ileri boyutu anlaşılabilir.
Öte yandan, TKP’nin Komünist partisini kurma ve
komünistlerin birliği noktasındaki yaklaşımı yaşadığımız
süreçteki birçok örgütlenmeden daha ileriyi temsil
etmektedir. Neredeyse her grubun kendini tek Komünist
örgüt, hareket, parti olarak nitelediği bir dönemden
geriye baktığımızda, 89 yıl öncesinde (1918),
çalışmaların yürütüldüğü, yürütüleceği bölgelerden
gelecek delegelerle Komünist partisinin kurulacağının
belirtilmesi/hedeflenmesi ve adım adım buna doğru
yürünmesi önemli bir derstir. Aynı şekilde yıllara
sığacak ‘ideolojik mücadele’, ‘birbirini tanıma’
düşüncelerinin ayyuka çıktığı günümüzün tersine
program ve tüzük noktasında anlaşarak sürecin
ihtiyaçlarını karşılayacak bir partinin kurulması,
ideolojik farklılıkların bu yapı içinde ortak
hareket etmeyi kaldırmaması koşuluyla hareket
etmesi önemlidir.
TKP, Türkiye proletaryasının günümüzle karşılaştırılamayacak
düzeydeki zayıflığına karşın proletaryayı temel
almış, proletaryayı örgütlemek noktasında tüm
güçlerini seferber etmiştir. Bu noktada önemli
başarılar da sağlamıştır. Ve rahatlıkla şunu söyleyebiliriz:
günümüzün devrimci hareketleriyle kıyaslanmayacak
düzeyde sınıf içinde olmuş, sınıfı örgütlemiştir.
Sınıf perspektifi ve ısrarlı sınıf çalışması,
dönemin proletaryası içinde azımsanmaması gereken
bir güç haline getirmiştir. Sınıf perspektifi,
sınıfa yönelme, sınıf içinde parti çalışması (hücre
çalışması)... gibi noktalarda alabileceğimiz ciddi
dersler bırakmıştır.
Bu olumluluklarına karşın TKP’nin devrim stratejisi,
Kemalizm’e bakış açısı, ulusal soruna bakış açısı...
sorunludur.
TKP yazınında çok net olarak tanımlanmasa da serbest
rekabetçi kapitalizm döneminin devrim stratejisi
anlayışını görmek mümkündür. Dönemin konjonktürel
etkisiyle de (SB’nin durumu) Kemalist burjuva
diktatörlüğüne karşı sağlıklı bir perspektifle
tutum almamıştır. Bağımsız politik bir güç olarak
Kemalist burjuvaziyle birleşmese de ona verdiği
destek iktidar perspektifinde sis perdesinin oluşmasına
neden olmuştur. İlk dönemlerindeki bu sis perdesi
giderek büyümüş, Komünist Enternasyonalde yaşanan
bozulmalarla birlikte iktidar perspektifinin yitirilmesine
neden olmuştur.
Öte yanda TKP, Kürt ulusal sorunu konusunda bütünlüklü
ve sağlıklı bir perspektif üretememiştir. İsmail
Hakkı’nın 3. Enternasyonalin 2. kongresinde dile
getirdiği tok yaklaşımına karşın, TKP’nin 1. programında
çözümü “federasyon”la sınırlaması; Kürt ulusal
gerçeğini doğru bir tarzda dillendirmemesi bir
eksiklik olarak görülmelidir. Sınırları netleşmemiş
bir ülkenin KP’si olarak bu eksikliği bir noktaya
kadar anlamak mümkün olsa da, Lozan sonrasında
izlenen politikayı kabul etmek ve/veya mazur görmek
mümkün değildir. TKP, 2. programında ulusların
kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesinin ortaya
koymasına karşın, pratik bir sorun olarak ortaya
çıkan Kürt ayaklanmaları konusunda sosyal şoven
konuma düşmüştür.
TKP’nin Kemalizm’e bakış açısı da sorunludur.
Bunun bir nedeni Komünist Enternasyonal’in bakış
açısı olsa da, kadrolarının şekillendiği gelenekle
de bağlantılıdır. Bu bakış açısı sonuçta 15 yönetici
ve militanının hayatına mal olmuştur. Daha kuruluşunun
beşinci ayında gündeme gelen bu yıkım kapanması
güç bir yaraya dönüşmüştür.
Tarihsel bir gerçek olarak ortaya çıkan TKP, kuruluşunun
ilk dönemlerindeki tüm eksikliklerine, zaaflarına
rağmen döneminin işçi sınıfının birikimini örgütlü
tarzda temsil eden en ileri halkayı oluşturmuştur.
Politik olarak bu ana noktayı gözden kaçıranlar,
bizlere sadece köksüzlüğü/köksüzlüklerini anlatırlar.
Ama bilinmelidir ki, tarihi keyfi olarak kendileriyle
başlatanların yarını olmayacaktır.
***
Biz bu çalışmamızda TKP’yi her yönüyle irdelediğimiz
iddiasında değiliz. Birçok yanın eksik kaldığını
biliyoruz: TKP’nin hem kuruluş ve hem de sonraki
süreçleriyle ilgili söylenebilecek çok şey var.
Bu çalışmayı bir giriş olarak kabul ediyoruz.
TKP ve Devrim
Mustafa Suphiler dönemi TKP’sinin programına,
yazınına ve yaptıklarına bakıldığında konumuzla
ilgili iki önemli nokta dikkati çeker:
Birinci nokta olarak, bu programın devrim sonrasında
yapılacaklarla ilgili kapsamlı, doyurucu olduğunu
ve bugünün birçok programına göre daha ileriyi
temsil ettiğini söyleyebiliriz. TKP, programında
her şeyden önce bir toplumsal devrimi hedefliyor
ve kapitalist sistem yerine komünizme kesintisiz
şekilde evrilecek siyasi, ekonomik ve toplumsal
hedefler koyuyor. TKP’nin siyasal iktidar (şuralara
-Sovyetler- dayalı bir yönetim), mülkiyetin tasfiyesi
ve toplumsal alanda yapmayı hedeflediklerinin
de oldukça ileri olduğunu belirtmeliyiz. Aradan
80 küsur yıl geçmesine karşın bu program, bugün
komünizm adına çıkan birçok hareketin programından
ileridedir.
Esas üzerinde duracağımız ikinci nokta ise, Mustafa
Suphiler dönemi TKP’sinin programının yukarıdaki
amaçları gerçekleştirmek için siyasi iktidarı
nasıl alacağını, hangi yol ve yöntemleri kullanacağını
(strateji ve taktik) ya somut olarak ortaya koyamaması
ya da çok silik olarak belirtmesidir. Şüphesiz
satır aralarında geçen yaklaşımlar vardır ancak
bu yaklaşımlar emperyalist dönemin ilişkileriyle
uyum içinde değildir. Satır aralarında geçen “Bugün
yoksul sınıflar Türkiye’de galip ve yağmacı Antant
devletlerine karşı devam eden ulusal başkaldırı
hareketine, “düşmanın düşmanı” ile savaşarak katılmaktadır”
anlayışı, bizleri serbest rekabetçi dönem koşullarında
savunulan devrim anlayışına götürmektedir.
TKP’nin bu yaklaşımı kaynağını serbest rekabetçi
döneminde önerilen devrim anlayışından almaktadır.
Bilindiği gibi feodalizmin henüz tasfiye edilmediği,
özellikle üstyapıda eski toplum kurumlarının egemenliğini
sürdürdüğü koşullarda, Komünist Manifesto’nun
vurguladığı gibi “proleterler kendi düşmanlarına
karşı değil, düşmanlarının düşmanlarına karşı
savaşı yürüteceklerdir” (Marks, Engels, Komünist
Manifesto, s.57, Sol yayınları 2002)
Proletaryanın kendi gerçek düşmanıyla doğrudan
çatışmasının “en özgür” koşulları ancak böylelikle
oluşturabilecektir. Bu nedenle, kendi siyasal
gelişimi için kesin bir ihtiyaç olmasından dolayı
proletarya “genel oy hakkının, demokrasinin kazanılmasını
en başta gelen ve en önemli” görevlerinden biri
ilan eder.
Ancak Manifesto diğer yanda, işçi sınıfı için
salt siyasal devrimlerin yeterli olmayacağını
da ortaya koyan 1848 koşullarının Sosyalist Devrime
“ortam hazırladığını”, proletaryanın egemen sınıf
durumuna gelebileceğini örneğin, Almanya’da burjuva
devrimi “onu hemen izleyecek bir proleter devrimin
başlangıcı olacağını” da (Marks, Engels, Komünist
Manifesto, s.157, Sol yayınları 2002) öne sürer.
“Devrim, birçok Avrupa ülkesinde öncelikle ortaçağ
gericiliğinin kalıntılarıyla monarşiyle, aristokrasiyle
ve ayrıcalıklarla hesaplaşmak zorundaydı. Ve bu
hesaplaşmanın en keskin “avam tarzda” olması proletaryanın
lehinedir. Bu çerçevede somut siyasal görev gelişecek
demokrasiye (burjuva sınırların aşılmasında) “kendi”
damgasını vurmak siyasal demokrasiyi en ileri
önlemleri, gerçekleştirmek için zorlamak burjuvazinin
feodal gericilik karşısındaki tutarsızlığını teşhir
etmek giderek kendi öz devrimine hazırlamaktır.
Nitekim 1848’in peşinden ve özellikle 1871 deneyimiyle
beraber somut tarihsel gelişmeler yeni bir değerlendirilmeyi
zorunlu kılar. “1848’in savaşım tarzı...her bakımdan
eskimiş, zamanı geçmiştir”, “kıta üzerindeki iktisadi
gelişme (henüz)... kapitalist üretimin kaldırılması
için yeterince olgunlaşmamıştır” belirlemeleriyle
Engels 1895’te “tarihin kendilerini haksız çıkardığını”
ve o zaman ki görüşlerinin bir yanılsama olduğunu,
sonuçta toplumsal devrimler çağının henüz başlamadığını
teslim eder. (Daha geniş bilgi için F. Engels’in,
Fransa’da sınıf savaşımları, Önsöz 1895’e bakılabilir)
Bu dönemde tarih proletaryanın önüne “toplumsal
devrimin yavaş bir hazırlığını” yavaş örgütlenme
ve eğitim çalışmasını koymuştur. Gerçekleşen devrimci
atılımlarda, bunlar önemli deneyim ve olanaklar
sağlasa da, “devrimin meyvelerini toplayan son
tahlilde kapitalist sınıftır.”
Ancak doğrudan kendi iktidarını hedeflememek,
iktidar perspektifinden tamamen yoksunluk, en
uygun (!) zamana kadar inzivaya çekilmek, derviş
sabrıyla beklemek değildir. Komünistler, demokratik
hareketin içinde diğer güçlerle aynı konum ve
sınırlarda yer almazlar. Bu hareketin geleceğini
de temsil ettiğinin bilinciyle proletarya, demokratik
istemlerini geçmişe göre değil, geleceğe göre
tasarlar. Bu talep ve istemlerin en tutarlı ve
en geniş biçimde gerçekleşmesi için savaşım verir.
Diğer yandan nesnel-öznel ilişkisi mekanik değildir.
Sınıfın politik eylemi ile çatışmanın maddi yaşam
koşulları arasındaki ilişkiyi iki yanın göreli
özerkliklerinin diyalektiği içinde almak gerekir.
Pratik eylem kendini her zaman teorinin sınırlarına
hapsetmez. Toplumsal krizin derinleşmesiyle atağa
kalkan proletarya, devrimci eylemin dinamizmi
ve sosyalist hedeflerin coşkusuyla olanaklılığın
sınırlarını zorlar. Geleceğin kuşkusu ve inancı
verili durumu sarsar. Böylece “iki devrimin unsurlarının
iç içe geçtiği”, keskin çatışmalar ve iniş-çıkışlarla
dolu geçici dönemler yaşanır. Tarihsel koşullar
henüz yetersiz olmakla beraber proletarya pratik
olarak demokrasiyi kendine göre “yorumlamaya”
ve bunu hasımlarına zorla kabullendirmeye çalışır.
Komün bir yana, 19.yy demokratik devrimlerinin
çoğunun gerçek yürütücüsü, “barikatlardaki savaşın
organizatörü” proletarya olmuştur.
TKP’nin yaklaşımı yukarıda kısaca açıkladığımız
anlayışa denk düşüyor. Bu kanımızı güçlendiren
birkaç örnek vermek istiyoruz:
TKP’nin 1. kongresinde söylenen şudur: “Anadolu’da
devam eden milli inkılâp hareketinin umum dünya
emperyalizmine karşı mücadelesiyle bütün dünya
proleter hareketine yardım ettiğine kaniiyiz.
Bu milli hareketin memleket dahilinde inkişaf
bulması (gelişmesi) ve derinleşmesiyle, sınıf
şuurunun (bilincinin) meydana gelmesine hizmet
ettiği ve böylece yarın ki içtimai inkılaba (sosyal
devrim) müsait bir muhit (ortam, zemin) hazırladığı
muhakkaktır.” (vurgular bizim) (Mete Tunçay, Türkiye’de
Sol Akımlar 1908-1925, s, 280 BDS yayınları)
Mustafa Suphi de şöyle demektedir: “Memlekette
mazlum ve işçi, fakir ve işsizler çoğunluk teşkil
etseler de, sanayiin ilkel halde olması nedeniyle,
amelenin proleter teşkilatına malik ve toplanmış
olmamaları icabetmektedir. Ve yine bu itibarladır
ki, Komünist Fırkası, hâlihazırda inkılâbı yapacak
ve idareyi ele alacak büyük bir hükümet fırkası
şekil ve mahiyetinde ortaya atılmaz... Demek ki
içtimai inkılâp karşısında Türkiye Komünist Fırkasına
düşen vazifeyi, yağmacı emperyalizmin bütün baskılarına
rağmen ayaklanıp varlıklarını ispat eden Anadolu
ayaklanmacılarına ve ayaklanmacıları temsil eden
Büyük Millet Meclisi Hükümetine samimiyetle yardımcı
olmak ve Anadolu’daki bu hareketi şarkın diğer
mazlum ve medeni millet ve hükümetlerine bir örnek
olarak göstermekle özetleyebiliriz.” (vurgular
bizim) (Mustafa Suphi, Yaşamı, yazıları, yoldaşları,
s.95, Sosyalist yayınlar 1992
12 Temmuz 1921’de Komünist Enternasyonal’in 3.
Dünya kongresinin 20. oturumunda TKP delegesi
Süleyman Nuri yaptığı konuşmada şunları belirtir:
“...Ama Anadolu köylü ve işçileri, milli bağımsızlık
hareketi devam ettiği sürece hem kendilerinin,
hem de biz komünistlerin bu hareketi desteklemek
zorunda olduğunun bilincindedirler. Çünkü ittifak
devletleri ve emperyalistlerin imha edilmesi,
her türlü köleliği ortadan kaldıracak olan dünya
devriminin temeli ve başlangıcıdır. İşte bu yüzden
Anadolu işçi ve köylüleri, ittifak devletlerine
yöneldiği sürece bu mücadeleyi destekleyeceklerdir.
(vurgular bizim) Ama eğer Kemal paşa bu bağımsızlık
mücadelesini yarıda kesmeye ve uzlaşmaya cüret
edecek olursa işte o zaman Anadolu işçi ve köylüleri
yekvücut ayaklanarak Kemal’i devirecek ve onun
cesedini çiğneyerek tüm Doğu ile birlikte bağımsızlıkları
için mücadele edecekleri cephenin saflarına geçeceklerdir.”
(Türkiye Komünist ve işçi Hareketleri s, 60)
TKP MK’sının Mart 1922’de Yeni Hayat’ta yayımladığı
bildiride de “...Türk burjuvazisinin emperyalizme
karşı savaşı, somut olarak devrimci bir savaştır.
Bu savaş proletaryanın ve Türkiye emekçi kitlelerinin
menfaatlerine uygun düşer. Biz hâlihazırdaki BMM
hükümetiyle dostluğu devam ettirdikçe, iç politikada
işçilerin hayati meselelerinde ve köylülerin toprak
davasında, vergi işlerinde ıslahat yapmak niyetinde
oldukça desteklemeye hazırız. (vurgular bizim)
Çünkü bunlar emekçi halkın menfaatinedir.” denilmektedir.
(Dimitir Şişmanov, Türkiye İşçi ve sosyalist Hareketi,
s, 112-113)
Kasım 1922’de Komünist Enternasyonal’in 4. kongresine
TKP adına delege olarak katılan Sadrettin Celal
şöyle diyor: “... TKP daha kurulduğu anda iki
düşmanla karşı karşıyaydı: emperyalizm ve milliyetçi
burjuvazi. Parti, en büyük düşman olan emperyalizme
karşı mücadelenin daha önemli olduğuna inandığından,
hükümeti emperyalizme karşı mücadele ettiği sürece
desteklemeye karar verdi. Öte yandan da, işçi
ve köylüler için demokratik reformlar talep etmeye
ve onları örgütlemeye devam etti.” (Türkiye Komünist
ve işçi Hareketleri s, 68)
Yine Sadrettin Celal 2 Aralık 1922’de yaptığı
konuşmada : “...Komünist Partinin ve bu partinin
her bir üyesinin bugüne kadar izlemiş olduğu siyasete
gelince, bu siyaset daima demokratik reformlar
yapılmasını talep etmek, işçilerin, köylülerin
ve proleter aydınların durumlarının düzeltilmesi
için çalışmak olmuştur. Bundan da anlaşılacağı
gibi Partinin ve Türkiyeli komünistlerin faaliyeti
hiçbir zaman hükümetin varlığını tehdit etmemiştir.
(vurgular bizim) Hele bu hükümet, kendini daima
demokratik reformların savunucusu olarak gösterdikçe...”
(Türkiye Komünist ve işçi Hareketleri s, 89)
“...Komünist Enternasyonal’in 4. kongresi, (...)
emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadeleyi sürdürecek
ve Türkiye emekçi kitlelerinin yararına DEMOKRATİK
REFORMLAR (vurgular bizim) gerçekleştirecek olan
her hükümeti ya da siyasi partiyi desteklemeye
hazır olduğunu bildirmeyi görev sayar...” (K.E
belgelerinde Türkiye dizisi -4 Türkiye Komünist
ve işçi Hareketleri s, 76-77)
30 Haziran 1924’te Komünist Enternasyonalin 5.
dünya kongresinde TKP delegesi Faruk yaptığı konuşmada:
“...1. gerçi milliyetçi devrim henüz sınırlarına
gelip dayanmamıştır, ama bu sınırlar ufukta belirmeye
başlamıştır ve en radikal burjuvazi bile bu sınırları
aşamaz. Bunu ancak proletarya yapabilir. Proletarya
milletin emperyalist boyunduruktan kurtuluşunu
sonuna kadar götürmek için devrimini tamamlamak
için mücadele etmeli ve feodalitenin ve Ortaçağ
kurumlarının tüm kalıntılarını nihai olarak ortadan
kaldırmalıdır. Proletarya bunu milliyetçilik açısından
değil, salt proleter açıdan yapmak zorundadır.”
(Türkiye Komünist ve işçi Hareketleri s, 124-125)
Görüldüğü gibi TKP, Mustafa Kemal’i desteklerken,
burjuva demokratik devrimin sonuçlarına varmasını
istemektedir. Bu aşamada da bir takım demokratik
hak ve özgürlükler kazanılmasını önermektedir.
(*-20. sayfada)
Yani bu yaklaşım, doğrudan siyasal iktidarın alınmasını
değil, burjuva hükümet demokratik işlevlerini
yerine getirdiği ölçüde desteklemek, böylece burjuva
demokratik devrimi sınırlarına kadar götürdükten
sonra, siyasal iktidarı almak tarzında ifade edilebilir.
Mustafa Kemal hareketinin bu düzeyde ve ısrarlı
desteklenmesinin arka planında bu etken -belirttiğimiz
diğer etkenlerle birlikte- bulunuyor.
Kapitalizmin serbest rekabetçi dönemi, devrimin
nesnel koşullarının olgunlaşmadığı bir tarihsel
evreyi anlatır. Böylesi tarihsel koşullarda proletarya,
çoğu zaman doğrudan düşmanıyla değil, düşmanıyla
daha özgür koşullarda dövüşmek için düşmanının
düşmanıyla çarpışır. Devrimin nesnel koşullarının
olgunlaşmadığı koşullarda proletaryanın düşmanını,
düşmanıyla savaşında desteklemesinin aykırı bir
yanı bulunmuyor.
Oysa emperyalizm dönemiyle birlikte savaşım koşulları
açısından tüm sınıfların karşılıklı konum -olanak-
hedefleri açısından yeni bir döneme girilir. Artık
iradi çıkışların nesnel engellere “takıldığı”
evre geride kalmıştır. İktisadi ve toplumsal evrim,
toplumsal devrimler ve sosyalizm için koşulları
“genel olarak” hazırlamıştır. Demokrasi hedefinde
daima tutarsız ve “her zaman” gericilikle uzlaşma
çabası içinde olan burjuvazi (özellikle egemen
büyük burjuvazi) artık gericiliğin odağı haline
gelmiş, “her alanda gericilik eğilimi” egemen
olmuştur. Bu koşullarda çağımız demokratik devrimlerinin
niteliği, proletaryanın giderek keskinleşen belirleyiciliği
ve toplumsal içeriği süreç içinde hâkimiyeti yönünde
şekillenmektedir. 1848’de burjuva devrimine “toplumsal
bir karakter aşılayan”, sosyal cumhuriyeti Fransa’da
ilan eden proletarya olanaklılığın sınırlarını
zorluyor, nesnelliğe yenik düşüyordu. Emperyalizm
döneminde, bu toplumsallık, sadece coşkunun ve
tasarımın değil, bilimin de gereğidir. 1848’de
tohum halinde olan, emperyalizm döneminde egemen
olandır. Proletarya artık, demokrasiyi daha tutarlı
ve geniş olmaya zorlamayla yetinmeyecek, bunu
kendi perspektifinde biçimlendirecektir. Çağın
genel özellikleri, toplumsal ilerleme gelişen
sosyalizmin deneyimi politik güç ve proletaryanın
etkinliğindeki nicel ve nitel değişim bu biçimlendirmenin
temelidir.
“Şimdi artık yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz;
siyasal alt üst olmalar ve devrimler dönemi başlamıştır.”
(Lenin, İki Taktik, s.24) der Lenin. Demokratik
devrimlerde proletaryanın önündeki görev, proletarya
ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğüdür.
Bu devrimle beraber kesintisiz sosyalizme geçiştir.
1905 koşullarında burjuva sınırların dışına çıkılmasa
da “bu sınırları fazlasıyla genişletmek” mümkündür.
Burjuva devrimine “proleter” ya da “proleter-köylü
damgası” vurulmalıdır. Savaşımın sınırları ve
içeriği yalnızca Burjuva demokratik devrimin amaçlarına
göre değil, SD’in amaçlarını da kapsayacak biçimde
genişletilmelidir. Proletarya dönemin Rusya’sında
“burjuva demokratik devrimin öncüsü ve yöneticisi
olabilir ve olmalıdır” (Lenin’den aktaran Bolşevik
Partisi Tarihi s.85)
Bu anlayış temel bir özelliğe sahiptir ve bunun
gerisine düşmemek gerekir. Mustafa Suphi dönemi
TKP’si ise kendini, burjuva demokratik devriminin
öncüsü olabileceğini göremedi. Bunu burjuvaziden
bekledi ve burjuvaziyi de demokratik görevleri
yerine getirmesi noktasında zorladı. Bunları yerine
getirdiği sürece burjuva hükümetini desteklemeyi
uygun gördü. Burjuvazi demokratik istemleri yerine
getirdiği oranda TKP, düşmanıyla daha demokratik/özgür
ortamda mücadele verebileceğini ve sosyalizme
geçeceğini umut etti/bunun için mücadele verdi.
Mustafa Suphilerin Kemalist burjuvazi tarafından
katledilmesinden sonra da bu anlayış devam etmiş,
giderek sınıf işbirlikçisi bir çizgi haline dönüşmüştür.
Bu çizgi Komintern’in 5. kongresinin 25. oturumunda
(30 Haziran 1924) Ukrayna delegesi D. Z. Manuilski
tarafından ağır şekilde eleştirilmiştir. Manuilski
şöyle diyordu: “gerçekte proletarya ile burjuvazinin
sınıfsal işbirliği yapmalarını savunan Aydınlıkçı
yoldaşlarımızın (vurgular bizim) yanlışları yeni
değildir”, “Eski Avusturya imparatorluğunu Ukraynalı
sosyal demokratlarının ve Avrupa’nın Polonyalı
sosyalistlerinin tutumunu hatırlayan herkes, Türk
yoldaşlarımızın yanlışının köklerinin 2. Enternasyonalin
bütün sosyal patriyotik (yurtsever) ideolojisinde
olduğunu anlayacaktır.” (vurgular bizim) (Türkiye’de
Sol Akımlar, BDS yayınları 2. baskı s,559)
Manuilski’nin Türkiye’ye ilişkin sözleri şöyle
devam ediyor: “(...)Bununla birlikte, durumun
apaçıklığına karşın, Türk yoldaşlarımız ciddi
taktik hatalar işlemişlerdir. Örneğin TKP’nin
yayın organı Aydınlık’ta, Komünist Partisini,
yabancı kapitalizme karşı ulusal kapitalizmin
gelişmesini desteklemeye çağıran bazı makaleler
çıktı. Bu noktada Türk yoldaşlarımız arasında
bir zamanlar Rusya’da Struve’nin savunduğu (işçi
sınıfı Rusya’da kapitalizmin gelişmesini desteklemeli,
diyen) ‘yasal Marksizm’ görüşünde açık anlatımını
bulan bir eğilim görüyoruz. Onun gibi, Türk yoldaşlarımızdan
bazıları da, önceleri ülkelerindeki üretici güçlerin
gelişmesinin çıkarlarını, kapitalizmin gelişmesinin
çıkarlarıyla karıştırmak yönsemesinde göründüler.”
(vurgular bizim)belirtti. (Türkiye’de Sol Akımlar,
BDS yayınları 2. baskı s, 559)
Bu eleştirileri Komintern’in 5. kongresinde 1
Temmuz 1924 tarihinde TKP adına Türkiye delegesi
olarak katılan Faruk (Faruk’un Şefik Hüsnü olduğu
belirtiliyor) yanıtladı. “Yoldaş Manuilski’nin
TKP ile ilgili düşünceleri doğru değildir. Böyle
bir işbirliği eğilimi olmamıştır” diyerek eleştirilerin
doğru olmadığını belirttikten sonra “parti yalnızca,
devrimini bitirmiş burjuvazinin verdiği savaşın
ancak ikinci aşamasında, burjuvaziye karşı izlenmesi
gereken yol konusunda bir an için duraksamıştı.”
(Türkiye’de Sol Akımlar, BDS yayınları 2. baskı
s, 561)
Yani Faruk, eleştiriyi önce reddetti, sonra kabul
etti ve konuşmasının bundan sonraki paragrafında
şunları söyleyerek açıklamasını yaptı: “yoldaşlar
izninizle, bu eğilimin ortaya çıkışını ve ortadan
kalkmasını (vurgular bizim) kısaca açıklamak istiyorum.
Emperyalizme ve gericiliğe savaş (saltanatın ve
halifeliğin, feodal ayrıcalıkların ve bütün ortaçağ
kurumlarının ortadan kaldırılması) anlaşmaların
imzalanması veya saltanatın ilgası ve hilafetin
kaldırıldığının ilan edilmesiyle sona ermedi.”
(Türkiye’de Sol Akımlar, BDS yayınları 2. baskı
s, 561)
TKP, Manuilski’nin bu eleştirisinin/suçlamalarının
altından hiçbir zaman kalkamadı… Böylece Mustafa
Suphi döneminde yapılan çeşitli eksikler ve hatalar
sonraki yıllarda bir çizgi haline getirildi. Dersim
ayaklanmasında takınılan tutum, TKP’nin yeni çizgisinin
vardığı son noktayı gösteriyor.
Ancak burada şunun altını çizmemiz gerekiyor.
TKP’nin bu noktaya gelmesinin bir ayağı kendisi
ise, bir diğer ayağı Komünist Enternasyonalin
yaşadığı bozulma oluşturuyor. Komünist Enternasyonalin
2. kongresinde “...biz komünistler olarak sömürgelerde
burjuva kurtuluş hareketlerini ancak gerçekten
devrimci bir ruhla eğitip örgütlenmemize engel
olmadıkları takdirde desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz...”
anlayışına rağmen, 5. kongresinde bu ilke “Türk
hükümeti, bir yandan Türkiye proletaryasının,
emekçi sınıfların partisi olan Türkiye Komünist
Partisini (TKP) kovuşturuyor. Ne var ki bugünkü
iktidara karşı izlenecek taktiği onun sırf bu
özelliğine bakarak, yani komünistleri kovuşturmasına
dayanarak belirlemek ağır hata olurdu” denilerek
sulandırılmıştır. Komünist Enternasyonal adına
Manuilski’nin TKP’ye 1924’de yaptığı eleştiriler
bir yıl sonrasında alınan bu kararla deyim yerindeyse
boşa çıkarılmıştır.
TKP’nin bu eğilimini güçlendiren bir başka etken
de Komünist Enternasyonal’in 1928 programında
teorik bir ilke haline getirdiği “Burjuva demokratik
devrimden sosyalizme geçiş” anlayışıdır. Bu yaklaşım,
Komünist Enternasyonalin 1928 programının sorunlu
temel noktası ve aynı zamanda “Aşil topuğu”ydu.
1928 programında “Ekonomik gelişmelere bağlı devrim
tipleri” olarak kabul edilen kararların 2. ve
3. maddelerinde sergilenen yaklaşım, -TKP’nin
ilk kuruluşundan itibaren bunu savunmuştur- serbest
rekabetçi dönemde savunulan devrim anlayışıyla
örtüşmektedir. Yukarıda belirttiğimiz gibi üretici
güçlerin kapitalist üretim ilişkileri tarafından
engellenmeye başladığı emperyalizm döneminde proletaryanın
öncelikli görevi düşmanının düşmanıyla değil,
bizzat düşmanıyla olmalıdır. Proletaryanın düşmanının
düşmanına karşı mücadelesi, düşmanına karşı mücadelesini
başarıya ulaştırdığı oranda mümkündür.
Bu anlamıyla ülkenin ekonomik gelişme düzeyinden
bağımsız olarak proletaryanın siyasal iktidarı
almasının ve kesintisiz şekilde komünizme doğru
evrilecek bir süreci başlatabilmesinin nesnel
zemini oluşmuştur. Bunun dışındaki her yaklaşım
Kesintisiz devrim anlayışının inkârı anlamına
gelir. Sonraki yıllarda SBKP’yi merkez gören klasik
komünist partilerin oluşmasının arka planında
bu gerçek yatmaktadır. Yani bu sorun sadece coğrafyamızda
değil, Ortadoğu, Latin Amerika ve dünyanın diğer
bölgelerinde SBKP merkezli tüm KP’lerde yaşanmıştır.
TKP’deki farklılık bunun erken dönemde yaşanmış
olması ve Mustafa Suphi’lerin ölümünün ardından
bir çizgi haline gelmesidir.
TKP ve Kemalizm
TKP ve Kemalizm ilişkilerinin açığa çıkartılıp
doğru bir temelde netleştirilmesi, komünistler
açısından büyük bir önem taşımaktadır. Zira Kemalizm,
Türkiye’de bugüne kadar komünizm adına çıkan hareketlerin
tamamına yakınını doğrudan ya da dolaylı olarak
etkilemiştir. Bu etkileşim ya Kemalizm’in komünist
hareketin ittifak gücü olarak görülmesi ya da
ulusal soruna bakışta kendini göstermiştir.
Kemalizm’in ve genel anlamda burjuva ulusal kurtuluş
hareketlerin Komünistlerin ittifak gücü olup olmayacağı
sorunu, gerek TKP’nin ilk çıkışı ve gerekse sonraki
süreçleri ile gerekse de Komünist Enternasyonal’de
yoğun olarak tartışılan sorunların başında yer
almıştır.
Komünist Enternasyonal’e üye bir parti olarak
doğan TKP, Komünist Enternasyonal’in ve SB’nin
Kemalist burjuvaziye olan ihtiyacını görmekteydi.
Dünya devrimin gerilediği bir koşulda Kemalist
burjuvazinin iktidara gelmesi ve ayakta kalması,
kazanılmış bir devrimin (Sovyet devrimi) ayakta
tutulabilmesi açısından büyük bir önem taşıyor
ve emperyalist ablukanın çevrelediği SB’nin güney
sınırlarının önemli bir bölümünün kısmen güvence
altına alınması anlamına geliyordu. TKP bu durumun
farkındaydı ve Enternasyonal bir parti olarak
buna uygun davranıyordu. Bu nedenle gerek ilk
oluşum sürecinde ve gerekse de 15’lerin katledilmesinden
sonra TKP delegeleri sık sık bunu tekrarlıyorlardı:
Şüphesiz ki, Komünist Enternasyonal de, Kemalist
hareketin desteklenmesini istiyordu. Öncelikle
ilkesel açıdan demokratik burjuva hareketlerin
ulusal devrimci konumda olmaları halinde desteklenmelerini
istiyordu. Yani şartlı bir destek. İkinci olarak
güncel politika açısından da Kemalist hareketin
desteklenmesini istiyordu. (SB’nin içinde bulunduğu
koşullar nedeniyle. )
Komünist Enternasyonal’in 2. kongresi demokratik
burjuva hareketleri karşısındaki ilkesel tutumunu
TKP kongresinin hemen öncesinde netleştirmişti.
Komünist Enternasyonal’in 2. kongresinde Lenin’in
bir konuşması ve Hintli komünist Roy’un tezleri
tartışılmıştı. Lenin, “... Geri kalmış ülkelerde
demokratik burjuva hareketi sorununun önemine
özellikle parmak basmak isterim. Aramızda bazı
görüş ayrılıkları doğuran sorundur bu. Komünist
Enternasyonalin ve komünist partilerinin geri
kalmış ülkelerde demokratik burjuva hareketi desteklemeleri
gerektiğini söylemenin ilke olarak ve teoride
doğru olup olmadığını tartıştık. Tartışmanın sonunda
oy birliği ile ‘burjuva demokratik’ hareket yerine
ulusal devrimci hareketten söz etme kararına vardık.
Hiç şüphe yok ki her ulusal hareket ancak bir
demokratik burjuva hareketi olabilir. Çünkü geri
kalmış ülkelerde nüfusun büyük çoğunluğu burjuva
kapitalist ilişkileri temsil eden köylülerdir.
Bu geri kalmış ülkelerde proletarya partilerinin
kurulmaları gerçekten mümkün olsa bile köylü hareketiyle
kesin ilişkiler kurulmadan ve köylü hareketini
etkin bir biçimde desteklemeden komünist taktikleri
ve komünist politika izleyebileceklerini sanmak
düşe kapılmaktır. Biz komünistler olarak sömürgelerde
burjuva kurtuluş hareketlerini ancak gerçekten
devrimci bir ruhla eğitip örgütlenmemize engel
olmadıkları takdirde desteklemeliyiz, destekleyeceğiz”
demektedir. (Lenin’in KE’in 2. kongresinde Ulusal
Sorunu ve sömürgeler üzerine konuşması, Lenin
Döneminde KE, cilt 1, s, 206)
Bir başka yerde de; “Komünist Enternasyonal, sömürgelerle
geri ülkelerdeki ulusal burjuva demokratik hareketleri
bir koşulla desteklemelidir. O koşul şudur: bu
ülkelerdeki komünistliği yalnızca sözde kalmayacak
olan gelecekteki proleter partilerin öğeleri birlikte
ortaya çıkarılacak ve kendi özel amaçlarını, yani
kendi ulusları içindeki burjuva demokratik hareketlerle
savaşım amaçlarını anlayacak biçimde yetiştirilmiş
olacaktır. Komünist Enternasyonal, sömürge ve
geri ülkelerdeki burjuva demokrasisi ile geçici
bir ittifaka girmeli, ancak onlarla kaynaşmamalı,
henüz ilk adımlarını atıyor olsa bile proleter
hareketin bağımsızlığını kesinlikle yeğ tutmalıdır.”
(Lenin, Ulusal Sorun ve ulusal Kurtuluş Hareketleri,
s, 392)
Aynı şekilde Roy’un tezlerinde “11. Geri kalmış
ataerkil köylü nitelikteki uluslara ilişkin olarak
şunlar göz önünde bulundurmalıdır:
a- Bütün komünist partileri bu tür ülkelerdeki
devrimci kurtuluş hareketlerini fiilen desteklemelidir;
desteğin biçimini söz konusu ülkelerdeki komünistlerle
tartışılmalıdır; ve eylemle yükümlülüğü ilk elde
bu ülkenin bağlı olduğu metropol ülkenin işçilerine
düşer.” destek (Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal,
cilt 1, s, 211-212)
Tamamlayıcı tezlerde de:
“...Yabancı egemenlik iktisadi güçlerin özgürce
gelişmesini köstekler. Bu nedenle bu egemenliğin
yıkılması, sömürgelerdeki devrimin ilk adımıdır;
bu nedenle sömürgelerde yabancı egemenliğin yıkılması
için yürütülen mücadeleye verilen destek, yerli
burjuvazinin milliyetçi hareketine sunulan bir
destek değil, kendisi de ezilen proletaryanın
önündeki yolun açılması demektir.” (Lenin Döneminde
KE, cilt 1, s, 214-215)
Burada altı çizilmesi gereken temel nokta, Komünist
Enternasyonalin ilkesel yaklaşımlarda belirlediği
çerçevenin, ulusal devrimci hareketlerin komünistlere
karşı tutumu üzerinden tanımlanmasıdır. Bu, gerisine
düşülmemesi gereken ana halkadır.
Kemalizm’in komünist harekete yaklaşımı baştan
itibaren bütüncül ve düşmancadır. Ekim devriminin
Türkiye’deki emekçiler ve aydınlar üzerindeki
etkisinin yarattığı korku, sınıf bilinçli burjuvazinin
temkinli ve kurnazca davranmasını gündeme getirmiştir.
Bir yandan rakip sınıfın temsilcilerini (komünistleri)
baskı ve yok etme hareketleriyle sindirmeye çalışırken
öte yanda oluşan sempatiyi sistem içine çekmek
noktasında sahte bir komünist partisi oluşturmuştur.
Zaman zaman SB’den yardım alabilmek noktasında
komünist hareketi bir araç olarak düşündüyse de
esas olarak kovuşturmak ve yok etmek üzerinde
kurulu politikası hiç değişmemiştir. Kuruluş öncesi
TKP belgeleri, 15’lerin katledilmesi ve sonraki
yıllarda yapılan açıklamalar bunun açık göstergesidir.
TKP, 1920 Temmuz’unda yayımladığı beyannamesinde
buna dikkat çekerek şöyle der “Fakat burjuva elinde
bulunan bu hükümet de iğfal siyasetini elden bırakmadı.
Burjuvaların tahtı tesirinde milliyetperverlikten
uzaklaşmadığı gibi Rusya’daki cereyanı alkışlamaktan
fariğ olamadı. Milliyetperverlikten ayrılmadığını,
aylardan beri idareyi muhafaza etmekle ve bilhassa
komünizm cereyanlarına fiili müdahalelerle ispat
ettiği gibi iğfal siyasetini de elden bırakmadığı
da Rusya Sovyet hükümetine ve hatta 3. beynelmilel
kongreye maskeli milliyetperver siyasetçileri
murahhas olarak göndermekle ispat etti...) (Türkiye’de
Sol Akımlar s, 255) denilmektedir. Bu bildirinin
yayımlanmasından 6 ay sonra TKP merkez komitesinden
başta Genel başkan ve genel sekreter olmak üzere
15 üyesi katledilir.
Ancak baskı politikası bu süreçle de sınırlı kalmaz:
TKP delegesi Sadrettin Celal’in 19 Kasım 1922
yılında KE’in 4. kongresinde söyledikleri konuya
daha da açıklık getiriyor. Sadrettin Celal şöyle
diyor: “Yoldaşlar, Ankara’daki komünistlerin kitle
halinde tutuklandıklarını ve İstanbul’daki Türkiye
İşçi Birliğinin dağıtıldığını gazetelerden okumuşsunuzdur.
(...) TKP, kurulmasına işçi ve köylülerin ön ayak
oldukları burjuva milliyetçi hükümetin emekçi
kitlelerin hayati çıkarlarına karşı bir tutum
takındığı bir zamanda kurulmuştu. Onun için TKP
kurulduğu zaman, kendisini iki düşmanla karşı
karşıya buldu: emperyalizm ve burjuva milliyetçiliği.
Parti en büyük düşman olan emperyalizmle olan
mücadeleyi dünya ölçüsünde önemli sayarak, emperyalizme
karşı savaştığı sürece hükümeti desteklemeye karar
verdi; bir yandan işçi ve köylüler için demokratik
reformların yapılmasını istedi ve onları örgütlemeye
çalıştı. Bu kararlar, ikinci kongrenin ulusal
ve sömürge sorunları hakkında kabul ettiği tezlere
uygundu. Parti kuruluşundan bugüne dek bu politikayı
değiştirmemiştir. Bunun kanıtı olarak partinin
orduyla, işçi ve köylülere seslendiği ve onları
kesin zafer için mücadele çağırdığı bildiriyi
gösterebilirim.(...) (Mete Tunçay s, Türkiye’de
Sol Akımlar, s 508)
“Gördüğünüz gibi, Ankara hükümeti kendini kapitalizmin
proletaryaya ve komünistlere karşı genel saldırısının
dışında tutmamıştır.(...) Mustafa Kemal hükümeti
toplu tutuklamalar yaparken hapsedilen yoldaşlarımızı
Sovyet Rusya hesabına casusluk etmekle ve dolayısıyla
vatana ihanetle suçlamıştır... 200’den fazla yoldaş
tutuklanmış bulunmaktadır; İstanbul’da bile Türk
İşçiler Birliği kapatılmıştır ve komünistler kovuşturulmaktadır...”
(Mete Tunçay s, Türkiye’de Sol Akımlar, s, 510)
Aynı konuşmanın sonu şöyle bitiyor: “Yoldaşlar
şimdi söylediklerimden görebileceğiniz üzere TKP
ve İstanbul Parti örgütü, Komünist Enternasyonal’in
talimatlarına uymuşlar ve ulusal kurtuluş hareketini
her zaman desteklemişlerdir. Genel durumu göz
önünde tutarak, çabalarının çoğunu proletaryanın
örgütlenmesine ve eğitilmesine harcamışlar, genel
işçi kitleleri yararına demokratik reformlar yapılmasını
istemişlerdir. Fakat burjuva milliyetçi hükümet
sürekli olarak partiye baskı yapmıştır; bugün
de hükümetin devrimci komünist hareketini silip
süpürme kararlılığına tanık oluyoruz.” (Mete Tunçay
s, Türkiye’de Sol Akımlar, s, 510)
Görülebileceği gibi Kemalist burjuvazinin komünist
harekete yaklaşımı temelde hiç değişmemiştir.
Oysa TKP’nin Kemalist harekete yaklaşımı aynı
şekilde sınıf bilinçli tarzda olmamıştır.
TKP’nin Kemalizm’e bakış açısı, -sadece- Komünist
Enternasyonal’e bağlanmayacak kadar iyimserdir.
Bu iyimserliği üyelerinin konuşmaları ve ülkeye
dönüş kararında görebiliriz.
Örneğin, Komünist Enternasyonalin 2. kongresine
TKP adına katılan delegelerden İsmail Hakkı’nın
yaptığı bir konuşma dikkat çekici. İsmail Hakkı
konuşmasında “şimdi demokratik partilerin önderlik
ettiği Anadolu hükümeti, Türkiye’nin Antanta tarafından
uğratıldığı hayâsız sömürüye en iyi cevaptır.
Bütün Antanta düşmanı güçleri çevresinde toplayan
ve emperyalizme karşı öteden beri nefret duygularıyla
dolup taşan Anadolu’daki devrimci hükümet, şimdi
Avrupa emperyalizmine karşı bir savaşıma girişmeye
hazırlanmaktadır” (Mete Tunçay s, Türkiye’de Sol
Akımlar, s, 208) bu konuşma iyimserliğin ifadesi
bir konuşmadır.
Aynı şekilde TKP merkezinin toplu ve açık tarzda
ülkeye gelişi de, aynı iyimserliğin ifadesidir.
TKP, gönderdiği temsilcinin (Süleyman Sami) Mustafa
Kemal’le görüşmesinden sonra ülkeye dönüş kararı
alınmıştır. Yapılan görüşmede Mustafa Kemal, Komünistleri,
oluşturulan (“BMM.’inde sol koltukları işgal ve
Türkiye işçi ve çiftçilerinin haklarını müdafaa
için”( Mete Tunçay s, Türkiye’de Sol Akımlar,
s, 354) görmek istediğini, ama faaliyetlerinin
de yasal mevzuata uygun hale getirmelerini istemiştir/uyarmıştır.
Görüşmede TKP temsilcisi Süleyman Sami, M. Kemal’e,
programlarında değiştirilmesini istediği yerlerin
olup olmadığını sormuştur. Bunun yanı sıra Mustafa
Suphi’nin 1921’in ilk günlerinde Mustafa Kemal’e
yazdığı mektupta “...her hususta memleket kanunlarının
varageldiği müsaadeler dahilinde görev yapmada
birlik olarak hareket e(tmekten)derek ...” bahsetmektedir.
Eldeki bu veriler TKP’nin işçi ve köylülerin haklarını
savunmak ve yasal çerçevede faaliyette bulunmak
doğrultusunda ülkeye dönüş kararı aldığını göstermektedir.(**)
Bununla bağlantılı olarak dönüş de baştan itibaren
Kazım Karabekir ve Mustafa Kemal’e bildirilmiştir.
Böylesi bir dönüş kararına en başta Merkez Komitesi’nden
itiraz gelir. İtiraz edenler esas olarak toptan
ve açık değil, küçük gruplar halinde ikişer üçer
ve gizlice dönülmesi gerektiği üzerinde durmuşlardır.
İtiraz edenlerden Süleyman Nuri daha sonraları
bununla ilgili olarak “kâfi derecede muannidane
teşebbüste bulunmadığı”(yeterli derecede diretmediği)
için kendini eleştirirken, karar ve uygulamalardan
ötürü asıl “Şarklılara has diktatörlük zihniyetine
kapılarak” hareket ettiği için Mustafa Suphi’yi
eleştirir.(Bkz. Mete Tunçay s, Türkiye’de Sol
Akımlar, s 355)
Tüm bunların yanı sıra böylesine önemli bir karar
için ülkedeki komitelerden gerekli raporların
alınması ve geri dönüşün bu örgütlü duruş üzerinden
sağlanması beklenmeliydi. Oysa bunun yapıldığına
ilişkin en ufak bir veriye rastlayamıyoruz. Dönüş
kararıyla ilgili tüm veriler Mustafa Kemal ve
Kazım Karabekir’le yapılan görüşmeler sonrasında
alındığını göstermektedir.
TKP merkezinin bu dönüşünü SBKP de erken bulur.
Doğu Halkları Propaganda ve İcra Şurası Genel
Sekreteri E.D. Stasova, Süleyman Nuri’ye Kafkasya’da
kalmasını ister. Aynı şekilde bir dönem Türkiye’de
çalışmış Başkırt’lı devrimci/komünist Şerif Manatov,
doğrudan Mustafa Suphi’yi uyarır. Mustafa Suphi’nin
Mustafa Kemal ile Kazım Karabekir’le haberleştiğini
belirtmesi üzerine Şerif Manatov, “Türk paşalarına
güvenmemesi gerektiğini, Türk paşalarının sözüne
inanmaya gelinemeyeceğini, onların eski kurt olduklarını”
belirtir. Mustafa Suphi’nin Mustafa Kemal ve Kazım
Karabekir’le ilgili kimi tereddütleri olsa da,
sonuçta geliş kararını onlara bildirerek gelir.
Bu sonuca yol açan nedenleri nasıl açıklamalı?
Sadece deneyimsizlikle açıklanabilir mi?
TKP’nin genç ve deneyimsiz bir parti olduğu söylenebilir.
Hatta daha ileri de gidilebilir: Ulusal Kurtuluş
Hareketleri konusunda Komünist Enternasyonal de
deneyimsizdir. Komünist Enternasyonal’in tartışmalarında
bunu görmek mümkün. Lenin’in, Doğu’lu komünistlere
“bugüne kadar karşılamadığınız sorunlarla karşılaşacaksınız”
biçiminde uyarıları da var. Hatta Doğu’daki sorunların
daha iyi anlaşılması noktasında, kısa raporların
hazırlanmasını ve bu raporların Komünist Enternasyonal’de
tartışılmasını istiyor. Öte yanda TKP’nin genç
bir parti olması itibarıyla sınıf mücadelesinde
yeterince pişmediği ve bundan kaynaklı olarak
yeterli sınıf refleksi göstermediği de söylenebilir.
Ancak, bu tarz bir gelişi sadece buna bağlamak
olanaklı değildir.
Ya da sadece Mustafa Suphi’lerin SBKP ve Komünist
Enternasyonal gibi bir gücü arkalarına almalarıyla
açıklanabilir mi?
Mustafa Suphi’lerin Komünist Enternasyonal, SBKP
ve SB gibi bir gücü arkalarında hissettiklerin
kuşku duymuyoruz. Ancak dönüş kararını sadece
bununla da açıklayamayız.
Biz bu nedenlerin yanında TKP’nin devrim perspektifi
ve kadrolarının geldiği gelenekle de bağlantılı
olduğunu düşünüyoruz. ‘TKP ve devrim’ bölümünde
daha kapsamlı ortaya koyduğumuz gibi TKP, programında
ortaya koyduğu gibi devrim sonrasında siyasal,
sosyal ve ekonomik boyutta ne yapılması gerektiğini
kapsamlı olarak ortaya koymuştur.
Ama bunlara hangi yol ve yöntemlerle ulaşılacağı
noktasında net bir düşünce ortaya koymaz. Yani
strateji ve taktikler konusunda somut bir yaklaşıma
sahip değildir.
Bunun yanı sıra TKP’nin kadrolarına baktığımızda
büyük oranda ittihatçı gelenekten geldiklerini
görürüz. Gelinen geleneğin burjuva kurtuluş hareketlerine
ve bu anlamda Kemalizm’e bakış açılarının iyimserlikle
süslendiğini söyleyebiliriz. Ülkeye geri dönüşte
bu düzeyde ihtiyatsız yaklaşımda bu iki etkenin
baskın olduğunu söyleyebiliriz.
****
Suphiler döneminde Kemalistler “misak-ı milli”de
hâkimiyetlerini kurabilmiş değillerdi; ülkenin
en önemli merkezi olan İstanbul işgal altında
bulunuyordu. Kemalistlerin “misak-ı milli”deki
egemenlikleri kurdukları 1923’e kadar fiilen iki
iktidar bulunuyordu. Bir tarafta İstanbul’daki
hükümet (aristokrasinin ve geri ilişkilerin hükümeti),
öte tarafta Ankara’daki hükümet (burjuva hükümeti)
bulunuyordu.
Kemalistlerin komünistlere yönelik katliamdan
sonra, Komünist Enternasyonal, SBKP ve TKP’den
politika değiştirmeleri beklenirken sanki bir
şey olmamış gibi davranılmıştır.
TKP, kendi merkezini yok eden şiddetli saldırılara
karşın Kemalizm’i desteklemeye devam etmiştir.
Ancak hatalar zincirinin TKP ile bitmediğini belirtmek
gerekir. Mustafa Suphi’lerin katledilmesinden
sonra da Komünist Enternasyonal de ilkeli davranmamıştır.
Gerek Sadrettin Celal’in 1922’deki konuşmasında
dile getirdiği “...TKP ve İstanbul Parti örgütü,
Komünist Enternasyonalin talimatlarına uymuşlar
ve ulusal kurtuluş hareketini her zaman desteklemişlerdir”(vurgular
bizim) beyanatı ve gerekse de 1925’lerdeki şu
yaklaşımı “Türk hükümeti, bir yandan da Türkiye
proletaryasının, emekçi kitlelerinin partisi olan
TK Partisini kovuşturuyor. Ne var ki bugün Türkiye’deki
iktidara karşı izlenecek taktiği onun sırf bu
özelliğine bakarak, yani komünistleri kovuşturmasına
dayanarak belirlemek ağır hata olurdu. Türkiyeli
yoldaşlar, Kemalist hükümetin devrimci kazançlarını
sağlamlaştırmaya ve SSCB ile dostça ilişkiler
kurmaya yönelik her adımını, bundan sonra da kararlılıkla
ve tereddütsüzce desteklemelidirler...” (KE Dergisi,
1925, sayı 12, s 1238-1239’dan- Türkiye Komünist
ve İşçi Hareketi, s, 135) yazımızın başlarında
belirtilen ilkenin nasıl değiştirildiğinin açık
bir ifadesidir.
Kemalist devrimin, etrafı emperyalistlerle çevrilen
genç Sovyet Devleti tarafından desteklenmesini
anlasak da, SBKP ve Komünist Enternasyonal’in
yanlışlıklarını paylaşmanın doğru olmadığını belirtmek
gerekir.
Devamı Gelecek Sayıda...
(*) "...Türkiye Komünist Partisi, memlekette
emperyalizme karşı yürütülen milli Kurtuluş Savaşını
desteklemekle beraber, işçi sınıfının gerçek ve
nihai amacı olan emekçilerin egemenliğini kurmak
için gereken şartları ve zemini hazırlamaya çalışacaktır.
Kongre, "Türkiye işçilerine" yaptığı
çağrıda, emperyalizme karşı tek cephede birleşilmesi
gerektiğini belirmekte ve bir takım istekler ileri
sürmektedir.
1. Sendikaların bağımsızlıklarının ve dokunulmazlıklarının
tanınması,; toplantı, grev ve basın özgürlüğünün
eksiksiz kabulü ve kişi dokunulmazlığının sağlanması.
2.Tek dereceli, genel, eşit serbest ve gizli oy
esasına dayalı bir seçim sisteminin kabulü.
3. Jandarma birliklerinin yerine, halk tarafından
seçilen milis kuvvetlerinin teşkilatlandırılması;
4. Yürürlükteki bütün vergilerin kaldırılması,
yerine kazanç oranına göre artan bir vergi sisteminin
kabul edilmesi;
5. Eğitimin parasız olması
6. Topraksız ve az topraklı köylülere bedava toprak
ve tarım aleti dağıtılması;
7. Padişahlığın ortadan kaldırılması, cumhuriyetin
ilanı valilerin ve kaymakamların seçimle işbaşına
gelmesi;
8. 1 Mayıs'ın işçi bayramı olarak kabul edilmesi
9. Toprak reformunun eksiksiz uygulanabilmesi
için köylü komitelerinin oluşturulması, tarım
işçilerine sendika kurma hakkı tanınması;
10. Kurtuluş savaşına karşı olanların, padişahın,
toprak ağalarının mal ve mülklerine el konulması;
11. Vatanın savunulması için beylerden, ağalardan,
eşraftan, tüccardan, fabrikatörden bedel alınması
12. Düyun-u Umumiye'nin, Tekel'in, Reji'nin, yabancı
kumpanyaların, kapitülasyonların kaldırılması,
'Osmanlı Borçları'nın tanınmaması.
Bu genel isteklerin dışında, ayrıca işçiler için
şu özel istekler yer almaktaydı:
1. Sekiz saatlik işgünü.
2. Kısıtlamasız grev kanununun kabulü;
3. Toplu iş sözleşmelerinin uygulanması;
4. İşçilere konut verilmesi;
5. 14 yaşından küçük çocukların çalıştırılmaması;
6. Hamile ve kadın işçilere, gündelikleri kesilmeden
doğumdan önce ve doğumdan sonra ikişer ay izin
verilmesi;
7. Yaşlı ve çalışma gücünü kaybeden işçilere emeklilik
ve sosyal güvenlik hakkının sağlanması;
8. Ücretli hafta sonu tatilinin kabulü;
9. Gündelik ve aylakların yaşama seviyesine uygun
olması;
10. İş kanununun tam olarak uygulanmasını sağlamak
için özel işçi komisyonlarının kurulması. (Dimitir
Şişmanov, Türkiye işçi ve sosyalist hareketi,
s, 105-106
(**) 1924’te Faruk’un yaptığı konuşma da bu eksendeydi.
Faruk konuşmasında şunları belirtir: “...ilk önce
Mustafa Suphi yoldaş şehit düştü. O, legal bir
parti olarak faaliyet yürütmemizin mümkün olduğu
görüşündeydi. Bu görüş onun ve on dört yoldaşın
hayatına mal oldu...”
|