Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

47. Sayı - Ocak 2007

Parti ve Kültür:
Yeniden Devrimci İyimserlik Üzerine...

Yeni bir yılı karşıladığımız şu günlerde Devrimci Sosyalist Hareket, yönelimlerini yeniden belirliyor, devrimci yenilenme sürecinin başından beri izlediği çizgiyi derinleştiriyor. Bu, ideolojik, politik ve örgütsel alanlarda çok katmanlı bir görevler dizisi ile karşı karşıya olduğumuz anlamına geliyor. Bugüne kadar bütün bu alanlarda yarattığımız birikimi pekiştirmek ve geliştirmek, önümüze koyduğumuz programatik hedefleri tamamlamak ve devrimci bir atılımla ileriye sıçramak…
Devrimci atılımdan neyi kast ettiğimizi defalarca yazdık söyledik. Bu, şöyle bir adım ileri çıkmak, genel ortalama içersinde nispeten biraz daha iyi bir konum tutmak, solun genel atmosferi içinde bize birkaç puan sağlayacak gelip geçici girişimlerde bulunmak, vs. gibi sınırlı bir ufka denk düşmüyor. Bütün bunların önemini ve anlamını inkâr etmiyoruz ama bütün bunların bize yetmediğini ve yetmeyeceğini de başından beri söylüyoruz. Ayrıca böylesi bir doğrusal gelişmenin, matematik bir artışın bize “yetip yetmemesi” de tek başına belirleyici değildir; asıl önemli olan, bu türden bir sınırlı ufkun, küçük taşları üst üste koymakla yetinen gelişme çizgisinin yaşadığımız coğrafyaya ve dünyaya yetip yetmemesidir. Büyük acılarla kıvranarak bir çıkış yolu arayan ve bu arada her bulduğu yılana sarılmayı deneyen Ortadoğu’nun ve ülkemizin emekçi insanlarının ifade etmekte zorlandıkları genel istem, kalıcı, güven verici ve gerçekten “vurduğu yerden ses getiren” bir devrim hareketidir; kendi içine ve kendi sorunlarının dar ufkuna kapanarak ara sıra bir adım atıp sonra üç adım geriye düşen bir politik çıkış, onların gerçek duygularını ifade etmiyor. Daha doğrusu, asıl çetrefil mesele şu: Oldukça uzun bir süredir sosyalist hareketin gerileme atmosferinde soluk alıp veren, her günkü kendi hayatı içersinde bu hareketi belirleyici bir güç olarak hissetmeyen, kısacası bugünkü “köpeksiz köy” ortamının verili koşullarının kalıcı olduğunu düşünen genç emekçi kuşakları, gerçek bir devrimci çıkışın ne olduğunu da bilmiyorlar. Başka bir deyişle söylersek, oligarşinin kurumlarına olduğu kadar kendi güçlerine ve kendi kaderlerini ellerine alma yeteneklerine de güvenmeyen, devrimci odakları da yetersiz ve hayatı uzak bulan bu emekçi kuşakları hiç yemedikleri bir meyve gibi, devrim atmosferinin muazzam dönüştürücü gücünü tanımıyorlar. Kendi genç ömürleri içersinde ne bir 15-16 Haziran, ne de Elrom görmüş, sınıf mücadelesinin bu iki cephesiyle de birebir deneyim yaşamamış bu insanlar salt sezgileriyle belki genel bir “kefeni yırtma” harekâtının gerekli olduğunu düşünüyorlar ama mevcut tablo içersinde bunun pek mümkün olduğuna inanmıyorlar; inanmaları için ortada ciddi kanıtlar yok.
Bu anlamda da, kendileri kendi dertleriyle boğulmuşken, öte yanda çizme boyunu aşamayan, bütün bu kanıtları ikna edici biçimde ortaya koyamayan ve yalnızca “varlığını sürdüren” bir devrimci güç, pratikte, onların zaten çürütülmekte olan dünyasında bir anlam ifade etmiyor; onların bir devrimci atılımın mümkün olduğuna inanmaları için yeterli kanıt oluşturmuyor. Örnek olsun, emperyalist saldırganlığın en kanatıcı biçimlerine duydukları büyük tepki muazzam boyutlarda olduğu halde, emekçi kitleler yine de bu olup biten rezilliğe karşı ciddi darbeler indirecek bir devrimci gücün varlığını hissetmiyorlar, ufukta böyle bir gelişme gözlemlemiyorlar; dolayısıyla kendilerinin de sokağa çıkarak duruma müdahale edebileceklerini düşünmüyorlar. Ya da en azından bunun fazla bir değişiklik yaratmayacağına inanıyorlar.
Yani denilebilir ki, uzun süren gerileme dönemi emekçi kitleler açısından aynı zamanda bir “ufuk körelmesi” anlamına da gelmiştir. Ancak hepsi bu kadar değil; bu, farklı duyguların iç içe yaşandığı bir durumdur. Büyük bir yalnızlık ve umutsuzlukla yoğun bir nefret ve müdahale beklentisi emekçilerin dünyasında iç içedir, onların çeşitli arayışlarına biçim ve yön vermektedir.
Peki durum gerçekten bu kadar zor ve sıkıntılı ise bizim hedef ve programlarımız bir tür “büyük laf etme” değil midir? Bizler, “büyük lokma ye, büyük laf etme” diyen atasözündeki ikinci öğüde uymalı ve planlarımızı geriye doğru mu çekmeliyiz?
Örneğin, Manifesto ve yeni bir bilimsel sosyalist aydınlanmanın öznesi olmaktan söz ettiğimizde tarihin üzerimize yüklediği bu ağır sorumluluk aşırı değil mi? Uluslararası sosyalist harekete ciddi bir katkıyı da içerecek olan böyle bir görev için yeterli birikimimiz var mı?
Örneğin, kalıcı ve sürdürülebilir bir devrimci atılımdan, emekçi kitlelerin dünyasına tercüman olacak, onları kapsayacak bütünlüklü bir politik-askeri müdahaleden söz ettiğimizde, bunu yapacak kadrolara, mali ve teknik olanaklara sahip olup olmadığımızı düşünüyor muyuz? Düşmanın baskısı karşısında geri adım atmayan bir gelişme çizgisini yaratmak için gerçekten yeterli miyiz ya da yeterli olabilecek miyiz?
Örneğin, bu stratejik çizgiden hareketle milyonlarca emekçinin devrim saflarında bir araya getirilebileceğini, böylece büyük bir devrimci halk hareketinin yaratılmasının mümkün olduğunu söylerken durumu biraz abartmıyor muyuz? Bugün sokakta gördüğümüz ve zaman zaman bize “işimiz zor” dedirten insan yığınları gerçekten de bir devrim yürüyüşünün özneleri olabilecekler mi?
Örneğin, ısrarla Ortadoğu halklarının devrimci dayanışmasından ve Ortadoğu devriminden söz ettiğimizde gerçekçi miyiz? Bugün kendi aralarında derin uçurumlarla bölünmüş olan, büyük çoğunluğuyla dinsel gericiliğin ardından sürüklenen bu insan yığınları günün birinde devrimci güçlerin inisiyatifi altına girebilecekler mi? Yoksa biz bazı salt ideolojik sol gruplar gibi “olsun biz yine de şunu savunalım, eninde sonunda değeri anlaşılır” mı diyoruz?
Yani, kısacası, önümüze daha “makul” ve daha “kolay ulaşılabilir” hedefler koysak, daha iyi olmaz mı? Günlük hayatın içinde, o hayatın önümüze koyduğu günlük görevlerle yetinerek sıçramasız ama “sağlam” bir yoldan gitmek daha “akıllıca” değil mi?
Bu soruların hiçbiri yeni değil aslında! Dünyanın neresinde devrimci hareket içinde oportünizm ve statükoculuk filiz vermişse, tam da orada işte bu sorular vardır. Çünkü dünyanın her yerinde ve her zaman, devrim gibi kapsamlı bir görevi önüne koyan her devrimci gücün hedefleriyle elindeki olanaklar arasındaki ilişki deyim yerindeyse “sefil” bir ilişkidir. Gerilla ordusu kurmak için yola çıkanların elinde üç-beş tane eski-püskü çakaralmaz vardır; muazzam bir halk hareketi yaratmak isteyenlerin sayısı bunu kararlaştırdıkları toplantı salonunu bile doldurmaz, şehirleri alt üst etmek isteyenlerin o anda güvenebilecekleri ilişkilerin sayısı inanılmaz derecede sınırlıdır, vs. vs… Ama “çoğunluktan taktiğe değil taktikten çoğunluğa gidilir” diyor Rosa Luxemburg ve tamamen doğru söylüyor.
Yani, sürecin herhangi bir noktasında (yalnızca şu anda değil, daha gelişkin olduğumuz herhangi bir anda da) şöyle bir durup, hedeflerimizle yaşadıklarımız, mali durumumuz, kadro sıkıntılarımız arasındaki mesafeye baktığımızda aynı şey başımıza gelir; kendimizi “uçuk” bir yerde görebiliriz.
“Yarım devrimcilik” dediğimiz şey, kaynağını tam da buradan alır; o basit bir tembellik değil, yapılan işin geleceğine ilişkin kuşkulu bir yaklaşımdır. Yani bir yandan yolda yürürsün, bir yandan da aslında varılacak olan yeri aklın kesmez. Belki ahlaki olarak burada durman gerektiğini düşünürsün, “inadına devrimcilik” gibi geri yaklaşımlar da buradan türemiştir zaten, ama öte yandan perspektifin ve programın geleceğine şüpheyle bakarsın. Dar bir tarih bilinci, devrimci çalışmanın yüzyıllardır geçtiği yollar konusunda bilgisizlik ve en önemlisi örgüt denilen olgunun yarattığı enerjiyi kavramamak, seni eninde sonunda karamsarlığa doğru sürükler.
Oysa bırakalım daha uzak örnekleri, kendi yeni sürecimizin kısacık tarihi bile yeterince öğretici değil mi? Bugüne gelirken yaptıklarımızı nasıl yaptık? Dört yıl önce işe başladığımızda elimizde ne vardı? Her biri kendi inisiyatifiyle ve el yordamıyla bir şeyler yapmaya çalışan küçük gruplar-birimler, tıkanmış bir yayın, sınırlı sürdürülen politik faaliyet, neredeyse yok denebilecek mali olanaklar, vs. vs… Durum böyle değil miydi ve biz bu durumdan yola çıkarak şu andaki kurumlarımızı, ilişkilerimizi, politik durumumuzu, ideolojik düzeyimizi yaratmadık mı? Ne abartıyoruz, ne de çok hafife alıyoruz; ama bütün bunları yaptık ve bütün bunları yaparken bize tarif edilmez bir devrimci iyimserlik eşlik etti. Yayının ömrünü üç-beş sayı olarak düşünenler yanıldı, hatta biz kendi içimizdeki kötümserlik duygumuzu bile yanılttık! Belki bir yerde eskiden kalan bir şeyler vardı; ama biz öyle yerlerde öyle kurumlar yarattık ki, başladığımızda ortada çöp bile yoktu. Şunu şuradan bunu buradan bulmak, şu ilişkiyi şuraya taşıyıp küllenmiş olan bir diğerine yeniden ulaşmak, vs. vs. bunların tümü de basit pratik işler değildi; bunlar güç ve iradelerini bir örgüt biçiminde bir araya getirmiş olan insanların, bizim yaptığımız şeylerdi. Bugün daha kapsamlı ve çok katmanlı görevlerden söz ediyorsak eğer, bu, her birimizin kolektif aklımıza ve pratiğimize kattığı enerjilerin toplamının eseridir. Mucizelere değil, kendimize güvendik, kendi insanımıza, onun yaratıcılığına güvendik ve önümüze programlar koyduk. Yüzde şu kadarını ya da bu kadarını gerçekleştirdik, bu elbette tartışılabilir, hatta tartışılmalı ama yapma irademiz kesindi, yaparız dedik ve yaptık!
Bu bizim kendi özel pratiğimiz; ama bunun ötesi de var. Mahir Çayan’ı düşünelim bir an… İşe nereden başladıklarını hayal edelim bir an. Türkiye devriminin otuz yılına damgasını vuran bir hareketin başlangıç noktası (bir mükemmellik saplantısıyla bakarsak eğer) ne kadar da cılızdır? Mahalle mahalle, köy köy taban tepen insanlardır bunlar ve yine büyük bir devrim yürüyüşünün ilk adımlarını attıklarında ellerinde pek az şey vardır. Ağır baskı koşullarında bir evden diğerine geçmek bile son derece zorlaşmışken bir dizi kadroyla toplantılar yapan bu insanların planladıkları tek kelimeyle muazzam işlerdir. Bu, safdil bir iyimserlik değil, kendi gücüne ve iradesine olan güvendir. Kendisine güvenmeyenler, yolun sonunu görmeyenler nereye kadar gidebilirler ki?
Daha uzağa gidelim; Granma yatına binmek için Meksika’da bir araya gelen insanların haline bir bakalım. Che’de öyle reel sosyalist partilerin tarihi allayıp pullayıp kusurlarını törpüleyen tutumu yoktur. Savaş Anıları’nda yazan neyse devrim de odur; bu kadar açık! Küba sahiline çıktıklarında ellerindeki silah sayısını yazıyorsa eğer, durum gerçekten de yazdığı kadar perişandır. Ama bir iradeyi ve devrimci iyimserliği kuşanıp çıkmışlardır o sahile. İşler sarpa sarabilir miydi? Kuşkusuz evet; kuşkusuz bu girişim fena halde ağır bir yenilgiyle sonuçlanabilirdi, örneğin Mahir Çayan da partinin ilk eyleminde, daha ilk anda şehit düşebilirdi; ama bunlar yola çıkmanın ve hedefe kesin bir tutumla bağlanmanın önünde engel değildir.
Ve yine daha yakına gelelim ve çok taklit edilmek istenen ama dersleri iyi özümsenmeyen Kürt pratiğine bakalım.
1976-77 yıllarında Diyarbakır’da bulunmuş olan devrimci sosyalist hareketin ilk kadroları tanık olmuşlardır; koca bir şehir ve ağırlıklı olarak öğrenci hareketi bu tarihlerde neredeyse tümüyle sağcı Kürt hareketlerinin etkisi altındadır ve yeni yeni filizlenmekte olan PKK hareketi henüz bu kast tarafından aşağılanan bir konumdadır. Zaman zaman bu insanlar hakkında lümpen yakıştırmaları yapılmakta, kimse de onlara şans tanımamaktadır.
Zaman zaman Ankara Üniversitesi binalarında ve Tuzluçayır’da dolanıp duran ve okul kantinlerinde hakkında bol bol spekülasyon yapılan Abdullah isimli bir devrimci de o zamanlar “meczup” muamelesi görmekte, anlı şanlı siyasi hareketlerin arasında onun kurmak için çabaladığı harekete pek çok kimse dudak bükerek bakmaktadır. Bütün bunlar efsane değil gerçektir. O süreçte, Kürt illerine dağılan ilk kadrolar, neredeyse sıfır noktasından iye başlamaktadırlar; çünkü yapmak istedikleri şey, o güne kadar yapılmış olanın tam tersidir. Bu insanların çoğunun herhangi bir bölgeye gittiklerinde ceplerinde ekmek parası bile yoktur; ilişkileri sınırlıdır ya da yok denecek kadar azdır. Postmodern zamanlarda bütün bunlar unutulmuş olabilir belki ama 1982’de ülkeye giren ilk gerilla gruplarının çektikleri bütün sonradan katılanların çektikleriyle kıyaslanamaz bile. Soğuk, açlık, halk tarafından reddedilmek, güvenilir üslerin yokluğu, vs. vs… Öyle ki, bizzat canlı tanıkların anlattığı gibi düşmandan çok doğayla savaşılan bu koşullarda kaçıp gitmemek, bunlara rağmen orada kalma iradesini göstermek, yarı yarıya delilik gibi bir şeydir.
Tarih işte böyledir ve tarih inşa edilirken “büyük lokma-büyük laf” gevezeliklerinin hiçbir anlamı yoktur. Devrimciler, yaptıkları konusunda alçakgönüllü olabilirler ve olmalıdırlar; yapacakları konusunda ise onlara yol gösteren şey “alçakgönüllülük”ten çok gerçekçi çözümlemelerle yaratılmış olan gelecek perspektifleri ve yol haritalarıdır.
Yani, kendimiz için konuşursak eğer, dört-beş yıl önce ya da şimdi, devrimci hareketimizin durumunu gerçekçi bir gözle değerlendirerek olumsuzlukları tespit etmek, tıkanma noktalarını belirlemek, ancak bu sorunların çözüm iradesiyle ve yeni programatik çerçevelerle birlikte anlamlıdır. İyimserlik ya da kötümserlik kavramları burada yetersiz kalırlar; burada söz konusu olan şey, süreci tam bir acımasızlıkla çözümleyip ortaya gerçekçi bir durum belirlemesi çıkarmak ve bundan hareketle ortaya yeni bir hedefler ve programlar dizisi koymaktır. Her şey bu kadar açık ve yalındır.
Sonuçta, esas tayin edici olan şudur: Bizim bir araya gelişimiz, rasgele bir aritmetik toplam değil, bir örgütsel bileşimdir. Birbirine ortak irade ve ortak hedeflerle bağlanmış olan bu insanlar topluluğu, bir araya gelenlerin tek tek enerjilerinin toplamından çok daha fazla olan büyük bir enerji yaratır. Gerçeklik ile hedefler arasındaki mesafeyi kısaltacak olan, bizim kişisel iyimserliklerimiz-kötümserliklerimizden öte, tam da bu artı-enerjidir.
Ve elbette bu, zorlanmadır. Tarihin, sürecin, kendimizin, olanakların, her şeyin ama her şeyin sonuna dek zorlanmasıdır. Yeni bir ideolojik düzey ortaya koyacağız diyorsak, birikimimizi zorlayarak bunu başaracağız. Devrimci bir atılımdan, bütünlüklü bir müdahaleden söz ediyorsak, bunu yapma iradesiyle planlarımızı bir araya getirip tarihi zorlayacağız. Devrimci halk hareketinden söz ediyorsak, üçü beş yapma çabasıyla büyük sıçrama perspektifimizi birlikte götüreceğiz.
Küçük hedeflerle kendi küçük dünyalarında mutlu olanlar devrim yapamazlar. Bu, son derece açık. Ve biz önümüze büyük perspektifler koymaktan vazgeçmeyeceğiz; “büyük lokma-büyük laf” gevezeliğini elimizin tersiyle iteceğiz.
Ve bunu “boğulursak büyük denizde boğulmak” için değil, düşmanlarımızı boğmak için, özgür ve aydınlık bir ülke için yapacağız. Günümüzün zorlukları ise gelecekte yazılacak olan anılarda belki acı ve mizah yüklü satırlar haline gelecek; hepsi o kadar!

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19