Yeni bir yılı karşıladığımız şu günlerde Devrimci
Sosyalist Hareket, yönelimlerini yeniden belirliyor,
devrimci yenilenme sürecinin başından beri izlediği
çizgiyi derinleştiriyor. Bu, ideolojik, politik
ve örgütsel alanlarda çok katmanlı bir görevler
dizisi ile karşı karşıya olduğumuz anlamına geliyor.
Bugüne kadar bütün bu alanlarda yarattığımız birikimi
pekiştirmek ve geliştirmek, önümüze koyduğumuz
programatik hedefleri tamamlamak ve devrimci bir
atılımla ileriye sıçramak…
Devrimci atılımdan neyi kast ettiğimizi defalarca
yazdık söyledik. Bu, şöyle bir adım ileri çıkmak,
genel ortalama içersinde nispeten biraz daha iyi
bir konum tutmak, solun genel atmosferi içinde
bize birkaç puan sağlayacak gelip geçici girişimlerde
bulunmak, vs. gibi sınırlı bir ufka denk düşmüyor.
Bütün bunların önemini ve anlamını inkâr etmiyoruz
ama bütün bunların bize yetmediğini ve yetmeyeceğini
de başından beri söylüyoruz. Ayrıca böylesi bir
doğrusal gelişmenin, matematik bir artışın bize
“yetip yetmemesi” de tek başına belirleyici değildir;
asıl önemli olan, bu türden bir sınırlı ufkun,
küçük taşları üst üste koymakla yetinen gelişme
çizgisinin yaşadığımız coğrafyaya ve dünyaya yetip
yetmemesidir. Büyük acılarla kıvranarak bir çıkış
yolu arayan ve bu arada her bulduğu yılana sarılmayı
deneyen Ortadoğu’nun ve ülkemizin emekçi insanlarının
ifade etmekte zorlandıkları genel istem, kalıcı,
güven verici ve gerçekten “vurduğu yerden ses
getiren” bir devrim hareketidir; kendi içine ve
kendi sorunlarının dar ufkuna kapanarak ara sıra
bir adım atıp sonra üç adım geriye düşen bir politik
çıkış, onların gerçek duygularını ifade etmiyor.
Daha doğrusu, asıl çetrefil mesele şu: Oldukça
uzun bir süredir sosyalist hareketin gerileme
atmosferinde soluk alıp veren, her günkü kendi
hayatı içersinde bu hareketi belirleyici bir güç
olarak hissetmeyen, kısacası bugünkü “köpeksiz
köy” ortamının verili koşullarının kalıcı olduğunu
düşünen genç emekçi kuşakları, gerçek bir devrimci
çıkışın ne olduğunu da bilmiyorlar. Başka bir
deyişle söylersek, oligarşinin kurumlarına olduğu
kadar kendi güçlerine ve kendi kaderlerini ellerine
alma yeteneklerine de güvenmeyen, devrimci odakları
da yetersiz ve hayatı uzak bulan bu emekçi kuşakları
hiç yemedikleri bir meyve gibi, devrim atmosferinin
muazzam dönüştürücü gücünü tanımıyorlar. Kendi
genç ömürleri içersinde ne bir 15-16 Haziran,
ne de Elrom görmüş, sınıf mücadelesinin bu iki
cephesiyle de birebir deneyim yaşamamış bu insanlar
salt sezgileriyle belki genel bir “kefeni yırtma”
harekâtının gerekli olduğunu düşünüyorlar ama
mevcut tablo içersinde bunun pek mümkün olduğuna
inanmıyorlar; inanmaları için ortada ciddi kanıtlar
yok.
Bu anlamda da, kendileri kendi dertleriyle boğulmuşken,
öte yanda çizme boyunu aşamayan, bütün bu kanıtları
ikna edici biçimde ortaya koyamayan ve yalnızca
“varlığını sürdüren” bir devrimci güç, pratikte,
onların zaten çürütülmekte olan dünyasında bir
anlam ifade etmiyor; onların bir devrimci atılımın
mümkün olduğuna inanmaları için yeterli kanıt
oluşturmuyor. Örnek olsun, emperyalist saldırganlığın
en kanatıcı biçimlerine duydukları büyük tepki
muazzam boyutlarda olduğu halde, emekçi kitleler
yine de bu olup biten rezilliğe karşı ciddi darbeler
indirecek bir devrimci gücün varlığını hissetmiyorlar,
ufukta böyle bir gelişme gözlemlemiyorlar; dolayısıyla
kendilerinin de sokağa çıkarak duruma müdahale
edebileceklerini düşünmüyorlar. Ya da en azından
bunun fazla bir değişiklik yaratmayacağına inanıyorlar.
Yani denilebilir ki, uzun süren gerileme dönemi
emekçi kitleler açısından aynı zamanda bir “ufuk
körelmesi” anlamına da gelmiştir. Ancak hepsi
bu kadar değil; bu, farklı duyguların iç içe yaşandığı
bir durumdur. Büyük bir yalnızlık ve umutsuzlukla
yoğun bir nefret ve müdahale beklentisi emekçilerin
dünyasında iç içedir, onların çeşitli arayışlarına
biçim ve yön vermektedir.
Peki durum gerçekten bu kadar zor ve sıkıntılı
ise bizim hedef ve programlarımız bir tür “büyük
laf etme” değil midir? Bizler, “büyük lokma ye,
büyük laf etme” diyen atasözündeki ikinci öğüde
uymalı ve planlarımızı geriye doğru mu çekmeliyiz?
Örneğin, Manifesto ve yeni bir bilimsel sosyalist
aydınlanmanın öznesi olmaktan söz ettiğimizde
tarihin üzerimize yüklediği bu ağır sorumluluk
aşırı değil mi? Uluslararası sosyalist harekete
ciddi bir katkıyı da içerecek olan böyle bir görev
için yeterli birikimimiz var mı?
Örneğin, kalıcı ve sürdürülebilir bir devrimci
atılımdan, emekçi kitlelerin dünyasına tercüman
olacak, onları kapsayacak bütünlüklü bir politik-askeri
müdahaleden söz ettiğimizde, bunu yapacak kadrolara,
mali ve teknik olanaklara sahip olup olmadığımızı
düşünüyor muyuz? Düşmanın baskısı karşısında geri
adım atmayan bir gelişme çizgisini yaratmak için
gerçekten yeterli miyiz ya da yeterli olabilecek
miyiz?
Örneğin, bu stratejik çizgiden hareketle milyonlarca
emekçinin devrim saflarında bir araya getirilebileceğini,
böylece büyük bir devrimci halk hareketinin yaratılmasının
mümkün olduğunu söylerken durumu biraz abartmıyor
muyuz? Bugün sokakta gördüğümüz ve zaman zaman
bize “işimiz zor” dedirten insan yığınları gerçekten
de bir devrim yürüyüşünün özneleri olabilecekler
mi?
Örneğin, ısrarla Ortadoğu halklarının devrimci
dayanışmasından ve Ortadoğu devriminden söz ettiğimizde
gerçekçi miyiz? Bugün kendi aralarında derin uçurumlarla
bölünmüş olan, büyük çoğunluğuyla dinsel gericiliğin
ardından sürüklenen bu insan yığınları günün birinde
devrimci güçlerin inisiyatifi altına girebilecekler
mi? Yoksa biz bazı salt ideolojik sol gruplar
gibi “olsun biz yine de şunu savunalım, eninde
sonunda değeri anlaşılır” mı diyoruz?
Yani, kısacası, önümüze daha “makul” ve daha “kolay
ulaşılabilir” hedefler koysak, daha iyi olmaz
mı? Günlük hayatın içinde, o hayatın önümüze koyduğu
günlük görevlerle yetinerek sıçramasız ama “sağlam”
bir yoldan gitmek daha “akıllıca” değil mi?
Bu soruların hiçbiri yeni değil aslında! Dünyanın
neresinde devrimci hareket içinde oportünizm ve
statükoculuk filiz vermişse, tam da orada işte
bu sorular vardır. Çünkü dünyanın her yerinde
ve her zaman, devrim gibi kapsamlı bir görevi
önüne koyan her devrimci gücün hedefleriyle elindeki
olanaklar arasındaki ilişki deyim yerindeyse “sefil”
bir ilişkidir. Gerilla ordusu kurmak için yola
çıkanların elinde üç-beş tane eski-püskü çakaralmaz
vardır; muazzam bir halk hareketi yaratmak isteyenlerin
sayısı bunu kararlaştırdıkları toplantı salonunu
bile doldurmaz, şehirleri alt üst etmek isteyenlerin
o anda güvenebilecekleri ilişkilerin sayısı inanılmaz
derecede sınırlıdır, vs. vs… Ama “çoğunluktan
taktiğe değil taktikten çoğunluğa gidilir” diyor
Rosa Luxemburg ve tamamen doğru söylüyor.
Yani, sürecin herhangi bir noktasında (yalnızca
şu anda değil, daha gelişkin olduğumuz herhangi
bir anda da) şöyle bir durup, hedeflerimizle yaşadıklarımız,
mali durumumuz, kadro sıkıntılarımız arasındaki
mesafeye baktığımızda aynı şey başımıza gelir;
kendimizi “uçuk” bir yerde görebiliriz.
“Yarım devrimcilik” dediğimiz şey, kaynağını tam
da buradan alır; o basit bir tembellik değil,
yapılan işin geleceğine ilişkin kuşkulu bir yaklaşımdır.
Yani bir yandan yolda yürürsün, bir yandan da
aslında varılacak olan yeri aklın kesmez. Belki
ahlaki olarak burada durman gerektiğini düşünürsün,
“inadına devrimcilik” gibi geri yaklaşımlar da
buradan türemiştir zaten, ama öte yandan perspektifin
ve programın geleceğine şüpheyle bakarsın. Dar
bir tarih bilinci, devrimci çalışmanın yüzyıllardır
geçtiği yollar konusunda bilgisizlik ve en önemlisi
örgüt denilen olgunun yarattığı enerjiyi kavramamak,
seni eninde sonunda karamsarlığa doğru sürükler.
Oysa bırakalım daha uzak örnekleri, kendi yeni
sürecimizin kısacık tarihi bile yeterince öğretici
değil mi? Bugüne gelirken yaptıklarımızı nasıl
yaptık? Dört yıl önce işe başladığımızda elimizde
ne vardı? Her biri kendi inisiyatifiyle ve el
yordamıyla bir şeyler yapmaya çalışan küçük gruplar-birimler,
tıkanmış bir yayın, sınırlı sürdürülen politik
faaliyet, neredeyse yok denebilecek mali olanaklar,
vs. vs… Durum böyle değil miydi ve biz bu durumdan
yola çıkarak şu andaki kurumlarımızı, ilişkilerimizi,
politik durumumuzu, ideolojik düzeyimizi yaratmadık
mı? Ne abartıyoruz, ne de çok hafife alıyoruz;
ama bütün bunları yaptık ve bütün bunları yaparken
bize tarif edilmez bir devrimci iyimserlik eşlik
etti. Yayının ömrünü üç-beş sayı olarak düşünenler
yanıldı, hatta biz kendi içimizdeki kötümserlik
duygumuzu bile yanılttık! Belki bir yerde eskiden
kalan bir şeyler vardı; ama biz öyle yerlerde
öyle kurumlar yarattık ki, başladığımızda ortada
çöp bile yoktu. Şunu şuradan bunu buradan bulmak,
şu ilişkiyi şuraya taşıyıp küllenmiş olan bir
diğerine yeniden ulaşmak, vs. vs. bunların tümü
de basit pratik işler değildi; bunlar güç ve iradelerini
bir örgüt biçiminde bir araya getirmiş olan insanların,
bizim yaptığımız şeylerdi. Bugün daha kapsamlı
ve çok katmanlı görevlerden söz ediyorsak eğer,
bu, her birimizin kolektif aklımıza ve pratiğimize
kattığı enerjilerin toplamının eseridir. Mucizelere
değil, kendimize güvendik, kendi insanımıza, onun
yaratıcılığına güvendik ve önümüze programlar
koyduk. Yüzde şu kadarını ya da bu kadarını gerçekleştirdik,
bu elbette tartışılabilir, hatta tartışılmalı
ama yapma irademiz kesindi, yaparız dedik ve yaptık!
Bu bizim kendi özel pratiğimiz; ama bunun ötesi
de var. Mahir Çayan’ı düşünelim bir an… İşe nereden
başladıklarını hayal edelim bir an. Türkiye devriminin
otuz yılına damgasını vuran bir hareketin başlangıç
noktası (bir mükemmellik saplantısıyla bakarsak
eğer) ne kadar da cılızdır? Mahalle mahalle, köy
köy taban tepen insanlardır bunlar ve yine büyük
bir devrim yürüyüşünün ilk adımlarını attıklarında
ellerinde pek az şey vardır. Ağır baskı koşullarında
bir evden diğerine geçmek bile son derece zorlaşmışken
bir dizi kadroyla toplantılar yapan bu insanların
planladıkları tek kelimeyle muazzam işlerdir.
Bu, safdil bir iyimserlik değil, kendi gücüne
ve iradesine olan güvendir. Kendisine güvenmeyenler,
yolun sonunu görmeyenler nereye kadar gidebilirler
ki?
Daha uzağa gidelim; Granma yatına binmek için
Meksika’da bir araya gelen insanların haline bir
bakalım. Che’de öyle reel sosyalist partilerin
tarihi allayıp pullayıp kusurlarını törpüleyen
tutumu yoktur. Savaş Anıları’nda yazan neyse devrim
de odur; bu kadar açık! Küba sahiline çıktıklarında
ellerindeki silah sayısını yazıyorsa eğer, durum
gerçekten de yazdığı kadar perişandır. Ama bir
iradeyi ve devrimci iyimserliği kuşanıp çıkmışlardır
o sahile. İşler sarpa sarabilir miydi? Kuşkusuz
evet; kuşkusuz bu girişim fena halde ağır bir
yenilgiyle sonuçlanabilirdi, örneğin Mahir Çayan
da partinin ilk eyleminde, daha ilk anda şehit
düşebilirdi; ama bunlar yola çıkmanın ve hedefe
kesin bir tutumla bağlanmanın önünde engel değildir.
Ve yine daha yakına gelelim ve çok taklit edilmek
istenen ama dersleri iyi özümsenmeyen Kürt pratiğine
bakalım.
1976-77 yıllarında Diyarbakır’da bulunmuş olan
devrimci sosyalist hareketin ilk kadroları tanık
olmuşlardır; koca bir şehir ve ağırlıklı olarak
öğrenci hareketi bu tarihlerde neredeyse tümüyle
sağcı Kürt hareketlerinin etkisi altındadır ve
yeni yeni filizlenmekte olan PKK hareketi henüz
bu kast tarafından aşağılanan bir konumdadır.
Zaman zaman bu insanlar hakkında lümpen yakıştırmaları
yapılmakta, kimse de onlara şans tanımamaktadır.
Zaman zaman Ankara Üniversitesi binalarında ve
Tuzluçayır’da dolanıp duran ve okul kantinlerinde
hakkında bol bol spekülasyon yapılan Abdullah
isimli bir devrimci de o zamanlar “meczup” muamelesi
görmekte, anlı şanlı siyasi hareketlerin arasında
onun kurmak için çabaladığı harekete pek çok kimse
dudak bükerek bakmaktadır. Bütün bunlar efsane
değil gerçektir. O süreçte, Kürt illerine dağılan
ilk kadrolar, neredeyse sıfır noktasından iye
başlamaktadırlar; çünkü yapmak istedikleri şey,
o güne kadar yapılmış olanın tam tersidir. Bu
insanların çoğunun herhangi bir bölgeye gittiklerinde
ceplerinde ekmek parası bile yoktur; ilişkileri
sınırlıdır ya da yok denecek kadar azdır. Postmodern
zamanlarda bütün bunlar unutulmuş olabilir belki
ama 1982’de ülkeye giren ilk gerilla gruplarının
çektikleri bütün sonradan katılanların çektikleriyle
kıyaslanamaz bile. Soğuk, açlık, halk tarafından
reddedilmek, güvenilir üslerin yokluğu, vs. vs…
Öyle ki, bizzat canlı tanıkların anlattığı gibi
düşmandan çok doğayla savaşılan bu koşullarda
kaçıp gitmemek, bunlara rağmen orada kalma iradesini
göstermek, yarı yarıya delilik gibi bir şeydir.
Tarih işte böyledir ve tarih inşa edilirken “büyük
lokma-büyük laf” gevezeliklerinin hiçbir anlamı
yoktur. Devrimciler, yaptıkları konusunda alçakgönüllü
olabilirler ve olmalıdırlar; yapacakları konusunda
ise onlara yol gösteren şey “alçakgönüllülük”ten
çok gerçekçi çözümlemelerle yaratılmış olan gelecek
perspektifleri ve yol haritalarıdır.
Yani, kendimiz için konuşursak eğer, dört-beş
yıl önce ya da şimdi, devrimci hareketimizin durumunu
gerçekçi bir gözle değerlendirerek olumsuzlukları
tespit etmek, tıkanma noktalarını belirlemek,
ancak bu sorunların çözüm iradesiyle ve yeni programatik
çerçevelerle birlikte anlamlıdır. İyimserlik ya
da kötümserlik kavramları burada yetersiz kalırlar;
burada söz konusu olan şey, süreci tam bir acımasızlıkla
çözümleyip ortaya gerçekçi bir durum belirlemesi
çıkarmak ve bundan hareketle ortaya yeni bir hedefler
ve programlar dizisi koymaktır. Her şey bu kadar
açık ve yalındır.
Sonuçta, esas tayin edici olan şudur: Bizim bir
araya gelişimiz, rasgele bir aritmetik toplam
değil, bir örgütsel bileşimdir. Birbirine ortak
irade ve ortak hedeflerle bağlanmış olan bu insanlar
topluluğu, bir araya gelenlerin tek tek enerjilerinin
toplamından çok daha fazla olan büyük bir enerji
yaratır. Gerçeklik ile hedefler arasındaki mesafeyi
kısaltacak olan, bizim kişisel iyimserliklerimiz-kötümserliklerimizden
öte, tam da bu artı-enerjidir.
Ve elbette bu, zorlanmadır. Tarihin, sürecin,
kendimizin, olanakların, her şeyin ama her şeyin
sonuna dek zorlanmasıdır. Yeni bir ideolojik düzey
ortaya koyacağız diyorsak, birikimimizi zorlayarak
bunu başaracağız. Devrimci bir atılımdan, bütünlüklü
bir müdahaleden söz ediyorsak, bunu yapma iradesiyle
planlarımızı bir araya getirip tarihi zorlayacağız.
Devrimci halk hareketinden söz ediyorsak, üçü
beş yapma çabasıyla büyük sıçrama perspektifimizi
birlikte götüreceğiz.
Küçük hedeflerle kendi küçük dünyalarında mutlu
olanlar devrim yapamazlar. Bu, son derece açık.
Ve biz önümüze büyük perspektifler koymaktan vazgeçmeyeceğiz;
“büyük lokma-büyük laf” gevezeliğini elimizin
tersiyle iteceğiz.
Ve bunu “boğulursak büyük denizde boğulmak” için
değil, düşmanlarımızı boğmak için, özgür ve aydınlık
bir ülke için yapacağız. Günümüzün zorlukları
ise gelecekte yazılacak olan anılarda belki acı
ve mizah yüklü satırlar haline gelecek; hepsi
o kadar!
|