Susurluk davasının aktörlerinden Yaşar Öz, tam
da adı unutulmaya başlamışken sonunda yine bir
taşın altından çıkıp gündeme gelmeyi başardı.
Kıbrıs’taki son kumarhane hesaplaşmalarında çıkan
çatışmada iki kişi ölünce “Casino”lardan birinin
sahibi olan Öz de gözaltına alındı.
Hatırlanacağı gibi, daha önce de aynı davanın
sanıklarından bir başkası, özel timci Oğuz Yorulmaz
“su testisi su yolunda…” deyimini kanıtlarcasına
Bursa’da bir batakhanede vurulup öldürülmüştü.
Öyle anlaşılıyor ki, “vatan için yürekleri yanıp
tutuşan” kahramanların (!), hani şu Tansu Çiller’in
ünlü “şerefli” evlatlarının şansları her zaman
yaver gitmeyebiliyor…
Neden Kıbrıs?
Mafya hikayeleri bir yana, Kıbrıs’ta neler oluyor?
Ecdadımızdan kaldığı söylenen şu “bin yıllık Türk
yurdu” neden sürekli olarak çevresine pis kokular
yayıyor. Kimsenin ciddiye almadığı bir “devlet”
tarafından yönetildiği iddia edilen bu toprak
parçasının gerçek sahipleri kimler?
Son zamanlarda AB-Türkiye pazarlıklarında Kuzey
Kıbrıs’ın adı sık sık gündeme geliyor. Daha doğrusu
zaten bu adanın ismi, son 60 yıldır hiç gündemden
düşmüş değil. Öyle ki, şimdi yaşlanıp ölmeye başlamış
olan bir kuşak çocukluğundan beri bu bitmez tükenmez
“sorun” ile birlikte var oldu ve “Kıbrıs sorunu”
dedikleri şey hiç çözülmedi.
Şimdi de oligarşi 1974 işgalinden bu yana kangren
haline gelen bu soruna bir yol aramaya çalışıyor;
daha doğrusu adanın işgal ettiği parçasını bir
kukla “devlet” aracılığıyla meşrulaştırdıktan
sonra, bu durumu bütün dünyaya kabul ettirmeye
uğraşıyor. Burjuva siyasetinin bütün unsurları
aslında bunun öyle kolay olmadığını ve eninde
sonunda tavizler vermek zorunda kalacaklarını
biliyorlar; ama yine de bu konuda karşılıklı tartışmalar
sürüyor, “ihanet” suçlamaları havalarda uçuşuyor.
Biraz Geçmişe Dönersek…
Aslında “Kıbrıs’ta ne oluyor” sorusundan önce
“Kıbrıs’ta ne oldu?” sorusunu sormak gerekiyor.
Stratejik önemi nedeniyle tarih boyunca başta
İngiltere olmak üzere bütün sömürgeci güçlerin
ilgisini çeken bu adadaki asıl keskin kutuplaşma
1950’lerden sonra başlamıştır. Nüfusun çoğunluğunu
oluşturan Rum kesiminde Yunanistan faşist güçleri
tarafından örgütlenen ve şovenist “Büyük Yunanistan”
düşünü kuran Grivas’ın ırkçı EOKA-B çetesi sahneye
çıkınca, Türk kesiminde de benzeri bir gelişme
yaşanmış ve Türkiye’deki kontr-gerilla (Özel Harp
Dairesi) tarafından örgütlenen bir başka faşist
çete, Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kurulmuştur.
EOKA-B Türk azınlığa saldırırken, TMT de önce
içerdeki solcuları, sendikacıları ve Türk-Rum
kardeşliği savunucularını öldürmeye koyulur. İki
tarafın da en büyük hedefi Türk ve Rum işçilerini
birlikte örgütleyen sendikalardır. 1965’te Denktaş’ın
örgütlediği TMT tarafından katledilen Derviş Ali
Kavazoğlu ve Kostas Michaulis tam da bu tanıma
uyan sendikacılardır.
16 Ağustos 1960’ta İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın
garantörlüğünde resmen bir ortak Kıbrıs Cumhuriyeti
kurulduğunda, olaylar iyice hızlanır.
1960’larda Yunanistan’da CIA ajanı Albaylar darbe
yaptığında her şey tamamen çığırından çıkar ve
sonunda Grivas’ın ölümüyle EOKA-B liderliğine
oynayan Nikos Sampson’un darbe girişimiyle 1974’te
ada patlamaya hazır hale gelir.
Bu fırsatı kaçırmayan Türkiye askeri müdahalede
bulunur ve adanın güneyini fiilen işgal eder.
Ama asıl önemli olan işgal değil, işgalden sonra
uygulanan politikalardır. Türkiye, durumunu sağlamlaştırmak
ve işgali kalıcılaştırmak için özellikle Güney
illerinden çok sayıda ailenin Kıbrıs’a göç etmesinin
önünü açır, bizzat yerleştirir. Tabii ki bu insanlar,
Rumların boşaltmak zorunda kaldığı (ve çoktan
soyulup soğana çevrilmiş) köylere ve evlere yerleştirilir.
Böylece ortaya iki tür Kıbrıslı çıkar: Kendilerini
Kıbrıslı Türk olarak adlandıran yerliler ve sonradan
yerleştirilen Türkler.
Bu, aynı zamanda adanın bu bölümünün faşistleştirilmesinin
de ilk adımıdır. MHP’nin adaya el atması ve (Batılı
değerleri daha fazla benimseyen yerlilerden çok)
göçmen Türkler üzerinde etki yaratması bu dönemde
gerçekleşir. Bu arada cinayetler birbirini izlemekte
ve adadaki devrimci ya da muhalif sesler boğulmaktadır.
Bir yerde faşistler olur da orada pis işler olmaz
mı? Aksi düşünülemez bile!
Gerçekten de Kuzey Kıbrıs, bu noktadan sonra artık
tam bir kara para, uyuşturucu ve fuhuş cenneti
haline gelir. “Off-Shore Bankacılığı” denilen
çok yüksek faizli uyduruk banka sistemi Kuzey
Kıbrıs’a yerleşir. Diğer yandan büyük kumarhaneler
ve oteller de faşist mafya çeteleri tarafından
organize edilir. Bu arada nerede pis işler çeviren
biri varsa Kuzey Kıbrıs’a uğramadan yapamaz. Tam
bir Mafya cumhuriyeti kurulmuştur!
Yalnızca Mafya değil, onunla işbirliği içinde
olan kontr-gerilla şefleri ve istihbarat kadroları
da Kuzey Kıbrıs’ı mekan seçerler. Susurluk olayındaki
ünlü İsrail malı silahların aracılığını yapan
MOSSAD’çı Ertaç Tinar, KKTC vatandaşıdır ve bu
uydurma devletin Cenevre’deki uydurma fahri konsolosluğuna
talip olurken referans gösterdiği kişi Mehmet
Ağar’dır. Böylece kontr-gerilla ile MOSSAD arasındaki
ilişkiler de yine bu adadan sürdürülür.
Mafya Cumhuriyeti’nin Maceraları
Geçtiğimiz yıl, Fransa’da yayımlanan Le Figaro
gazetesi, Kuzey Kıbrıs’ı “Avrupa’nın kaçak göç
kapısı” olarak tanımladı ve adanın bu bölümünün
bir kumar ve fuhuş merkezi olduğunu belirtti.
Le Figaro haberinde “sadece Türkiye tarafından
tanınan bir devlet olan KKTC, Ortadoğu ve Avrupa’nın
tüm haydutlarına barınak görevi görmektedir” diye
yazıyordu. Gazete, İsrailli ve İngiliz mafya babalarının
da Kuzey Kıbrıs’a yerleştiğini belirtiyor ve KKTC’nin
kara paranın aklandığı bir yer haline geldiğini
anlatıyordu.
Önce Vatan gazetesinin yazarlarından Levent Özadam
ise geçen yıl “KKTC’ye öğrenci gönderen velilerin
dikkatine” başlıklı yazısında şunları söylüyordu:
“Kıbrıs Rum kesiminde bile sadece bir üniversite
mevcutken, KKTC’de tam 5 tane koskocaman üniversite
var. Bu üniversitelerde yaklaşık 40 bir kadar
öğrenci öğrenim görürken, bunlardan 30 bine yakını
Türkiye’den gelen öğrenciler. (…) KKTC’ye öğrenci
gönderen velilerimizi önemle uyarıyoruz; burada
öğrencileri bekleyen iki önemli tuzak var...
Birincisi ve en önemlisi casinolar adı altında
insanı içine çekti mi bir türlü bırakmayan ve
çırpındıkça da batıran kumarhaneler... Dışarıdan
bakıldığında ışıl ışıl, mini etekli kızların kuripiyerlik
yaptığı, bedava içki sigara ve yemek dağıtılan
renk cümbüşü... İşin iç yüzü ise bambaşka! Maalesef
ki öğrenciler için içi tuzaklarla dolu bir batakhane...
(…) KKTC’de ki 40’a yakın Las Vegas kumarhanelerini
aratmayan özelliklere sahip batakhane Türkiye’den
buraya gelen öğrenciler için en tehlikeli yer...
“Bir bataklık da gece kulüpleri! Sizi memnun etmek
için her şeyini feda eden yaşları 18-22 arası
Moldovalı, Ukraynalı gencecik zavallı kızlar...
Buraya dadanan öğrenciler içkinin de tesiriyle
her gece yüz milyonlarca lira parayı hiç gözlerini
kırpmadan harcayabiliyorlar...”
İşte bu iki haber-yazı şanlı Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin
özetidir.
Yani kısacası, Susurlukçu Yaşar Öz’ün yeniden
sahneye çıktığı yer, tam da uygun yerdir.
Kıbrıs üzerine pazarlıklarla birlikte “çakıltaşı”
edebiyatı da önümüzdeki günlerde devam edecek
ve eninde sonunda Türkiye köşeye sıkışacak. Ama
bütün bu diplomatik oyunlar sürerken rulet masaları
da dönmeye devam ediyor ve edecek.
Asıl önemli olan ise bu yaygara sırasında bir
kumar ve mafya cennetinin bize bir “vatan parçası”
gibi sunulmasıdır. Asıl önemli olan, küçücük bir
adayı 30 yılda bir batakhaneye dönüştürenlerin
bize ahlak nutukları atmasıdır.
Yoksa Kıbrıs meselesi de, meselenin çözümü de
son derece basittir. İngiliz üssü ve Türk ordusu
dahil bütün işgalci güçlerin adayı (beraberinde
getirdikleri faşist mafya çeteleriyle birlikte)
terk etmesi ve Kıbrıslıların baş başa kalması
bunun için yeterlidir. Halkların eşit ve özgür
koşullar altında kardeşçe yaşaması, bunun için
federatif ya da üniter yollar bulması sanıldığı
kadar zor değildir; yeter ki Yaşar Öz gibileri
ve onları taşıyan resmi çeteler kontr-gerilla
güçleri ve diğerleri ortalıktan çekilsin!
|